Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Hatem Ete ile seçim panoraması: Kohabitasyonun eşiğindeki Türkiye

Ruşen Çakır ve Hatem Ete, PANORAMATR’nin ağustos ayı saha araştırmasını konuşuyor. Saha araştırmasındaki verilerden yola çıkarak Çakır ve Ete, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve siyasi partilerin oy oranlarını, muhalefetin cumhurbaşkanı adayı stratejisini ve muhalefet iktidara gelirse dindarlara baskı ihtimalini konuştu.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Hatem Ete’yle yaptığımız “Seçim Panoraması” yayınlarının bu ayki bölümüne hoşgeldiniz. PANORAMATR’nin Ağustos ayı bulgularını konuşacağız. Hatem, merhaba.

Hatem Ete: Merhaba.

Ruşen Çakır: Önce genel bir yaklaşımı bir vurgulayalım, sonra başlığa çıkarttığımız “Kohabitasyon” konusunu soracağım. Yaklaşık Şubat ayından beri parti ve aday tercihlerinde, hattâ kararsızların oy oranlarında çok büyük değişiklikler gözlemediğinizi söylüyorsun. Bahsettiğin bir diğer husus da, iktidar ya da Cumhur İttifakı, ekonomik kriz nedeniyle kaybedeceği kadar oyu kaybetmiş gözüküyor. Bundan sonra ekonomik nedenlerle yeni kayıplar olmasını pek mümkün görmüyorsunuz, yanılıyor muyum?

Hatem Ete: Yok, doğru. Şubat ayına kadar iktidar oy kaybediyordu, muhâlefet de oy yükseltiyordu. Ama görünen o ki, muhâlefet en yüksek noktaya Kasım-Aralık 2021’de ulaştı. İktidar da en düşük oylarını o dönemde gördü. Ama Ocak ayından başlayarak ilk 1-2 ay, iktidar, bu yeni ekonomik modelle ve onun ürettiği siyasal söylemle, ücret zamlarıyla, kaybettiği bir kısım oyu tekrar geri topladı. O günden bu yana da, özellikle kararsızları dağıtmadığımız ve sâdece seçmen tercihlerinin belirlediği oranlar üzerinden baktığımızda, aylık 1-2 puanlık değişimler oluyor, ama bu değişimler kalıcı olmuyor. Yani bir ay bir parti lehine 1-2 puanlık değişim var, 2 ay sonra tekrar düzeliyor. 6-7 aylık geniş bir perspektiften baktığımızda, iktidar da, muhâlefet de, bulunduğu yeri büyük ölçüde muhâfaza ediyor. Fark ne oldu? Fark, yeni küçük partilerin biraz daha fazla büyümesi oldu. Özellikle Zafer Partisi ve Yeniden Refah Partisi’nde ufak kıpırdanmalar oldu. Dolayısıyla toplam oran îtibârıyla muhâlefet bloku yükseldi; muhâlefet bloku iktidar blokundan daha yüksek bir orana geldi. Fakat Millet İttifakı’yla Cumhur İttifakı’nın arasındaki %1-2’lik Millet İttifakı lehine olan fark, büyümedi. Neredeyse 6-7 ayın tablosu bu.

Şimdi buradan yola çıkarak birkaç gözlemde bulunursak, benim söyleyebileceğim ilk şey şu: İktidar, iki üç dinamik dolayısıyla oy kaybediyordu. Birincisi, ülkenin idâresinde gösterdiği zaaf. İkincisi ve bunun en somut göstergesi de, ekonomik durumdaki kötüleşme. Diğer meseleler, yani adâlet, insan hakları, demokrasi, reformun dile getirilmeyişi gibi meseleler, belki buna ilâve edilebilir. İktidar bu konularda kaybedeceği oyu büyük oranda kaybetti ve mevcut oyunu elinde tutabilecek bir performans da gösterebiliyor. Yani bir iktisatçının gözüyle bakıldığı zaman, ekonomi iyi yönetilmiyor, sorunlar erteleniyor, seçim sonrasına ciddî bir fatura bırakılıyor, kriz derinleştiriliyor. Ama seçmen gözünden baktığınız zaman, AK Parti ve MHP’nin kendi seçmeni açısından, bu ekonomik krizi hissedilebilir oranda tutmaya dönük, aktif çalışan bir lider profili olduğu görünüyor. Birinci neden olarak bunu görüyorum.

İkincisi de, büyük bir ihtimalle, seçmen uzunca bir süre iktidârın bu yönetim ve ekonomi zaafının alternatifine baktı. “Bu alternatif muhâlefet olabilir mi? Muhâlefet, seçmen toplamı îtibârıyla iktidâra yürüyor, ama bu sorunları çözebilecek bir potansiyel taşıyor mu?” diye baktı. Ben, orada da bir hayâl kırıklığına uğradı diye okuyorum. Öyle olunca da herkes kendi yerinde durdu.

Ruşen Çakır: Tam onu soracaktım, sen değindin. Buradaki bulgulardan birisi — ki birçok araştırmada da bu var: “Ekonomi kötü gidiyor, muhâlefet bunu çözer mi?” dendiği zaman, muhâlefetin aldığı oy kadar olmayan, “Evet” cevâbı var. Dolayısıyla başta söylediğin, “Ekonomi nedeniyle oy kaybı meselesi durdu” tespitini burada örtüştürmek lâzım. Ama buradan hareketle şunu da söyleyebiliriz: Eğer muhâlefet bir şekilde ekonomik sorunları çözebileceği konusunda bir güven verirse, anlaşılan fazladan oy kazanma ihtimâli de var.

Hatem Ete: Bence var. Türkiye’nin târihsel, kültürel bölünmeleri var. Fakat bu kültürel bölünmelerin iyice zayıfladığı, gevşediği dönemler de oluyor. Bence, bütün mevcut siyasal kutuplaşmaya rağmen, bir taraftan da böyle bir evreden geçiyoruz şu anda. Artık klasik, geleneksel kültürel kimliklenmelerden öte, iktidârın performansı-performans eksikliği, Erdoğan taraftarlığı-karşıtlığı üzerinden yeni bir hat oluştu. Bu hattâ muhâlefet, iktidâra karşı ülkeyi daha iyi yönetebileceğine yönelik güven veremiyor. Biz ekonomi üzerinden bakıyoruz ama sâdece somut olarak ekonomi de değil. “Muhâlefet, güvenlik sorunlarını mevcut iktidardan daha iyi çözer mi? Ülkenin dış politika sorunlarını iktidardan daha iyi çözebilir mi? Muhâlefetin desteğiyle seçilmiş bir cumhurbaşkanı, ülkeyi mevcut cumhurbaşkanından daha iyi yönetir mi?” gibi birkaç farklı ifâdeyle sorduğumuzda, ortaya çıkan bir tortu var. O tortu şu: Muhâlefete yönelik güvenilirlik algısı, muhâlefete oy veren seçmenin çok altında kalan bir oranda. Dolayısıyla uzunca bir süredir de analizlerimizde hep aynı şeyi söylüyoruz: İktidar, kaybedeceği oyu kaybetti aslında. Bundan sonra, muhâlefetin büyüyüp büyümeyeceği, önümüzdeki seçimleri kazanıp kazanamayacağı, artık iktidârın yapabileceklerinden çok, muhâlefetin yapabilecekleriyle ilişkili. Yani siyâseti Erdoğan belirleyebilir, yeni gündem başlıkları oluşturabilir, ama siyâsetin gidişâtına Erdoğan karar vermiyor aslında; muhâlefet karar veriyor. Gündemi Erdoğan belirleyecek, ama seçimin kaderini, yaptıklarıyla ya da yapmadıklarıyla muhâlefet belirleyecek. 

Ruşen Çakır: Benim bu aralarda sıkça kullandığım bir cümle var: “Muhâlefet seçimi kazanmak zorunda kalabilir” diyorum. Şu hâliyle bakıldığı zaman, muhâlefet, çok fazla bir şey yapmadan kazanıyormuş gibi gözüküyor. Ama burada birtakım farklar var. Biraz önce bahsettiğin gibi, Cumhur İttifakı’yla Millet İttifakı arasında çok büyük fark yok. Muhâlefet ve iktidar arasında büyük bir fark var. Bir de arada Altılı Masa var. Millet İttifakı’ndan kastımız, daha çok CHP-İYİ Parti. Altılı Masa’dan kastımız belli. Muhâlefet bloku dediğimiz zaman da küçük partileri, artı, tabiî ki HDP’yi ekliyoruz. Muhâlefet bloku, blok hâlinde seçime girerse, girebilirs, garanti kazanıyor. Son günlerde bunun üzerinden çok büyük tartışmalar yürüyor. 

Buradan hareketle “Kohabitasyon” meselesine gelelim. Bu çok ince bir nokta, o yüzden bu kavramı başlığa çıkarttım. Fransa örneğinden gidersek: Fransa’da yarı-başkanlık sistemi nedeniyle birkaç kez kohabitasyon dönemleri yaşandı. 80’lerin ortasında Fransa’da, Sosyalist Parti’den François Mitterrand cumhurbaşkanıydı. Daha sonra sağ partiler Meclis çoğunluğunu ele geçirince, Mitterrand, merkez sağın temsilcisi Jacques Chirac’ı başbakanlığa atadı. Sosyalist kökenli Mitterrand, merkez sağdan Chirac’ın partisinin çoğunlukta olduğu bir Meclis’le birlikte ülkeyi yönetmek durumunda kaldı. Cumhurbaşkanı sosyalist, ama Meclis sağcı. Yürütmenin iki başlı olması nedeniyle, kriz çıkar, tıkanma yaşanır derken, bu durum, uzlaşmacı Fransız siyasal kültürünün de etkisiyle aşıldı ve ‘kohabitasyon’ kavramı bu şekilde ortaya çıktı. Bu kavram Türkçeye “bir arada yaşama, birlikte oturma” olarak çevrilebilir.  Kohabitasyon Fransa’da epeyce tartışıldı, ama bayağı başarılı şekilde yürütüldü. Siz raporunuzda kohabitasyonu Türkiye’nin yakın geleceğine nasıl uyarladınız? Onu biraz açar mısın?   

Hatem Ete: İki aşamalı düşünelim: Birincisi, önümüzdeki dönemde “Cumhurbaşkanlığı seçimlerini mutlaka muhâlefet kazanır” kesinliği hâlâ oluşmadı. Erdoğan’ın kaybetme ihtimâli daha yüksek, muhâlefetin kazanma ihtimâli daha yüksek, ama seçimlere 9-10 ay kala henüz bir kesinliğe ulaşmış değil. 

İkincisi, kimin cumhurbaşkanı olacağından bağımsız, cumhurbaşkanı seçilecek kişinin, Meclis’te kendisiyle berâber hareket edebilecek bir çoğunluğa erişme ihtimâli, şu anki rakamlara göre gözükmüyor. Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanlığını sürdürse de, Cumhur İttifakı’nın Meclis’te bir çoğunluğu oluşmayacak gibi gözüküyor. Muhâlefetin adayı cumhurbaşkanı seçilse de Millet İttifakı’nın ya da Altılı Masa’nın, bu cumhurbaşkanını destekleyecek bir milletvekili sayısı oluşmayacak, çoğunluğa varamayacak. Çoğunluk derken ne demek istiyorum? Mevcut oy oranlarını seçimlere simüle edersek, ne Cumhur İttifakı ne Millet İttifakı tek başına 300 milletvekiline erişemiyor gözüküyor. Burada anahtar parti konumuna gelecek olan parti büyük bir ihtimalle HDP olacak. Çünkü küçük partilerin kendi aralarında bir blok oluşturup %7 barajını aşıp aşmayacaklarını bilmiyoruz. Ya da seçimlerde mevcut muhâlefet partilerinin birisiyle listelerden girip girmeyeceklerini bilmiyoruz. Ama blok olarak HDP’nin Meclis’e girme ihtimâlini göz önünde bulundurduğumuzda, HDP’nin desteğini alan taraf 300’ü aşmış olacak ve bir çoğunluk oluşturmuş olacak. 

Bu, nereden bakarsanız bakın, önümüzdeki dönemde önemli birçok meselenin çözülmesinin zorluğuna işâret eden bir durum. Başta muhâlefetin vaat ettiği parlamenter sisteme geçiş… parlamenter sisteme geçiş daha da zorlaşacak, çünkü anayasal çoğunluğu elde etmek gerekiyor. Yani bunu götürebilmeleri için 360 milletvekiline varmaları gerekiyor. Ama bırakın anayasa değişikliklerini, Meclis’in salt çoğunluğunu elde etmeye yönelik de bir zorluk var. 

Benim, raporda seçime 7-8-10 ay kala kohabitasyon riskine işâret etmemin nedeni, önümüzdeki dönem hem iktidar hem muhâlefet, seçimlere yönelik ne yapabileceklerse, yapabilecekleri o son düzlüğe girdiler. Bu son düzlükte oy oranları değişebilir, buna yönelik ekstra stratejiler geliştirilebilir diye şimdiden yüzleştirmek istedim. Bugünkü tablo böyle devam ederse, önümüzdeki dönemde ne iktidar vaat ettiği şeyleri yapabilecektir, ne de muhâlefet. Potada muhâlefet olduğu için ve muhâlefet sistem değişikliğini önerdiği için, sistem değişikliği üzerinden bir iktidârı paylaşma mekanizması geliştirdiği için, bu, bugünkü rakamlarla oldukça zor gözüküyor. 

Bu nedenle zâten yine muhâlefetin siyâset krizine dönüyoruz. Kohabitasyon, aslında siyâset krizi demek. Muhâlefet, seçimlere 10 ay kala bu oyunu yükseltebilecek bir siyâset performansı gösteremezse, kohabitasyonla yüz yüze gelecek. Benzer bir şey elbette iktidar için de geçerli. 

Ruşen Çakır: Kohabitasyon derken, tabiî yine karşımıza kilit olarak HDP geliyor. Aslında HDP’nin kilit parti olması cumhurbaşkanlığı seçiminde de geçerli. Cumhurbaşkanlığı seçiminde de ikinci tura kalması durumu ya da ilk turda HDP aday gösterir mi, yoksa muhâlefeti mi destekler seçeneği var. İlk turda aday göstermesi durumunda, çok yüksek ihtimalle yarış ikinci tura kalacak ve HDP adayı ikinci tura kalamayacak gibi gözüküyor. O zaman HDP seçmeninin tercihi belirleyici olacak. Ama bir taraftan da bakıyoruz ki, HDP üzerinde büyük baskı var. Hele son günlerde, Gürsel Tekin’in ettiği bir cümle üzerinden çok büyük kıyâmetler kopuyor, ortalık karışıyor. Olay hâlâ çok kırılgan. Bir kohabitasyondan bahsediyorsun, kohabitasyonun en önemli unsuru olarak HDP’yi ortaya koyuyorsun. Ama bir yandan da HDP her iki tarafın da dokunmaya ürktüğü ya da ürker gibi yaptığı bir ateş topu gibi duruyor. O zaman nasıl olacak?

Hatem Ete: Bu, aslında çok uzunca bir süredir var olan bir problem. Altılı Masa’nın Şubat ayından bu yana gösterdiği performansa baktığımız zaman en önemli özelliği, bu büyük sorunlarla yüzleşmeden sorunları ötelemesi oldu. Cumhurbaşkanı adaylığı meselesinde de kamuoyuna yapılan deklarasyonlarla meseleyi bir yere götürmek dışında, Altılı Masa kendi içerisinde rasyonel bir yere varmadı. Geçiş süreciyle ilgili bir sürü şey konuşuluyor, henüz o geçiş süreciyle ilgili de somut bir şey konuşulmuş değil. Ama en fazla ön plana çıkan şey, HDP’yle nasıl bir ilişki tutturulacağı meselesi oldu. Bu ne zaman gündeme taşınsa kriz oldu. Mithat Sancar’la Pervin Buldan, yaklaşık 1 yıl önce muhâlefete, “Bizim desteğimiz garanti değil, bunun için bir şartımız var” dedikleri günden beri, bu mesele Millet İttifakı’nın içinde de, Altılı Masa’nın içinde de bir kriz olmaya devam ediyor. Bunu gündeme taşımadan çözmenin yolları aranıyor. Bence, o gündeme taşımadan çözmenin yolları, zaman zaman karşımıza bir kriz olarak çıkıyor, ama en son aday belirlenme aşamasında daha da fazla çıkacak karşımıza. 

Altılı Masa’nın bulduğu formül şuydu: “Biz cumhurbaşkanı adayını belirleyelim, cumhurbaşkanı adayı HDP’yle kendi adına gidip konuşsun”. Böylece Altılı Masa içerisinde, özellikle İYİ Parti’nin HDP’yle bir birliktelik görüntüsü oluşmamış olur; çünkü Meral Hanım zâten aday olmayacağını söylemişti. Dolayısıyla, cumhurbaşkanı adayının HDP’yle kurduğu ilişkiler üzerinden HDP’nin desteği alınabilir diye düşünülüyordu. HDP’nin kendisi de seçim sürecine müdâhil oldu. Geçtiğimiz dönemlerde isim telaffuz ederek, “Bu adaylara desteğimiz zor olur” yönlü mesajlar verildi. Dolayısıyla bu gayet hassas bir mesele. Önümüzdeki dönemde de kriz üretecek bu.

İYİ Parti’nin psikolojisini gözettiğinizde, Gürsel Tekin’in kurduğu cümle, tepki çekebilecek bir cümleydi. Ama İYİ Parti’nin verdiği tepki de Gürsel Tekin’in kurduğu cümleye çok fazla geldi. Yani her iki taraf da bir şekilde meseleyi olması gerekenin çok üzerinde bir sertlikle gündeme taşıdı. Böyle bir ortamda, “HDP’li bir bakan da olabilir” demek, ittifakın içindeki dengeleri bozabilecek bir cümle. Ama buna gösterilecek tepkilerin dozu da daha doğru ayarlanabilir. Aslında şöyle bir garabet var: Bütün siyâsî partiler, kendi siyâsî pozisyonunu değiştirmeden seçimi kazanmak istiyor. İktidârı değiştirme gibi güçlü bir motivasyon ve büyük bir hedefleri var. Ama hiç kimse kendisini değiştirmeyi göze alabilecek bir fedakârlık ve cesâret gösteremiyor. Dolayısıyla “Her birimiz kendi pozisyonumuzu muhâfaza ederek iktidâra yürüyelim” diyorlar. Şimdi seçimlere de 10 ay var. Önümüzdeki dönemlerde, cumhurbaşkanı adaylığında aynı mesele var, HDP’yle ilgili aynı mesele var. Muhâfazakârlıkla kurulan ilişkilerde de Kemal Bey’in dışında yaygın ve istikrarlı bir tutum takınma yok. Başarırlarsa büyük bir iş başarmış olacaklar, öyle görüyorum. 

Ruşen Çakır: Geçen gün Kılıçdaroğlu, “Altılı Masa beni aday gösterirse ben hazırım” dedi. O günden beri bu konuyu konuşuyoruz. Dün de izleyicilerin katılımıyla bir yayın yaptım. Burada öne çıkan iki soru var; bu ikisi soruyu ankette, sâha çalışmanızda ele almışsınız. Teker teker gidelim: Birincisi, Erdoğan’a oy vermeyecek ya da kararsız seçmenlere, “Muhâlefetin adayının kimliği önemli mi?” diye soruyorsunuz. “Muhâlefetin adayı kim olursa olsun oy veririm” diyenler var. Bir de, “Kim olduğuna muhakkak bakarım, ona göre karar veririm” diyenler var. Buradaki rakamlar benim tahmin ettiğimden daha çarpıcı geldi. Nasıl bir yaklaşımın egemen olduğunu bir özetler misin?

Hatem Ete: Bunu birkaç ayda bir soruyoruz ve trendini de tâkip ediyoruz. Belli adayların ön plana çıkması bu kanaati değiştiriyor mu değiştirmiyor mu onu da ölçmeye çalışıyoruz. “Muhâlefetin adayı kim olursa olsun oy veririm” diyen muhâlefet seçmeni 2/3 oranında. Ama 1/3 oranında da, “Adayı önemsiyorum” diyor. Bu oranları kabaca söylüyorum. Yani bunların küçük bir kısmı, “Eğer adayı beğenmezsem Erdoğan’a da oy veririm” diyor, bir kısmı “Sandığa gitmem” diyor. Bu ilk günden beri şunu gösteriyor: Adayın kim olduğu önemli. “Ne olursa olsun, yeter ki Erdoğan devrilsin” motivasyonuyla hareket etmeyecek epeyce çoğunlukta muhâlefet seçmeni var gözüküyor. Fakat biz nihâyetinde bir senaryoyu ölçüyoruz Yani sivrilen adaylar ortaya çıktıkça, bu sorunun cevâbı daha çok netleşecek. Spesifik olarak adayları sorduğumuz zaman da adayların konumu birbirinden farklılık taşıyor. Fakat bu da henüz kesinlik kazanmamış bir şey. 

O nedenle ben şöyle düşünüyorum: Hatırlarsan geçtiğimiz 1 yıl içerisinde, önce dört adaydan üçe düştü, Meral Hanım adaylıktan feragat etti. Sonra da Kemal Bey, diğer iki adayı adaylık yarışından bir nevi çekti. Diğer adaylar da buna yönelik açıklamalar yaptılar. Dolayısıyla karşımızda ismi konulmasa ve henüz Altılı Masa kararına dönüşmemiş olmasa da, ismi dolaşımda olan tek aday kaldı. O aday da Kemal Bey. Son 1-2 aydır da yurt gezileriyle, mitinglerle, yaptığı televizyon konuşmalarıyla, biraz daha net bir şekilde kendi adaylık târifini daha güçlü bir şekilde yapıyor. O nedenle bu ay ve önümüzdeki aylarda Kemal Bey’le ilgili ölçümler daha net, gerçeğe yakın bir fotoğraf verebilir. Ama bence, “Muhâlefetin adayı kim olursa olsun kazanır” rahatlığı, hem iktidârın kendi oyunu koruduğu ve bu oyların çok gerilemediği, hem de seçmenin “Ben adayı önemserim” vurgusu dolayısıyla yabana atılacak bir tez değil. Bunu göz önünde bulundurup ona göre bir strateji belirlemek lâzım. 

Ruşen Çakır: Adayın açıklanma meselesinde de insanlar seçime az kala açıklanmasını tercih ediyorlar sanki. Ben adayın çoktan açıklanmış olmasını ve muhâlefetin, gündemi aday ve ekibi üzerinden kurgulaması gerektiğini düşünüyorum; ama her zaman olduğu gibi azınlıkta kalıyorum galiba.

Hatem Ete: Ben şöyle düşünüyorum: Eğer aday Kılıçdaroğlu olacaksa sana katılıyorum. Bir an önce ismin açıklanıp kamuoyunun gündemine taşınması lâzım. Çünkü bunun ürettiği nazik bir durum var. Kemal Bey CHP Genel Başkanı. Dolayısıyla CHP Genel Başkanı olarak da kampanya yapıyor. Ama aynı zamanda, cumhurbaşkanı adaylığı îlân edilmeden cumhurbaşkanı adayı olarak kampanya yapıyor ve buna dâir de birçok sözler ve vaatler söylüyor. Bu söylediği sözlerin bir kısmı, Altılı Masa ile mutâbakata varılmamış cümleler. Üstelik Kemal Bey kamuoyunun bildiği tanıdığı, sürpriz olmayan bir isim. 2010 yılından beri CHP’nin başında ve bir sürü seçime girip çıktı. Dolayısıyla, eğer bu aday Kemal Bey olacaksa, muhâlefet Kemal Bey üzerinde anlaşacaksa, bence bunu geciktirip seçmene sürpriz yapmamak daha doğru olur kendileri açısından. Şimdiden, Kemal Bey üzerinden, “Cumhurbaşkanlığı için gerçek adayımız bu” diyerek bu aday üzerinden bir kampanya yapılır. İktidârın muhtemel salvoları on aylık bir süre içerisinde daha güzel karşılanır, daha iyi bir strateji kurulabilir.

Ama Kemal Bey dışında, ismi gündemde olmayan bir kişi aday yapılacaksa veya ismi dolaşımda olan belediye başkanlarından birisi yapılacaksa, onu geciktirmek daha doğru olur diye düşünüyorum. Çünkü bu isimlerin kamuoyu nezdinde popülariteleri şu anda çok yüksek. Ama önümüzdeki dönemde adaylık îlânıyla berâber düşme eğilimi gösterebilir. Dolayısıyla, onu geciktirmek daha mâkul olabilir.

Ruşen Çakır: Önümde bir tablo var. İlk turdaki senaryo Erdoğan’ın karşısında dört aday söz konusu olduğunda, buradaki sıralama: Mansur Yavaş, Ekrem İmamoğlu, Meral Akşener ve Kılıçdaroğlu olarak gidiyor; bu, hep bildiğimiz sıralama. Ama Mansur Yavaş ve İmamoğlu arasındaki farkın bayağı açılmış olduğunu görüyorum. Rakamları telaffuz etmeyeyim, siz rakamları telaffuz etmeyi pek tercih etmiyorsunuz. Bir ara Mansur Yavaş İmamoğlu’na göre çok az farkla öndeydi, ama şimdi bu ara bayağı açılmış görünüyor. En sondakiyle en baştaki isim arasında ise 10 puanın üzerinde bir fark var.

Bu tabloya bakıldığı zaman, zaten muhâlefette de birçok kişi, “Zâten Mansur Yavaş’ın önde olduğu açıkça görünüyor. Neden daha fazla geciktiriyorlar?” diye dile getiriyor. Bu tabloların bizi yanıltma ihtimâli var mı, yoksa olay tamâmen siyâsî mi?

Hatem Ete: Tabloların bizi yanıltma ihtimâli var elbette. Biz kamuoyunda dolaşımda olan bâzı isimler üzerinden ölçümler yapıyoruz. Mansur Yavaş bir yıldır en yüksek oyları alıyor. Kemal Bey de bir yıldır en düşük oyları alıyor. İlk oyla son oy arasında bir değişim olmuyor. Ama adayların kendi içinde düşme ve gerileme trendleri oluşuyor. Gerçek bir adaylık durumu ortaya çıktığında, ben Mansur Yavaş’ın oylarının kısmen düşebileceğini varsayıyorum. O yüzden Mansur Bey veya Ekrem Bey gibi bir isim tercih edilecekse, bunu seçime yakın bir dönemde açıklamaları anlaşılabilir. Ama Kemal Bey zâten diğerlerine göre daha düşük oy alıyor. Dolayısıyla kampanyanın Kemal Bey’in oylarını artırması beklenir. Bu artma eğiliminin süresini uzatabilmek için de erken bir zamanda açıklamak daha doğru olur.

İkincisi, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kriter olarak ne alınacak? Kazanma mı kriter olacak, yönetme mi ciddî bir kriter olacak? Mesele eğer dört adayın dördü de seçimleri kazanma potasındalarsa, muhâlefetin önünde bir kazanma riski yoksa, o zaman ikinci kriter olarak, kim daha iyi yönetir, kim mevcut siyâsî liderlerle daha iyi anlaşır, ülkenin sorunlarını kim daha iyi çözümleyebilir, kim sürpriz yapmaz, parlamenter sisteme geçişe kim daha iyi destek verir gibi bir sürü dinamik devreye girebilir. Kazanma meselesi netleşmeden yönetme meselesiyle ilgili karar vermemek lâzım. Önce kazanmayı garantilemek lâzım. Sâdece adaylar ve şu andaki ölçümler üzerinden düşünülecekse, şu anda kazanmak da riskli bir hâle gelmiş vaziyette. Fakat burada bir yol alınır, kazanma ile ilgili bir kriter olmadığı görünürse, o zaman, kimin daha iyi yöneteceğiyle ilgili seçenekler artırılabilir. Bu biraz da o Altılı Masa’daki liderlerin psikolojileriyle ilgili bir durum. Yani Altılı Masa’daki liderler, “Biz henüz bir adayın arkasında durmadığımız için o aday düşük çıkıyor. Biz arkasında durduğumuz zaman kendi tabanımızı mobilize ederiz ve elde ettiğimiz oy kadar oy aktarırız cumhurbaşkanı adayına. Dolayısıyla kimin iyi yönettiğine bakalım” diye yaklaşırlarsa, bu düşünülebilir. Yani kazanma riskini bertaraf edip yönetme meselesi gündeme gelebilir. Ama bu dediğin, “1 varken, niye 3 ve 4’ü konuşuyoruz?” meselesi, bence kazanma ve yönetme farkıyla ilişkili olarak liderlerin gündeme taşıdığı bir şey diye düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Daha önceki yayınlarda birtakım partileri fazlasıyla konuştuk. Meselâ Gelecek ve Deva partilerini konuştuk. En son Zafer Partisi’ni konuştuk. Yeniden Refah Partisi’ne de değindik biraz. Bugün MHP’yi sormak istiyorum. Anket sonuçlarında, MHP’nin oylarında, son seçimde aldıkları oyun neredeyse yarısını kaybettikleri gibi çarpıcı bir sonuç çıkıyor. Bu büyük bir yıkım aslında. Cumhur İttifakı’nın ilk dönemlerinde, MHP’de çok fazla bir şey olmadığı, AKP’de bir erimenin olduğu düşünülüyordu. Hattâ son seçimde, AKP’den kaçan bâzı oyların MHP’ye gittiği söyleniyordu. Şimdi görüyoruz ki, MHP şuradan buradan almış olduğu yüzde 11 civarındaki oydan büyük ölçüde kayıplar yaşıyor. Bu kayıpların nereye gittiği konusunda ilk akla gelen tabii ki İYİ Parti. Ama meselâ Zafer Partisi’ne de giden oylar var mı? Ya da AKP’den gelen ve sonra tekrar AKP’ye geri dönen var mı? Ve tabiî en çarpıcısı, CHP’ye giden oylar oluyor mu?

Hatem Ete: Senin de söylediğin gibi, başlarda, seçmen hareketliliği ittifak içerisinde yaşanıyordu. Büyük havuz AKP, küçük havuz MHP olduğu için, oylar çoğunlukla AKP’den MHP’ye gidiyordu. O nedenle, Cumhur İttifakı’nın ilk dönemlerinde, MHP’nin bu ittifaktan daha kârlı çıktığı görünüyordu. Aslında seçmenin uğraklarına bakmak lâzım. Seçmen, ilk önce Erdoğan’dan ya da AK Parti’den rahatsız olduğunda ittifaktan çıkmadı. İttifakın içindeki diğer adrese giderek mesaj vermek istedi. Sonra, rahatsızlık biraz daha artınca, seçmen ittifakın dışına doğru hareketlendi. Bu nedenle, 2018 seçimlerinden bu yana, Cumhur İttifakı’ndan, yaklaşık yüzde 15’i geçen oranda bir oy çıktı. Böyle olunca da, artık MHP’den de çıkmaya başladı. AK Parti’den MHP’ye gelen seçmen olmayınca, MHP doğal olarak küçüldü. Bunun bir boyutu, seçmenin ittifak içinde kalmaya râzı olup olmadığıyla ilgili. Bu sorunlar çözülmedikçe, seçmen ittifakın dışına çıktı. Bu nedenle MHP’nin oradan kazanacağı çok fazla bir şey kalmadı. Sebeplerden biri bu.

İkincisi, bu süre uzadıkça ve ittifakın kimliği tekleştikçe, yani Erdoğan ile Bahçeli arasındaki fark neredeyse ortadan kalktıkça, MHP’nin ittifak içerisinde göreceli avantajı kalmadı. Zâten ikisi simbiyotik bir ilişkiye girdiler ve neredeyse hiçbir konuda kamuoyunun önünde bir ihtilâfa düşmediler. Bir ihtilâf durumu söz konusu olduğunda, hemen ertesi gün ikisi de uzlaştı. Dolayısıyla MHP, başlarda AK Parti’yi denetleyen bir algıyla seçmenden oy alabiliyordu. O denetleyen algı kalmadı. Çünkü herhangi bir konuda, Bahçeli’nin Erdoğan’ı ya da MHP’nin AK Parti’yi denetleyecek bir durumu kalmadı. AK Parti ve Erdoğan, zâten MHP ve Bahçeli’nin öngördüğü doğrultuda hareket etmekten gocunmadığı için, orada artık denetleyici bir fonksiyon kalmadı. Bazı durumlarda Erdoğan zorda kaldığı için bir hamle yaptığında, Bahçeli çok yüksek bir kararlılıkla o hamleye destek verdi. 

Peki, nereye gitti bu seçmen? Aslında senin söylediğin adreslere gitti. İYİ Parti kurulduğu zaman, MHP’den epeyce seçmen almıştı. Bu hareketlilik bir süre daha devam etti. Zafer Partisi’ne de gitti. Zafer Partisi’nin ilk yükseldiği ay, biz bir parti profili raporu çıkarmıştık. O raporda Zafer Partisi’nin oy aldığı üç parti, MHP, İYİ Parti ve CHP olarak görünüyordu. Zafer Partisi, bu üçünden yaklaşık 0,7 civarında oyları alarak bir yapı kurmuştu. Dolayısıyla MHP’den oraya akan bir kısım seçmen de var. CHP’ye ne kadar oranda gidiyor bilemiyorum. Gidiyorsa bile bizim ölçümümüzün altında kalıyor. Fakat genel olarak AK Parti’de de, MHP’de de son dönemlerde bir hareketlilik yaşanmıyor. Başta bahsettiğimiz o “değişim durdu” meselesi MHP için de geçerli gibi gözüküyor. 

Ruşen Çakır: Altılı Masa’ya baktığımız zaman, bir ara İYİ Parti istim üzerinde görünüyordu ve neredeyse CHP ile arasındaki fark azalıyor gibiydi. Ama sizin araştırmanıza göre, oy oranlarında öyle çok büyük bir yakınlaşma yok, neredeyse yarı yarıya gibiler. Daha öncekilerde de böyleydi, ama şimdi daha net görünüyor. Araştırmanızda şu da görünüyor: CHP bir yana, diğer 5 parti bir yana. Sizin rakamlarınıza göre, 5 partinin oy oranlarını toplayınca, CHP’nin hayli uzağında görünüyorlar. 

Bir tarafta 5 sağ parti var. Diğer tarafta da, kimileri sol saymasa da sol bir parti, CHP var. Ve CHP’nin ciddî olarak oy ağırlığı var. Ama Altılı Masa içerisinde sanki bütün partilerin eşit oyu varmış gibi bir hava aksettiriliyor bize. Bunun da tabanda birtakım rahatsızlıklara sebep olduğunu görüyoruz. Sen de görüyorsundur, belki araştırmalarınıza da bir şekilde yansıyordur. Meselâ İYİ Partililer, Gelecek ve DEVA partilerine, hattâ özellikle daha çok DEVA Partisi’ne yönelik bir şeyler söylüyorlar. CHP’den birtakım isimler, son Gürsel Tekin olayında olduğu gibi, İYİ Parti ile ilgili rahatsızlıklarını ifâde ediyorlar. Burada çok garip bir deneyim yaşanıyor. Bir de, “Altılı Masa dağılır mı?” sorusu var. Masa dağıldığı zaman, bunların hiçbirinin bir değeri kalmayacak. CHP o klasik yüzde 25 oyu ile ne yapabilir? Yine ana muhâlefet partisi olarak kalır — diğerleri de öyle. Bir taraftan birbirlerine mecburlar, bir taraftan da aralarında örtülü ya da açık çekişmeler var. 

Hatem Ete: Aslında gayet güzel özetledin. Durum tam da bu. Söylediğin gibi, CHP aldığı oy oranıyla diğer 5 partinin toplamı kadar oya sâhip. Bu da zaman zaman CHP’ye yakın kesimlerde rahatsızlığa yol açıyor. Bence bu, rahatsızlık üretecek bir şey değil. Altılı Masa’da bulunan herkes, o masadan bir şekilde bir şey alıyor aslında. O masa olmadığı zaman hiç kimse hedefine ulaşmıyor. Senin de dediğin gibi, CHP’nin oy oranı yüzde 25; ama cumhurbaşkanı olmak için yüzde 50 lâzım. Dolayısıyla yarı yarıya bir eksiği var. O eksiği gidermek için diğer yarısını toplamaya ihtiyâcı var. O da, 5 partinin birlikteliğiyle mümkün olacak. 

Öte taraftan, dikkat edersen, cumhurbaşkanlığı muhtemel adayları olarak ismi sayılan 3 kişi de CHP’li. Bunu, o masada bulunan 5 parti de kamuoyuna yansıyacak şekilde kendisine dert etmedi. Hattâ o masadaki en yüksek ikinci parti İYİ Parti’ydi ve Meral Akşener kendi tercihiyle feragat etti bu yarıştan. Yani aslında orada nezâketle yürüyen bir süreç var. Bir kere, herkes kendisinin oraya ne kattığının farkında. Ben kattıklarının üstüne bir şey talep ettiklerini düşünmüyorum. İkincisi, herkes orada birbirine muhtaç olduğunun da bilincinde. Dolayısıyla bu iş kotarılırsa, evet, bu işin öncülüğünü CHP yapıyor ama, bu işin kazancını da en fazla CHP alacak zâten. Cumhurbaşkanı olarak, iktidârı modere eden, iktidarı dağıtan aktör olarak, yine en fazla CHP oradan kâr etmiş olacak. 

Biz, neredeyse son bir yıldır İYİ Parti’yi yüzde 15’ler çeperinde görüyoruz. Zaman zaman 1-2 puan aşağı düşüyor, zaman zaman yukarı çıkıyor. Bu çok da doğal bir şey. Türkiye’de, genel oturmuş siyâsî gelenekler ve tabanlar var. Seçmen hareketliliği birden oluşmuyor. Bir parti birdenbire yüzde 3 oy veya 5 oy elde edip orada kalıcı hâle gelmiyor. Ama İYİ Parti’nin büyüme potansiyeli devam ediyor. Çünkü bir yönüyle CHP kitlesine hitap ediyor. Bir yönüyle AKP kitlesine, bir yönüyle de MHP kitlesine hitap ediyor. Türkiye’nin ana siyâsî akslarını düşündüğünüz zaman, HDP dışındaki diğer aksların tamamından İYİ Parti’ye gidecek kanallar var. İYİ Parti bu kanalları açık tuttuğu müddetçe, her taraftan oy alabilir bir parti hâline gelebiliyor. Bunu “Size en yakın ikinci parti hangisi?” veya “Oy verdiğiniz mevcut parti dışında ikinci bir partiye oy verecek olsanız, kimi tercih edersiniz?” diye sorduğumuzda, birinci olarak öne çıkan parti İYİ Parti oluyor. Bu bir potansiyeli gösteriyor. Bu potansiyelin gerçeğe dönüştürülüp dönüştürülemeyeceği, liderin, kadronun, partinin o dönemde neyi ön plana çıkardığıyla belirlenecek bir şey.

İkincisi, CHP’de, kendi seçmenini tutacak yüksek bir enerji var, öyle görünüyor. Seçmenini İYİ Parti’ye kaptırmayacak gibi gözüküyor. Gidenler gitti, ama bundan sonrakileri tutuyor. Eğer AKP ve MHP de, son 5 ayda olduğu gibi kendi seçmenini tutmaya yönelik bir çaba sürdürmeye devam ederse, İYİ Parti’nin büyüme oranı azalabilir. Ama İYİ Parti kendi kaderini o partilere bırakmazsa, kendi seçmenini arayıp zorla çekse, buna imkânı olduğunu düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Hatem, epeyce bir konu konuştuk. Atladığımız bir şey, ya da “Muhakkak bahsedelim” dediğin bir konu var mı?

Hatem Ete: Hayır. Ben seçim takvimini göz önünde bulundurmak gerektiğini düşünüyorum. Bir erken seçim olmayacağı görünüyor. Ben uzunca bir süredir, ne iktidârın ne muhâlefetin durumunun erken seçimi zorunlu kılmadığını söylüyorum. Dolayısıyla seçim Haziran ayında yapılacak. Ya da sınavlar dolayısıyla filan belki Mayıs’a çekilebilir. Çünkü iktidar çevrelerinde 14 Mayıs tarihi, 14 Mayıs sembolizminin kullanılabileceği konuşuldu. Bu göz önünde bulundurulacaksa, Türkiye, Şubat ayından îtibâren kampanyaya başlayacak demektir. Bu da, siyâsî partilerin duruşlarını, konumlanmalarını, stratejilerini belirlemek için son dört aya girdiğimizi gösteriyor. Partilerin, bu önümüzdeki dört beş aylık süre içerisinde, biraz önce târif ettiğim, “Kendisini değiştirmeden iktidârı değiştirme hedefine ulaşma” meselesini ciddiyetle önlerine koymaları lâzım. Bâzı çözümlenmemiş meselelerde net bâzı kararlarla seçmene açık mesaj vermeleri lâzım. Çünkü seçmenin bugün verdiği mesaj, hiç kimsenin iktidârı artık rahatlıkla kullanabileceği bir çoğunluk sağlayamayacağını gösteriyor. Bu kohabitasyon riski, adayın kim olduğundan bağımsız olarak, ülke yönetimini zorlaştıracak gibi görünüyor. Dolayısıyla önümüzdeki bu dört beş aylık süreç, seçim sonucunu garanti etmeye yönelik son zamanlar. 

Ruşen Çakır: Hatem, çok teşekkürler. PANORAMATR’nin Ağustos ayı araştırması üzerine konuştuk. Birkaç aydır bunu yapıyoruz, önümüzdeki aylarda da yapmaya devam edeceğiz. Eylül ayının araştırma sonuçlarını Ekim başında konuşacağız. Şimdiden onun sözünü vermiş olalım. Hatem Ete’ye çok teşekkürler. 

Hatem Ete: Ben teşekkür ederim. 

Ruşen Çakır: İzleyicilerimize de teşekkür ederiz. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.