Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Süleyman Soylu’nun Ümit Özdağ’a kurduğu tuzak

Ruşen Çakır, sığınmacılar üzerinden başlayan tartışmanın ardından İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ve Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ arasında yaşananları değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler, iyi pazarlar. Mâlûm, Ümit Özdağ’ın düellosu olayını yaşadık. Ekrem İmamoğlu olayı onu biraz perdeledi; ama yine de uzun süre konuşulmaya aday bir olaydı. O olayın ardından kısa bir video yapıp, “En büyük kaybeden Süleyman Soylu” dedim ve özellikle Ümit Özdağ’a kendilerini yakın gören insanlar, Ümit Özdağ’ın herhangi bir şey kaybetmediğini söylediler, ısrar ettiler, kazançlı çıktığını düşündüler — ki genel eğilim de sanki böyle. Ümit Özdağ’dan hoşlanmasalar da, bu olayda Ümit Özdağ’ın daha az kaybettiğini değil; tam tersine kazandığını düşünenler çok. Ben kazandığı kanısında değilim. Daha az kaybettiği kanısındayım. Bu yayında biraz bunu, neden böyle düşündüğümü anlatmaya çalışacağım. Çünkü bu aslında önemli bir konu. Sadece Özdağ’ı ve Soylu’yu ilgilendiren değil; Türkiye’de siyâseti ilgilendiren önemli bir konu olduğu kanısındayım. 

Normalde baktığımızda, iki tâne aktör var. Birisi İçişleri Bakanı Süleyman Soylu; diğeri Zafer Partisi Genel Başkanı Prof. Ümit Özdağ. Bu iki ismin siyâsî kariyerlerine baktığımız zaman, üç aşağı beş yukarı benzer yerlerde siyâset yapmışlar –biri daha merkez sağ, biri daha uç sağ–; ama pekâlâ aynı partide olsalardı da –ki buna Ümit Özdağ taraftarları çok kızıyor ama– çok şaşırmayacağımız iki profil söz konusu. Ama arada an îtibâriyle çok büyük fark var. O fark da Ümit Özdağ’ın çıkışta olan bir siyâsetçi olması. Şu ya da bu şekilde, beğenin beğenmeyin, İYİ Parti’den ayrıldı –ayrılmasaydı herhalde atılırdı, ayrıldı– ve hızlı bir şekilde bir parti kurdu. Az sayıda kişiyle kurdu. Hattâ berâber hareket ettiği kişilerin bir kısmı da kısa süre sonra kendisini bıraktı ve burada sığınmacılık meselesini öne çıkartarak, sâdece onu öne çıkartarak ve sert çıkışlarla birdenbire bir popülarite yakaladı. Tam klasik sağ popülizm çıkışı yaptı. Yani karşımızda yükselen bir siyâsetçi var. Destekçilerinin sayısı artıyor ve birbirinden farklı kesimlerden, özellikle orta sınıflardan. Orta sınıf derken; AKP’nin ekonomik beceriksizliği nedeniyle güçlerini kaybeden, erimeye başlayan orta sınıflardan destekçisi olan bir siyâsetçi — yani yükseliyor.

Süleyman Soylu, tam tersine, düşüyor, düşmekte. Uzun zamandır bunu yaşıyor. Bunun zirvesi tabii ki Sedat Peker’in kendisini hedef alması döneminde oldu. Zâten düşüşteydi. Sedat Peker tarafından hedef alınınca, ona cevap veremeyince, vermeye kalkıp, ama hiçbir iddiasına somut olarak cevap veremeyince, iyice düşüşte olan ve büyük bir ihtimalle de kabinedeki yerini MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’ye borçlu olan bir siyâsetçi. Normal şartlarda Erdoğan sonrası AKP’nin liderliği için bile telaffuz edilen, daha sonra, Bahçeli sonrası MHP’nin liderliği ve dolayısıyla da Cumhur İttifakı’nın gelecekteki lideri olması beklenen, istifâsını Erdoğan’ın kabul etmemesiyle yıldızı iyice parlayan; ama hızlıca sönen bir siyâsetçi var. Yani bir tarafta yükselen, bir tarafta inen iki siyâsetçi var. Dolayısıyla Süleyman Soylu, artık bana göre –ki kendisi herhalde bu kanıda değil– çok ciddî bir düşüş içerisinde. Bu düşüşü örtmek için dilini daha da sertleştiriyor, kabalaştırıyor ve tam lümpen profilli bir siyâsetçi görünümünde. Özgürlük bahsine hiç girmeden, sâdece güvenlik, tehdit meselesini alan, herkese, her türlü siyâsetçiye; Kılıçdaroğlu’na, İmamoğlu’na, aklınıza gelebilecek her türlü kişiye karşı çok saygısız bir üslûpla hakaret eden, onları hedef alan birisi. Bu onun düşüşünü engellemiyor. Ancak düşmesine rağmen, belli bir yerde kalmasını sağlıyor.

Bu olayda, bu işte bir tuzak var bence. Bu tuzak, zâten kaybeden Süleyman Soylu’nun, Ümit Özdağ’ı kendi sâhasına çekmesi. Nedir o sâha? Lümpen siyâset. Şimdi lümpen siyâset dediğim zaman, Ümit Özdağ’ın buna çok yabancı, buna çok karşı olduğunu iddia etmiyorum. Nitekim Süleyman Soylu’nun bir televizyon yayınında kendisine yönelik hakaretlerine ve suçlamalarına karşı çok sert bir dille karşılık verdi. Sedat Peker’den daha ileriye taşıdı hattâ. Bâzı durumlarda Süleyman Soylu’ya karşı kullandığı dilin büyük ölçüde argo, sokak dili olduğunu gördük. Zâten sokağa çağırdı. Kapı önüne çağırdı ve onunla aynı dili konuştu. Aynı dili konuşuyor olması bâzılarının hoşuna gidiyor olabilir. Yani “Anladığı dilden cevap verdi” diye düşünüyor olabilirler. İlk bakışta böyle oluyor ve aynı dilde cevap veren Ümit Özdağ’a karşı Süleyman Soylu’nun sessizliği tercih etmesinin, onun çağrısına cevap vermemesinin, yani bu tavrın Süleyman Soylu’nun aleyhine olduğu muhakkak. Dolayısıyla Süleyman Soylu burada kaybetti. Hep kaybediyor zâten. İşte aradaki fark bu. Süleyman Soylu kaybediyor; o yüzden yeni bir kayıp onu çok da fazla zorlamayabilir.

Ama Ümit Özdağ için durum böyle değil. Ümit Özdağ sığınmacılar meselesiyle bayağı bir tempo ve popülarite yakaladı, ilgi yarattı ve bir eşiği geçmek üzereydi. O eşik nedir? “Ya, bu adam sâdece sığınmacıları konuşuyor. Sâdece bununla ülke mi yönetilir?” diye birtakım tereddütlü eleştiriler vardı kendisine yönelik olarak. Nitekim bizim çok tartışılan yayınımızda, uzun uzun bu konuları da konuştuk ve Ümit Özdağ o yayında gayet sâkin bir şekilde her türlü konuyu konuşan, konuşmak isteyen, her konuya hâkim bir siyâsî parti lideri ve ülkeyi yönetmeye aday bir siyâsetçi profili çizmeye çalıştı. Ne derece çizebildi? Bu ayrı bir tartışma konusu. Ama şu anda gördüğünüz görüntülerdeki Ümit Özdağ, ülkeyi yönetmeye tâlip, her konuya hâkim, serinkanlı bir siyâsetçiden ziyâde; kavgacı bir siyâsetçi görünümünde. Şimdi tabii ki kavgacılardan hoşlananlar olabilir. Kendi tabanı, kendi partisinin üyeleri de bu kavgayı beğeniyor olabilir. Öte yandan Süleyman Soylu’dan hazzetmeyen insanlar da onun Süleyman Soylu’yu bu şekilde hedef alıp, onu düelloya çağırıp, ondan sonra da tek başına kalmasından memnun olabilirler. Ama bütün bu görüntülere baktığımız zaman, Ümit Özdağ’ın sâdece sokakla sınırlı bir siyâsetçi olduğu görüntüsünü Süleyman Soylu ona hediye etti. Başlığa koyduğum “tuzak”tan kastım bu. Zâten kaybeden bir Soylu’nun, kendisinin yanına Ümit Özdağ’ı çekmesi olayı konusu. Bunun çok da Ümit Özdağ’ın lehine bir durum olacağını sanmıyorum. Çünkü sonuçta Türkiye’yi yönetebilmeniz için çok sayıda insanın oyunu almanız lâzım. Bu insanların hepsinin kavga istediğini sanmıyorum. Kavga olabilir, ilgi çekebilir; ama Türkiye’de –başka yerlerde de böyledir herhalde ama–, Türkiye’de genellikle sâkin olanın kazanma şansı çok daha yüksek. Bunu yerel seçimler öncesinde görmüştük ve o konuda birçok yayın da yapmıştım. Ama sâkin olmak yerine polemiği tercih eden, kavgayı tercih eden kişilerin yükselmesi, belli bir düşük seviyeden üst seviyeye çıkabilmesi mümkün olmuyor. Bu tuzağa zamânında Muharrem İnce düşmüştü, Erdoğan’la yarışında.

Erdoğan için sert bir siyâset yürütmekte, kutuplaşmayı tırmandırmakta ya da muhâfaza etmekte bir sakınca yok. Çünkü onun zâten belli bir gücü var, belli bir oyu var ve de elinde sonsuz devlet imkânları var. Onun karşısına çıkan kişinin o kadar oyu yok, o kadar imkânı yok ve sürekli insanlara, kendisine o âna kadar oy vermemiş insanlara kendisinin daha iyi olduğunu anlatmak zorunda. İşte burada tuzak, o kavga meselesi, kutuplaşma meselesi. Soylu bunu bilerek mi yaptı? Çok emin değilim. Ama sanki biliyordu. Bu kadarını tahmin etmese bile, kelimenin gerçek anlamıyla yaptığı provokasyonun tutacağını hesaplıyordu bence. Ama bu provokasyonu yaparken, bu hakaretleri, suçlamaları söylerken; ondan sonra da Ümit Özdağ’ın cevâbına karşı sessizliği tercih ederken, zâten kendi azalan kredisinin iyice azalacağını da hesaplamıştır. Hesaplamamışsa yanlış yapmıştır. Çünkü bu kaçınılmaz bir şey. Ama artık zâten onun bir iddiası yok. Herhalde kızacaktır bu söylediğime; ama öyle. Yok, artık Süleyman Soylu’nun siyâsî bir geleceği yok. Ümit Özdağ’ın bir siyâsî geleceği olabilir. Ne kadar olur, olmaz; o ayrı bir tartışma konusu. Onu değişik yayınlarda, yazılarda da ele almaya çalışıyorum.

Önümüzdeki günlerde de bunu çok konuşacağa benziyoruz. Ama şu hâliyle bakıldığı zaman, tam bir tempo yakalamışken bir provokasyona, bir tuzağa geldi ve bence orada yanlış yaptı. Bilmiyorum kendisi ne diyor. Belki daha sonra başka bir vesîleyle kendisiyle bunları tartışma imkânı da olur. Ancak sâdece ve sâdece bağırıp çağırmayla motive olan kitlelere hitap ederek dünyanın hiçbir yerinde ve Türkiye’de iktidâra gelmeniz mümkün değil. Zâten sığınmacılar konusundaki sert çıkışlarla yeteri kadar sert olduğunu göstermiş birisi. Ayrıca daha fazla sert olmasını, sertlik göstermesini, böyle bir sokak dilini tercih etmek zorunda kalmasını gerektiren bir durum bence yoktu. Kendileri bilir. Sonuçta anladığım kadarıyla her iki taraf da sanki bu durumdan memnunmuş gibi duruyor. Bu durumdan en çok memnun olan herhalde Cumhurbaşkanı Erdoğan’dır. Çünkü böylece bir yanda İmamoğlu olayı, bir yanda bu olay, Türkiye’nin en gerçek sorunlarının konuşulmasının çok uzağında bir gündeme sebep oldu. Birbiriyle yarışıyor bu gündemler. Yani gündemdışının bu kadar gündem olduğu bir ülke ve bu da tabii ki gerçek gündemden rahatsız olan kesimleri çok ciddî bir şekilde memnun ediyordur diye düşünüyorum. Tekrar olacak ama, burada Ümit Özdağ’ın bu hakaretleri, bu suçlamaları dert edinmesi, bunu doğrudan kendisine, âilesine, yakın çevresine, partisine yönelik bir saldırı olarak görmesi filan, bütün bunların hepsi olabilir; ancak eğer sâkin olup, Süleyman Soylu’ya daha böyle ironik şekillerde cevap verseydi, bence daha fazla prim yapma imkânı vardı. Örneğin o yayında, Süleyman Soylu’nun yayınında –ki yayını yapan benim çok eski bir gazeteci meslektaşım, arkadaşım– orada, ne alâkası varsa benim de adımı geçirmiş. Süleyman Soylu, başından beri bizim yasal bir şekilde aldığımız ve baştan beri söylediğimiz fonlarla ilgili olarak, bana, hattâ bâzı insanlar, izleyiciler, çalışma arkadaşlarımız söylediler, sordular: ‘‘Cevap verecek misin?’’ diye. Süleyman Soylu, başından beri bizim yasal bir şekilde aldığımız ve baştan beri söylediğimiz fonlarla ilgili olarak konuşuyor, hattâ bâzı insanlar, izleyiciler, çalışma arkadaşlarımız söylediler, sordular bana: “Cevap verecek misin?” diye. İşte burada cevap veriyorum: “Cevap vermiyorum. Gerek yok.” Yani böyle bir olayda, bu tür şeyleri, kendisinin de aslını astarını çok iyi bildiği şeyleri böyle bir siyâsî malzeme olarak kullanmaya çalışması, kendisinin kaybedenler safında olduğunu tescillemekten başka bir işe yaramıyor. Kaybedenler kayıplarına baksın. Biz Türkiye’yi yeniden kazanmanın yolu yordamı üzerine düşünmeye devam edelim. Söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.