Bugün bayramın ikinci günü. (Yazdığımda birinci günüydü) “Kırk yaşın altındakiler pek hatırlamaz”: Eskiden (otuz sene kadar önce) gazeteci örgütlerinin hazırladığı bayram gazeteleri çıkardı. Gazeteciler, çalıştıkları gazeteler yayınlanmadığı için –başka meslek mensuplarınca kıskanılan bir ayrıcalıkla- tatil yaparlar, okuyucular da kısa bir gündem molası almış olurlardı. Çünkü gazeteci örgütlerinin çıkardıkları bayram gazeteleri, normal zamanların sert gündeminden biraz daha gevşek, özellikle de siyasi polemiklerin fazla yer bulmadığı içeriklerle çıkardı. Dönemin tek kanallı TRT tv-radyoları da hafif bayram programlarıyla dolu olurdu. Gelenek, 90’ların başında Dinç Bilgin’in sahibi olduğu ve Zafer Mutlu’nun yönettiği Sabah Grubu tarafından bozuldu. “Haber beklemez” diye düşündükleri için meslek aşkı değildi onları harekete geçiren, “tamamen duygusaldı” dertleri. Daha sonraki yıllarda gelenek unutulup gitti, herkes yeni düzene uydu. Şimdi, Ruşen Çakır da bayram seyran demeden çalıştırıyor bizi. Yarın da (bayramın üçüncü günü) “5 Soru 10 Cevap” yayını yapacağım. Neyse, işin latifesi bu; başa gelen çekilir. Ancak bayram arifesi de hiçbir bakımdan bayram havasında değildi. Klişe bir hakikat yine gerçek oldu: bayram yapacak hal mi bıraktılar insanda.
Kurban Bayramı’na birkaç gün kala, bir sağlık çalışanı kurban verildi. Onlarcasını gördüğümüz, bir türlü engellenmeyen sağlıkta şiddet vakalarından bir yenisi bu kez cinayetle sonlandı, bir hekim katledildi. Olayın kriminal ayrıntılarının çok önemi yok. Yıllardır sürdürülen, değiştirilmeyen politikaların, önlemi alınmayan hatta kışkırtılan bir tırmanmanın buraya varmasına kimse hayret etmiyor. Mesele, sağlık hizmetinin bir taraftan alabildiğine ticarileştirilirken diğer taraftan iktidarın siyasi şov sahasına çevrilmesiyle başladı. “Sağlıkta başarılılar ama” sözünün senelerce yürürlükte kalması, sağlık çalışanlarının hıza dayalı bir performansa zorlanması ve bu performansın sadece nicelikle ölçülmesine razı olunmasıyla mümkün oldu. Vatandaşlarıyla müşteri gibi ilişki kuran siyasi iktidar, sağlıktan eğitime bütün kamusal hizmet alanlarındaki hizmet mantığını ve dolayısıyla meslek mensuplarının işleri ve vatandaşla ilişkisini de hastalıklı popülizmiyle zehirledi. Bu kamusal hizmetler hak olmaktan çıkıp iktidarın lütfuna dönüşürken, meslek mensupları da iktidarın icraatına ayak uyduramayan eksik hizmetli olarak etiketlendi. Doktorların defalarca eylemlerle gündeme getirdiği uyarılar dikkate alınmadı ve beş dakikaya sıkıştırılan muayenelerin yüksek skorlarıyla övünüldü. Bu çarpık ilişkilenmenin sonucunda hekim (sağlık çalışanı) ve hasta karşı karşıya kaldı.
İşin nasıl bu hale getirildiğini, açık bir katliam sonrasında yaşananlara bakınca da çok rahat görüyoruz. Yaşanan bu katliamın engellenememiş olmasından birinci derece sorumlu olan Sağlık Bakanı, sorumluluğunun utancından uzaklaşıp ana muhalefet partisi liderini “üzüntülü görünmekle yetinip susmadığı” için kınayabiliyor. Daha önce şiddetten, değersizleştirilmekten ve haklarını alamamaktan şikayetçi olup yurtdışına gitmek isteyen genç doktorlara, “giderlerse gitsinler” diyen cumhurbaşkanı, olayla pek ilgilenmiyor. İktidara yakın medya ve sosyal medya, doktorları hedefe koyuyor, “asker ölünce Genelkurmay grev yapıyor mu?” gibi akla ziyan paylaşımlar yapıyor. Meslektaşlarının ölümünü protesto etmek için eylem yapan, basın açıklaması yapmak isteyen hekimler polisin saldırısına uğruyor; olayı takip eden gazeteciler tartaklanıyor. İktidarın ortağı partinin genel başkanı, hekim örgütünü daha önce de yaptığı gibi yine suçluyor, kapatılması gerektiğini söylüyor. Katliamın yaşandığı Konya’da, bir imam greve katılan hekimlerin dövülmesinin isabetli sayılabileceğini söylemekte sakınca görmüyor. “Bugün gidip iğnenizi olamayınca dövmez misin, öldürmez misin, sövmez misin?” diyor. Sadece bunlara bakınca bile bu olanın rastlantı sayılamayacağı, hazırlanmış bir politik sürecin yarattığı beklenen sonuç olduğu görülmüyor mu?
Gazetecilerin bayramlardaki geleneksel izin hakkının kolayca terkedilmesiyle bir ilişkisi var bütün bunların. Çünkü en önemli hak ihlali, bir hakkın birileri tarafından engellenmesinden çok, bir hakkın artık hak olmaktan çıkarılmasıyla gerçekleşiyor. Haklar varken onları ihlal edenlerden bahsedebiliyoruz ama hakların kendisi ortadan kalktığında veya başka bir şeye dönüştüğünde gerçek bir kayıp ortaya çıkıyor. En temel hakların bir lütuf veya siyasi hediye ya da kafaya atılan çay paketine dönüştürülmesine tanık oluyoruz. Bazen de bazı hakların zaten lüzumsuz olduğunun veya aslında var olmadığının ilan edildiğini, hakların verildiği gibi kolayca geri alınabileceğinin ileri sürülebildiğini görüyoruz. Sağlık, bütün vatandaşların eşit biçimde yararlanmaları gereken bir hak. Bunu parası olanlar için özel, olmayanlar için ise iktidarın hediyesi haline dönüştüren ilişki, hak ve bu hakkın kullanımıyla ilgili muhatap konusunda karmaşa yaratıyor. İğnesini yaptıramayan imam, haktan çok aldığı hizmetle ilgili olduğundan güvenli ve nitelikli sağlık hakkı için eylem yapan doktorları düşmanlaştırıyor. Meslektaşlarının katledilmesini protesto eden doktorların karşısına çıkan polis, böyle bir hakları olmadığını söylüyor. Doktorların, işlerini can güvenliği kaygısı taşımadan, bilimin gereği süre ve şartlarla yapabilme hakkından bahsetmesi istenmiyor. Grevin bütün çalışanlar için hak olduğu unutuluyor, cami minberinden bazıları için hak olmadığı ilan ediliyor.
Kadın cinayetleri, iş cinayetleri gibi sağlıkta şiddet hadisesi de her tarafıyla politik. Bütün bu alanlarda olanlar ve olduktan sonra karşımıza gelenler bize bunu açıkça gösteriyor. En temel hakların, önce yasal güvencelerden (örneğin kararname ile iptal edilen uluslararası sözleşmeler) soyundurularak, sonra uygulamadaki cezasızlık ve kontrolsüzlük sayesinde işlemez hale getirilmesiyle ve son olarak da zihinlerden temizlenmesiyle yürürlük dışına taşınıyor. Asgari ücretin belirlenmesinden ülkenin doğal kaynaklarının korunmasına, ekonomiden bilime, sağlıktan eğitime kadar hemen her alanda, hakları kısıtlayan ve ihlal eden yaklaşımdan, hakları ilga eden bir aşamaya doğru ilerleniyor. Sokakları kapatan, her türden protesto hakkını ortadan kaldıran, en temel vatandaşlık hakkı olan hesap sorabilmeyi etkisiz, lüzumsuz ve hatta imkânsız hale getiren bir zemin yaratılıyor. Hak olmayınca, hak ihlali veya haksızlık da söz konusu edilemez neticede. Ancak çok daha yıkıcı olan, devletin -neredeyse bütün birimleriyle- hakları yok sayabilen pervasızlığının, toplumsal algıya da hastalıklı biçimde sirayet etmiş olması. Bir polis amirinin, bir hafta içinde birbirinden farklı olaylarda, yasa, hukuk, adap ve edep tanımaz tutumunu adeta bir gösteri gibi sunması, o acayip lafları söyleyen imamı dinleyen cemaatin tepkisizliğinin sosyal medyadaki gölgesi, son derece rahatsız edici. Şimdi bu hikayede İbrahim kim? Kurban edilen kimin oğlu?