Bu seçim sıradan değil. Peki. Bu seçim demokrasiyle, otokrasi arasında. Eyvallah. Adayın önemi yok, muhalefet program ortaya koymalı. Olur. Şimdi “bunların” (bunların içini siz gönlünüze göre doldurun) sırası değil. Başüstüne. Her şey çok güzel olacak. Öyle olsun. Erdoğan’ı muhatap almayın, ortaya konuşun. Tamam. Kamuoyu yoklamalarının gösterdiği. Doğrudur. Kamuoyu yoklamalarına bağımlı olmayın. Anladım. İsrail, Fransa, Macaristan, Sırbistan, Slovenya, ABD seçimleri. Biz bize benzeriz. Öyleyse…
Fransa’dan başlayalım. Yine Macron kazandı. 2027’de beşer yıl iki kez üst üste Fransa cumhurbaşkanlığı yaptıktan sonra siyaseti bıraktığında 49 yaşında olacak. Cezayir Savaşı bittikten sonra doğan ilk cumhurbaşkanı. Hayatında ilk girdiği seçim yarışı en tepedeki makam için. Partisi yok. Kendi seçim kampanyasını yürütmek için kurduğu harekete kendi adının başharflerini verecek denli özgüvenli veya megaloman. (Haziran’daki parlamento seçimlerinde genişleyen biçimiyle “Rönesans” adını alıyor.) İhanetse ihanet: Hollande’a kazık atıp aday olmuştu ilk seferinde.
2017’de kurumsal solu, 2022’de kurumsal sağı sıfırla çarptı. Başkanlık rejimleri, ABD istisnası dışında pek demokrasiyle bağdaşmıyor. Teoriye göre, demokraside illa başkanlık olacaksa iki partili (yine ABD gibi) düzen en uygunu. Fransa başka bir tarafa gitti, üç kutuplu görünüm aldı. Macron ikinci kez seçilerek belki V. cumhuriyeti tarihsel son durağına getirdi. Yöntemini yinelemek de, ondan sonra hareketinin kalıcı bir partiye dönüşmesi de zor görünüyor. Ama “adam kazandı.” Kutuplaştırarak kazandı. Merkeze egemen olarak kazandı. Ne denli antipatik bulunsa da, stratejik zekâsı sorgulanamaz.
Macaristan’a bakalım. Orada da adam kazandı. Orban seçim zaferinin ardından “…Fizan’dan duyulur mu?” dercesine, “Brüksel’den de duyuldu” dedi. Muhalefet, adayını işveren mülakatı gibi kağıt üzerinde en uygun özelliklere sahip olanı seçerek belirledi. Ama deyim yerindeyse “kimyadan sınıfta kaldı.” Adayın muhafazakârlığı ilericileri, ilericiliği muhafazakârları itti, 2+2=4 etmedi. Her mesele hakkında söz söyleme acelesi, çıkan uğultuda hiçbir mesajın seçmene lâyığınca ulaşamaması sakıncasını doğruladı. Herkes olmaya çalışmak, hiç kimse kalmakla sonuçlandı.
Slovenya’ya bakalım. Muhalefetin yıprattığı iktidar, olgun meyve gibi seçime aylar kala adaylığını açıklayan Golob’un kucağına düştü. Orada yenilik, istikrardan daha çekici geldi. Karizma ve belâgat, seçmenle kurulan gönül bağı, iletişim yeteneği, mesajın içeriği denli onu kimin taşıdığı öne çıktı. Olunca oluyor, olmazsa olmuyor tevekkeli. En fazla İstanbul’un bir ilçesi kadar seçmenin oy kullandığı Slovenya’da belki “bekâ sorunu”, Avrupa’da kalmak veya Avrupa’ya sırtını dönmek olarak görüldü. Belki “ortak gelecek” anlatısı, arayışı, inşasında “yeşil dönüşüm” artık “Rusya’dan da kurtulmak” yönüyle güncellik kazandı, akılcı ve gerçekçi görünür oldu.
İsrail’e bakalım. Beş benzemez yalnızca Netanyahu’dan kurtulmak temelinde bir araya geldi. Ama yıllardır tıkanan gündelik işleri de (bütçe çıkarmak gibi) tedviri de becerdi, asayişte de (orada gerçekten “bekâ sorunu” da denebilir) açık vermedi. Şimdi meclis çoğunluğunu yitiren koalisyon hükümetinin akıbeti Knesset pazartesi günü açılınca belli olacak. Denklemler çok karmaşık, (Netanyahu’nun da 61 milletvekilinin desteğine ihtiyacı var ama arkasında 54 sandalye var vs.) o ayrıntılara girmeyelim. Ama şimdilik oldu muydu, olduydu.
Sırbistan’a bakalım. Hem Erdoğan’la, hem Putin’le arası iyi, (bunu sürekli hatırlatıyorum) hem de Moskova’da “bizim için Rusya neyse, Türkiye de odur” yollu açıklama yapabilen Vuciç yine kazandı. Önüne konan seçeneklere bakan seçmen “yaparsa Vuciç yapar” dedi. Avrupa içinde Rusya’nın tarihsel koçbaşı addedilen Sırbistan, Ukrayna işgalinden sonra kitlesel Rusya’ya destek gösterileri yapılan Sırbistan, Miloseviç’i kendi eliyle UCM’ne teslim eden Sırbistan, 1999’da ABD’nin başkenti Belgrad’ı havadan bombardıman ettiği Sırbistan, ilk iş gitti BM Genel Kurulu’nda Rusya aleyhinde oy kullandı.
ABD’ye bakalım. Sonbaharda Temsilciler Meclisi ile Senato seçimleri var. Koyu Katolik Güney Amerika’da ve İrlanda’da da artık kürtaj hakkı tanınırken, ABD’de elli yıllık kürtajda takdir hakkını federe devletlere bırakmayan yasanın Anayasa Mahkemesi eliyle kaldırılacağına dair taslak medyaya sızdırıldı. Bu olasılık gerçekleşirse yerkürenin en köklü demokrasisinde hak ve özgürlüklerde büyük erozyon yaşanacak. Ama sözkonusu kültürel yarılma belki çelişkili biçimde sonbaharda (kendi de Katolik) Biden’e seçim zaferi getirebilecek. Belki buradan bakış her pazar kiliseye giden Biden’in çıkıp “ben önce Katoliğim, en dindarınız kadar ben de dindarım” dememesi de bir ders barındıyordur.
Fransa’ya tekrar bakalım. Haziran’da parlamento seçimleri var. Her seçim bölgesinde 12,5% oranının üzerinde oy alan ikinci tura kalıyor. Üçgenler, dörtgenler oluştuğunda sağı, solu “aşırı sağa” karşı birleşip, birbirleri adına çekiliyor. Cumhurbaşkanlığı görev süresinin yediden beşe çekilip, parlamento seçimlerinin cumhurbaşkanlığının hemen peşine getirilmesi “cohabitation” (kabineyle başkanın farklı partilerden gelmesi) olasılığını azaltmak için. Yine de Fransa toplumundaki tektonik kayma sandığa atılan oya yansıdı. Merkezin yanında yeni iki kutup ortaya çıktı. Mélenchon Sosyalist Parti’den (SP) ayrıldığında vebalı gibiydi. Bugün SP “dükkânı kapatıp”, Mélenchon’un peşine düşmek durumuna geldi.
Köyümüze dönelim. O kadar çorak bir zemindeyiz ki, İBB Başkanı İmamoğlu’nun hem Diyarbakır’da, hem Trabzon’da teveccüh görmesi ve “bayrak gösterebilmesi” kazanım addediliyor. Öyle de gerçekten. Öncelik merkeze egemen olmak, makul çoğunluğa hitap etmek. Maden orada. Kaygılar ortak: Kazandığın paranın gün günden pul olmaması; doğru düzgün sağlık, eğitim, ulaşım, arıtım gibi temel hizmetler; kurumların yerleşik, kuralların da belli olması ve huzur. Sürekli azarlayan, öfke nöbetinin eşiğinde, nasıl yaşadığımıza tebelleş olan, nasıl yaşamamız gerektiğini öğreten, durmadan kulağımıza bağıran bir lider değil istenen. Âleme nizam vermek, atar-gider yapmak, kıt kaynakları altı boş iddialar uğrunda çarçur etmek gündemden çıkmalı.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Başka deyişle, ikinci Erdoğan, yeni ANAP aramasak da çıkışlar orta kapıdan olacak. Öncelik sağdan kurtulmak değil, milliyetçi değil cumhuriyetçi, islâmcı değil seküler, eski model değil çağdaş bir sağ yaratmak. Akşener’in “ya istibdat, ya hürriyet” çıkışı bundan ötürü değerliydi. Ya aynı Akşener’in günahsız Garo Paylan’a ayar verme yarışında ilk sıraya yerleşmesi? Bir grup Pegasus çalışanı Kadir Gecesi’nde rakı kadehlerini kaldırmış. Kıyamet koptu. Ramazan günü üç büyüklerden herhangi birinin maç günü deneyiminde açık havada, herkesin gözü önünde tankerle bira içilmiyordu çünkü. Bir yerde iş geliyor, ulus inşası x devlet inşası; laiklik x hoşgörü; çoğulluk/çoğunluk x çoğulculuk; anayasa x değerler; modernleşme x kültür vb. bildik tartışmalara takılıyor. Takılıyor da seçim gündeminde bunlar yer bulmuyor.
Ancelotti’ye bakıyoruz. 62 yaşında. Oyunculuğunda Roma ve Milan’da lig şampiyonluğu, iki Avrupa Kupası kazanmış. Teknik direktör olarak Avrupa’nın beş büyük liginde (İngiltere, İtalya, Fransa, İspanya, Almanya) şampiyon olmuş; üç kere de Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu görmüş. Cruyff, Guardiola, Klopp gibi Ancelotti’nin “futbola kazandırdıkları” pek konuşulmaz. Ancelotti’nin kazandıkları konuşulur. Yoksa siyasette de “önce Ancelotti gibi ol” mu demeli? İki nokta arasındaki en kısa çizgi doğrudur? Kolay gözüken en zorudur?
Efendim, (haşa) mehdi mi bekliyorsun, kurtarıcı mı arıyorsun? Asıl mesele demokrasiyle otokrasi arasında sen bunu bilmiyor musun? Biliyorum da, “önce atı arabanın önüne koşsak mı” diyorum. Neticede akıllı telefonlarımıza gönderilen programlar arasından uzaktan kumanda tercih yapmıyoruz. Birinin adının altına basıyoruz mührü. Aşk gibi, dostluk gibi, ortaklık yapar gibi, elden düşme araba alır gibi birinin gözlerine bakıp ilk anda güven duyarsak, “elektrik alırsak”, kimyamız uyuşursa, onun altına öyküyü zaten kendimiz yazıyoruz. Kadroda Benzema varsa, ona nerede duracağını, nereye koşacağını biz söylemiyoruz. Benzema çıkıyor, turu alıp geliyor. Benzema saha dışında pek de matah biri, bir “rol modeli” değil; ya sahada?
Sanıyorum bazen siyaset bilimiyle siyaseti, yapmak ve anlamakla anlatmayı birbirine karıştırıyoruz. Belirli mahfillerde aciz bendenize bugün bile “genç arkadaş heyecanlı” derlerken, gerçekten genç arkadaşlar da bana “amca” der oldu nicedir. 2023 seçiminde iki başlıca konu olacak: Düzensiz göç/sığınmacılar (Türkçesi: “Suriyeliler”) ve ekonomi/enflasyon (Türkçesi: Alım gücü/hayat pahalılığı). Bu iki konuda fatura çıkaran değil, yol gösteren, ortak yarını ilk kez oy kullanacak altı milyon seçmene anlatacak kazanacak. Benim gibiler saçlarını yolsa, göğüslerini yumruklasa da Ukrayna’nın işgali, Kürt Sorunu, Ermeni Soykırımı, Gezi Davası’nda cisimleşen hukuksuzluk, hatta laiklik gündemde yok. Ama “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” diye bir kaygı da yok korkarım. Ve seçmene ne önerildiği denli, kimin seçmene konuştuğu da önemli.
Karar, iddia, hamle. Özetle, Ali Rıza Binboğa haklı sanırım: “Öğretmen öğretir A, B, C / Öğretmen öğretir K, L, M / İlk öğretmenin kim senin? / Kim öğretti alfabeyi?”
*Bu yazıda ArtıTV’de her Çarşamba yaptığım son “Dünya Ve Biz” programında konuğum olan Sayın Doç. Dr. Seda Demiralp’ın sorularıma verdiği yanıtlardan fazlasıyla yararlandım. İzlemek isteyenler için: https://www.youtube.com/watch?v=cY3aQe38sWc