Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (62): Erdoğan ve “müesses nizam”

Adını Koyalım‘ın bu bölümünde Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar, Kemal Can ve Burak Bilgehan Özpek, “Erdoğan kimlerle koalisyon yapıyor?”, “Erdoğan mı sistemi değiştirdi, sistem mi Erdoğan’ı?”, “Muhalefet sistemi yeniden yapılandırabilir mi?” sorularına yanıt aradı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Adını Koyalım”la karşınızdayız. Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can’la yine bir konuyu ele alıyoruz. Konumuz “Erdoğan ve müesses nizam” ya da gâvurcasıyla establishment. Böyle bir şey var mı? Erdoğan, devleti tam anlamıyla kontrol mü ediyor, yoksa koalisyon mu var? Bu koalisyonun ömrü seçimle berâber tamamlanır mı? Muhâlefet iktidâra gelirse devlet yapısı değişir mi? Bütün bunları konuşmak istiyoruz. Ben fazla konuşmayacağım, çünkü geçen hafta bu konuda Medyascope’ta bir şeyler söyledim. Kafam net değil, Çok karışık bir konu. Bakalım bugün adını koyabilecek miyiz? 

Kemal, önce seninle başlayacağım. Çünkü sen son yazında “Bizi bayram seyran çalıştırıyor” diye bana fırça atmışsın. 

Ayşe Çavdar: Haklı.

Ruşen Çakır: Onun için cezâ olarak seninle başlayalım.

Ayşe Çavdar: Yanındayım Kemal.

Ruşen Çakır: Adını koymaya seninle başlayalım. Şu anda nasıl bir devlet yapısı söz konusu? Erdoğan neyi ne kadar kontrol ediyor? Bir koalisyon mu var? Bu koalisyonun ömrü seçime mi endeksli?

Kemal Can: Bir kere şunu söyleyeyim: Başlığı “müesses nizam” olarak koydun ve oraya da devleti yerleştirdin. Tabii ki müesses nizâmın en önemli parçalarından biri devlet, ama müesses nizam sadece devletten ibâret değil. Uluslararası dengelerden asıl olarak ekonominin etkili bütün aktörlerini de içinde barındıran bir özelliği var. Çoğunlukla, iktidar formlarını oluşturan şey bunlardan sâdece birinin etkisiyle oluşuyor; ama genellikle uzun süren otoriter ya da otoriter olmayan her türlü iktidar formu, bu müesses nizâmın kendi içindeki gerilimlerine rağmen çıkarları açısından devâmına uygun buldukları bir vasatın mümkün kılınmasıyla oluyor. Evet, kendi başlarına düğmelere basıp iktidarlar değiştiren, iktidarlar kuran, komplodan ibâret bir dünyada yaşamıyoruz. Toplumların kendi dinamikleri de var. Ama bu yapılar, bu dinamikler üzerinde de kısmî etkiye sâhipler. Daha önemlisi de, iktidarların devâmı için toplumsal dinamikler kadar, bu ittifakların hem birbirleriyle ilişkilerine hem kendileriyle ilişkilerine bakarak ilerliyorlar. 

Özellikle AKP iktidârı, aslında başlangıç aşamasında da, hem ekonomi elitleri hem dış politika güç odakları açısından müesses nizâma mesajlar göndererek ve kendisini iyi bir alternatif olarak pazarlayarak başladı. Buradaki devleti biraz ayrı tutabiliriz, buna daha sonra değineceğim. Hatırlanırsa o zamanlarda bunlar haberlere konu olmuş şeylerdi. Tayyip Erdoğan’ın Amerika gezileri, iş dünyasının daha kuruluş aşamasından îtibâren AKP’ye verdiği destek, daha sonra ilk yıllarında verdiği destek, hemen başlangıçta, AB süreci dolayısıyla Avrupa’dan açılan kredi… Bütün bunları kullandı ve müesses nizâmın bir tarafına çok fazla pozitif mesaj göndererek, “Beni kullanın” sözünü de kullanarak bir ilerleme yarattı. Daha sonraki süreçte, Cemaat’in daha aktif olduğu bir dönemle, müesses nizâmın devlet içinde de etkili bir kesiminin bu iktidârı gayri nizâmî siyâset açısından sıkıştırmaya kalktığı 2007’den başlayan ve e-muhtıra, peşinden gelen 367 krizi, yine cumhurbaşkanlığı seçimi üzerinden yaşanan büyük çatışma ve onun sonrasında 2010 Referandumu’na kadar giden süreçte bir vesâyet gerilimi ve müesses nizâmın, devlet içindeki bir kanadın, hem tasfiyesinden hem de bu vesâyet cenderesinden iktidârın kurtulmaya çalıştığı ya da bunu kullanarak politika ürettiği bir dönem yaşadık. 

Ama 2015’ten bugüne kadar gelen süreçte, Bahçeli’nin 8 Haziran gecesi yaptığı açıklamayla tanzim edilen yeni bir ittifak tablosu ortaya çıktı. Bu ittifak tablosunda, şimdiye kadar siyâsî iktidarları, siyâsî kurumları, partileri ya da siyâsî aktörleri başka enstrümanlarla yönetmeye çalışan ya da onlar üzerinde baskı oluşturmaya çalışan, özellikle devlet güvenlik bürokrasisinin doğrudan iktidarın ortağı olarak ve aslında doğrudan Devlet Bahçeli’nin temsîliyle dâhil olduğuna da tanık olduk. Cevâbını aradığımız soru açısından, bugün gelinen tablonun, senin söylediğin gibi karışık bir tablo olduğunu düşünüyorum. Senin söylediğin karışık tabloya o anlamda katılıyorum. Ama bu karışık tabloda, müesses nizamla ya da devletin bürokrasi veya bütün kapasitesiyle iktidârın arkasında durup durmadığıyla ilgili tartışmanın ya da karârın henüz netîcelenmemesinden dolayı bu belirsizliğin ve karışıklığın devam ettiğini düşünüyorum. Ama hep söylendiği gibi, meselâ MHP ve AKP ittifakında da, devlet partisine dönüşen AKP’nin devlet aygıtlarını kullanma biçiminde de, meselenin hep tek taraflı yorumlanmasının çok doğru olmadığını düşünüyorum. Biri birini ele geçirmiş, birinin elinde birinin kaseti varmış, biri öbürüne mecburmuş, o ona mahkûm olmuş, o onun koltuk değneğiymiş… Böyle sâdece tek taraflı, birinin normal olmayan bir yöntem kullanarak diğerini ele geçirdiği bir ilişki olduğu kanaatinde değilim. Karşılıklı bir kullanma ilişkisi var. Şu anda AKP ya da Erdoğan müesses nizâmı ya da devlet aygıtlarını ne kadar kendi iktidârı için kullanıyorsa, son yıllarda yaşadığımız süreç içerisinde müesses nizam da Erdoğan’ın toplumsal rızâ üretme kapasitesini aynı biçimde kullandı. Bu karşılıklı bir kullanma ilişkisi. Meselâ yine ekonomi elitleri açısından baktığımızda, şu anda AKP iktidârının çeşitli ekonomi çevreleriyle gerilimleri olduğunu biliyoruz. Ama bir yandan da, yoksulların zorlanmasına rağmen çarkların döndürülmesini sağlamakla ve yıllık kârlılık oranlarında gördüğümüz gibi, zâten iyi durumda olanların daha da büyük kârlar elde ederek, bütün krizli atmosferleri lehlerine kullanarak ve iktidârın tam da onları gözeterek yaptıklarıyla işleyen bir de karşılıklı kullanım var. 

Yine devlet açısından bakalım. Devletin kurumsal kapasitesini AKP mahvetti. Evet, biliyoruz, gerçekten mahvetti. Fakat meselâ, bu devletin güvenlik bürokrasisi, Erdoğan’ın iktidârı sürecinde, özellikle de 15 Temmuz’dan sonra, çok sıkıntıda mıdır? Çok rahatsız mıdır? Bundan çok emin değilim. Birçok açıdan böyle. Şu anda güvenlik bürokrasisinin en tepe kadrolarında bulunan isimlerin etkinliği, ayrıca bu güvenlik bürokrasisinin de ülke içinde ve dışındaki etkinliği açısından pek çok meselede gayet memnun olduklarını görüyoruz. “Genç subaylar rahatsız”ı tersinden söylersek, güvenlik bürokrasisi açısından yaşlı ve rütbeli subayların rahatsız olduğu bir tabloyla pek karşı karşıya olduğumuzu görmüyoruz. Bütün bunları bir araya getirdiğimizde, o ilişkinin, gerilimin var olmasına rağmen henüz kendi sonucunu üretmiş bir tamamlanma içermediğini görüyorum. 

Ruşen Çakır: Kemal, kusura bakma, sözünü keseceğim. AKP’nin ve Erdoğan’ın toplumsal rızâ üretebilme kapasitesi dedin. Erdoğan’ın masaya koyduğu en önemli husus bu. Ama anketler de gösteriyor ki bu kapasite büyük ölçüde aşındı. O zaman, diğer güçler herhalde bunu da hesâba katıyorlar ve katacaklardır, değil mi? 

Kemal Can: Kuşkusuz. Ama henüz bu konuda nihâî bir karar oluşmuş değil. Meselâ daha önce dış politikada da konuşuyorduk, defâlarca çeşitli olaylarda gündeme geldi: “Artık Batı’nın Erdoğan’dan sıdkı sıyrıldı, onu bıraktı, tamâmen hesap dışı kabul ediyor” yorumları çok yapıldı. Ama sonra gördük ki, o devam edebiliyorsa, onlar da Erdoğan’la devam etmeyi düşünebiliyorlar. Dolayısıyla bu da karşılıklı bir ilişki. Evet, rızâ üretme kapasitesini kaybediyor; ama rızâ üretme kapasitesini kaybederken, onunla ilişki devam ettirme imkânları sürüyorsa, bazen o kapasiteyi geri kazanma ihtimâli ya da diğer seçeneklerle tartma ihtimâli ortaya çıkıyor. Ya da bâzen o ânın konjonktürü başka bir pazarlık masası açıyor. Birdenbire olaylar hiç de o keskinlikle yaşanmayabiliyor. “Batı artık ipini çekti” diye neredeyse sekiz yıldır bu tür yorumlar dinlediğimizi, ama her seferinde bir zeminde tekrar devam edebildiğini gördük. Bu bir başarı değil. Bu bir sürdürülebilirlik garantisi değil. Ama zâten AKP iktidârı müesses nizamla, devlet bürokrasisiyle ve iktisâdî elitlerle de ilişkisini böyle kuruyor. Dolayısıyla bu ilişkinin karmaşık ve anlaşılmaz olması, kendisinin yapısal olarak çok büyük bir gevşeklik içermesinden kaynaklanıyor. Bu çok klasik otoriter formlardan biraz daha farklı. Buna çeşitli isimler takılıyor, ben isme çok takılmak istemiyorum; ama çok gevşek ve biçimsiz bir formu olduğunu söyleyebilirim.

Ruşen Çakır: Burak, sana gelelim. Şunu söylemek istiyorum: Meselâ ben ne zaman Erdoğan ve devleti aynı cümle içerisinde özdeş olarak kullansam, kendilerini muhâlif olarak tanımlayan çok kişiden, özellikle YouTube’da yapılan yorumlarda, “O devlet değil” îtirazları geliyor. Devlete dokundurtmama refleksleri var. Ama eskiden devlet-hükûmet ayrımı yapıyorduk, değil mi? “Hükûmet oldular, ama iktidar olamadılar, olabilecekler mi?” diyorduk. Artık hükûmet diye bir şey de kalmadı. Başkanlık sistemiyle işler iyice karıştı. Erdoğan karşıtı birçok kişide de hâlâ devleti çok ciddî bir şekilde kutsama, korumaya çalışma var. Erdoğan’dan bağımsız, korunabilecek böyle bir devlet var mı?

Burak Bilgehan Özpek: O da yok, Erdoğan devlet de değil. Erdoğan’ın üzerinde aşkın, onu denetleyebilecek ya da onun eylemlerini bir şekilde sınırlandırabilecek, kanuna dayanan bir devlet yapısı var mı? Yok. Bu artık kalmadı. Dolayısıyla Erdoğan’ın kendi ikbalini temin etmek için meşrûlaştırdığı ve meşruluğun kaynağı olarak kendisini gördüğü bir yapıya da tabii ki devlet diyemeyiz. Bu başka bir şey. İnsanları anlıyorum, her zaman Erdoğan’ın üzerinde onları güvenli tutan, onların geleceğe daha güvenle bakmalarını temin eden bir devlet arzusu içerisindeler. Ama bu yok. Bu artık kalmadı. Bunun kalmaması da Erdoğan’ı başlı başına devlet yapmaz, çünkü devlet tanımı bu değil. Bu, despotizm tanımı. Bunu söylemek lâzım. Siyasetbilimciler hep Machiavelli ve Hobbes’la karşılaştırıyorlar veya Erdoğan’ın eylemlerini onunla açıklamaya çalışıyorlar. Ama en arkaik devletçi filozofların argümanlarında bile despotizm ile iktidar arasında bir fark vardır. Despotizm, eğer idâreyi elinde bulunduranın ya da toplum içerisindeki en güçlü olanın her istediğini hiçbir sınırlandırma olmadan yapma özgürlüğüyse, biz Erdoğan yönetimini bir anlamda despotizmle açıklayabiliriz, iktidarla açıklayamayız. Bunu söylemek gerekiyor. O yüzden sizin îtirazınızı anlıyorum, ben de paylaşıyorum. Herhangi bir Erdoğan politikasına devlet aklı ya da devlet politikası olarak destek vermenin bir anlamı yok. Bu, Erdoğan politikası. Ama gücü elinde bulundurduğu için, mühür elinde olduğu için, Erdoğan’ın yaptığı her şey de devlet politikası anlamına gelmiyor. Orada bambaşka bir şey var.

Bu da bizi, programı açarken söylediğiniz “müesses nizam” meselesine götürür. Çünkü ben bir devamlılık unsuru olduğu kanaatinde değilim. Türkiye Cumhuriyeti’nin müesses nizâmıyla, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidârının kurduğu müesses nizam arasında bir fark olduğu düşüncesindeyim. Orada bir kopma, bir sapma yaşandı. Çünkü müesses nizâmın, tanımı îtibâriyle siyâsetin alanını kısıtlayan bir tarafı var. Müesses nizam, siyâsetin rekabetinden doğan sonuçlardan bâzı değerleri korumak için örgütlenmiştir. Meselâ ülkelerin kurucu felsefeleri, anlık heyecanlarla ya da anlık aşırılıklarla eleştirilebilir. Fakat uzun vâdede o kurucu felsefe muhâfaza edilmesi gerektiği için, o anlık demokratik istek bir şekilde göz ardı edilmek zorundadır. Müesses nizam aslında bunu öncüller. O yüzden müesses nizâmın kendisi aslında çok demokrasi karşıtı bir yerde konumlanır. Çünkü ne olursa olsun, toplum neyi arzu ederse etsin, o nizam kendi kendisini korumak zorundadır. Çünkü toplum diye bir somutlaştırma yoktur aslında; kendilerini buna iknâ etmişlerdir. Biraz Hegel’den, biraz da Rousseau’dan beslenen bir düşünce bu. Toplum, bizim somut olarak tasavvur edebileceğimiz, dokunabileceğimiz, tanımlayabileceğimiz bir aktör değilse eğer, toplumun menfaatini, toplum adına geçmişte yaşayanlar ve gelecekte yaşayacaklar için düşünen bir elitin olması îcap eder. O da müesses nizâmı teşkil eder.

Bizde Cumhuriyet’in kurucu kadrosundan sonra, aslında bildiğimiz anlamda bir müesses nizam oluştu. Bu, 1947’den sonra oluştu. Yani Türkiye’nin Amerika Birleşik Devletleri’yle ittifak ilişkisi geliştikten sonra oluştu ve bu, güvenlik eliti üzerinden örgütlendi. Çünkü Türk ordusunu modernize etmek için veya altyapı yatırımları için Amerika Birleşik Devletleri’nin Türkiye’ye gönderdiği para, açıkçası sivillere pek teslim edilmek istenmedi. Dolayısıyla ordu olsun, istihbârat birimleri olsun ya da diğer güvenlik birimleri olsun, Türk-Amerikan ilişkilerinin sâdece köprüsü olmadı; aynı zamanda siyâsetin dokunamadığı alanı da belirledi. Bu, siyâsetin millî güvenlik konularında konuşamamasını da berâberinde getirdi. Bunun ismini biz 1961’de koyduk. Millî Güvenlik Kurulu’na anayasal bir statü verdik ve Milli Güvenlik Kurulu, sivil hükûmetleri, yani demokratik hayâtı, güvenlik dışındaki konuları konuşmakla mükellef kıldı. Mâmafih, burada şöyle bir sorun var: Herhangi bir konu, yani eğitim sisteminden tutun sağlık sistemine ve ekonomiye kadar, güvenlikle alâkalı olabileceği için, ordunun bizâtihi sivil siyâsete müdâhalesi meşrûlaşmış oldu. Bu, Shils’in “vesâyetçi demokrasi” dediği kavramın önünü açıyor. Bir establishment varsa, bu vardı; Millî Güvenlik Kurulu bu görevi oynuyordu ve bu müesses nizam, Cumhuriyet’in kurucu ilkelerinden türettiği bir millî güvenlik anlayışını sivil siyâsetin oynama alanının dışına itti. Kürt meselesi, bu yüzden, tutarlı bir şekilde, üzerinde konuşulması “günah” olan bir meseleydi. 1929’da da, 39’da da, 59’da da, 69’da da bu konu üzerine konuşamazdınız. Siyâsî partilerden bu konuda reaksiyon geliştirmesi, yaratıcı politika geliştirmesi beklenmezdi. Çünkü Kürt meselesi bir güvenlik meselesiydi ve güvenlik meselesiyle uğraşan kurum aslında belliydi. Bu yüzden siyâsetin dışında bir konu olarak konumlanıyordu. 

Biz, Adalet ve Kalkınma Partisi’yle birlikte, Millî Güvenlik Kurulu’nun, yani eski rejimin müesses nizâmının bir şekilde aşındığını gördük. 2022 senesinde öyle bir noktaya geldik ki, Millî Güvenlik Kurulu ile Adalet ve Kalkınma Partisi MKYK’sı aynı metni çıkarttı. Anlatabiliyor muyum? Doların artışıyla birlikte, sivil-asker ilişkileri üzerine çalışanlar için çok ilginç bir an yaşandı. Dolar 17-18 liraya çıktığında, hatırlarsanız, Millî Güvenlik Kurulu bunun iyi bir şey olduğunu, kalkınma modeli olduğunu söyledi. MGK’nın ekonomik konulara müdâhale ettiğini hatırlıyoruz. Tuncer Kılınç’ın “Kâğıdı, mürekkebi alın, para basın” demesini… Bu bizi şaşırtmıyor. Ama MGK’nın, bir siyâsî partinin başarısızlıklarını örtmek için ona kefil olmasını ilk defâ yaşıyoruz. Dolayısıyla Adalet ve Kalkınma Partisi dönemini eski sistemin müesses nizâmıyla açıklayamayız. 

Burada yepyeni bir müesses nizam oluşuyor. İlginç bir şekilde, Cumhuriyet dönemi establishment’ı, Cumhuriyet ilkelerinden gelen bir güvenlik anlayışını simgelerken ve bunu korumayı amaçlarken, Adalet ve Kalkınma Partisi müesses nizâmının tek bir derdi, tek bir amacı var: Bu partiyi iktidarda tutmak. Dolayısıyla 2009 senesinde, “Millî birlik ve kardeşlik süreci” adı altında Kürt meselesi için geliştirilen politikayı da alkışlıyor, Çözüm Süreci’ni de alkışlıyor, terörle mücâdeleyi de alkışlıyor. Amaç, Adalet ve Kalkınma Partisi’ni iktidarda tutmak olduğu için, bu amaca hizmet eden herhangi bir politikanın millî güvenlik açısından bir değerlendirmesi yapılmıyor. O yüzden AKP’nin müesses nizâmının temel amacı, bu partiyi iktidarda tutmak. Bunun için seferber olmuş partizan bir bürokrasi var. Bunun için seferber olmuş politik bir ekonomi makinası var. Yani Adalet ve Kalkınma Partisi’nin medyasını fonlamak için, seçim çalışmalarını fonlamak için, bir şekilde vakıflarını fonlamak için kamu kaynaklarını çeken ve burada bir komisyoncu rolü oynayan bir politik ekonomi var. Yani kamunun parasını özel insanlara dağıtıyor. Bu özel insanlar da AKP’yi destekleyecek şekilde fonlanmalı. Medya buna göre fonlanmalı. Bununla birlikte kamu personeli profili buna uygun olmalı. Yani kamu kaynakları, mümkün mertebe Adalet ve Kalkınma Partisi’ni iktidarda tutmak ve onun ikbâlini sağlayacağı politikaları uygularken bir sınırlama dayatmama üzerine kurulu.

Böyle olunca da biz eski dönemin müesses nizâmıyla yeni dönemin okumasını yapmamalıyız. Kemal Abi’nin söylediği doğru: Üst rütbeli askerler bundan rahatsız mıdır? Olmayabilir. Ama yeni dönem okuması yaptıkları için, burada yeni bir müesses nizam oluştuğuna kanaat getirdikleri için mutlular. Eski generaller gibi hareket ettiklerinde mutsuz olacaklar. O yüzden biz şu görüntülere artık çok âşinâyız: AKP Sinop İl Başkanı’yla Sinop’taki Alay Komutanı çok samîmî. Gümüşhane’deki Albay ile Gümüşhane’deki AKP İl Başkanı çok samîmî. Burada aktörlerin oynadığı rollerden bahsedebiliriz. MHP burada çok hayâtî bir rol oynuyor. Üst düzey bürokrasinin, kendisini AK Partili bir partizan gibi fişletmeden, devletin adamıymış gibi göstermesinin yolu aslında MHP’nin orada olması. MHP üzerinden eklemleniyorlar. “Biz AK Partili değiliz, beka için oradayız” meselesi… Bu mekanizma böyle bir şey. O yüzden, AKP dönemini eski Türkiye’nin MGK’sıyla, o gözlüklerle okumamalıyız bence. Başta da söylediğim gibi, bu çok demokratik bir şey değildir; müesses nizamdan bahsediyorsak Türkiye’deki müesses nizam buydu. 

Ruşen Çakır: Evet Ayşe, sen ne diyorsun? “Vesâyete karşı mücâdele” diye Türkiye’nin bayağı yılları geçti. Sonuçta hâlâ ortada demokrasi yok, ama bir müesses nizam hâlâ var… 

Ayşe Çavdar: Türkiye herhangi bir zamanda müesses nizam oluşturabildi mi o kadar emin değilim. O kadar darbe geçirmiş bir ülkede bir müesses nizam olması bence mümkün değildi. Türkiye’nin, öyle acayip ve yerleşik ilişkileri belli olan, açık ya da en azından tâkip edilebilir bir müesses nizâma sâhip olduğundan emin değilim. Türkiye’nin herhangi bir zamanda, şimdi kutsandığı kadar ya da yası tutulduğu kadar kurumsallaşmış bir devlete sâhip olduğundan da emin değilim. Kendini müesses nizam zannedenlerin o kadar çok sayıda darbeye, müdâhaleye, vesâyete ihtiyaç duydukları bir ortamda, esâsında ne müesses nizam vardır ne de kurumsal bir devlet. Her bir darbe, bize o nizâmın ne kadar müesses olmadığını ve kurumsal zaaflarını gösterir. Dolayısıyla, “AKP ne almıştı?” diye bakmak lâzım. 

Kemal ve Burak’ın söylediklerine büyük oranda katılıyorum. Çok karmaşık bir mevzûyu okuyorlar. Ben o kadar karmaşık okumayacağım. AKP’nin bütün bu yaptıklarını, daha doğrusu Erdoğan’ın bütün bu yaptıklarını nasıl hikâye ettiğiyle, dolayısıyla ahâliye ne söylediğiyle ilgileneceğim. Orada bir dolu karmaşık işler dönüyor. Kurumlar ortadan kaldırılıyor, yerine bir şeyler konuyor; ama bütün bunları ahâliye nasıl anlatıyor hikâyesinden yola çıkıp, “Aslında kafalarında ne var?” diye soracağım. Daha önce defâlarca bu programda da söylemiştim: Erdoğan’ın, üstelik gayet militan parçalarından birinden, geldiği İslâmcılığın, devletle ilgili bir meselesi vardı her zaman. Şöyle diyordu: “Bu devlet Kemalist ve seküler olduğu için, İslâm’la çok da halleşmediği için kendi potansiyelini kullanmıyor. Aslında neler neler yapabilir, ama yapmıyor, beceremiyor.” Meselâ Erbakan, “İslâm dünyası ile yan yana gelebiliriz. Oradan bir kalkınma, bir zenginleşme, emperyal bir proje geliştirebiliriz. Niye yapmıyoruz? Çünkü siz Batıcısınız, Kemalistsiniz” diyordu. Erdoğan 2002’de iktidâra gelirken, “Ben oradan değilim. Başka bir yere geldim, değiştim” diyerek, sonunda yine oraya döndü. 

Bu hikâyeyi çok acayip bir yerden, “Diriliş: Ertuğrul” ve “Kuruluş: Osman” dizileri üzerinden anlatacağım. Bu dizilerin senarist ve yapımcısı Mehmet Bozdağ, “Diriliş” dizisine 2015’te başladı biliyorsunuz. “Kuruluş”la devam etti. Bir de “Destan” diye bir dizisi var. Mehmet Bozdağ, bildiğim kadarıyla da Bilal Erdoğan’ın arkadaşı. Tayyip Erdoğan, Emine Erdoğan da sık sık sete gidiyorlar. Dolayısıyla “devletlû” bir devlet söylemi orada üretiliyor. “Diriliş”te, “Kuruluş”ta ve “Destan”da üç devlet var. Bir tânesi “tu kaka” devlet, başkalarının devleti, Bizans ya da Moğol. Bir tânesi artık hükmünü yitirmiş devlet, o hep Selçuklu; hükmünü yitirmiş devleti çürümüş bürokrasisinden tanıyoruz. “Diriliş” dizisinde Sadettin Köpek, “Kuruluş” dizisinde de Alemşah, iki vezir. Bunların entrikaları hiç bitmiyor. Ne yapıyorlar? Ya Moğollarla ya Bizanslılarla iş tutuyorlar sürekli olarak. Sultan ise aslında özünde iyi. Ama kendisini zevkusefâya vermiş, yahut diplomasiyle fazla meşgul. Diplomasi merâkı yüzünden devletin kapasitesini kullanamıyor. Bir de potansiyel bir devlet var; gelmekte olan. Osmanlı’nın, o anda temsil ettiğini düşündükleri: Ertuğrul’un, daha sonra da Osman’ın temsil ettiği. Peki, o kim? Mehmet Bozdağ diziye başlarken, sanırım 2016’da verdiği bir söyleşide, “Ben burada bir devlet teorisi kuracağım. Adâlet devleti olacak o diyor. “Nasıl bir adâletten bahsediyoruz?” kısmına baktığımızda: Bizden olanı kayıran; bizden olanın, tanımı gereği mâsum olduğu bir devletten bahsediyoruz. 300 küsur bölümün en sonunda Osman, Selçuklu’nun bir komutanına karşı, “Burada yargı da, devlet de benim” dedi. Geldiği nokta, devletten anladığı şey bu. 

Onlar da gayet iyi biliyorlar ki devlet aslında sonsuz bir gerilimler kümesi. Kurumlar arasında, o kurumlarla ilişki içerisinde olan, içerideki ve dışarıdaki herkes arasında sonsuz bir gerilim kümesi. Karmaşık bir küme. Bu yüzden diplomasiye, kamu yönetimine, kamu târifine ihtiyaç var. Bürokrasisi var, askeri var, bir sürü şeyler… Her biri kendi alanlarında iktidarlarını elde tutmak isteyecek ve bu nedenle birbirleriyle kavga edecekler. Bu kavga ve gerilim, aslında devletin sürekliliğinin de garantisi. İslâmcılar bu kavga ve gerilimi bir ayak bağı olarak gördüler esâsında. İktidâra geldiği andan îtibâren, Erdoğan’ı hep, “Bürokrasi bize ayak bağı oluyor. Bürokrasiye takılıyoruz” söylemiyle görüyoruz. Bürokrasi gittikçe onun hareket alanı genişledi ve o hareket alanında, şimdi olduğu gibi, “Devlet de benim, yargı da benim” demeye başladı. 

Bu diziler bize başka ne anlatıyor? Biraz önce çürümekte olan devletten bahsetmiştim ya: Bir sultan var, ama diplomasiye fazla takıldığı için gücünü fazla kullanamıyor. Bir de, başka devletlerle, Moğollarla, Bizanslılarla kurduğu düzen nedeniyle çürümüş bir bürokrasisi var. Eğer dikkatle izlerseniz, bu diziler sürekli olarak Saray düzenini tâkip ettikleri için, “Sultan iyi, ama çevresi ve bürokrasisi kötü” mantığıyla yürüyor. Tıpkı, “Erdoğan iyi, ama etrafındaki insanlar kötü” hikâyesinde olduğu gibi. Burak konuşmasına çok güzel giriş yaptı: Devlet var mıydı ve Erdoğan bir devlet mi? Onun yerine geçti mi? Dizilerden örnek vererek özetlemeye çalıştığım, Erdoğan ve etrafındaki insanların devletle ne yaptıkları hikâyesi, geliyor geliyor oraya dayanıyor. Başta da söyledim, bir müesses nizam var mıydı? İktidâra geldiklerinde bir müesses nizamla mı karşılaştılar? Ya da, o müesses nizamla ne kadar gerginlerdi? Ondan emin değilim. Çünkü zâten o müesses nizâmın ya da devlet diye bildiğimiz şeyin 1999’da depremle birlikte yıkıldığını bu programda da defâlarca söylemiştim. Donanmanın Değirmendere’de kendisini nasıl kaldırmaya çalıştığını gözlerimle gördüğüm için bunu bu kadar rahat söyleyebiliyorum. Kendi enkazını kaldırmaktan âciz bir devleti aldılar. Orada, kendi alanlarını korumaya çalışan ve bundan başka da bir iş yapmayan, 80 Darbesi’nden îtibâren işlevlerini ve bütün hayat emellerini buna indirgemiş küçük küçük gruplar buldular, onları devşirdiler, değiştirdiler. Değiştirdikçe bir hareket alanı açtılar. Ama İslâmcılığın hayal ettiği devlet, sâdece birinin çıkıp, devlete ithaf ettikleri bütün o gücü, istediği zaman masanın üstüne demir yumruklar vurarak kullanacağı, neredeyse barbarca bir kavramlaştırma olduğu için de bu hâle geldi.

Özet olarak: Müesses nizam zâten yoktu. Müesses nizammış gibi davrananları, önlerine ufak tefek et parçaları atarak bir şekilde devşirdiler ya da uyuşturdular. Yerine koydukları şey de, “Erdoğan iyi, çevresi kötü” söyleminden ibâret, tuhaf bir güç performansından ibâret bir şey. Bunun ne sürdürülebilirliği var, ne de bir geçmişi veya anlatısı var. Bu tamâmen, bir enkazın üzerine gelip onu yağmalayarak oturma mevzûu bence. 

Ruşen Çakır: Evet Kemal, ikinci tura seninle başlayalım. Demin araya girdiğim hususu tekrar hatırlatayım: Toplumsal rızâyı eskisi gibi üretemediği ya da yeterince üretemediği seçimlerde ortaya çıkması hâlinde, koalisyon ortakları, Erdoğan’ın yanında durmaya devam eder mi? Yoksa onlar da, “İşin kuralı budur” deyip, yeni iktidarla berâber hareket ederler mi? Bir de, tabii ki diyelim ki Altılı Masa iktidâra geldi; onlar nasıl bir yeniden yapılanmaya giderler? Giderler mi? Yoksa eski ortaklarla, Erdoğan’ın dışarıda kaldığı, ama Erdoğan’ın yerine yeni bir siyâsî partiler koalisyonunun olduğu bir yapı mı devam eder? Şu âna kadar muhâlefetten, Başkanlık Sistemi’ni değiştirip Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’e dönüş ve kuvvetler ayrımı gibi şeyler duyuyoruz. Ama bu tür hayâtî konulara yönelik mesajlar pek yok. Belki Kılıçdaroğlu’nun bürokrasiye yönelik yaptığı konuşmaları böyle okumak mümkün. Ne dersin? Erdoğan iktidârının sonlanması hâlinde Türkiye’yi nasıl bir müesses nizam bekliyor olacak sence?

Kemal Can: Burak’ın ve Ayşe’nin söylediklerinden ve senin oradan bağlayarak devam ettiğin yerden başlayayım. “Müesses nizam var mıydı, yok muydu? Ya da var olan şeyin yerine ne getirildi?” meselesi, aslında Türkiye’de genel olarak siyâsete ve topluma egemen olan ve temel ideolojik hatların bir tür özerk ve özgür olabilmesinin önünde önemli bir engel teşkil eden genel devlet algısıyla bağlantılı. Şu anda yine, bu iktidarın karşısındaki temel reaksiyonun ana taşıyıcısı, “doğru olan bir şeyin, yanlış insanların elinde olduğu” fikri. Bu çok temel bir şey. Diziler üzerinden devlet teorisi yapıyorlarmış ya; aslında bütün siyâseti de biçimlendiren, temel devlet algısıyla ilgili bir şey. Bütün siyâsî süreç ya da aslında son derece zayıf olan, hattâ dedikleri gibi olup olmadığı tartışmalı olabilecek müesses nizâmın kendisini devam ettirebilme kabiliyeti, büyük ölçüde, basit semboller ve basit düşmanlaştırmalarla kolayca harekete geçirebileceği risk faktörünü kullanarak, bir güvenlik devletinin müesses nizâmı olarak kendisini sürekli kabul ettirmesiyle mümkün oldu. Bunu kabul ettirebilmesinin diğer taraftaki karşılığı, yani toplumdaki ve siyâsetteki karşılığı da, devlete kimsenin dokunmadığı, devleti eleştirmediği, sâdece devletin şu ya da bu nedenle, şu ya da bu bozuklukları olan kişiler tarafından ele geçirilmiş ya da geçici olarak kontrol ediliyor olmasından doğan bir problem târifi.

Bugün, bu 20 yılın sonunda yaşadığımız tablo, biraz önce konuştuğumuz karmaşık değişim ve dönüşümlere rağmen çok değişmemiş görünüyor. Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem, Başkanlık Sistemi’nin alternatifi olarak var. Yoksa bu devletin ya da devlet teorisinin kendi problemini tartışmaya açarak var değil. AKP’nin neden olduğu bozulmaya cevâben üretilmiş bir şey. Bence bu, çok temel bir kilitlenme noktası. Bu hem “Erdoğan’a ne olacak?”sorusunun cevâbı açısından hayâtî bir şey, hem “O değişir ve yeni bir şey olursa neye benzer?” sorusunun cevâbı açısından da çok belirleyici bir şey. Bugün, tuhaf biçimde iktidârın İslâmcı hareketle milliyetçi hareketi kendi bünyesinde ideolojik hat olarak buluşturabilmesini sağlayan en temel yapıştırıcı devlet. Çünkü her ikisinde de devlet, özel bir önem, ağırlık ve dokunulmazlık taşıyor. Ayşe’nin anlattığı gibi, İslâmcı pencereden kurulacak devlet teorisinde de, “büyük Nizâm-ı Âlem” ülküsünü vücuda getirecek bir “mutlak ve büyük güçlü devlet”; dolayısıyla herkesin desteğini vermesi, desteğini vermeyen herkese karşı da düşmanlık duyması gereken bir devlet algısı var. Milliyetçiliğin tarafını zâten tartışmaya bile açmıyorum. Çünkü orada çok açık biçimde sağ veya sol versiyonunda değişmeyen, yine devlete bir şey söylememe meselesi var. “AKP’nin polisi olduğu için o polis bunu yapıyor” demenin kolay olduğu bir muhâlefet biçimi var. Hayır, o polis o görevi yapmak için orada olduğundan bunu yapıyor ve senelerdir yapıyor. AKP yokken, başka biri adına “kurşun atan, kurşun yiyen” işlevini yerine getiriyordu. AKP’nin eline geçtiğinde onu dövüyor, 28 Şubat’ta türbanlı dövüyor. Ama sonuçta, yanlış insanların yanlış yönlendirmesinden başka bir sürekliliği var bu devletin. 

Burak’ın biraz önce bahsettiği gibi, bir güvenlik devleti olarak, toplumu her şeyiyle yönetebileceğine, kontrol edebileceğine ve değiştirebileceğine inanan, ama aslında kendisini bile ayakta tutmakta yeterli kurumlarını üretememiş bir müesses nizam var. Bunu iki şey sağlıyor: Bir, çok yüksek güvenlik risklerinin canlı tutulabilmesi, bunun üzerinden bir güvenlik devleti ihtiyâcının herkese kabul ettirilmesi. “Bütün dünyada yalnızız, Türk’ün Türk’ten başka dostu yok” söylemi gibi. Bunu hangi perspektiften açarsan aç, her ideolojik çerçeve bu riski kendi cephesinden açar. İkinci tarafı da yüksek bir devlet algısı. Devlete toz kondurmayan; ancak, devlet yanlış yapmışsa, bu yanlışlığın ona şu anda hükmetmeye çalışan yanlış adamlar yüzünden olduğunu söyleyen. Bu iki temel şey, siyâseti de, bu toplumun ergenlikten çıkmasını da, bu devletin kurumsal olarak başka bir yapıya dönüşmesini de, devlet teorisi üzerinden gidersek de, toplumuyla sözleşmesi olan bir aygıt haline dönüşememesinin de arkasında bu var. 

Bugün yapılan sistem tartışmaları, bunun içine ve derinliğine giriyor gibi gelmiyor bana açıkçası. Hâlâ şunu konuşuyoruz: Yanlış adamın, yanlış birkaç gelişme sonrasında geçici olarak bir şeyi ele geçirmesi ve onun elinden alındığında her şeyin düzeleceği fikri. Ekonomi de böyle, dış politika da böyle, diğer her alan da böyle. Ama sonra bakıyoruz, bunun detaylarını açmaya başladığımızda, aslında ekonomide de müesses nizamla çok büyük sorun yok, dış politikada da çok acayip şeyler yok, güvenlik politikalarında da çok büyük değişiklikler yapılacağına dâir söylenmiş hiçbir şey yok. Sâdece yanlış adamların elinden yanlış aygıtı almak var. Bence bu perspektif sorunlu. Ama bunun bu âciliyetle tartışılabilmesinin de mümkün olmadığını biliyorum. “Siyâset bu genişlikte ve bu derinlikte bir tartışma açmalı” hayalciliğiyle davranmıyorum. Bunun yapılamayacağı ortada. Ama bu pencereyi öngörerek, buradan düşünerek siyâset kurmanın mümkün olduğunu düşünüyorum. Bunu öne almanın değil, bunu dikkate almanın mümkün olduğunu düşünüyorum. 

İşin diğer tarafı ise şu: “Müesses nizam var ya da yok; ne kadar zayıf, ne kadar güçlü?” konusu bir yana, kendisini devam ettirme arzusunda, elindeki imkânlara baktığında, Erdoğan hâlâ bazıları için daha elverişli bir seçenek gibi görünüyor. Bunu nereden anlıyoruz? Bahçeli’nin “Bu devlet başkasına verilmez” lâfından anlıyoruz. Aslında o, o ittifakın o kanadının sözünü söylüyor. Bunun için ne gerekiyorsa yapılması gerektiğini söylüyor. Şu anda müesses nizam için en uygun partner olduğunu söylüyor. Bunun, senin dediğin gibi değişip değişmeyeceğini, Kılıçdaroğlu’nun söylediği gibi yurtsever bürokratların olup olmadığını, onların aslında çok büyük bir destekle bu değişimi besleyip beslemediklerini pek görmüyorum. Ama böyle bir potansiyel olduğuna inanma arzusu olduğunu da görüyorum. Bunu önümüzdeki günlerde göreceğiz.

Erdoğan’ın, bu ittifakta, bu birliktelikte masaya koyduğu ve başkaları açısından bunu câzip kılan şey, şimdi bile %35’lerde tutabildiği, daha önce %50-60’lara çıkarabildiği bireysel bir rızâ kapasitesi. Üstelik de birbirinden farklı süreçleri desteklemeye götürecek kadar o desteği kontrol edebilmesi. AB sürecinde yürürken de arkasında götürüyor, Çözüm Süreci’nde yürürken de arkasında götürüyor, sonra tam tersini yaptığında da arkasında götürüyor. Bunun önemli bir kırılma yaşadığı doğru. Önemli bir kayıp yaşadığı da doğru. Ama karşısında bunun adayları var. Bunun tartışmalarını önümüzdeki günlerde daha fazla göreceğiz, ama o müesses nizamla yeni ilişkinin ne olacağını târif etme konusunda da henüz bir seçenek doğmuş değil. Bunun da bir mesele olarak durduğunu kabul etmemiz lâzım. Bunun yoklamaları var. Ama bir blok olarak, “Biz bu devletle, dolayısıyla siyâsetle ilişkimizi tamâmen baştan târif ediyoruz ve bunu başka türlü kurgulamaya başlıyoruz” dendiğinden çok emin değilim. 

Ruşen Çakır: Burak sen ne diyorsun? İktidarın değişmesi, Erdoğan’ın gitmesi durumunda, Altılı Masa’nın başını çektiği yeni bir iktidârın gelmesi durumunda, müesses nizâmın yeni bir nizâma kavuşma ihtimâli var mı? Ben de geçen gün yaptığım yayında Kemal’in söylediklerine benzer bir şey söyledim. İnsanlar bana çok kızdı. Aslında oyun iyi, ama oyuncular kötü. Yani devlete biçilen rol doğru, ama “Devletin başına gelenler bunu beceremiyor” anlayışıyla mı devam edecek? Yoksa bir şeylerin yapılanması mı olacak? Tabii bu arada, tek başına iktidâra gelecek bir parti olması da söz konusu değil; bir koalisyon olacak. Ve bu koalisyonun her bir partisi de ayrı ayrı bir şeyleri savunuyorlar. Ne dersin?

Burak Bilgehan Özpek: Ben doğru terminolojiyle ilerleme taraftarıyım. Biraz önce dediğim gibi, AKP’nin kurduğu müesses nizam, aslında yerleşik çıkar gruplarının ittifakından ibâret. Çünkü çıkar grupları, onu devam ettirmek için AKP’nin iktidârının devam etmesine muhtaç. Bu bir müesses nizâma işâret etmiyor. Çünkü müesses nizam, kendisini siyâsetin dışında, siyâseti de denetleyecek bir konumda bulmalı. Burada siyâseti denetleyecek bir müesses nizam yok. Burada siyâsetin gidişâtına göre bundan fayda sağlayan yerleşik çıkar grupları var ve her politikaya karşı hızlı bir şekilde uyum sağlama yetenekleri var. Kemal Abi’nin söylediği, o %40’ı peşinden götürme meselesi, sadece %40’ı değil, bütün çıkar gruplarını peşinden götürüyor; yazarıyla, çizeriyle, akademisyeniyle, hepsi söylem değiştiriyorlar farkındaysanız. Dolayısıyla bu yerleşik çıkar grupları değişecek. Yerleşik çıkar gruplarının kim olduğu, hangi aktörlerin yer aldığı ya da bu sistemden kimin faydalandığı ortada. Hükûmetin değişmesiyle berâber, bu insanların da kaçınılmaz olarak değişmesi gerekiyor. 

Ama buradaki mesele şu: Yerleşik çıkar grupları kişilerden ibâret değil; onların temsil ettikleri gruplar var: Meselâ medya, meselâ akademi, iş dünyası, hükûmet yanlısı STK’lar… Buradaki değişim ihtiyâcı, hükümet yanlısı STK’ların ismi, tabelası veya üniversiteyi yöneten rektörlerin ismiyle sınırlı kalmamalı. Yerleşik çıkar gruplarının târih boyunca değiştiği döneme baktığınızda, hakîkaten sert bir dönemin yaşandığını görüyorsunuz. Meselâ Avrupa’da feodalitenin yerine merkezî hükûmetlerin ortaya çıkış süreci. Karizmatik, güçlü, “Devlet benim” diyen krallar bütün feodal lordları bastırıp, gençlerden oluşan bir bürokrasi kuruyorlar. O yerleşik çıkar gruplarını elimine ediyorsunuz, yepyeni bir şey ortaya koyuyorsunuz. Orada da bir çıkar grubu oluşacak. Siyâset diye bir kavramdan bahsediyorsak, mutlaka çıkar grubu oluşacaktır. Çıkar grubu olmayan bir siyâset inşâ edemeyiz, mümkün değil. Dolayısıyla yerleşik çıkar grupları değişecek ve yeni çıkar grupları gelecek. Fakat önemli olan, bu yeni çıkar gruplarının topluma dinamizm getirmesi. Bizim açımızdan önemli olan bu. Sâdece kişilerle ilgili bir durum değil bu. Meselâ biz muhâlifler olarak da hükûmetin tarzını benimsemeye çok teşneyiz. Meselâ ana akım televizyon kanallarında, muhâlefet medyasına baktığınız zaman, hükûmetin tarzına çok yakın bir iş modeli görebiliyoruz. Ya da hükûmetin söylemlerini, hükûmetin bir insanı değerlendirme jargonunu hemen benimsiyoruz. 

AKP sâdece kendisini değil, ötekini de kontrol eden bir parti olduğu için, muhâlifleri de çok etkilemiş duruda. Dolayısıyla, muhâlefetin önündeki en büyük tuzağın bu olduğu kanaatindeyim. Yani, AKP’lilerin çekildiği, yerine muhâlif isimlerin konduğu, fakat aynı şekilde devam eden bir sistem meselesi çok sıkıntılı olur. Bunun yerine, o yeni oluşacak çıkar gruplarını olabildiğince kişilerden bağımsız, kurumlarla, yasalarla denetlenen ve topluma dinamizm verebilecek, ekonomik refah kazandırabilecek, siyâsete özgürlük verebilecek şekilde oluşturmak gerekiyor. Onlar zaman içerisinde başka çıkar grupları oluşturacaklar. Modern devletlere özgü bir müesses nizam oluşturma niyetiyle hareket ederlerse, oradan başarı çıkabilir. Modern devlette müesses nizam gerekli bir aktör. Bütün modern devletlerin, başarılı bir müesses nizamı, bir kurumsal bürokrasisi var. Aksi takdirde yine yerleşik çıkar gruplarının komita ittifakı gibi birbirleriyle tepiştikleri ve birbirleriyle anlaştıkları bir yola saparlarsa, oradan hiçbir şey çıkmaz tabii ki. 

Ruşen Çakır: Seni dinlerken, gözümün önüne birçok profil geliyor. Şimdiden köşe kapmacaların başladığını duyuyorum. 

Ayşe Çavdar: Benim aklıma bir Karadeniz gezisi geliyor meselâ. 

Ruşen Çakır: Eski tas eski hamam olma ihtimâli, bir şekilde insanların önünde duruyor hep. Ama birçok kişi de, “Şimdi bunları konuşmanın zamanı değil. Önce bu iktidardan kurtulmak lâzım” diyor.  Peki, zayıf müesses nizâmın yerine kuvvetli bir müesses nizam gelebilir mi Ayşe Hanım?

Ayşe Çavdar: Ona daha çok var. Bu devlet baştan kurulacak, bu çok belli. Bence, azıcık devlete benzeyen, devleti andıran iki kurum var: Danıştay ve Sayıştay. Çünkü ister seçilmiş olarak gelsin, ister hayallerindeki gibi hanedan usûlü olarak gelsin, güç sâhiplerinin güçlerini denetleyip sınırlayacak bir şey varsa, ancak süreklilik arz eden, kurumsal anlamı olan bir devletin varlığından söz edebiliriz. Sayıştay ve Danıştay da, 18. yüzyılın ikinci yarısında, 1860’larda kurulmuş, dolayısıyla Osmanlı’nın merkezîleşmesi, o imparatorluğun bir merkez devlete dönüşme sancıları esnâsında kurulmuş ve yer edinmiş, biraz devlete benzeyen kurumlar. O nedenle de bir gelenek oluşturabilmiş Danıştay ve Sayıştay’da –ama en çok Sayıştay’da–; bir önceki kuşağın sonraki kuşağı belirleme otonomisine sâhip olduğu bir aktarma durumu vardır. 

Birazcık devlete benzeyen bu iki kurum kaldı. Onlar da ne işe yarıyorlar biliyorsunuz. İkisi de idâreyi denetliyor. Danıştay, yurttaşı ve başka kurumları, meselâ sivil toplumu, idârenin işlemlerini sınırlamak üzere yasaları işletmeye çalıştığı bir kurum. Geçenlerde Erdoğan Sayıştay’la ilgili bir şey söyledi biliyorsunuz: “O kadar ince eleyip sık dokumayın.” Bu ne demek oluyor? Aslında biz bir yandan müesses nizamlar, yok “Devleti ele geçirdiler, şunu yaptılar, bunu yaptılar” diye konuşuyoruz, ama Erdoğan bir taraftan da devleti, “Bana bakma, o kadar ince eleyip sıkma” düşüncesiyle sınırlamaya çalışıyor; kendisini görmezden gelmesini istiyor. Demek ki, Sayıştay gibi bir kurumun fark etmesini istemeyeceği türden şeyler yaptığının gayet farkında.

Bilal Çetin’i Kemal de tanır, Yeni Yüzyıl gazetesinden. Ben tıfıllığımı onunla geçirmiştim. Bilal Hoca başka bir muhâbir arkadaşımıza, “Hükûmetler giderken mutlaka Danıştay’ın kararlarına bak, onların kararlarında bir değişiklik görürsün. Yasalara bakarak, giderek daha çok vatandaş îtirazını kabul etmeye başlarlar” demişti. Ben son iki üç yıldır Danıştay’da böyle bir şey olduğunu görüyorum. Ama ne oluyor? İdâre, Danıştay’ın kararlarına uymuyor. İşte son örneğini yine Cengiz İnşaat’ın Bodrum Cennet Koyu’ndaki projesinde görüyoruz. İki kez Danıştay’dan geri dönen bir projeyi kafasına estiği gibi yaptığını görüyorsunuz. 

Bunları niye söylüyorum? Bugünkü muhâlif koalisyon seçimi kazanıp iktidâra geldiğinde, mevzûya nereden başlayacağına, helâlleşme ya da hesaplaşmanın hangi kurumların gelenekleri temelinde işlemeye başlayacağı ile ilgili bir şey söylüyor. Açıkçası benim umudum orada. Yoksa tabii ki AKP’nin başlangıcında ve sonrasında “gel gel” yaptığı, piranhalar gibi, rant ve güç elde etmek isteyen birtakım eski ve yeni gruplar, o koalisyonun çatlaklarından sızmaya çalışacaklar. Altılı bir koalisyondan bahsediyoruz; muhtemelen zayıf bir koalisyon olacak. O esnâda o koalisyonun bir düzen kurmasına çekidüzen verecek olan şey de Danıştay ve Sayıştay gibi kurumlar. Ben yargı diyemiyorum ne yazık ki. Çünkü yargının bir hayli elden geçmesi gerekecek. Belki de yepyeni bir şeyler yapmak gerekecek orada. Dediğim gibi, devlete benzeyen bu iki kurum kaldı. O kurumlarla AKP’nin arasındaki gerilime bakarak, “AKP seçimleri kazanırsa ya da kazanmazsa ne olacak?” konusunda bir fikir elde edilebilir. Bu, âfâkî bir şekilde, “Yeni gelmekte olanların ideolojileri, düşünceleri, dünya görüşleri şöyle, o yüzden böyle böyle olacak” demek, daha sağlam bir tutamakmış gibi geliyor bana. Çünkü orada zâten bir geleneği olan, o geleneği kuşaktan kuşağa aktarabilen kurumlar var. Tamam, hani çay toplarken cübbesini ilikleyenleri de gördük, ama o kurumlar bu insanlardan ibâret değil, başkaları da var. Ve çatır çatır vatandaş îtirazlarını hayâta geçiriyorlar, karar olarak çıkarıyorlar. Bildiğim kadarıyla, hem Sulukule hem Tarlabaşı projeleri; Sulukule projesi bitirildikten sonra, Tarlabaşı da yıkıldıktan sonra Danıştay tarafından iptal edildi. Bu ne demek? Bu kurumlar, geriye dönük olarak, bu iktidârın yaptığı her şeyi şüpheli duruma sokuyor ve yeniden incelenmesi gereken bir hâle koyuyorlar. 

Bence, bundan sonraki nizam da temelini, bu geriye dönük, yasal anlamda şüpheli ve nizâ hâline gelmiş işlerle, yeni koalisyonun nasıl baş edeceğiyle belirlenecek. Ben bu kadar spesifik bir yerden bakmayı özellikle önemli görüyorum. Çünkü altı parti bir koalisyon kuracaklar ve şimdiye kadar muhâlefetteki performansları, birbirleri hakkında susarak anlaşmak üzerinden kurulmuş bir muhâlefet koalisyonu. Bu insanlar bir geçiş dönemi yönetecekler. Biraz zor geçecek o geçiş dönemi. Çünkü ekonomik kriz devam edecek, siyâsî kriz devam edecek. Daha devlet kurumlarının, bütçenin ne olduğunu anlamaya çalışacaklar. Ayaklarını koyabilecekleri yer de bu kadar dar bir yer. Orayı görürsek bir sonrasını görürüz. “Bir sonraki dönem, geride bıraktığımız dönemle hesaplaşarak, yüzleşerek çıkar” argümanını önerdiğim için o daracık yere dikkat çekmek istedim. 

Ruşen Çakır: Evet arkadaşlar, noktayı burada koyalım. “Erdoğan ve müesses nizam” başlığını epeyce doldurduğumuzu düşünüyorum. Eğer olağanüstü bir şey olmazsa veya arada çok önemli bir gündem olmazsa, haftaya 15 Temmuz’u konuşalım derim. 15 Temmuz’da neler olduğunu, yanlışları, doğrularıyla ele alalım. Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can’a çok teşekkürler. İzleyicilerimize de teşekkürler. Haftaya yeniden buluşmak üzere, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.