Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (119): Arınç’ın “Kral çıplak” çıkışı | Öcalan, aktör olur mu? | Demirtaş’ın Erdoğan’ın adaylıktan çekileceğini iddia etmesi

AKP’nin kurucularından eski TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın “Kral çıplak” çıkışı siyasetin gündeminde. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, “Siyasetçilere ders verir nitelikte bir konuşmaydı” diyerek Arınç’a sahip çıktı. Eski AKP Milletvekili ve Yeni Şafak gazetesi yazarı Mehmet Metiner, “Bizim gönlümüzde bir yeri kalmamıştır. İnşallah partimizden de ihraç olur gider. Yeter artık yani. Bülent Arınç’ın ismini duymak istemiyoruz, yeter artık” diyerek Arınç’a sert tepki gösterdi.

AKP’ye yakın isimlerden Hürriyet gazetesi yazarı Abdulkadir Selvi, PKK lideri Abdullah Öcalan’a görüş izni verileceğini, kardeşi Mehmet Öcalan veya yeğeni Ömer Öcalan’la görüştürüleceğini öne sürdü. Öcalan’ın ailesi ve vasisi, görüşme talebiyle Bursa Cumhuriyet Başsavcılığı ile İmralı Cezaevi Müdürlüğü’ne başvuru yaptı.

Eski HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, T24’e yazdığı “Cumhur İttifakı’nın adayı kim?” başlıklı yazısında AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı adaylığını açıklamasını ele aldı. Demirtaş, Erdoğan’ın adaylık açıklamasının aldatıcı olduğunu, daha sonra geri çekebileceğini ileri sürdü.

Ruşen Çakır ve Kemal Can, Haftaya Bakış‘ta değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Yine Kemal Can’la haftanın öne çıkan olaylarını ele alacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Bu hafta seçtiğimiz dört başlık var. Bunlardan üç tânesi biraz sert kaçabilir, ama temcit pilâvı gibi: Bülent Arınç’ın çıkışı, iktidârın yine Öcalan’dan medet arıyor gibi olduğuna dâir emâreler, üçüncüsü de Erdoğan’ın TÜSİAD’a meydan okuyuşu. Bunların hepsi değişik dönemlerde hep yaşandı. Biraz değişik olabilecek husus, Selahattin Demirtaş’ın T24’deki yazısı. İstersen onunla başlayalım. Ben o yazı üzerine bir değerlendirme yaptım, gördün mü bilmiyorum. İlginç bir akıl yürütme… Yaratıcı… Tabii bizim dışarıda aklımıza gelmeyenin onun içeride aklına gelmesi de çok mânîdar. Demirtaş, “Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı adaylığından vazgeçmesi için adaylığını erkenden îlân etme ihtimâli” diyor. Tabii “Böyle olacak” demiyor, ama “Bu ihtimâli de yabana atmayın” diyor — ki az da olsa sanki böyle bir ihtimal olabilir. Bu arada, Erdoğan’ın Kılıçdaroğlu’na neredeyse her gün bir kere adayını açıklaması konusunda çağrı yaptığını görüyoruz. Kılıçdaroğlu da bu sabah, FOX TV’de, İsmail Küçükkaya’nın programında, “Tamam, senin kanallarından birine çıkalım. Orada adayı da açıklayayım” diye Erdoğan’a yanıt vermiş. Konu böyle bir yere kitlendi.

Ne diyorsun? Selahattin Demirtaş’ın söylediği şey ihtimal olarak çok yüksek gibi gözükmüyor, ama yine de üzerine konuşabilecek bir malzeme sanki.

Kemal Can: Demirtaş’ın söylediklerini bir siyâsî öngörü ya da bir siyâsî analiz olarak değil, bir siyâsetçi olarak başka bir siyâsetçinin hamlesine cevap olarak algıladım. Onun için de bunu yorumlarken, bir ihtimal olarak dillendirmekten çok, aslında zaman zaman senin de dile getirdiğin, Erdoğan’ın kendi adaylığını da muhâlefetin adayını da polemik konusu yapma gayretine yeni bir perspektif açmak ve biraz “Bu adaylık tartışmalarını Erdoğan’ın elinden almak lâzım” fikrine dayalı bir siyâsî müdâhale gibi gördüm. O yüzden, “Bu ihtimal güçlü bir ihtimal midir? Sâhiden Erdoğan aslında aday olmayabilir mi?” tartışmasının parçası olarak görmedim. Ben daha çok, “Muhâlefet adaylık tartışmasını nasıl ele almalı?” konusu üzerinden okudum. O açıdan da ilginç bir perspektif açtığı doğru. 

Demirtaş’ın daha önceki yazısında, muhâlefetin ortak bir motivasyon üretmekten hâlâ uzak olmasına –“Voltran” diye târif etmişti– ilişkin birtakım eleştirileri vardı. Galiba son yayınlanan bir söyleşisinde de kendisine bu soru sorulmuş ve bu soruda, büyük ihtimalle muhâlefet cephesinin, birbirinin korkularını yatıştıran, birbirlerinin korkuları üzerine pazarlık yürütmeyen, tam tersine bu korkular siyâsetini iktidâra bırakıp bunu ortadan kaldıran ortak bir zemin yaratmasının “Voltran”anlamına geldiğini, bunu böyle ifâde ettiğini söylemiş. Aslında bunları berâber düşününce, yavaş yavaş bazı muhâlefet aktörlerinin yapmaya çalıştığı şeyin daha derli toplu hâle getirilmesini istediğini anlıyoruz. O da şu: İktidârın hamleleri ve onlara verilecek cevaplardan kurtulan, başka bir şey söyleyebilen bir muhâlefet dilinin artık hâkim kılınması ve hâlâ iktidarın ya da Erdoğan’ın ne söylediği, ne yaptığı üzerine akıl yürütmelerle siyâset kurmamak gerektiğini söylediğini düşünüyorum. Bu adaylık tartışmasıyla ilgili meseleyi de biraz bununla bağlantılı gördüm.

Ruşen Çakır: Selahattin Demirtaş, demin bahsettiğin “Voltran” cevabını, Halk TV’den İpek Özbey’e vermiş. Selahattin Demirtaş, gerçekten de cezaevinden çok ilginç şeyler yazıyor, cevaplar veriyor. Bugün aklıma şöyle bir şey geldi: Bundan 1,5 yıl kadar önce, Selahattin Demirtaş kendisine ilettiğim, Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem için ittifak modeli önerisiyle ilgili sorularıma yazılı cevap vermişti. Biraz şımarıklık yapacağım ama, sorduğum bir soruya, Demirtaş, Meral Akşener’e yönelik bir “kahvaltı” çıkışı ile yanıt verdi. Bunu da Medyascope’ta yayınladık zâten. Demirtaş’ın bugüne kadar verdiği cevaplarda, “Ben dışarıda olsaydım, bir sabah Başak ile birlikte Meral Hanım’ın kapısını çalar ve ‘Kahvaltıya geldik’ derdim” lâfının çıtasına henüz hiçbiri erişemedi. Katılır mısın? Kendisine sorduğum sorulara yanıt verirken bu cümleyi söyledi hakîkaten. Ve farkındaysan Akşener ve İYİ Parti de o lâfa karşı ne diyeceğini şaşırdı. Biraz nostaljik olacak, ama bu kahvaltı çıkışı çok acayipti. 

Kemal Can: Zâten son açıklamalarında da cesâret vurgusu var. Muhâlefet aktörlerinin, hem kendi seçmenleri açısından hem birlikte davrandıkları diğer parti seçmenleri açısından, cesur adımlar atmasını söylüyor; bu adımları da korku siyâsetini kullanan iktidârın elinden alacak adımlar olarak târif ediyor. Dolayısıyla o kahvaltı çıkışı da öyle bir şeydi. Çünkü şu anda muhâlefet cephesinde de yüksek bir tedirginlik söz konusu. O tedirginlik de, birlikte davranan tabanların birbirine olan alerjisini iktidârın hâlâ kullanabileceği riski. Bu riski ortadan kaldırmanın yolu… evet, helâlleşme ve genel siyâsî çerçeveye ilişkin söylenecek sözler, verilecek güven; bu önemli bir şey, ama aynı zamanda bu korku atmosferini aşacak, bunu yok hükmünde bir mesele hâline dönüştürecek cesâretin de liderlerden ve parti sözcülerinden gelmesi gerekiyor. Biraz buna işâret ediyor Demirtaş. Zâten o çıkış da kendisi açısından bir şeydi. Hattâ geçenlerde kendi yazısında ifâde ettiği ve bâzılarının HDP’ye dönük de bir eleştiri içerdiğini söylediği açıklamalarında da, bu cesâreti, kendilerini de içine katarak, kendisini de dâhil ederek, herkesin göstermesi gerektiğini işâret etmişti. Bence öyle bir şey. Bunu zaman zaman bâzı konularda, bâzı liderlerin tavır alarak ya da tavırsız kalarak gösterebildiğini izliyoruz. Ama bu endîşe ve korkuların kullanışlılığı konusundaki endîşe hâlâ kuvvetli. O henüz kalkmıyor. 

Ruşen Çakır: Cesâret demişken, Bülent Arınç’a gelelim. Ne dedi? “Kral çıplak deyin, niye diyemiyorsunuz?” dedi ve bayağı bir çıkış yaptı. Ben bu konuyu yarın etraflıca ele alacağım. Biliyorsun, Bülent Arınç benim özel olarak çok bildiğim ve önemsediğim birisidir. Bu yüzden de çok lâf işittiğim oluyor, ama olsun. Daha önce de benzer çıkışlar yaptı; ama bu sefer yaptığı atmosfer çok farklı. Kemal Kılıçdaroğlu var, Gültekin Uysal var, muhâlefetten bir yığın insan var ve medya var. Yani bir gazeteciye söylemek ya da bir tweet atmak olayının dışında bir şey yaptı. Erdoğan, üç saat sonraki konuşmasında ad vermeden, “Partimizi içeriden bölemeyecekler” lâfını bu yüzden söyledi bence. Bir de bol miktarda “gazeteci”, Arınç’a lâf yetiştirmeye çalıştı. Ben hakkımı yarına saklayayım. Sen ne diyorsun? Bunun sana göre bir anlamı var mı?

Kemal Can: Şöyle bir anlamı var: Henüz açığa çıkmamış, seçmende daha belirginleşmeye başlayan AKP’nin oy kaybının arkasında bu ve buna benzer düşüncelerin yer ettiğini biliyoruz. Bunun yeni olmadığını da biliyoruz. Bülent Arınç, senin de söylediğin gibi, daha önce de benzer şeyler söyledi. Evet, yerleri, bağlamı bazen farklıydı; ama mensup olduğu partinin bir büyükşehir belediye başkanının ağır yolsuzluklar yaptığını, bir şehri parsel parsel sattığını söylemişliği de var. Ankara Büyükşehir Belediyesi ve Melih Gökçek için söylemişti bunu. Dolayısıyla Bülent Arınç’ın çıkışından, “İşte kopmalar başladı” sonucunu çıkartmak çok isâbetli olmaz. Bülent Arınç bu işâreti göstermek için uygun biri midir? Çünkü daha önce benzer şeyleri söyledi. Senin söylediğin gibi şimdi yeri farklı filan ama, yine “İşte beklenen an geldi. AKP’den çözülme başladı. Bunlar birer birer ayrılıyor” işâretini Bülent Arınç’tan almak pek isâbetli değil. 

Ama senin söylediğin gibi, öyle bir zeminde, Altılı Masa’daki insanların da siyâsî meşrûiyetini teslim eden tarzda bunu söylemesi ve hep gündeme geldiği gibi, “Majestelerinin gazetecileri” diyerek, AKP’nin resmî sözcülerinden başka, ana akımda ya da sosyal medyada açık trol hâlinde faaliyet gösteren vitrini hedefe koyan bir çıkış yaptı. “Kral çıplak” iddiasını da aslında herkes, Erdoğan’ı işâret ediyor gibi düşündü; ama ben Bülent Arınç’ın, AKP içerisinde ya da çevresinde kalıp rahatsız olanların da, hattâ AKP’den kopmuş olanların da –Babacan ve Davutoğlu’nu da dâhil ediyorum– doğrudan Erdoğan’ı hedef alan bir çıkış yapmaktan kaçınmalarının tuhaf bir kısır döngüye yol açtığını düşünüyorum. Şöyle bir kısır döngü: Erdoğan’ı doğrudan hedef alarak bir şey söylemediğinizde, aslında eksik kalıyor ve gerçek lâfı söylememiş oluyorsunuz.

Ruşen Çakır: Kemal, burada sözünü keseceğim. Davutoğlu daha önce de yapmıştı ama en son, “Cumhur İttifakı’nı Bahçeli bozacak” çıkışı var. Bu çıkışa birçok insanın “Sana ne? Bozsun. Sen zâten Cumhur İttifakı’na karşısın. Niye böyle diyorsun?” dediğini gördüm. Bu da tam senin söylediğine oturuyor. Şu anda Bahçeli’yi eleştirmek, Bahçeli’ye yönelik işâretler ya da oklar atmak, aynı zamanda hâlâ öteki tarafı tam olarak kapatmadığı izlenimini yaratıyor. 

Kemal Can: Şunu biliyoruz: Cumhur İttifakı ne kadar zayıflamış olursa olsun, oy desteği anlamında iktidârın temel taşıyıcısı hâlâ Erdoğan. Dolayısıyla muhâlefet ve muhâlefetin özellikle AKP’den kopmuş tarafında Erdoğan’ı hedef almak riskli görülüyor. Çünkü o kesimin konsolidasyon öznesi Erdoğan. “Erdoğan’a saldırırsak, onlar onun etrâfında kenetlenirler ve biz, bir alerji alanında kalırız. Bu riskli” deniyor. Ama bunu kilitleyen başka bir taraf var, o da demin söylediğim şey. Erdoğan’ı hedef almazsanız da aslında bir şey söylememiş oluyorsunuz. Çünkü Erdoğan, her şeyi kendi etrâfında kuruyor. Uzun zamandır siyâseti kilitleyen, özellikle AKP’den kopacaklar veya kopmuşlar üzerine kurulan stratejileri kilitleyen bir şey bu. Yani hem Erdoğan’ı şahsî hedef almak risk oluşturuyor, hem de onu hedef almadığınızda, aslında onun gücünü devam ettirmiş oluyorsunuz — bu bir kısır döngü. Erdoğan bu kısır döngüyü kullanıyor; erimesini yavaşlatma anlamında kullanıyor. Çünkü ekonomi başta olmak üzere her şeyin sorumluluğunu üstüne aldı ve üstüne aldığı bu sorumluluğu, kendisine saldırılamaz bir alanda tutmayı başarıyor. Çünkü ona saldırılırsa bundan faydalanacağı varsayımıyla iş kişiselleştirilmiyor. Ama diğer taraftan baktığımızda da, o bütün siyâseti kişiselleştirerek kendisinin hâlâ en önemli iktidar kozu olarak canlı kalmasını sağlıyor. 

Meselâ senin örneğini verdiğin gibi, MHP’yi eleştirmek, MHP’yle ittifakı eleştirerek iktidârı eleştirmek, “Erdoğan’ın etrâfı kötü” tezinin işlenmesi, “Bize ne oldu? Ne güzel bir partiydik, Erdoğan’ı etrâfı bozdu” demek ya da temel politikalar konusunda sâdece geçici bir yanlıştan ibâret bir eleştiri kurmak… Bunların hepsi aslında Erdoğan mitini korumaya yarıyor. Böyle bir tarafı var. Açıkçası, Arınç da en sert şeyleri söylediğinde bile hep Erdoğan’ı ayrı tuttuğu için, bence hâlâ çizgisinden çok çıkmış gibi görünmüyor. 

Ruşen Çakır: Orada “Bütün bunları Osman Sınav yaptı” gibi detaylar da var, biliyorsun. 

Kemal Can: Zikretmemek için çok ayrıntılandırmıyorum, ama bu her alanda kullanılıyor — Kürt meselesinde de öyle, dış politika meselelerinde de öyle. Hep bir başkaları var. Ama Erdoğan’a saldırmadan, Erdoğan’ı hedefe koymadan, bu iktidarla baş etmek çok zor.

Ruşen Çakır: Şu şerhi düşeyim: Bülent Arınç’ın, zamanında, o en kritik dönemlerde, Erbakan’ı da hedef alabildiğini hatırlıyorum. Tabii zaman çok değişti, çok şey değişti; ama yine de, işler bir raddeye gelirse, senin henüz yapmadığını söylediğin şeyi kimin yapabilme ihtimâli var diye sorsan, onlardan birisi olabilir. 

Kemal Can: Zâten AKP’nin birdenbire bütün Refah Partisi’ni arkasına alarak, neredeyse bütün oy tabanını çekip yeni bir hareket hâlinde ortaya çıkabilmesi, doğrudan Erbakan’ı hedef alabilmesiyle mümkündü. Erdoğan ve çevresi, Erbakan’ı doğrudan hedef olarak önlerine koydukları için büyük bir kopma yaratabildiler. Şimdi DEVA ve Gelecek partilerinin büyük bir kopma yaratamaması, ana gövdedeki belirleyici aktörü karşılarına almaktan kaçınmalarından kaynaklanıyor. Zâten bu farkı çok belirgin bir biçimde görüyoruz. Lideri karşınıza almadan büyük kopma yaratmanız mümkün değil. Ama lideri karşınıza alıp çok kuvvetli bir hava yaratamazsanız da, tam tersine orayı kilitleme riskiniz var. Yani risk yok değil. Bu avantajı kısır döngü hâline getiren bu. O çevreler açısından bu avantajı hâlâ Erdoğan kullanıyor. 

Ruşen Çakır: Temcit pilâvının diğer örneğine gelelim: TÜSİAD meselesi. TÜSİAD’ın başında, kamuoyunun çok tanımadığı yeni birisi var. İlk Yüksek İstişâre Kurulu toplantısının ardından, ekonomi politikası ile İsveç ve Norveç’in NATO üyeliği konusunda Türkiye’nin izlediği politikayı eleştiren TÜSİAD’a, bizzat yeni başkana, “Haddini bil. Sen daha kalfa bile değilsin, çıraksın” sözleriyle çok ciddî bir şekilde fırça attı. Ama Erdoğan’ın rahatsız olduğu konular, dış politikadan ziyâde içeriyle ilgiliydi. Burada olayın tabii ki birçok boyutu var. Birincisi, TÜSİAD’ın orada dile getirilen görüşleri gerçekten Erdoğan’a bir meydan okuyuş mu? Onun öncesinde muhâlefet liderleriyle yeni başkanın ayrı ayrı görüşmesi de var, ama onlar normal sayılabilir. İkincisi, zâten Bakan Nebati de îtiraf etti, yoksullar dışında aslında herkes memnun. Bilançolara bakıldığında, büyük burjuvazinin şikâyet edeceği bir durum pek de yok. Aslında Erdoğan’ın karşı çıkışı da onu örtük bir şekilde içeriyor. “Hem hâlinizden şikâyetçi değilsiniz, hem de bana lâf ediyorsunuz” gibi bir anlamı olduğunu da düşünüyorum. Tabii ki olayın popülizmle ilgili bir yönü var. Bunu değişik vesîlelerle, değişik zamanlarda TÜSİAD’a yönelik yaptı. Şimdi, karşısındaki ismin, bilinmeyen bir isim olmasından hareketle, bunu çok daha kolay yapabileceğini düşünüyor. TÜSİAD’dan da herhangi bir cevap gelmedi. Geldiğini ve kaçırdığımı sanmıyorum, var mı öyle bir şey? Yok, değil mi? Erdoğan ona “Haddini bil” dedikten sonra, “Ne demek, bizim de konuşma hakkımız var” diye bir şey çıkmadı. Belli ki bu hikâyeyi unutturmaya çalışıyorlar; ama bir gerginlik var ve Erdoğan bunu herhalde iç politikada, gözükara bir şekilde sömürücülere “meydan okuyan reis” havasını takınmayı da biliyor. Ne dersin? Biliyorsun, yarın îtibâriyle seçime tam bir yıl kalıyor. Normal zamânında yapılması durumunda en son târih 18 Haziran. En geç bir yıl içerisinde seçim olacak — ki bir yıl bile erken. O süreçte bu konu herhalde değişik vesîlelerle gündeme gelecek sanki, içimde böyle bir his var. 

Kemal Can: Daha önce birkaç kere daha konuştuk, Avrupa’yla veya Batı’yla ilişkisi meselesinde de gündeme geliyor ve aslında TÜSİAD’la dönem dönem gerilen, dönem dönem biraz daha sâkinleşen ilişki ona benziyor. Ne oluyor? Batı’yla bir sertleşme, bir ayar çekme, bir bağırıp çağırma ya da iktidârın yaptığı birtakım şeyler karşısında “Kaygıyla izliyoruz” açıklamaları geliyor. Avrupa Birliği ya da Avrupa Konseyi, “Bunlar kabul edilebilir şeyler değil” diyor. Sonra ona “Siz kimsiniz?” diye buradan cevap veriliyor. Sonra iş bir pazarlık alanına dönüyor. NATO’da böyle oluyor, Avrupa Birliği işlerinde böyle oluyor, göçmen meselesinde böyle oluyor.

Bu, iki tarafın da, hem “Biz lâfımızı söylüyoruz, ama pazarlığımızı da yürütüyoruz” işlemi, bir tarafıyla da, senin söylediğin gibi iç politikada çok kullanışlı bir argüman. Popülizmin bütün unsurlarını içeren, güç odaklarına, fâiz lobisine posta koyan ve yabancı güçlerin Türkiye’deki uzantılarını hizâya sokan lider portresini besleyen bir şey oluyor. Öbür taraftan iş çevreleri, “Biz de kaygıları söylüyoruz. Ekonominin gereklerinden bahsediyoruz. Bunun kayıtlarını düşüyoruz” demiş oluyorlar. Bu böyle tuhaf biçimde yürüyen bir şey. Bu, aralarında hakîkaten problem yok demek değil. Aynı Avrupa’yla ya da Batı’yla olduğu gibi, problemler var; ama problemlerin ifâde ediliş biçimi ve yaşanış biçimiyle gerçek tam örtüşmüyor. Çünkü aslında o çatışmadan ve o gerilimden bir başka pazarlık türü ortaya çıkıyor ve o pazarlık türüyle kendine alan bulan bir iktidar formu var. Erdoğan her yerde bunu kullanıyor. İş çevrelerine de bunu ilk defa yapmıyor. Hatırlarsan pandemi önlemlerini açıkladığı salonda TOBB Başkanı’na, “Bu açıklamalardan keyfin yerinde değil mi?” demişti. Daha önce yine birtakım eleştiriler yapan TÜSİAD’a, “Ya, siz bizim zamanımızda her şeye kavuştunuz. Şimdi grev mi var? Önünüzde bir engel mi var? Daha çok para kazanmadınız mı?” demişti.

Ruşen Çakır: Ki haklı…

Kemal Can: Evet. Ama bir yandan da şunu kullanıyor: Tıpkı muhâlefete yaptığı gibi, muhâlefetin iktidâra karşı söylediği her şeyi, Batılı güçlerin buradaki uzantısı olarak etiketlemeyi nasıl kullanabiliyorsa, ekonomik çevrelerin yaptığı uyarı, rahatsızlık veya eleştirilerin hepsini de, yine Batılı çevrelerin, fâiz lobisinin ya da Türkiye’yi boğmak isteyen dış güçlerin uzantısı olmakla suçluyor. Ama bu hakîkatle örtüşmüyor ve karşısındaki aktörler –ne Batı’daki aktörler ne de iktisâdî aktörler– kendi ortaya koydukları eleştirinin arkasında durmuyorlar. Onunla pazarlığın bir parçası olarak devam ediyor ve genellikle de “Lâfımızı söyledik, ama sonra da işimize bakıyoruz. Biz siyâsî bir aktör değiliz” demeye getiriyorlar. Sen temcit pilâvı dediğin için söylüyorum, tıpkı Batı örneğinde olduğu gibi, kaygı duyarlar, o kaygılara posta koyarak cevap verir, sonra onlar onunla oturup işlerini halledecekleri pazarlığı yaparlar. Aynı güç merkezleriyle iktisâdî alanda da çarklar aynı biçimde dönüyor diye düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Abdullah Öcalan’ın âilesi görüşme için başvuru yapmış. Biraz önce haberi çıktı. Biliyorsun, Abdülkadir Selvi bugün “Ailesi görüşebilir” dedi. Yıldıray Oğur, “Erdoğan pozitif kampanya yapabilir, Öcalan devreye girebilir” diye yazdı. Burada temcit pilâvı lâfı hakîkaten hafif kaçacak. Bunu tekrar bir şekilde deneyecekler. Tabii bu çok tehlikeli bir şey. Abdülkadir Selvi’nin bugünkü yazısını okudun mu bilmiyorum. “Ben geçen sefer de bunun yanlış olduğunu söyledim” diyerek, bunun yine deneneceğinin işâretlerini veriyor. Erdoğan zâten Selahattin Demirtaş için, “Onun hesâbını İmralı soracak” demişti. Böyle bir şeyi bir yıl içerisinde –belki seçim daha erken olur, bilmiyorum– bir şekilde deneyeceklermiş gibi bir hava yeniden oluşuyor. 

“Denerler mi?” bir soru. Denerlerse, “Öcalan nasıl bir pozisyon alır?” ikinci bir soru. Üçüncü bir soru ise, bu hareketin önde gelen isimlerinin, parti yöneticilerinin buna nasıl bir cevap vereceği. Ama en önemli soru da taban. Çok basit şekilde söyleyelim: En basit hâliyle, diyelim ki Öcalan “Muhâlefetle ne işiniz var?” dedi. Böyle diyeceğini sanmıyorum ama, en basit hâliyle düşünelim. HDP de, “Öcalan’ın bu dediğini ciddîye almak lâzım” dedi diyelim –ki onu söyleyeceğini sanmıyorum–, ama sandık kurulduğu zaman ve seçim ikinci tura kaldığı zaman, insanlar “Öcalan bize muhâlefetten uzak durun” dedi diye, muhâlefet adayını seçmeyecek mi? Nasıl akıl yürütüyorlar, neyi nasıl yapmaya çalışıyorlar, açıkçası anlamakta bayağı bir zorlanıyorum. Ama aynı suda iki kez yıkanılmaz diye bir lâf var ya? Daha önce yıkanamadıkları için, “Belki bu sefer yıkanabiliriz” diye mi düşünüyorlar? Ne dersin?

Kemal Can: “Bunu denerler mi?” sorusunun cevâbı, daha önce de denedikleri için elbette deneyebilirler. Burada kimse, “Asla böyle bir şey yapmazlar” diyemez. Çünkü yaptılar, yine yapabilirler. Peki, yaparlarsa bir işe yarar mı? Önceki örneklere bakarak söylüyorum, daha önce yaptıkları işe yaramadı. Dolayısıyla yine yaramama ihtimâli yüksektir. Bu da bir kenara konur. Ama ben, sürecin şöyle işlediğini düşünüyorum: Sen de hatırlattın, daha önce de bu tür lâflar dolaştı. Hattâ aslında Çözüm Süreci bittiği andan îtibâren, neredeyse 2015’ten îtibâren, masa devrildiği andan başlayarak, benim hatırladığım kadarıyla on tâne “Yeni çözüm süreci gelebilir” söylentisi oldu. Bayağı güçlü duyumlar şeklinde çeşitli çevreler böyle bir ihtimâlin olabileceğini gündeme getirdiler. Defalarca Kürtlerle pazarlık, HDP ile pazarlık dedikoduları da ortaya çıktı. Yerel seçim esnâsında bildiğimiz hâdise yaşandı. 

İşin şöyle bir tarafı var: Bu sefer, son anda bir operasyon yapacaklarsa bile, bunu bir sürpriz iş olarak yapmayı düşünmüyorlar herhalde ki, defaatle bunun ortalığa işâreti veriliyor, ama bir şey yapılmıyor. Hattâ bunu daha önce bâzen ismini açıklamayanlar kulislere servis ediyordu. Senin örneğini verdiğin gibi, Erdoğan bizzat söyledi. Birkaç ay önce çıktı, “Selahattin Demirtaş’tan hesâbı İmralı soracak” dedi. Bu tür şeyleri ileri sürüp bir şey yapmamak iki türlü yorumlanabilir: Bir, hakîkaten böyle şeylerin nasıl sonuç verdiğine ilişkin zemin yoklamak. Bunun ihtimal olarak canlı tutulmasının işe yaramasını umuyor olabilirler. Çünkü bunun bir sürpriz hamle olarak sonuç alması daha düşük, ama bunun ihtimal olarak hep canlı tutulması daha fazla kafa karışıklığı ve karmaşa yaratıyor. Sürekli bir soru oluyor. Biraz önce senin saydığın soruların hâlâ soru olarak kalmasını sağlıyor. Bir bunu yapıyor olabilirler. Çünkü her türlü kafa karışıklığını kullanmak istiyorlar. Aday tartışmasını kullanmak istiyorlar, dış politika meselelerini kullanmak istiyorlar, operasyon imkânlarını kullanmak istiyorlar, ekonomide aslında çok da karmaşık olmayan bir şeyi, tuhaf bağlamlara sokarak içeriğini boşaltmaya çalışıyorlar; bir sürü şeyi aynı anda yapıyorlar. Bu da onlardan biri olabilir. Çünkü Kürt meselesi, pozitif anlamda da negatif anlamda da hâlâ muhalefet cephesindeki temel akslardan biri. “Bir şey olacak” fikri canlı tutulduğu sürece işe yarıyor. Bir tartışmanın zeminini canlı tutuyor. Bunu kullanıyor olabilirler. İkincisi, zemin yoklayarak muhtemel bir hamlenin nasıl yapılması gerektiği konusunda veri sağlamaya çalışıyor olabilirler. Bu da bir ihtimal. 

Bunların hangisinin geçerli olduğu iki değişkene bağlı: Birincisi, seçimin süresiyle ilgili yapılan planlama. İkincisi ise bu konuda yapılacak sâhiden birtakım hamleler olup olmadığın bağlı. Çünkü bir yandan sertleşme işlemine devam ediyorlar. Diyarbakır’da onlarca gazeteciyi gözaltına alıyorlar, yetmiyor tutukluyorlar. Yine görüyoruz ki, anladığımız kadarıyla HDP üzerine birtakım yeni hamleler geliyor, gelecek. Hem Kobane Dâvâsı hem de HDP’yi kapatma dâvâsıyla ilgili bir hazırlık süreci olduğunu biliyoruz. Bir taraftan böyle bir şey yürüyor. Bir taraftan operasyon ihtimâlini canlı tutuyorlar. Orada da meselâ operasyon yapılmıyor, ama sürekli operasyonun lâfı dolaşıyor. Bir yandan buna Çözüm Süreci ve Öcalan’ın devreye sokulacağı ekleniyor. Bir şey yapılmadan bunun yapılabileceği konuşuluyor. Üstelik de bu söylentilerin hepsi açıktan, iktidar cephesinden geliyor. Erdoğan çıkıyor, operasyon yapacaklarını söylüyor. Erdoğan çıkıyor, İmralı’nın Selahattin Demirtaş’tan hesap soracağını söylüyor. Şimdi doğrudan, iktidâra son derece yakın ve onların konuşulmasını istediği şeyleri servis eden çevreler birtakım adımların hazırlandığını söylüyor. Dolayısıyla böyle bir taraf var. Onun için buna biraz ihtiyatla bakıyorum. Olmakta olan, hazırlanan bir şeyin işâretleri mi veriliyor, yoksa hep böyle bir şeyin lâfı dolaşsın düşüncesiyle mi davranılıyor konusunda biraz tereddütlerim var. 

Ruşen Çakır: Tabii “Âileye görüşme izni verilecek mi? Görüşme olacak mı? Görüşmeden sonra âile ne açıklama yapacak?” Bunların hepsinin bir anlamı olacak, ama tecrit hâlinde belli bir gevşemeye gitme ihtimâli bayağı yüksek, öyle gözüküyor. Bu kadarı da rastlantı olamaz. Ama ortada çok önemli bir soru var: Öyle bir hava yaratılıyor ki –Erdoğan da bunu yaratıyor, birtakım iktidar yanlıları da yaratıyor–, meselâ yerel seçim öncesinde yaptılar: Sanki bir tür Öcalan iyi polis, iyi insan, “yerli ve millî” oluyor; ama HDP ya da Kandil, onun bu sâhici “yerli ve millî” mesajlarını engelliyor gibi bir hava çiziliyor. Hâlâ o var. “Hesâbı İmralı soracak” derken… Nasıl soruyor? Ne demek? Bakıyorsun ki İmralı tercih ediliyor. Ama diğer yandan da aynı devlet, Abdullah Öcalan’ı tecrit ediyor. Gerçekten kendileri açısından ona atfedilen bir iyilik varsa, önünü açmış olmaları, her hafta avukatlarla ve âilesiyle görüşmesi veya her hafta iktidârın teorik olarak hoşuna gideceğini îmâ ettiği mesajlarını vermesi gerekir. Demek olay o kadar da basit değil ki hâlâ yapılmıyor. Buradaki meselede kendi kendisiyle çelişen bir durum var. “Öcalan’ı konuşturmuyorlar” gibi bir hava yaratıyorlar; ama Öcalan’ı konuşturmayan aslında devletin kendisi.

Kemal Can: Bir de şöyle bir şey var: Geçtiğimiz hafta Öcalan tecridiyle ilgili HDP ve DBP’nin öncülük ettiği birtakım eylemler yapılmaya çalışıldı. Bu, muhâlefet cephesinde de iktidârın buna izin verdiği îmâsıyla tartışıldı, tartıştırıldı. Birtakım görüntüler sosyal medyaya servis edildi. Ama bir yandan da, yine onlarca kişi gözaltına alındı, Emniyet güçlerinin milletvekillerine müdâhale ettiği görüldü. Bir yandan, “HDP’yle Öcalan arasında bir problem var” intibâını yaymaya ya da bunu tartışmaya çalıştıran birtakım çevreler var. Bu, iktidarla sınırlı değil. Muhâlefet içerisinde de böyle bir şey var. Bütün bu söylentileri birdenbire tecrit meselesinin gündeme getirilmesiyle ilişkilendirip, böyle bir gösteriye özellikle izin verildiği îmâsı da ortaya atılabiliyor. Şunu demek istiyorum: “Şuyûu vukuundan beter” meselesi vardır ya? İhtimâli ya da söylentisi bâzen yapılanlardan daha fazla etki yaratabiliyor. Bu alan da biraz böyle bir alan, en azından iktidar bunu böyle kullanıyor. Böyle tuhaf bir vaziyet var. Çünkü bir yandan, dediğin gibi Öcalan iktidârın işine yarayacak şeyler söyleyecekse neden tecrit edildiğinin bir cevâbı yok. Ama tecridin devam ettirilmesi, bunların hâlâ geçerli olmasını sağlayan bir imkân da yaratıyor. Böyle bir taraf da var. Devletin görüştüğünü biliyoruz. Âile ve avukatlar görüşemiyor, ama HDP içerisinden de iktidar içerisinden de, Öcalan’la görüşüldüğüne dâir çok sayıda bilgi aktarılıyor. 

Ruşen Çakır: Evet, istersen artık toparlayalım. Bu haftaya nokta koyalım. Ama belli ki bu hafta sonu âilelerin bir İmralı ziyâreti olabilir, bakalım. Hattâ âileden milletvekili var, biliyorsun. Onun da gidebileceği söyleniyor. Yeğeni HDP milletvekili Ömer Öcalan değil mi? Onun bile gitme ihtimâli var. Normalde kardeşi Mehmet gidiyor. Bakalım avukatlar gider mi? Bunu belli ki önümüzdeki dönemde fazlasıyla konuşacağız. Kemal, noktayı koyalım. İzleyicilerimize teşekkür edelim. Haftaya tekrar buluşmak üzere diyelim. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.