Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Gomaşinen (94): Dünyada gördüğüm ve görmek istediğim yerler

Ruşen Çakır, Gomaşinen‘in bu bölümünde dünyada gördüğü ve görmek istediği yerleri anlattı.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. “Gomaşinen”in 94. bölümünde dünyada gördüğüm yerleri anlatmak istiyorum. Mâlum, geçen hafta Türkiye’yi anlattım. Türkiye’de galiba görmediğim il yok diye söylemiştim. Dünyada görmediğim yer çok. Hepsini görmek zâten mümkün değil; ama bayağı da bir yer gördüm. İçimde şu anda ukde olan yerler, galiba bir Hindistan, bir Portekiz — ben çok meraklısı değilim; ama Müge çok istiyor, bir şekilde göreceğiz galiba, sonra Japonya, bir de Latin Amerika. Latin Amerika’da hiçbir yer görmedim. Kuzey Amerika’da da her yeri gördüm, yani Kanada’yı veya Amerika Birleşik Devletleri’ni. Çok yer gezdim. Çoğundan aklımda bir şey kalmamış olabilir. Bunların bir kısmını, gazetecilik olarak izlediklerimi zâten “Gomaşinen”de anlattım. Meselâ bir Pakistan’ı, meselâ İran’ı, Irak’ı — bunları anlatmıştım. Erbakan’la gittiğimiz gezi bağlamında Libya’yı, Mısır’ı anlatmıştım.; ama şimdi böyle bir tekrar, hayâtımın akışı içerisinde nereleri gördüm onlardan biraz bahsetmek istiyorum.

Üç tâne, hattâ dört tâne diyelim, düz turizm olarak gittiğimiz yer, benim ve Müge’yle berâber gittiğimiz yer çok yok. Bir cruise, yani gemiyle gezdik iki kere. Onları saymazsak bir de Kıbrıs’a çok gittik. Hâlâ tatil yapmayı en çok sevdiğimiz yerlerden birisi. Bunları saymazsak, tatil için gittiğimiz ve gittiğim yer çok fazla olmadı.; ama yine öncelikle tatil. İkincisi, haber yapmak için –meselâ bir Pakistan’a ya da İran’a gitmek gibi– haber yapmak için gittiğim yerler var. Üçüncüsü, yine haber yapmak için, ama bir siyâsetçiye eşlik ettiğimiz geziler. Meselâ Abdullah Gül’le Baltık ülkelerine gitmiştim, İran’a gitmiştik. O meşhur Çözüm Süreci’nin ilk işâretini orada vermişti; “Güzel şeyler olacak” diye. Ondan sonra, Erdoğan’ın daha yasaklıyken yaptığı Çin gezisi – ki onu da bir “Gomaşinen”de anlattım. Böyle bir üçüncü seçenek var. Dördüncü seçenek de işle alâkalı gibi olan; ama daha çok konferans, sempozyum gibi yurtdışından gelen dâvetler. Bunlar için de özellikle Batı ülkelerinde çok sayıda yere gittim; İsviçre’ye, Belçika’ya, Hollanda’ya, Fransa ve Almanya tabii ve İngiltere’ye böyle çok gitmişliğim oldu.

Dünyayı ilk görüşüm: Ortaokulda, Galatasaray Lisesi’nde okurken izciydim ve izcilerin –hâlâ yapılıyor olması lâzım– dört yılda bir yapılan olimpiyatları vardı. O sene Norveç’teydi ve Ankara Kızılcahamam’da Türkiye çapında bir eleme vardı. Biz Galatasaray Lisesi ekibi olarak gidip o elemede finale kalmıştık ve bir otobüsle İstanbul’dan yola çıkıp günlerce süren bir yolculukla Norveç’e gidip, orada bir müddet tüm dünya izcileriyle kalıp, sonra da yine otobüsle geri dönmüştük. Çok güzel bir yolculuktu. Ufaktım. Altı kişilik bir gruptuk. Bizim okuldan olanların hemen hemen hepsi benden büyüktü. Bir tâne yaşıtım arkadaşım vardı, diğerleri büyüktü. Diğer okullardan gelenlerin de hemen hemen hepsi büyüktü; ama çok eğlenceliydi. Çok güzeldi. Bulgaristan’dan başladık, o zaman Yugoslavya olan kimi yerlerde durduk, kimi yerlerde sâdece geçtik. Otobüsle Norveç’e gitmek için iki ayrı kere feribota bindiğimizi hatırlıyorum. Çok güzel bir olaydı. Uzun bir süre yurtdışına bir daha çıkamadım. Tâ ki cezâevinden çıktıktan ve gazeteciliğe başladıktan sonra, Fransa’da Türkiye üzerine bir toplantı oldu. Arap Dünyası Enstitüsü diye Paris’te bir yerde düzenlendi toplantı. Orada, Türkiye’de İslâmî hareketleri anlatmam istendi; ama pasaportum yoktu. Çünkü sakıncalıydım, cezâevinden çıkmıştım. Pasaport almak için önce dâvâmızın yargıçlarına gittim, Selimiye Kışlası’nda. Onlara gidip izin istedim, yani yurtdışı çıkışı yasağımın kaldırılmasını istedim. Konu Avrupa Birliği’ydi. O zamanki adı Avrupa Birliği değildi, Avrupa Topluluğu’ydu. “Türkiye, Avrupa Topluluğu’na girer mi?” gibi bir toplantıydı ve ben de Türkiye’de İslâmî hareketleri anlatacaktım. Orada yargıçlara anlattım merâmımı, sonra bana, “Sence girer mi Türkiye?” diye sorduklarını hiç unutmuyorum ve izin verdiler. Ama izin vermeleri tek başına yetmedi, yani yasağımın kalkması tek başına yetmedi. Zîra aynı zamanda, yasak kalktıktan sonra Emniyet’ten de onay almak gerekiyordu ve Emniyet’ten onay almak zordu. Torpil yaptım Ankara’dan, bakanlıklardan birisinden — şimdi adını vermeyeyim. Kendisi danışmandı, yıllar sonra bakan oldu. O iyiliğini hiçbir zaman unutmam. İzin alıp sonuçta yurtdışına, Fransa’ya çıktım yıllar sonra — yıl 1986 filan olsa gerek. Bayağı bir… yani 10 yıl sonra diyelim ve ondan sonra artık dünyanın dört bir yanına gittim. Gazeteci olarak gittim, arkadaşlarımın yanına gittim, tatil için gittim, siyâsetçilerle gittim. Tabii ki en çok Avrupa’yı gördüm ve en çok da Fransa’yı gördüm. Almanya’yı çok gördüm. Almanya’da çok değişik şehirlerde arkadaşlarım vardı; büyük bir kısmı siyâsî mülteciydi. Onları gördüm. Almanya’ya ilk gittiğim zamanlarda henüz “Duvar” yıkılmamıştı. Berlin’e gittim, Berlin’de arkadaşlarım vardı. Berlin’e o târihte gitmek başlı başına ilginç bir olaydı. Ya karayoluyla ya da trenle gitme imkânı vardı. Uçak da vardı herhalde; ama benim mâlî durumum da el vermiyordu galiba. Uçakla hiç Berlin’e, Batı Berlin’e gitmedim. Bir tâne çok ilginç bir anım vardır, onu anlatmadan edemeyeceğim: Batı Berlin’deydim ve Batı Berlin’de evlerinde kaldığım arkadaşlarım, daha doğrusu karı-koca ve eşi bir okul arkadaşımın ablasıydı, kocası Alman’dı. Onlarda kalmıştım. Sonra oradan Hamburg’a geçeceğim. Hamburg’da da benim yakın arkadaşım, gazeteciliğe beni başlatan Levent Tayla vardı. Levent Tayla ve onun berâber kaldığı kadın arkadaşı, onlara gidecektim. O zamân Allostop diyorlardı; otostopun paralı hâli. Yani bir îlân veriliyordu, internet yoktu tabii, şimdi bunlar çok daha gelişti. Bir şekilde bir telefon numarasıyla yer ayırtıyordunuz ve bir sabah beni bir yere götürdüler. Orada Sri Lanka asıllı bir genç adam –araba onundu– ben, bir Alman kadın öğrenci, bir de bir Mercedes yanaştı. Mercedes’i Alman, ama başörtülü, tesettürlü bir kadın kullanıyor ve arabanın içinde tam bizim İsmailağa Cemaati dervişleri gibi sarıklı, cübbeli, sakallı biri vardı, o kadının kullandığı arabayla geldi ve bizim arabada öne oturdu, şoförün yanına. Ben arkada oturuyorum ve bayağı Almanca konuşuyorlar. Ben ağzımı hiç açmadım ve bu arada batıdan doğuya geçildiği zaman pasaport kontrolü oluyor. Ondan sonra bir yoldan gidiyorsunuz ve Hamburg’a varıyorsunuz — her neyse. Şimdi pasaport kontrolü olacak. Çok sosyal birisiydi bizim muhtemelen Nakşî olan dervişimiz, Türk’tü kendisi ve arabada şoför değil de o ele aldı bütün inisiyatifi. Döndü arkaya: “Pasaportlarınızı verir misiniz?” dedi. Yanımdaki öğrenci verdi. Ben tabii Türk pasaportu verince, bizim derviş birdenbire acayip bozuldu. Çünkü orada bayağı bir süre boyunca ben Türk olduğumu söylemeden, ağzımı açmadan durdum. O da tabii gayet rahat hareket etti. Her ne kadar söylediklerini anlamadıysam da Almanca konuştukları için, çok bozuldu. Bana dedi ki: “Niye söylemiyorsun Türk olduğunu?” filan. Ben: “Gerek yok ki. Neyi söyleyeyim?” filan dedim. Sonra indik, Hamburg’a vardık ve ben Hamburg’da tren istasyonunda arkadaşlarımla buluşacağım. Dedim ki: “Hocam, ya siz buraları biliyorsunuz. Tren istasyonu nerede? Bana târif eder misiniz?” Bana târif etti ve dedi ki: “Bak mâdem oraya gidiyorsun, hemen altında…” –ya da yanında– “…câmi var .“ (adını unuttum şimdi câminin) “Git orada bir de namazını kıl” dedi. Ben de ona dedim ki — anlatırken gülmem geliyor: “Hocam ben seferîyim” dedim. Hiç unutmuyorum, aynen böyle. Zâten bana kıl kapmış; “Ne seferi lan? Bitti sefer” dedi ve oradan yırttık.

Evet, şimdi bakıyorum: Avrupa’da; İsveç’i, Norveç’i, Danimarka’yı küçükken görmüştüm. Sonra değişik vesîlelerle, Norveç’e gidemedim ama İsveç’e gittim. İsveç, Türkiye’de son günlerde NATO üyeliği meselesinde çok gündemde. Tabii bu arada bir de Finlandiya var. Finlandiya’ya Müge sâyesinde gittim. Bir de böyle arada eş durumundan gitmeler oluyor. Müge edebiyatçı olduğu için, onun çağrılı olduğu yerlere ben de kaynak oluyordum. Finlandiya’da, Helsinki’de o birkaç günlük bir toplantıya gitmişti ve Müge toplantıya gittiğinde ben de tek başıma şehirde gezmiştim. Çok güzel bir şehirdi hakîkaten. Yine Müge’nin gittiği yerlerden, Hırvatistan vardı. Hırvatistan’a gitti. Bir ev vermişlerdi ona, orada edebiyatçı olarak bir müddet kaldı. Sonra biz de gittik Ali Deniz’le berâber; onun işleri de bitmişti ve orada bir araba kiralayarak bayağı güzel yerleri Müge’nin sâyesinde dolaşmıştık. Hırvatistan da gerçekten çok güzel bir yer. Balkanlar deyince tabii ki en güzel yerlerden birisi de Saraybosna. Bosna-Hersek ve artık adı sürekli değiştiği için şu anda Bosna diyelim. Saraybosna’ya Diyânet’in din şûrâsına gitmiştim. Çok ilginç bir toplantıydı. Diyânet İşleri Başkanı, yani AKP iktidarından önceki başkanı Mehmet Görmez’di — o ilginç bir toplantıydı; ama şehir çok güzeldi. Gerçekten hayran kaldık. Yunanistan’a çok gittim. Bir ara orada, şimdi artık rahmetli oldu, yakın arkadaşım Tardu yaşıyordu – ki Medyascope’un ilk stüdyo masasını da yapan marangoz arkadaşımız. Onun yanına gittim, kaldım bekâr zamanlarımda. Bayağı bir dolaşmıştık. Yunanistan’a değişik vesîlelerle çok gittik. Bir kere de bizim Galatasaray Lisesi’nden dönem arkadaşları olarak ailelerle hep birlikte Midilli’’ye gittik. Çok güzel bir tatildi; o da içimde güzel bir anıdır. Bir kere de yine Galatasaray’dan arkadaşlarla karayoluyla gidiyorduk Yunanistan’a, Atina’ya, Selânik’e. Son anda uyandık ki Ali Deniz’in vizesi yok ve biz geçemedik. Yunanistan’a almadılar bizi. Biz üçümüz berâber döndük.

Şimdi bakıyorum yine: Afrika’da çok yer gördüğüm söylenemez. Bunlardan Mısır’ı birkaç kez gördüm. Bir de Erbakan’la berâber Tunus’u, Libya’yı, Nijerya’yı ve Mısır’ı görmek dışında Afrika’yı çok görmedim. Aslında görmek isterim; ama vesîle olmuyor. Asya’da Çin, Pakistan… bunları zâten anlattım. İran benim nedense çok sevdiğim bir ülkedir; insanlar biraz şaşırıyorlar, ben de biraz şaşırıyorum; ama İran’ı hakîkaten çok seviyorum. Irak, kuzeyi, tabii ki Kürdistan Bölgesel Yönetimi, oraya çok gittim. Zâten bunun bir kısmı, Kandil vs. oralar için gittiğim de oldu. Çok gittim Irak’ın kuzeyine. Bağdat’a bir iki kere; bir savaştan önce gittim, bir de Ahmet Davutoğlu Dışişleri Bakanı’yken günübirlik bir olayda gittim. Irak’ta, tabii hep acı var orada. Suriye’yi görmedim. Umarım ilk fırsatta bir şekilde Suriye’yi de görürüm; ama tabii yıkılmış bir ülke herhalde Suriye. Tabii acı olur o. İsrail ve Filistin’i çok gördüm. Çok etkileyici yerler. Hem tabii ki târih anlamında çok etkileyici; ama siyâsî anlamda da çok etkileyici. 

Galiba en çok kaldığım yer Amerika Birleşik Devletleri. Çünkü değişik vesîlelerle, ilk askerliği bedelli yaptıktan sonra, bir sömestr New York’ta Columbia Üniversitesi’nde bir insan hakları programına katıldım. Ondan sonra değişik vesîlelerle gittik. Müge’nin yüksek lisans doktorası için Ohio State Üniversitesi’ne, tam Amerika’nın göbeğine gittik ve herkesin yaptığının tersini yaptık. Müge hâmileyken Türkiye’ye döndük. Genellikle hâmileler Amerika’ya gider, doğururlar ve çocukları Amerikan vatandaşı olur. Biz tersini yaptık ve o yüzden sürekli zâten Ali Deniz’den de fırça yiyoruz. Daha sonra Ohio State yani Columbus şehrinde bayağı uzun bir süre kaldık. Sonra bir kere daha gitti Müge, son eksiklerini telâfî etmek için; ama esas olarak en uzunu tabii ki benim Vatan gazetesi muhâbiri olarak iki buçuk sene Washington’da kalmamdı ve onun ilk aşamasında birkaç ay tektim; ama sonra ailecek orada olduk. Ali Deniz de orada ilkokulu okudu. Daha sonra Kanada’da yüksek okulu okudu. Orada –benim hâlâ telaffuz edemediğim “Guaft” diyorlar, ben “Gef” diyorum– Toronto’ya yakın bir şehirde psikoloji okudu Ali Deniz. Biz de her vesîleyle onun yanına gittik, çok da sevdik. Ama o mezun olduktan sonra –ki bunun bir kısmı tabii pandemiye denk geldi– Kanada’da kalmayı düşünmedi. Bizim de hayallerimiz suya düştü. Çünkü Kanada, soğuğu sayılmazsa, gerçekten insanın huzur içerisinde yaşayabileceği bir yer. Hep çok güzel anılarımız var Kanada’da. Burada bir not düşeyim; onun okuduğu müddetçe, ben oğlumun Kanada’da okuduğunu hiçbir şekilde söylemedim. Çünkü çok açık: Fethullahçılar ABD’de ve Kanada’da çok varlar ve benden hiçbir şekilde hazzetmezler — onu biliyorum. Benim yüzümden oğluma bir şeyler yapmalarından açıkçası çok ciddî bir şekilde endîşe ettiğim için bunu yapmadım, hiç söylemedim. Meselâ Kanada’dan yayın yaptığım zaman da Kanada’da olduğumu söylemedim. Örneğin, o meşhur Abdullah Gül’ün aday olacağı rivâyetlerinin çıktığı dönemde biz Kanada’daydık. Ali Deniz’i görmeye gitmiştik. Genellikle Airbnb’de ev kiralayıp, –evet, bir kere Müge tek gittiğinde otelde kalmıştı–, normalde Airbnb’de ev kirâlayarak, hattâ bir tâne çok sevdiğimiz bir yaşlı karı-kocanın evini özel olarak, Airbnb üzerinden ama kirâlayarak birkaç kere, hep öyle gittik. O olayda, Abdullah Gül’ün aday olacağını bir şekilde Türkiye’deki kaynaklarımla konuşarak öğrenmiş ve oradan Periscope’la yayında anlatmıştım; ama nereden yaptığımı söylememiştim.

Evet, çok yer gördüm; ama hâlâ eksiklerim var. Eksikleri tamamlayabilir miyim bilmiyorum. Ama dünyanın gerçekten her bir yeri bambaşka. Meselâ İsviçre, şimdi aldığım notlara bakıyorum; İsviçre’de Cenevre’de Uluslararası Basın Enstitüsü’nün kongresine gitmiştim. Orada bir Türk arkadaş benim izleyicimmiş ve benim Cenevre’de olduğumu görünce bana mesaj atmıştı ve beni çok güzel gezdirmişti. O da güzel bir sürpriz olmuştu benim için. Danimarka, Hollanda, buralarda genellikle hep Türkiye’den değişik şekillerde gitmiş insanlarla karşılaşırım; bir zamanlar daha çok siyâsî mültecilerdi, şimdi daha çok gördüklerim, Medyascope’un takipçileri, benim okurlarım vs.. Bâzı yerlerde de tabii öyle toplantılar yaptık. Meselâ Almanya’da, Avusturya’da Alevî Federasyonu’nun çağırdığı toplantılarda konuşmalar yaptığımı da hatırlıyorum. Evet, bayağı bir yer gezdik, gördük ve tabii ki şöyle bir şey var, belki gözünüze çarpmıştır; Türkiye’deki basın özgürlüğü ve bağımsız medya üzerine bir toplantı için Brüksel’e gitmem gerekti ve en son biz Müge’yle çok güzel bir Kaliforniya ziyâreti yapmıştık. Stanford Üniversitesi beni ve Müge’yi dâvet etmiştş ve ben Türkiye’de bağımsız medyayı anlattım; Müge, ayrı bir toplantıda edebiyat üzerine konuştu. Daha sonra San Francisco’da, Türkiye’den giden kişilerle Türkiye üzerine bir muhabbet yaptık. Herhalde hayatta yaptığımız en güzel tatillerden birisiydi. Hâlâ gözümüzde tütüyor Kaliforniya.

Daha sonra Almanya’da Müge’nin bir faaliyetine gittik ve pandemi, yani salgın patlak verdi. Ondan beri bir tek arada Girne’ye gidişimiz, yani Lefkoşe uçuşumuz dışında –Kuzey Kıbrıs yurtdışı sayılırsa artık– hiç uçağa binmedim, yani yurtdışına gitmedim. İşte bu ilki olacaktı; ama önce Fransızlardan vize için bir şirketlere yolluyorlar, acayip yerler, böyle bir fabrika gibi ve çalışanların size hiç de sıcak yaklaşmadığı yerler. Fransa’da bürokratik nedenlerle, istedikleri birçok şeyden dolayı almadım. Sonra Belçikalılara gittim; aynı şey başıma geldi ve oradan da almadım. Şu anda Schengen vizesi olmadığı için bir toplantıya gidememiş birisiyim. Ama bâzılarına kalsa biz, “Batı’nın şusu busu” diye her gün de değişik sosyal medya mecrâlarından hakarete, saldırılara, tehditlere mâruz kalan birisiyiz. Özellikle de –en son kendilerine de söyledim– benim Fransızca öğrenmeye başlamam tam 50 yıl oldu. Yani Galatasaray Lisesi’ne girişimin, girişimizin 50. yılıyız bu sene. 50 yıldır “Frankofon” birisiyim; ama hâlâ Fransa’dan vize almak konusunda, bu yaşta, artık gazeteciliğimiz ortada olmasına rağmen vs. hâlâ bize bir yığın meşakkat çıkartıyorlar. Dönüp dolaşıp bakıyorsunuz, tüm dünyayı geziyorsunuz; ama sonuçta yeriniz burası ve burada bütün vatandaşlar sonuçta, özellikle Batı karşısında eşit durumdayız. Böyle de daha yeni, taze bir acı olay. Bir de üstelik, Ali Deniz, Müge, ben gittik ve başvuru paralarımızın da üzerine yattılar. Ne vize alabildik, ne bir şey yaptık. Böyle de acı bir olayla noktaladık. Bakalım, bundan sonra nereye, nasıl gideceğiz? Gidecek miyiz? Bilmiyorum; ama herhalde yine bir yerlere iş için ya da gezmek için ya da bir konferans için gitmeye devam ederiz ve şu eksikleri, başta Latin Amerika ve Portekiz, Müge’nin hatırına Japonya diyelim, arada Hindistan’ı da katabiliriz. Bu arada İspanya’yı ve Barcelona’yı ayrı bir yere koyduğumu da söyleyeyim. İspanya’da bir Barcelona’yı çok gördüm. Yani çok dediğim iki ayrı kere gördüm ve hakîkaten hâlâ gözümde tüter. Evet, çok geyik muhabbeti oldu; ama olsun. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.