Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Düşüş – Siyaset ve felsefe odasında aşk hikayeleri| Prof. Dr. Seda Ünsar anlatıyor

Prof. Dr. Seda Ünsar entelektüel diyalog ve monologlarla ilerleyen çok katmanlı kurgusuyla Düşüş romanını anlatıyor.

Gülçin Karabağ: Albert Camus, Jean-Paul Sartre ve Simone de Beauvoir gibi felsefeciler aynı zamanda edebiyatçı kimlikleriyle felsefi görüşlerini bir yandan da edebiyat aracılığıyla dile getiriyorlar diyebiliriz. Siz bir uluslararası ilişkiler uzmanı akademisyen olarak böyle bir geçişle mi roman yazdınız? Bize Düşüş romanının yazılış hikayesini ve edebiyata yönelik motivasyonunuzu anlatır mısınız?

Seda Ünsar: Bu harika soru için çok teşekkür ederim. Birkaç gün önce, bir okuyucum oldukça ayrıntılı, uzun bir e-mail yazmış ve siz Türkiye’nin Jean-Paul Sartre’ı, Simone de Beauvoir’ı olacaksınız diye bitirmiş; çok etkilenmiştim. Sanırım bu soruyu yanıtlayabilmek için çocukluğuma dönmem gerekiyor çünkü edebiyat benim için bir tutku ve bu tutku çocukluğumdan beri, daha doğrusu kendimi bildiğim andan beri süregelen bir durum. Şöyle ki… üç yaşındayken anneannemin bana okuduğu masalları, hikayeleri ezberleyip eve gelen misafirlere kitabı kucağıma koyup parmaklarımla satırları takip ederek okuyormuş gibi yaparmışım mesela veya -okuma yazma öğrendikten sonra tabii ki- annem ve anneannemle sokağa çıkarken yanıma mutlaka iki kitap alırdım, bir yerde oturursak ve ben birini okurken sıkılırsam, diğerini okurum diye. Zaten aynı anda en az iki, üç roman okurdum. Öğleden sonraları uykusuna yatırıldığımda uyuduğum tek bir gün olmadı, diyebilirim; duvarlara, tavana bakarak kafamda hikayeler yazardım.

Okulda Türkçe, İngilizce piyesler yazardım ki bunların bazılarını oynamıştık da. Hazırlık sonunda İngilizce bir hikayem yurtdışında ödül almış, bunu da geçenlerde bir çocukluk arkadaşım hatırlattı, ben unutmuşum. İngilizceye de çok düşkün bir çocuktum; İngilizceyi henüz öğrenirken bile kendi kendime İngilizce düşünebilirdim ve dili daha yeni öğrenirken Shakespeare okurdum. 11-12 yaşında Kral Lear’la başlamıştım. Bir ara 200-250 sayfalık yabancı karakterleri olan yani İngilizce isimlerle Amerika’da geçen bir roman yazmıştım. Tabii ki Amerika’yı hiç görmeden. Newsweek, Times gibi dergileri takip edip artık siyasi veya ekonomik konuları çocuk aklımla ne kadar anlayabiliyorsam, editörlere yorum yazıp gönderirdim; hatta cevap bile almıştım.

Lisede İngilizce olarak James Joyce’un bir hikayesine farklı bir son yazma ödevi verilmişti ve herkes birkaç paragraf yazarken ben neredeyse yeni bir hikaye yazmıştım ve çok beğenmişti öğretmenim. Yani yazmak çocukken de çok kolay bir eylemdi benim için. Üniversitede arkadaşların ödevlerine yardım ederdim; hemen yazıverirdim bir şeyler yani.

Yani ben okur yazar olduğum andan itibaren özellikle roman olmak üzere, yani şiir ve hikayeden ziyade roman olmak üzere, edebiyata çok düşkün bir çocuktum ve büyük, çizgili bir defterle dolaşır, kendi kendime sürekli bir şeyler yazardım; ÖYS’de doğru dürüst çalışmadan tam Türkçe yapmıştım mesela, bu, benim için doğal bir durumdu; dilbilgisi konusunda çok hassastım; daha çocukken hataları hemen düzeltirdim.

Aynı zamanda öğrenme merakımdan dolayı, “gittiği yere kadar okumak” düşünmeden yapılan bir eylemdi benim için ve felsefe başta olmak üzere sosyal konulara duyduğum ilgiden ve yurtdışında yaşama merakı, diplomasi merakı gibi şeylerden dolayı, başarılı bir fen öğrencisi olduğum halde, kendimi Koç Üniversitesi’nde burslu uluslararası ilişkiler okurken ve hemen sonrasında da Amerika’da burslu siyaset bilimi doktorası yaparken buldum. Hatta sonrasında post doktora dahi yaptım.

Türkiye’de şimdi çok şaşırarak görüyorum ki insanlar mesela hem çalışıp hem arada “doktora” yapıyorlar. Aslında bu mümkün olabilecek bir durum değildir. Haftada binlerce sayfalık okuma yapmaktan, başka bir şeye, yaşama bile vaktiniz olmaz doktora yaparken çünkü doktora yapmak bilime katkı sunmak demektir ve bunun gerçekleşebilmesi için bilimsel olan her şeyin, yani tabii insanca mümkün olduğu ölçüde, okunması, kritik edilmesi gerekir. Zaten bu yola baş koyan kişi bunu yapmayı arzular; o yüzden bu yoldadır. Başka türlü bir şeyin felsefe doktoru olunmaz çünkü.

Her neyse, ben bu sebeple doktora yaparken, yani doktoranın doğasından ötürü, edebiyattan günlük hayat anlamında koptum; çünkü haftada binlerce sayfalık akademik yazı okuyordum ve tabii anlam olarak hiçbir zaman kopmadım edebiyattan yani hayatın anlamı olarak fakat mükemmeliyetçi bir yapım olduğundan ve başladığım işi bırakmayacağım için akademide kaldım. Aynı zamanda entelektüel anlamda şeylerin nedenini, şeylerin kendisini, felsefe ve makro-yapısal teorilerle anlamlandırabilmek için sonuna kadar okumaktan başka yol olamaz; dolayısıyla benim de başka bir arzum yoktu. Öte yandan, doktora yaparken, sosyal bilimlerde hep kritiğini yaptığım bazı yüzeysel bakış açıları, konular ve oryantalist paradigmalar nedeniyle, siyaset bilimi özelinde özellikle, bir yabancılaşma yaşadığımı da söylemek isterim ve aslında matematik ve fen öğrencisi olduğumdan ve merakımdan ötürü uzay okumak da isterdim ya da psikiyatriye ilgim de vardı. Yani edebiyatın ağır basmasıyla birlikte her zaman ilgim çok yönlü ve çok farklı disiplinlere yönelik oldu çünkü doğal olan da budur aslında, çünkü zaten bilimin bu kompartmantalize olma hali kapitalist dünya-ekonomiyle ortaya çıkmıştır; yoksa, hakikat holistik bir bütündür.

İranlı bir Ermeni olan ve (Los Angeles Ermeni diasporası neredeyse istisnasız Türk düşmanıdır çünkü kimlikleri bunun üzerine inşa edilmiştir -tecrübe ederek öğrendiğimde ben çok şaşırmıştım çünkü düşmanlığın aşırı sağda olduğunu sanıyordum) Türk düşmanı olmayan doktora danışmanım mesela “sen tezi her zaman yazarsın, romanını yaz, THAT is your calling, senin varoluş sebebin bu, edebi eser yazmak” derdi. Akademik olarak yeni fikir üreticisi olduğumu söylerdi ki bu da çok sık rastlanan bir şey değil derdi, fakat bunları ifade edişimin, yani üslubumun akademik değil edebi olduğunu söylerdi çünkü akademik dil kuru, basit, kısa ve edebi olmayan bir dildir ve benim dilim uzun, karmaşık ve sofistikedir, “Sartre gibi (o da Sartre örneğini verirdi, bir de Proust derdi), Sartre gibi, Proust gibi yazmalısın” derdi.

Kendisi de edebiyatçı olan ve kalemini çok güçlü bulduğum hatta bu çağın Borges’i dediğim bir doktora öğrencim, Elşan Büyükvand, Düşüş’ü okumaya başlarken, hakikate en yakın yorum olduğunu düşündüğüm şöyle bir paylaşım yapmış; size direkt olarak okumak isterim: “Sayın Prof. Dr. Seda Ünsar iki kalemle yazar. İki gözlük arkasından bakar, iki dil ile konuşur, birisi akademik Seda, birisi romancı Seda. Bu kitapta ise kalemler, gözlükler ve diller birleşip roman türüne çevrilmişlerdir.”

Gülçin Karabağ: Kitabın tanıtımında siyaset ve felsefe odasında aşk hikayeleri tarifi yapılmış. Daha çok postmodern eserlerde bu şekilde girift bir ilişki görüyoruz. Örneğin Orhan Pamuk’un (Kara Kitap) çeşitli eserleri bu tarzda sınıflandırılabilir. Siz Düşüş romanını dünya ve Türkiye edebiyatında nerede konumlandırırsınız? Varoluşçu bir felsefi arka planı mı var romanın?

Seda Ünsar: Evet, Düşüş varoluşçu bir felsefeye dayanıyor. Birbiriyle ontolojik bağı olan özgürlük, bilgi ve erdem metaforlarıyla, onurlu bir yaşam için ödenecek bedel, sıradanlık, aşk, hayal, gerçek, hayal kırıklığı, yalnızlık, ölümsüzlük, gerçeğin peşinden gitme ya da gerçeğin peşine düşme, kayıp zaman veya kayıp zamanın peşine düşme gibi birçok diğer metafor tanım gereği varoluşçu kavramlar.

Varoluşçuluk felsefesiyle 15-16 yaşlarında tanışmıştım, ilk yine Sartre’ın romanlarıyla. Hatta, muhtemelen Ali karakterinde Sartre’ın Uyanış-Bekleyiş-Tükeniş üçlemesindeki Mathew karakterinden izler vardır diye düşünüyorum (tabii benim de bir kez daha okumam gerekir, çok da hatırlamıyorum) çünkü Düşüş’ü beş altı ay içinde bir bilinçaltı boşalması olarak yazdım. Özel bir araştırma veya kurgulama süreci sonucunda yavaş yavaş, düşünerek yazılmış bir roman değil Düşüş her ne kadar doluluğu sebebiyle öyle sanılsa da fakat Godard, “Düşünceler hisler aracılığıyla bilinçaltında kazılıdır” der. Bu anlamda, benim de yıllar içinde birikmiş hissiyat ve düşüncelerimin kağıda dökülmesi olarak bir birikimi yansıttığı kesin.

Postmodern eserler deyince aklıma Haruki Murakami geldi. Çağdaş yazarlar arasında severek okuduğum çok çok az sayıda yazardan biri. Ben edebiyatta klasiğim, yani klasikleri severim. Litera Edebiyat Dergisi’nde çıkan bir analiz yazısında, Düşüş’ün karakterlerinin sıradışı yalnızlığına değinilmiş; daha doğrusu, şöyle ifade edilmiş: “Ali’nin hayatına dahil olan karakterler ve kendisi arasında, Murakami’nin sıradışılık ve yalnızlıkla örülmüş karakterlerinin arasında hissettiğimiz, sözle çok da ifade edilemeyen bağa benzer bir bağ olduğunu fark ediyoruz.” Karakterler özelinde yapılmış bu yoruma kesinlikle katılıyorum ve bu yorum çok da hoşuma gitti. Fakat Murakami’yle bir farkın altını çizmek istiyorum.

Murakami’nin tüm romanlarında postmodern ya da bilimkurgumsu bir sürrealizm söz konusu. Düşüş’te ise bu tarz bir sürrealizm yerine bazı sürreal anların varlığı söz konusu, özellikle rüyalarda. Bu rüyalardan biri, 18. yüzyılda Paris’te Holbach’ın evinde Aydınlanma felsefesinin temellerinin atıldığı ve Ali’nin S ile birlikte katıldığı yemekli bir parti. (Tabii başka yüzyıllardan karakterler de rüyaya giriyor; rüya olduğu için sürrealliğin de bir parçası olarak).

Bir diğer rüya; Ali’nin karanlık bir gecede hakikatin peşine düşer gibi İbni Rüşd’ün peşine düşmesi ve sonra bir handan içeri girerek Farabi, Ömer Hayyam, İbni Sina ve İbni Rüşd’ü şarap içip İslam’da aydınlanmanın temeli olan fakat Gazali’nin ardına iktidarı almış bulunan safsatası karşısında kurumsallaşamayan akılcılık akımını dillendirirken dinlemesi üzerine… Bu rüyada İbni Rüşd Batı’da Hıristiyan dünyada laik düşünceyi tetikleyen çifte hakikat teoremini anlatırken birden Gazali’nin de din-felsefe tartışması etrafında rüyaya dahil olduğunu görüyoruz. Ayrıca yine rüya içinde Ali Gazali ve postmodernizm arasında da bağ kuruyor, uyanırken Atatürk’ü ve laik devrimi düşünüyor vesaire…

Ya da yine sürreal anlardan birine örnek olarak, roman içinde bir hikaye gibi düşünülebilecek S karakterinin yazdığı emperyalizm ve kapitalizm kritiği yazı verilebilir çünkü S bu yazıyı yarı-fantastik, yarı-sürreal metaforlarla kaleme alıyor…Ali’nin geçmişi düşünürken kapıldığı hisler veya başka rüyaları, örneğin sonunda Lola ile seviştiği rüyası veya edebi uslupta bazı hissiyat ve düşüncelerin aktarımında yine bu sürreal anları buluyoruz. Şöyle de ifade edilebilir: Düşüş’teki sürrealizm, Murakami’deki gibi kurgusal değil, tam hatırlanamayan fakat gölgeli varlığı akıldan da çıkmayan bir rüya gibi.

Öte yandan, roman içinde roman diye tarif edilen Ali karakterinin yazdığı bir hikaye de var biliyorsunuz ve bu bir 19. yüzyıl (sonları) Rus hikayesi. Bu hikayenin üslubu Rus yazarlara benzetildi çokça, özellikle Çehov, Gonçarov ve Dostoyevski’ye. Bu anlamda, romanın konu, anlatım veya üslup açısından hiç sürreal veya postmodern olmayan bir özelliği de var.

Yine bir analiz yazısında, Düşüş’ün Thomas Mann’ın Dr. Faustus’u tadında yoğun bir düşünce ağına sahip olduğu belirtilmişti. Biliyorsunuz Dr. Faustus yazarın monolog halinde anlattığı düşüncelerin ağıyla örülmüştür çoğunlukla. Düşüş’te de Ali karakterinin, kendi monologlarında veya farklı karakterlerle olan diyaloglarında düşmeyen bir tempoyla yürüttüğü, teorik olarak çok sofistike, birçok politik-felsefi düşünce ve tarihi analiz ağları olduğu ifade edildi.

Boğaziçi’nin efsane edebiyat hocası Bedri Selimhocaoğlu romanımın ilk okuyucularından ve bana ilk izlenim olarak iki temel tespitten bahsetmişti. Onları da kısaca söyleyeyim. Birincisi, çarpıcı edebi dil ve bu dilin eşya ve mekan tasvirleri ve okuyucunun hayal gücünü kamçılayan karakter tasvirlerinin canlılığının yanı sıra, düşünce betimlemedeki başarısı. Bunlar çok güzel ve soylu düşünceler bu arada demişti Bedri Hocam. İkincisi, romanın klasik roman kurgusunun dışına çıkması. Bedri Hoca bu klasik roman kurgusunun dışına çıkma halini de ikiye ayırarak şöyle demişti. Daha doğrusu ben onun dediklerini şimdi ikiye ayırarak söyleyeyim.

Birincisi, ilk bölümde henüz karakterlerle okuyucu arasında klasik ve alışılagelmiş bir bağ kurmaya soyunmadan, okuyucunun S ve Ali karakterleri arasında geçen ve bir imparatorluğun ölümü, cumhuriyetin doğumu üzerine üst düzey bir akademik tartışmaya çekilmesi. Bu, klasik roman kurgusunun dışına belli ki bilinçli bir çıkış dedi Bedri Hoca.

İkincisi, yazarın (yani bu durumda benim) tüm roman boyunca kurgunun akıcılığını bozmadan başarılı montajlama tekniği ile bilimsel bilgilendirici anlatımı edebi anlatımın bir parçası haline getirmesi. Bedri Hoca, bana kurgusal anlamda Türk romanına getirdiği bu yeniliklerle Düşüş’ün kendisine henüz ortada gerçekçilik akımı yokken yazan ve sonra gerçekçiliğin büyük temsilcisi olan Stendhal’in Kırmızı ve Siyah’ını hatırlattığını söyledi.  

Tüm bunlara ben romanın aşktan fikir çarpışmalarına kadar birçok katmanda yoğun bir Batı-Doğu karşılaşması oluşunu da eklemek istiyorum. Bu, Batı-Doğu karşılaştırması değil (bu, oryantalist bir eylem olurdu ve ben oryantalizm kritiği yapıyorum); karşılaşması.

Benim yine çocukluğumdan gelen bir merakım, gözlemim bu; aynı zamanda, doktora tez konumun da motivasyonu. Sanırım ben hayatım boyunca çocukluğumu yaşıyorum. Bu arada oryantalizm kritiği yapıyorum dedim ama literatürde rastlanılan bir kritik değil, hatta literatürdeki kritiğin de kritiği olarak düşünülmeli. Bu konuda Sekülerizmin Çoklu Epistemolojileri: Bir Politik Ekonomi Bakış adlı akademik bir çalışmam da var İngilizce yapmış olduğum. Türkçe olarak da yayınlamıştım. Özünde insanın evrensel merak dürtüsüyle ilgili olan bilimsel düşünce, yani aslında laiklik, Batı’ya, Hıristiyanlık kültürüne, yani sekülerleşmiş teolojiye ait bir kavram değildir; öyle olduğunu ima veya iddia etmek oryantalist bir tutumdur; kavrama, ekonomi politik açısından bakmak gerekir. Bu da şu demek: dünya-ekonomi bir bütündür, 16. yüzyılda Batı’da sağlamlaşmış olan kapitalist dünya-ekonomi Doğu’yu da çevreleyerek yayılmıştır. Bu, biliyorsunuz, Wallerstein’ın dünya sistemler teorisi.

İşte bu anlamda Batılılaşma denilen şey -ki aslında bu ifade dahi epistemolojik olarak bence oryantalisttir çünkü olan dünya-ekonomiye eklemlenme sürecidir sadece ve bu ekonomik alt yapıda başlayan sürecin kültürel, ideolojik, politik üstyapıdaki uyumlanmasıdır (tabii bu da Marksist bir bakış açısı, biliyorsunuz, ekonomik altyapı politik-kültürel-ideolojik üstyapıyı belirler)-  aslında evrensel bir durumdur.

Bu Batı-Doğu karşılaşmasında, Birgün Gazetesi’nde çıkan bir analizde yazıldığı gibi karakterler, özellikle ana karakterler yani S ve Ali, “Doğu ve Batı denkleminde hiçbir tarafa öykünmeyip aynı ihtirasla akla ve bilime değer veren, barışa ve özgürlüğe inanmış iki karakter ve onlar zamanın ruhuna yenik düşenlere inat, varoluşçu bir sorgulamanın eşiğinden seslenirler okura”. Burada ihtiras kelimesinin kullanılması da çok hoş; bunu da şu an fark ettim.

Her neyse, sorunuza dönecek olursak, yine bir okuyucum geçmişimize panoramik bir bakış sunan ve bugünkü politik noktaya hangi kilometre taşlarından geçerek geldiğimizi anlatan bir başyapıt demişti. Bir başka okurum eski devrimci olduğunu ve Düşüş’ün kendisini anlattığını söyledi. Devrimciliği sokaktan değil, entelektüelin bilimsel ve ideolojik bakışından anlatıyor oluşunun da romanı sıradışı yaptığını söylemişti ayrıca.

Ben de Düşüş bir çağ ya da toplum romanı, Batı ve Doğu arasında gidip gelen bir Aydınlanma romanı, makrotarihi, politik, felsefi analizler içeren bir epik anlatı ve klasik roman kurgusunu aşan deneysel bir roman olarak değerlendirilmeli diye düşünüyorum.

Gülçin Karabağ: Biraz da kitabın formülasyonuna bakarsak. Karakterleri konular içinde mi yarattınız yoksa karakterleri yaratıp onların nasıl bir etkileşim içine girebileceğini düşünüp o şekilde bir kurguyla mı yazdınız kitabı? Romanın arkasında nasıl bir araştırma süreci var?

Seda Ünsar: Klasik anlamda bir düşünme veya hazırlanma süreci, araştırma süreci olmadı. Bunu ifade etmekte zorlanıyorum fakat karakterler veya kurgu hakkında bir şey düşünmeden kelimeleri yan yana getirerek birdenbire yazdım. Zaten anlattığım gibi çocukluğumda da aklımda böyle hikayeler olurdu, boşlukta dönen hikayeler, bazılarını yazmıştım, bazılarını piyesleştirmiştim. Dolayısıyla, bu benim doğal halim ve yine daha önce de dediğim gibi Düşüş, bir bilinçaltı boşalması.

Bazı şeylerin anlamını ben de yazdıktan sonra fark ettim. Belki ne demek istediğime şöyle bir örnek verebilirim. Mesela romanda ikinci kısımda üç adet çarpık zaman adlı bölüm var. Çarpık zaman 1, 2 ve 3 diye. Son bölümse kayıp zaman. Yani aslında karakterler çarpık zamandan geçerek kayıp zamana varmışlar. Ya da zaman belki çarpılarak kayboluyor.

Ya da Ali karakteri bir 19. yüzyıl Rus hikayesi yazıyor ve bu hikayede anlattığı Sergey ile kendisi arasında özellikle düşünsel olarak büyük paralellikler var. Sergey sınıf kimliğini aşamamış bir karakter ve Ali’nin İstanbul’da radikal bir solcu olan Talat dayısıyla diyaloglarında, sınıf kimliği meselesi tartışma konularından biri, hatta Tolstoy’un İvan İlyiç’in Ölümü hikayesine Althusser’le yorum getiriyor Talat ve Talat’ın düşünceleri, taa o zamanlardan Ali’nin bilinçaltına sızarak, çok sonraları San Fransisko’da yazdığı Sergey karakterinin durumunda kağıda dökülüyor. Ben bu ve buna benzer birçok bağlantıyı yazdıktan sonra fark ettim.

Gülçin Karabağ: Neden Düşüş başlığını kullandığınızı açıklayabilir misiniz?

Seda Ünsar: Başlık da aynı şekilde üzerinde düşündüğüm bir konu değildi. Romanı İstanbul’da beş, altı ay içinde yazdım fakat belki ilk 10 sayfayı veya arada birkaç sayfayı Los Angeles’ta kağıtlara yazmıştım (o nedenle tarih de var o kısımlarda) ve o zaman yazdığım kağıdın başına Düşüş yazmışım. Çünkü yaşam var olma eylemi demek ve bu eylem, düşünen ve hisseden herkes için bir düşüş eylemi aynı zamanda.

Fakat bu soruya bir de Birgün gazetesinde yayınlanan analizden yanıt vermek istiyorum çünkü çok hoşuma gitti ve romanı çok güzel açıklar nitelikte buldum: “Bir çelişki gibi gelebilir belki ama kayıp zamanın peşine düşenler, onu gerçekten ellerinde tutmayı deneyenler değil midir? Yahut Samuel Beckett yorumuyla “daha iyi yenilenler” ısrarla deneyenler değil midir? Romanda “gerçeğin hapishanesinden kaçmak” diyor buna Ali. Gerçeğin hapishanesinden bilimle, sanatla dünyayı güzelleştirerek kaçılabilir ancak, erdem ve adaletle kurulabilir yeni bir dünya”.

Evet varoluş bir düşüş aslında ve benim düşüş deyince gözümün önüne düşme yani aşağı doğru düşme eylemi geliyor fakat buradaki yorum ayrıca farklı türde bir imge de oluşturuyor gözümün önünde. Ve gerçekten de varoluş aslında tam olarak da kayıp zamanın ya da hakikatin peşine düşenler için bir düşüş hem aşağı doğru hem de peşinden gitme eylemi olarak peşine düşüş. Erdem Ünal Demirci’nin söz konusu analizi şöyle başlıyor: “Seda Ünsar’ın Düşüş romanına başlamak bir yolculuk hikâyesine başlamak gibi geliyor bana. Yola düşenler, sanattan siyasete; tarihten felsefeye uzanan zengin bir entelektüel tartışmanın eşliğinde ilerlerken yolun sonunda yahut yeni bir yol ayrımında kurmaca öykülerin iç içe geçtiği bir romanla yüzleşmek zorunda kalıyor. Gerçeği düşle, umudu hayal kırıklığıyla, ayrılığı aşkla buluşturabilen bu eseri tanıtmaya gücüm yeter mi bilemem ancak bendeki çağrışımlarından bahsedebilirim elbet.”

Gülçin Karabağ: Karakterlere dönersek, S neden isimsiz? En temelde S ve Ali olmak üzere iki çocukluk arkadaşının arayışıysa bu roman, neden S isimsiz, yani neden biz ismini bilmiyoruz? Size bir referans var mı?

Seda Ünsar: Bu soru Varlık dergisinde çıkan röportajımda da sorulmuştu. Teşekkür ederim sorduğunuz için, yanıtı benim için önemli çünkü. S benim çocukluğumda yazdığım hikayelerin baş karakterinin adının baş harfi: Scarlet. Rüzgar Gibi Geçti’yi okumuştum ve baş karakterimin adı Scarlet olmuştu. Scarlet’ta benden de birçok şey var tabii, özellikle Batı’da sosyal bilimlerde 90’larda ortaya çıkan ve Türkiye’nin emperyalist kuşatılmasının temeli olan çarpıtılmış Atatürk ve Kemalizm algısıyla ilgili kısımlarda veya benim de eğitim hayatımı takip eden bölümlerde. Tabii romanın karakteri Türk olduğu için Scarlet diyemedim ve böylece LA’de yazdığım o ilk 5-10 sayfa içinde S olarak yazdığım haliyle kalmış oldu. Romanı ilk haliyle yayınlamak istediğim için de bir değişiklik yapmadım.

Gülçin Karabağ: Kitabın içinde başka yazarlar daha mı bekliyor bizi? S karakterinin kapitalizm ve emperyalizm kritiği olarak yazdığı hikaye ve Ali karakterinin yazdığı bir Rus hikayesine kurgu açısından baktığınızda neden ihtiyaç duydunuz? Bu Düşüş’ün okur açışından anlaşılmasına bir katkı sağlama amacı mı taşıyor?

Seda Ünsar: Genelde romanlar bir araştırma üzerine veya karakterler ve kurgu düşünülerek, oluşturularak yazılıyor fakat ben Düşüş’ü yazarken konusu veya kurgusu üzerine özel bir düşünme ya da planlama eylemi yapmadım. Açıkçası okur açısından anlaşılırlık gibi bir kaygım da olmadı ya da daha doğrusu okuru düşünmedim; düşünmek aklıma bile gelmedi. Ben yazdığım gibi yazıyorum sadece çünkü sadece olduğumuz gibi var olabiliriz. Hatta belki Nietzsche’nin dediği gibi bir düşünür için anlaşılmak olabilecek en kötü şeydir.

Her neyse, ben oturdum, bazı kelimeler kilidi açılan bir sandıktan fırlar gibi yan yana dizildiler, ya da kapalı kalsın diye uzun zamandır arkasından bastırılan bir kapı serbest bırakıldığında içeriden fırlayan kelimeler yan yana geldiler, böylece cümleler oluştu, cümleler oluştukça yeni karakterler veya olaylar ortaya çıkmış oldu, kafamda muhtemelen senelerdir dönüp duran, bazen derslerde anlattığım, üzerine akademik yazı yazdığım, bazen kendi kendime düşündüğüm şeyler de düşünceler şeklinde karakterlerin parçası olarak döküldü ve tüm bunlar olurken, S ve Ali karakterleri de benim gibi kendi bilinçaltlarını yazarak kağıda döktüler. Bu iki karakterin roman içinde yazmakta olduğu hikayelere aslında hepsinin üreticisi ben olduğuma göre benim bilinçaltımın parçalarının kendilerini ifade etme tarzları diyebiliriz sanırım.

Gülçin Karabağ: Peki nasıl bir bölümlendirme yaptığınızdan bahseder misiniz?

Seda Ünsar: Romanın ağırlıklı ve bence esas kısmı on beş bölümden oluşan ve “Bizler hiçbir şeyiz; aradığımız ise her şey” diyen Hölderlin ve “Zamanın her şeyi halledeceği aşikârdır” diyen Puşkin’le açılan ikinci kısım. Stefano ve S’ye işaret eden Pascal ve Neruda’dan iki sözle açılan ilk kısım ise beş bölümden oluşuyor. İlk kısımda mekan Los Angeles, San Fransisko, Salzburg, Londra ve Floransa etrafında Los Angeles ağırlıklı olarak ilerlerken, ikinci kısım San Fransisko ve İstanbul etrafında dönüyor.

Gülçin Karabağ: Son olarak kitap içindeki aşklar- S ve Stefano ve Ali ile Afife’ye dair neler söylersiniz?

Seda Ünsar: Aslında Anastasia, Rıza ve Ali de var ve ayrıca bir ima, ihtimal, gerçek, arzu veya hayal olarak Behman ile Afife de var. Romanın başında T. S. Eliot’tan çok sevdiğim iki satır var: “Düşünceyle gerçek arasına, devinimle eylem arasına düşer gölge”. Ali o gölgede yaşayan, gölge bir karakter. Bu, Afife ile olan ilişkisine de yansıyor.

Stefano ilk kısımdaki Pascal’ın “Kalbin kendine has nedenleri vardır; akıl bunları hiçbir zaman anlayamaz” sözüyle gönderme yapılan bir karakter ve aslında akıl ve kalp özünde savaşmaz, ben öyle düşünüyorum, bilim ve sanatın hakikatin farklı yüzleri oluşu gibi veya İbni Rüşd’ün çifte hakikat teoremi de aynı şey aslında, yani ilahi akılla beşeri akıl çelişemez, fakat dünyadaki hayatta bazı daha önce bilinmeyen, yeni şeyler yaşanırken böyle bir savaş görülür ya da var sanılır ve Stefano bu akıl ve kalp savaşında aklı galip gelen -daha doğrusu geçici bir zafer kazanan da diyebiliriz- bir karakter. Muhtemelen gelecekte akıl ve kalbin bir olduğunu da görecektir fakat ancak geçmişe baktığında; o an, yaşarken değil (çünkü biliyorsunuz, “Hayat geleceğe bakarak yaşanır fakat ancak  geçmişe bakılarak anlaşılır” der Kierkegaard).

Yine ilk kısımda “Eğer bizi ölümden hiçbir şey kurtarmıyorsa, en azından aşk hayattan kurtarmalı” diyen Neruda ise burada S’yi işaret etmiş oluyor çünkü S için aşk hakikat gibi Platonik bir idea ve hayatın tek anlamı ve Stefano’yu kaybettiğinde belki hayatın anlamsızlığının anlamı haline dönüşüyor. YouTube’da Literary Voice kanalında yapılan bir analizde, romandaki S karakteri için James Joyce’u anımsattığı söylenmişti. Bir öğrencim de Ali’nin yazdığı Rus hikayesinde Rus edebiyatında dolaşır gibi hissetmenin yanı sıra bana da ilginç gelen bir yorumla aşk kısımlarında bir Jane Austen romanı okur gibi olduğunu söylemişti. Yine bana ilginç gelen bir yorum da özellikle S’nin Stefano’yla ilgili hislerini anlattığı satırlarda Virginia Woolf’u hatırladığını söyleyen bir başka öğrencimden geldi.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.