Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

İsmail Güzelsoy yazdı: Acil durumda camı kırmak

“Biri Bizi Gözetliyor” programını hatırlar mısın? Bu program dünya ölçeğinde bir muhafazakarlaşma eğiliminin belirginleşmesi sürecinde önemli bir kırılma noktasını oluşturdu ve geldiği gibi sessizce geçip gitti. O dönem yaşanan medya manyaklıkları arasında kayboldu ama etkisi bakımından, bu programın zannettiğimizden daha derin bir iz bırakmış olduğunu düşünüyorum. 

Bunun öncesinde, BBG’den çok daha “hard core” programlar yapılmıştı, ne diye buna takıldın, diyebilirsin ama bu yapımın özel bir yeri vardı hayatımızda. Daha doğrusu hayatımızda olması gibi bir özel yeri vardı, demek daha doğru. Ne demek istiyorum? Cem Özer’in bir söyleşi programında Sisi’den memelerini göstermesini istediğini hatırlıyorum söz gelimi. E, canlı yayında, bir transseksüelin memelerini seyretmiş bu ülke halkı, BBG’nin lafı mı olur, diyebilirsin. İnsanlardaki muhafazakarlaşma eğilimini bu tetiklemiyor da bir grup genç insanın bir evde yaşamaları, etkileşimleri üzerine kurulu bir program mı bu işi yapıyor yani? 

Televizyon camı zannettiğimizden daha kalındır. Hatta o saydam bir duvardır. Falanca mankenin, falanca mankenin sevgilisini ayartması üzerine yapılmış bir dedikodu programı insanların merakla ve hayatlarıyla ilişkilendirmeden izleyebildiği “uvertür” bir durum olarak yaşandı. Bir transseksüelin memelerini seyretmek de öyleydi. O kalın camın gerisinde durduğu sürece, ahlaki normlar incinmiyordu. Elbette ki bu gibi yayınların ciddiye alınmadığını, hoş karşılandığını iddia etmiyorum ama camın öbür tarafında kaldığı sürece “başkalarının düşkün hayatı” olarak sineye çekmek kolaydı. BBG bu anlamda önemli bir kırılma noktasıydı. Çünkü ilk kez o programda, mahalledeki bir gencin başka bir gençle flört edişine tanık oldu insanlar. Çember daralmıştı ve mahalledeki kız, biriyle gözler önünde cilveleşiyordu. Eyvah! Dün mankenler arasında yaşanan şeyler bir anda “sivil” mahallenin, giderek apartmanın kapısına dayanmaya başlamıştı. Dünün paparazzi düşkünlükleri hanenin kapısındaydı artık. Bu da biriken muhafazakar tepkilerin daha yüksek sesle dile getirilmesine vesile oldu.

Yaşadığımız çağın ve coğrafyanın sorunlu ilişkileri içinde biçimlenen insanlar, olumlu-olumsuz gelişmelerin kendisini ne ölçüde ilgilendirdiğine bakıyor ve ona göre tepki veriyor. Bir hükümetin yolsuzluk yapması, rüşvet, ihaleye fesat karıştırmak vs. gibi evrensel ahlaki/hukuki normların bu çağ-coğrafya insanı üzerindeki etkileri çok cüzi ve genellikle bir dedikodu boyutunu aşmıyor. Yine o kalın camın gerisine hapsedilmiş bir durum ile karşı karşıyayız. Tıpkı BBG evinin aslında kapı komşu olduğunun keşfi gibi bir dönüşüm momenti ortaya çıkmadığı sürece de çağ-coğrafya insanı bu duruma umulan tepkiyi vermeyecektir. Bütün etik meseleler o kalın camın arkasında; yaşanan dünyanın gerisinde, kurgusal bir hayatın kesitleri olarak görülüp kaybolacak. Günün birinde birileri, tüm bu soyut yolsuzluk, hukuksuzluk hikâyelerinin bu çağ-coğrafya insanının sofrasına nasıl yansıdığını somut bir şekilde ortaya koyarsa denklem değişir. Tıpkı BBG’nin yarattığı tarzda bir dönüşümü başlatabilir bu durum. 

Asıl sorun tam da burada. Neden insanlar yalnızca kendi hayatlarına dokunan bir duruma tepki veriyor da bunca haksızlığa, hukuksuzluğa, zorbalığa tepki vermiyor? Acaba bu cam düşündüğümüzden daha kalın olabilir mi? Bunu cevaplayabilmek için o kalın camın hatırı sayılır bir şekilde çatladığı bir anı hatırlamak iyi olur. Gezi İsyanı sürecini başlatan o Kırmızılı Kadın görüntüsünü hatırla. O görüntü benim şu ana kadar söylediklerimi yanlışlar nitelikte ama aynı anda bu çıkarsamaları teyit eden özgül bir durum da var. Yanlışlayan yanı şu: Bir “öteki”nin hikâyesi bu ülkede, resmi rakamlarla 10 milyondan fazla insanı mobilize edebildi. Teyit eden yanı ise o “öteki”nin aslında mahalledeki biri oluşuydu. Bunu o olaylar yaşanırken de yazmıştım, Kırmızılı Kadın eğer kalın camın gerisindeki bir figür olsaydı bu durum kurgusal bir “öteki”nin hikâyesi olurdu ama bu ülkede bir de “bizim ötekimiz” kavramı var. Kırmızılı Kadın, bizim ötekimizdi. Yani aşağı mahallede yaşayan bir kızın başına gelenlere tepki verdik. Haliyle yolsuzluk, haksızlık, ahlaksızlık, mazlumluk vs. gibi durumların bize ne kadar yakın olduğuna bakıyoruz. Öteki bile olsa, bize yakın, yani kalın camın bu tarafında gerçekleşen durumlara sert tepki veriyoruz, öteki tarafa pek karışmıyoruz ve dahası onun da bizim hayatımıza karışmasını istemiyoruz anlaşılan. Orada yaşanan haksızlıkların, hukuksuzlukların sonuçlarını tevekkülle kabul ediyor ve sorgulamanın çok anlamlı olmadığını düşünüyoruz. Ya da böyle düşünmeye alıştırılmışız, diyelim. O fotoğraf yayımlandığı zaman bir havuz medyası yazarı, fotoğrafın bir moda dergisinden kesilip montajlandığını iddia etmişti. Tam da söylediğim nedenle, o figürün camın gerisinden geldiğini söyleyerek, meselenin bizimle ilgisi olmadığını ima ediyordu anlayacağın. 

Naylon torbaların parayla satılması konusuna aşırı tepki gösteren bir taksiciyi hatırlıyorum. Her seçimde AKP’ye oy verdiğini ve bir daha asla oy vermeyeceğine dair tövbe ettiğini söylemişti. Düşünsene, bunca hukuksuzluk, seçimlerdeki şaibeler, ekonomik çöküntü vs. içinde adamın takılıp kaldığı şey naylon torbaların parayla satılması. Çünkü diğer yolsuzlukların, antidemokratik uygulamaların, despotik yönetimin sonuçlarını yaşamıyor ya da yaşamadığına inandırılmış. İçinde bulunduğu yoksunluk hali bir kader planı olarak yansımış adamcağıza. Bence mesele tam da burada düğümleniyor. Bu çağ-coğrafya insanı açısından özgürlük, demokrasi, insan hakları gibi kavramların da camın en kalın kısmına sıkışıp kaldığını düşünüyorum. Bu evrensel değerlerin, günlük hayat içinde ne kadar kıymetli olabileceğini, en azından bir naylon torba kadar değeri olduğunu anlama konusunda yoğun bir direnç var. Biz bu direnci anlamakta zorlanıyoruz asıl. Anladığını zannedenler de ortak evrensel değerlerle yol alma konusundaki direncin nedeni üzerine kafa yormak yerine buna direnç gösterenleri yargılamayı seçiyor. Bu insanları anlamak çok büyük gayret gerektirdiği gibi, onları yargılamak da bir o kadar rahatlatıcı. Ülke aydını, böyle zahmetli bir yola girmektense, ortalama insanın hayatındaki önceliğin demokrasi, hukukun üstünlüğü, temel insan hakları vs. gibi değerlerin olduğunu varsaymayı tercih edegeldi. Bu varsayım üzerinden söylem geliştirdi, derdini o eksende dile getirmeye gayret etti. Onun çizdiği tabloda, evrensel değerlere biat edenler ve ihanet edenlerden oluşan acayip iki kütle vardı. “Biz ve onlar” ya da “bilinçli-bilinçsiz”, “cahil-aydın” vs. yavanlığı içinde, insanların hukuka, demokrasiye sahip çıkması gerekirken neden bunları pek de umursamadığını anlama çabasına girmedi. Asıl yapılması gereken bu tepkisiz halini anlamak ve bunun için bir çözüm aramak olmalıydı oysa. 

İçine kıstırıldığımız temel ihtiyaçlar labirentini görmezden gelerek insanların zihniyet dünyasını ve değerlerini yargılamak, onları yoksunluğa ve yoksulluğa itenler kadar acımasız, üstenci bir tavırdı. Asgari insani ihtiyaçlarını karşılayabilmeyi mutluluk zannedebilecek kadar iğdiş edilmiş insanlarız ve kalın camın arkasıyla önü arasındaki yalıtılmışlığı biçimlendiren şey bu. Bencillik ya da demokrasiye karşı duyarsız oluşumuz değil. Çocuğunu vasat bir okula gönderebilmek, karnını doyurabilmek, işsiz kalmamak mutluluk anlamına geliyor bu çağ-coğrafyada. Acı çekmediğimiz zamanları saadet olarak tanımlamışız. Bu hâl, gündelik ilişkilerde de böyle, kamusal alanda da böyle. Öncelikle bu iğdiş etme siyasetinin değiştirilmesi gerek. O kalın cam kırılacaksa, insanların içine hapsedildikleri yoksunluğun görülmesi gerek. 

Bütün inançların, felsefi sistemlerin, ideolojik duruşların en temelinde iki “sapma” hali var: Elitizm ve popülizm. Birbirine zıt gibi görünmekle birlikte yekdiğerini besleyen, yeniden üreten kısır bir sarmal bu. İlginç olansa az önce söylediğim, insanların içinde bulunduğu yoksunluk halini her iki yapının da görebilmesi ve her ikisinin de bu durumdan kendi tavrını pekiştirecek sonuçlar çıkarmayı becerebilmesi. Aynı yere bakıp birbirine zıt iki şey görebilen bir aydın geleneğiyle yol alıp buraya geldik. Bana öyle geliyor ki bundan sonrası göründüğünden daha engebeli. İnsanları yargılamak ya da onları kutsamak işin kolay yanı. Mesele o kutsanan ya da yargılanan ama aslında iğdiş edilmiş insanların içinde, onlardan biri olduğunu keşfedebilmek. Cam o zaman kırılır işte.

Bu aşamada Marksizm’in insanın işlevine dair itirazını hatırlamakta yarar var. İnsanların yeteneklerinin bütünüyle, temel işlevlerinden birine; maddi hayatın üretim ve yeniden üretimine kıstırıldığını söyler Marksistler. Sayısız teorik ayrıntının arasında boğulan bu fikri biraz basitleştirerek aktaracağım affına sığınarak. Çünkü bu yaklaşım, elitizm ve popülizm sarmalından bizi çıkarabilecek güçlü ipuçları sunar. Marksist gelenek ideal tanımındaki insanın temel işlevi üretmek değil, estetik bir hayat sürmektir. Yani basit bir vida sıkıcı olmanın çok daha ötesinde bir varlıktır o. Her insan yavrusu potansiyel bir Picasso, Dede Efendi, Tolstoy olarak doğar ama pazara mal üretmekten başka bir işlev vermez ona sistem. İnsanın indirgendiği bu durumdan kurtulması, sınıfsız bir dünyayla mümkündür ve bu da tarihin başlangıcını oluşturacaktır bu felsefeye göre. Böylece Marksizm, elitist ve püpülist yaklaşımları kategorik olarak reddeder. Çünkü ikisi de iğdiş edilmiş, tek bir işleve indirgenmiş insan profilini veri kabul eder. Bu kabul edişle de kendi konumunu konsolide eder.

Oysa Marksistler insanların kendi hayatlarına, emeklerine, değerlerine, potansiyellerine yabancılaştığını varsayar ve bunu değiştirmeyi amaçlar. Sınıflı dünyanın insanı, temel ihtiyaçların pençesinde kıvranmaktadır. Böyle bir varlığın kendisini, yaşadığı ilişkileri, yaşamın anlamını algılayışı çarpık hale gelir. Ortada bir “ben” algısı yoktur ki bencillik yapabilsin. İnsanın temel işlevi kendisini gerçekleştirmesi, inşa edebilmesi, fark edebilmesidir. Asgari insani ihtiyaçlarını karşılamaya kıstırılmış biri bunları nasıl yapacak? Gitar çalmak ister ama zaman ve para bulamaz, kitap okumak ister ama işyerinde bütün enerjisini tüketmiştir vs. İşte bu nedenle, insanların potansiyellerinin pazara mal üretmeye indirgendiği bir çağda, onları kutsamak da onları aşağılayıp “makarnacı” olmakla suçlamak da aynı üstenci bakışın versiyonlarıdır yalnızca. Marksist aydın, kendisi de dahil, insanlığın gerçek potansiyelini yaşayamadığına, hayata katılmayı başaramadığına inanarak (inandığı için) sistemi değiştirmeye çabalar. Camı kıran bir özne değil, camın kırılması gerektiğini fısıldayan biridir o. Öncü, lider falan değil, müşterektir o. Önden gitmez, arkandan gelmez, yanından yürür ve sana “yoldaş” diye hitap eder. Aynı yolda yürüdüğünüzü varsayar. 

Tam bunu söylerken aklıma ne geldi biliyor musun? Bu topraklardaki erken dönem sosyalistler kendilerine “İştiraki” diyorlardı. Nasıl oldu da bu şahane kelimeyi kaybettik, diye düşünüyorum. Hayata katılmak, dönüşen bir şeylerin öznesi olabilmek, etkilendiğin kararlar için bir şeyler söyleyebilmek, iştirak edebilmek… Bir ortaklık inşa edebilmek…

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.