Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (133): Erdoğan’ın Şanghay merakı, Saraçhane’de nefret mitingi, CHP’nin Elazığ çıkarması, yine faiz indirimi kararı

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üye olmayı hedeflediklerini söyledi.

Radyo ve Televizyon Üst Kurulu’nun (RTÜK) katılım çağrısı yaptığı, Yesevi Alperenler Ocağı Eğitim Kültür ve Yardımlaşma Derneği’nin LGBTİ+’ları hedef alan “Büyük Aile Buluşması” 18 Eylül’de İstanbul-Saraçhane’de yapıldı. LGBTİ+’lara yönelik ayrımclılığı ve nefret söylemlerini körükleyen miting büyük tepki çekti.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, salı günü (20 Eylül) partisinin grup toplantısını Elazığ’da yaptı. Kılıçdaroğlu gitmeden önce kente CHP aleyhine afişler asıldı. Kılıçdaroğlu, afişlerin önünde fotoğraf çektirerek tepki gösterdi.

Merkez Bankası politika faizini yüzde 12’ye düşürdü.

Ruşen Çakır ve Kemal Can, Haftaya Bakış’ta yorumluyor.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can’la yine haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Yalnız bir not düşeyim: Bir seyahatim nedeniyle bu yayını perşembe akşamı kaydediyoruz, ama cuma günü her zamanki saatinde izliyor olacaksınız. O arada yaşanan birtakım olaylar olursa, artık onları bir sonraki haftaya saklarız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Bugün yine Merkez Bankası fâiz indirdi. Önceki gün Amerikan Merkez Bankası yine fâiz bindirmişti. Avrupa’nın fâiz artırdığı yerde, Türkiye indirmeye devam ediyor. Ben Boğaziçi Ekonomi bölümünün birinci sınıfta atılmış birisi olarak bu işlerden pek anlamasam da, yine de sıradan bir insan olarak, enflasyonun bu kadar olduğu bir yerde fâizin artması beklenirken ısrarlı bir şekilde indirilmesinin rasyonel olmadığını söyleyebilirim. Bunun büyük ölçüde bir tercih meselesi olduğu kanısındayım. 

En önemli tercih de sanki şu: Erdoğan, “Ben ekonomistim. Ben böyle istiyorum, doğru olan budur” diyor. Bir yerden sonra hiç kimseyi takmama meselesi var. Bir diğeri de, sanki ekonomik anlamda krizden çıkmanın yolunu böyle bir büyümede, büyümenin yolunu da fâiz indiriminde bulmuş gibi bir havası var. Ne dersin? 

Kemal Can: Evet, dediğin doğru. Pek çok uzman, hem dünyadaki genel trend îtibâriyle hem Türkiye’deki krizin niteliği îtibâriyle, bunun rasyonel olmadığını söylüyor. Bu, neredeyse bir seneyi aşkın bir süredir tartışılan, her yeni durumda da gündeme gelen bir mesele. Erdoğan’ın fâiz indirimini niye yaptığı meselesinde, bunu ilk yaptığı andan îtibâren, “Şaşırdı, ne yaptığını bilmiyor, inatla davranıyor, tamâmen akıl tutulması” gibi yorumların kestirme yorumlar olduğunu, bunun kendi içinde ekonominin rasyonellerine uymayan başka siyâsî rasyonellerle ilişkisi olabileceğini düşündüm ve hâlâ da öyle düşünüyorum. 

Senin de biraz önce söylediğin gibi, birkaç tâne tarafı var. Bunun yanlışlığına ilişkin bu kadar çok lâf söylenmişken bunu yapıyor olması, bir tarafıyla bir inat göstergesi. Tabii ki inadın da siyâsette bir karşılığı var. Erdoğan’ın çok kullandığı şeylerden biri. Ama senin de söylediğin gibi, burada ekonomik mesele açısından bir tercih var. O tercih de şu: Erdoğan, bu ucuz krediye dayalı, ucuz paraya dayalı bir sistem işleyişini değiştirmeye yanaşmıyor. Gelir adâletsizliğine, ciddî bir enflasyona rağmen, büyüme hedeflerini daha önemli görüyor. Zâten dikkat edersen, her konuşmasında da, “Biz bütün dünyadan ayrıştık. Onlar böyle yaptığı için daralmaya girdiler. Biz büyümeye devam eden ülkeyiz” iddiasını ortaya koyuyor. 

İkincisi, istihdam ve büyüme perspektifi üzerinden krizin siyâsî etkilerini daha aza indirebileceğini düşünüyor. Hatırlarsan, Nebati, yabancı bir ülkenin bakanıyla sohbet ederken, o bakanın, “Sizde enflasyon çok yüksek” dediğini, kendisinin de cevap olarak, “Siz % 10’luk enflasyonla sokağa çıkamıyorsunuz, ben % 80’le sokağa çıkabiliyorum” diye anlattığında, pek çok kişi bunu bir gaf olarak yorumladı. Erdoğan’ın buna kızdığını, hattâ Nebati’yi bu yüzden görevden alabileceğini söylediler. Ama Amerika gezisinde gördük ki, televizyonda Erdoğan aynı şekilde bunu söyledi. Dolayısıyla o rasyonellik üzerinden yapılan yorumların da bâzı sorunları var. Çünkü aslında Nebati, Erdoğan’ın tezini doğrulayan bir şeyi söylüyordu; öyle kendi kendine bir gaf yapmıyordu. Bu, Erdoğan’ın ekonomide uyguladığı siyâsî stratejisinin sonucu. 

Tam da bunu yapabildiği için, yani % 80 enflasyonla bile çok büyük bir siyâsî baskı hissetmediğini gayet rahatlıkla söylüyor ve bunu inanarak söylüyor. Sâhiden de öyle yönetebildiğini düşünüyor. Bir yıldır yaşanan süreçte, hatırlarsan, Merkez Bankası Başkanı ve ekonomi yönetimi değiştirildikten sonra fâiz indirimine girildiğinde, pek çok yorumcu bunun hem ekonomik hem de siyâsî sonuçlarıyla ilgili çok yüksek şeyler söylemişlerdi. “Artık darmadağın olur. Asla toparlanamaz ve siyâseten de bu final hamlesi” dendi. Ama geçen sürede Erdoğan toparlayamasa bile, Amerika’da bile, “% 80’le bize bir şey olmuyor” diyebilmesini sağlayan bir alan da tutuyor.

Başka bir tarafı daha var. Senin söylediğin gibi, herkes başka bir şey yaparken bunu yapmak ve bu kadar çok kişi bunun yanlış olduğunu söylerken bu konuda ısrar etmek, hiç kimseyi takmayan bir inat görüntüsü oluşturuyor. Ama bir yandan da bunun siyâsî bir getirisi var. “Ben herkesten farklıyım” iddiasını tamamlayan bir tablo. Aslında iktisâdî tercihleri, gelir dağılımı ve yoksullaşma açısından kimden yana olduğunu, genel sistemle ne kadar uyumlu olduğunu biliyor olmamıza rağmen, bu saçmalık hâli, o sanki farklı bir şey yapıyormuş ve dünyanın yarattığı baskıya direnen biriymiş fotoğrafı veriyor. Dış politikada da benzerleri var. Şanghay meselesi bunlardan biri. Yani bu tür şeylerde böyle tersine giderek, tersine gitmesine karşı çok fazla reaksiyon çekerek, aslında bir persona besliyor.

Ruşen Çakır: Bu Şanghay meselesiyle ilgili, Abdulkadir Selvi’nin Twitter hesâbında, “Her Türk vatandaşı bu fotoğrafla gurur duyar’’ diyerek paylaştığı bir fotoğraf vardı. Şanghay’cıların toplandığı bir yerde Erdoğan konuşuyor. Ben, Aralık 2004’te Avrupa Birliği Parlamentosu’nda yapılan Türkiye oylamasına dâir elde dövizlerle “evet” denilen fotoğrafla, Şanghay fotoğrafını yan yana koyup, “Bir zamanlar ve bugün” diye bir paylaşım yaptım. İnsanlar bayağı tepki verdi. Kimisi bana küfretti, kimisi “Hakîkaten çok acı” dedi. 

Erdoğan’ın Şanghay’a tam üye olma iddiası var. Bunun nasıl olabileceğini dün Transatlantik’te Gönül Tol ve Ömer Taşpınar anlattı. Şanghay aslında devekuşu gibi. Ne deve ne kuş. Bir NATO da değil, Avrupa Birliği de değil. Daha çok sembolik bir şey. Ama Şanghay’a üye olan bir NATO üyesi garip bir olay olacak. Her neyse… Daha sonra New York’ta –arada İngiltere’yi pas geçti, biliyorsun, Kraliçe Elizabeth’in cenazesine katılmadı–, Reuters muhâbiri Hatice Pamuk, “Başkan Biden’la ayrı ikili görüşme yapmak ister misiz?” diye soruyor. “Niye? O Biden, ben de Erdoğan’ım” diye bir cevap veriyor.

Kemal Can: Yani,“O Biden’sa ben de Erdoğan’ım” demek istiyor.

Ruşen Çakır: Evet. Erdoğan yola çıkmadan önce Türkevi’nde yaptığı basın toplantısında, “Başkan Biden’la görüşemedik” diyor. Resepsiyonda ayaküstü bir görüşme bile olmamış. “O Biden’sa ben de Erdoğan’ım” diyor ama, sonra “Biden’la görüşebildiniz mi?” diye ona soruluyor. O da “Görüşemedik” diyor. Kimse Biden’a, “Erdoğan’la görüştünüz mü?” diye sormuyor. “Efsâneler ve gerçekler” olayıyla karşı karşıyayız. Şanghay fotoğrafından mutlu olanlar illâki vardır. “Türkiye’nin gerçekleri doğrudur, Batı bizi kandırıyor, sömürüyor” diyenler olabilir. Ama esas olarak Erdoğan’ın ulaşmak istediği kişinin Biden olduğunu ve ulaşamadığını da görüyoruz. 

Bir diğer ayağı da F-16’lar. “Cumhuriyetçi senatörlerle konuştum, çok olumlu geçti” diye açıklama yapıyor, ama hâlâ bir şey yok. Arada “Alternatifleri var” diyor, ama bu konu hâlâ muallakta. Ben “Transatlantik”te Gönül ve Ömer’e, “Erdoğan, Batı’dan uzaklaştığı için mi Doğu’ya ulaşıyor, yoksa Doğu’ya yaklaştığı için mi Batı’dan uzaklaşıyor?” diye sordum. Zor bir soru. Böyle garip bir durum var. 

Şanghay’a üye olduğu zaman Erdoğan ne elde edecek? Orada bir araya gelen Hindistan’ın, İran’ın birbirleriyle serbest ticâret anlaşması bile yokmuş. Bunu bir sembol olarak kullanıyor herhalde; ama orada ne kazanacağından çok emin değilim açıkçası. Şanghay’dayken, aklının New York ve Biden’da olduğu da ortada.

Kemal Can: Biraz önce ekonomiyle ilgili söylediğimin bir benzerinin burada da geçerli olduğunu düşünüyorum. Şanghay’a ne deve ne kuş diyorsun ya? Daha çok sembolik şeylerle dikkat çeken bir organizasyon. Aslında tam olarak ne işe yaradığı da belirsiz. Bu Hindistan için de geçerli, şimdi Türkiye için de geçerli, Batı’yla sorunlu ve pazarlıklı bir ilişki zemini kuran herkesin, “Bak giderim” diye bir seçenek olarak işâret etmeyi sevdiği bir şey. S-400 alarak ne yaptıysa, “Şanghay’a giderim” demekle de aynı şeyi yapmak istiyor.

Ruşen Çakır: Ömer Taşpınar da tam bunu söyledi, biliyor musun?

Kemal Can: Ben dinlemedim.

Ruşen Çakır: “Aldı ve kullanamıyor” dedi bir de.

Kemal Can: Tamam, aldı ve kullanamıyor. Bu, negatif tarafı. Ama o sâyede, kendisini huysuz ama pazarlık edilmesi gereken ve iknâ edilmesi gereken biri olarak dayatmasının aracına dönüştürdü. Hatırlarsan, İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya katılma sürecinde, herkes sıraya girip Türkiye’ye geldi, iknâ edildi. Erdoğan, bütün dış politika meselelerinde uyumlu ve iyi bir partner olmayı değil, sorunlu aktör olarak bir şey kazanmayı önüne koyuyor. Ekonomide de biraz önce konuştuğumuz gibi, biraz tersine giderek, kendi siyâsî pozisyonunu olmadığı kadar farklılaştırabiliyor. Dış politikada da, uyumlu, güven duyulan ve birlikte uyumlu ilerleyebileceğini düşündüğü bir partner olmak yerine, sürekli problem çıkartabilen ve iknâ edilmesi, bir şeyler verilerek yatıştırılması gereken, masadaki bir aktör rolünü oynuyor. Bunda bâzen kısmen kazançlı çıkıyor, bâzen zararlı çıkıyor; ama bu tarzın toplamı, ona bir fark yaratıyor. Ukrayna krizinde tahıl meselesini getiriyor, İstanbul’da konuşturuyor. NATO krizi çıktığında küt diye…

Ruşen Çakır: Esir takasında da rol oynadı.

Kemal Can: Gibi… Pek çok meselede böyle bir role girebiliyor, bunu kullanabiliyor. Temel şeyi hep bu. Güven duyulan, iyi bir partner değil, sürekli problem çıkartabilen, o yüzden de hep düşünülmesi, ona bir şeyler verilerek idâre edilmesi gereken bir partner rolünü oynuyor.

Ruşen Çakır: Şimdilik sonuca baktığımızda, Erdoğan’ı en çok rahatsız eden şeylerden biri, Yunanistan Başbakanı Miçotakis’in Amerika’da acayip ağırlanması, Kongre’de konuşması. Erdoğan, hâlâ Biden tarafından Beyaz Saray’a çağırılmadı. Bu New York ziyâretinden önce değişik senaryolar ortaya atılıyordu. Ama olamadı.

Kemal Can: İşte onu söylemek istiyorum. Böyle şeyler yapmayarak Batı’yla ilişkilerini düzeltmek, kendi durumunu düzeltmek… Tıpkı ekonomi meselesindeki gibi. Ekonomideki problemleri önüne koyup bunları düzeltmeye başlayarak daha iyi bir pozisyon elde etmek ya da Batı’yla sorunlarını, temel meseleleri açık müzâkerelerle tartışarak, uzlaşarak çözmek yerine, problemi derinleştirerek, problemi sertleştirerek çözmeye çalışıyor. Şanghay, aslında Beyaz Saray’a gitmenin anahtarı olarak kullanılmak isteniyor.

Ruşen Çakır: Ama gidemedi.

Kemal Can: Tamam, ama bu bir tarz.

Ruşen Çakır: Meselâ Amerikan yönetiminde şöyle şeyleri de akıl edenler olmuştur diye tahmin ediyorum: “Erdoğan daha yeni Şanghay’daydı, orada acayip fotoğraflar verdi. Biz şimdi onu Beyaz Saray’da ağırlarsak, hep istediğini yapabilen birisi olur. Yapmayalım” diyenler muhakkak çıkmıştır. Neyse… Dünyayı bırakıp Türkiye’ye dönelim. 

Cumhuriyet Halk Partisi grup toplantısını bu hafta Elâzığ’da yaptı. Ben duyduğumda da, “Helâl olsun, ne cesâret!” demiştim. Elâzığ yani bildiğim de bir yer. Daha Kılıçdaroğlu Elâzığ’a gelmeden, Cumhur İttifâkı afişleri hazırlamış. Sonra ortaya çıktı ki işin içinde MHP aktif bir şekilde var, ama belediye AKP’nin olduğu için onların da var. Ama bence Kılıçdaroğlu o billboard önünde çektirdiği fotoğrafla, işi tersine çevirdi. Bilmiyorum ne düşünürsün? 

Elâzığ olayında en çarpıcı husus, Ekrem İmamoğlu’nun çıkıp Kılıçdaroğlu için, “Siz şimdi anamuhâlefet liderisiniz, ama yarın ülkenin başında olacaksınız” demesiydi. Adaylık tartışmasında İmamoğlu’nun ilk defa Kılıçdaroğlu lehine bu kadar açık pozisyon aldığını gördük. Bana şöyle geldi: Evet, İmamoğlu’nun Kılıçdaroğlu’na rağmen aday olması mümkün değil, olacaksa Kılıçdaroğlu istediği için olacak. Böyle yaparak, aslında az da olsa aday olma ihtimâlinin önünü açmış oluyor diye düşünüyorum. Kılıçdaroğlu’nun adaylığını desteklemeyerek, sessiz kalarak adaylık beklentisine girmenin bir hüsranla sonuçlanacağı kesin. Ama burada ne olacak? Kılıçdaroğlu aday olursa İmamoğlu, “Zâten ben başkanımıza desteğimi beyan etmiştim” diyecek. Ama diyelim ki Kılıçdaroğlu bir şekilde anketlere baktı, şu oldu bu oldu, adaylıktan imtinâ etti ve dedi ki: “Ben olmayayım, Ekrem Bey olsun. Daha garanti.” O zaman da İmamoğlu ne diyecek? “Ya, ben başkanımız olsun istedim, ama onun takdiridir. Verilen görev kabul edilir” diye girecek. Ben öyle okudum. Bilmiyorum, başka bir anlam yüklemek gerekir mi? Anlamlı bir şey olduğunu düşünüyorum. İlk defâ duyuyoruz. 

Kemal Can: Ekrem İmamoğlu retorik bir şey gibi söylüyor. “Bu bir olasılık. Bugün muhâlefet olan, yarın ülkenin iktidârı olur’’ gibi, biraz iktidârı eleştiren bir cümlenin peşine eklediği için biraz daha te’vile müsâit bir şey. Ama ben de dediğin gibi yorumluyorum. Çünkü bir süre önce, İmamoğlu’nun ya da yakın çevresinin, ekibinin nasıl bir strateji kurduğunu ve nasıl bir akıl yürüttüğünü bilmiyorum. Ama bâzı yakın çevrelerin Kılıçdaroğlu’nu, İmamoğlu’nu aday göstermeye mecbur etme gibi hem bir yandan kulis hem bir zorlama çabası olduğunu biliyoruz. Bunu nereden biliyoruz? Sâdece kendi gözlemlerimizle değil, Kılıçdaroğlu’nun çıkışlarından biliyoruz. Orada İmamoğlu’nu kastetmiyor, ama kendi adaylığı üzerinden çıkan tartışmalarda, bâzı çevrelerin sistemli bir çaba içerisinde olduğunu ve kendi adaylığını dayatmayla ilgili eleştirilere, tam tersine başka bir şeyi dayatmaya kalkanlar olduğunu îmâ edip, “Ben buna izin vermeyeceğim” diyor. Dolayısıyla, tıpkı bâzı çevrelerin Mansur Yavaş’ı öne iterek, onu koçbaşı yaparak kendilerine bir siyâsî alan açmaya çalışmaları gibi, İmamoğlu da bu çıkışıyla sâdece ismini kullanarak bile olsa böyle bir şey yapmaya kalkanlara bir tür ayar vermiş oluyor. Ve bâzı CHP’lilerin yaptığı gibi. “Benim adayım Kılıçdaroğlu” netliğinde çıkmıyor ama, bunun karşısında kendisini bir güç olarak yarışa sokan bir pozisyondan biraz daha geri çekiliyor. Ben de öyle yorumladım ve açıkçası da böyle algılanması için söylendiğini düşündüm. Sâdece ben öyle yorumladım değil, ben ve herkes böyle yorumlasın istendiği için bu cümlelerin söylendiğini düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Bu aday meselesi bitmeyecek mi Kemal? Konuşmaktan yoruldum.

Kemal Can: Ali Babacan, İstanbul’da gazete, televizyonların yayın yönetmenleriyle bir toplantı düzenlemiş. Sen de katılmışsın, belki detaylarını söylersin. O toplantıda Babacan adaylık konusunda, “Daha erken, seçime var, önce mutâbakat” demiş. Ben başından beri, yazılarımda ve oturumlarımızda da söylediğim gibi, hep geç kalındığını düşünenlerdenim. Yapılan yorumlarda ve sosyal medya paylaşımlarında hep şunu görüyorum: “Seçim târihi açıklandı mı ki aday açıklansın?” Seçim târihini biliyoruz zâten. Bir zamanlar bir erken seçim hikâyesi vardı, hâlâ iddia edenler var mı bilmiyorum. En çok da sen söylüyordun. 

Ruşen Çakır: Tamam, yeter, açma o konuyu.

Kemal Can: Ama erken seçim olmasa bile 8 ay sonra seçim var zâten. Hattâ Mayıs ayında yapılma olasılığından bahsediliyor, bahse konu şey, son 1 ayı dışarıda bıraksan, adaylık açıklaması ve masanın ortak aday hâlinde mutâbakata varması sonrasında kalan kampanya süresi zâten 6 ay. “Açıklansın bakalım, o zaman bakarız” denilecek şeyi hâlâ anlamış değilim.

Ruşen Çakır: Meselâ Kılıçdaroğlu ile Sakarya gezisinde sohbet ettiğimizde, o da, “Önce programda anlaşmamız lâzım” diye bir şey söylemişti.

Kemal Can: Tamam da bunların hızlı olması lâzım.

Ruşen Çakır: Çarşamba günü bu stüdyoda Özgür Özel’le bir yayın yaptım. Maşallah ne kadar dinamik. Konuşmalarını biliyorum da, hani insan yanında oturup dinleyince… Hattâ son soruya o kadar uzun bir cevap verdi ki kesmeye de kıyamadım. Çok ilginç bir yayın oldu. Özgür Özel, “Şunu yapıyoruz, bunu yapıyoruz, şunu çalışıyoruz” dedi. Dün, senin de bahsettiğin Ali Babacan, DEVA Partisi, 10 küsur ayrı ayrı çözüm önerileri hazırlamış, kitapçık hâline getirmiş. 

Kemal Can: Bunları birbirlerine verip okumalarına zaman tanımak için bile zamâna ihtiyaç var. Bir şey hazırladınız, aynı masadasınız, karşınızdaki muhâtaplara sunacaksınız. Onların okuyup bir sonuç çıkartmaları için bile bir zaman lâzım. 

Ruşen Çakır: Şöyle bir husus var: Biraz önce bahsettiğin, Ali Babacan’ın o toplantısı dün akşam oldu. Genel yayın yönetmenleriyle bir yemek düzenlemişti Babacan. Burada bir şey söylemek istiyorum, çünkü beni kötü anlamda etkiledi. Babacan’ın yanında İstanbul İl Başkanı vardı. Onun dışında, partili 4 kişi vardı ve bunların 4’ü de kadındı. Çok iyi bir görüntü. Biz, karşılarında oturan, yemek yiyen, televizyonların, gazetelerin, dijital mecrâların yayın yönetmenlerinin hepsi erkekti.

Kemal Can: Üstelik bunların çoğu da “geleceğin medyası” olacak; daha çok muhâlefetin medyası.

Ruşen Çakır: İktidar yanlısı kimse olduğunu sanmıyorum. Tanımadığım insanlar da vardı, ama tanıdıklarımın büyük bir kısmı muhâlifti. 

Kemal Can: Bu ayıp bir şey. 

Ruşen Çakır: Onu vurguladıktan sonra, bir başka hususu da söyleyeyim: Babacan’ın o toplantıda söyledikleri… Sen de Habertürk’teki arkadaşın yazdıklarından okumuşsun. Herkes şöyle bir şey yapmaya çalışıyor: Tamam, birlikte bir şey yapacaklar. Kimse ayrılmayacak, orası kesin. Ama herkes bir yerleri bugünden tutmak istiyor, yarını garantiye almak istiyor. “Anlaşırız, ederiz de, sonra ne olacak?” Onların protokolleri meselesi var ve pazarlık gibi bir şey var. Buradaki sorun şu: O kadar çok pazarlık edilecek husus var ki Kemal… Olay sâdece başkanın kim olacağı meselesi değil. Başkan yardımcıları kim olacak meselesi değil, hattâ bakanlar kim olacak meselesi değil. Kurumlar nasıl paylaşılacak? Hangi alan kimin denetiminde olacak? Meselâ büyükelçi atamaları… Diyelim ki Dışişleri Bakanı CHP’den olacak, tamam. Ama o CHP’li bakan büyükelçileri tamâmen kendi bildiği gibi atayabilecek mi? 

Kemal Can: Şu anki sisteme göre zâten öyle bir şey yok. O atamıyor.

Ruşen Çakır: Hayır yani, diyelim ki Kılıçdaroğlu CHP’li bakanla berâber bir liste yapıp onu mu atayacak? Tabiî Kılıçdaroğlu seçilirse, aday olursa…  Yoksa Akşener’e, Ali Babacan’a, bir short list, yani seçenekler verip, anket gibi bir şey mi yapacak? Bunların hepsi çok karışık. O kadar çok önemli kurum var ki… Mesela RTÜK kimin olacak? En çok oy alan partinin mi olacak?

Kemal Can: Başka bir şey daha var: Normal işleyen, güzel işlemekte olan bir sistemi devralıp devam ettirmiyorsun. Bir de sistemi yeniden yapılandırman gerekiyor. Çok krizli bir sürü alan var. Sâdece yürütmek değil. Meselâ belediyeyi devraldıkları gibi bir durum değil. Dolayısıyla senin söylediğin gibi şöyle aşamalar var: Bir, kendi aralarındaki meseleyi çözmeleri lâzım; çözdükten sonra onu bir mutâbakata bağlamaları lâzım; o mutâbakatı halka anlatacak biçimde ve halka anlatmak da yetmez, onları iknâ edecek bir biçimde, kadrosundan çerçevesine kadar bir paket hâline getirmeniz lâzım. Sonra da bunun kampanyasını örgütlemeniz lâzım. Bu adını saydığım başlıkların her biri bir zaman içeriyor. Bütün toplam süren de 6 ay. Neyi bekliyorsun?

Ruşen Çakır: Oradaki mesele şu: Sâdece kampanyayı değil, kampanyayla iktidârın kazanılması sonrasının da birtakım ön pazarlıklarının, protokollerinin çıkmasını da istiyor birileri. İsteyenler, genellikle oylarının daha az olacağını tahmin ettiğimiz partiler. “Biz seçime berâber gireriz, sonra bizi ekarte ederler” diye düşünüyor olabilirler; çünkü ortak liste de olsa, milletvekilleri sayıları az olacak.

Kemal Can: Ama işin ilginç tarafı şu: İşi sonraya bırakmak, “Bunları sonra konuşuruz” demek, genellikle eli güçlü olanın tercih edeceği bir şeydir. Pazarlığı netîceye bağlama işini ileriye iten, genellikle iş yolda düzülürken zaten inisiyatif ve güç elinde olacağı için, “Nasılsa benim sözüm geçer” diye düşünendir. İlginç biçimde, bu süreçte tam tersi yaşanıyor. Daha güçsüz aktörler ayak sürüyorlar, yavaş davranmayı ileri sürenler onlar. Böyle bir tuhaflık var. Ayrıca şöyle bir şey var: “Biz gayet iyiyiz” denilerek aşılacak şeyler değil. Bu, ortalama seçmenin, kamuoyunun fark ettiği bir şey. Yine diyorum, daha iktidar olmadan iktidar hastalığına yakalanmış birtakım taraftarlar var. “Ne var yani? Tabii doğru yapıyoruz, en doğru strateji bu” diyorlar, ama aslında bunu derken, kendi yarattıkları ve bunun da karşılığını aldıkları, sorunu gördükleri için buna reaksiyon veriyorlar. Çünkü insanlar bunu fark ediyor. Bu ayak sürümenin bir tür problem olarak algılanmasında şaşırtıcı bir taraf yok.

Ruşen Çakır: Erken ya da geç, bilmiyorum. Ben gazeteci olarak, bir kurumun da yayın yönetmeni olarak, “Şu adayı açıklayın da şöyle bir gazetecilik yapalım” istiyorum. Meselâ insanlara ne soracaksın? “Kimin aday olmasını istiyorsun? Şu olursa ne olur? Bu olursa ne olur?” Artık “A kişisi aday, buna oy verir misiniz? Neden verirsiniz, neden vermezsiniz?” diye sormak istiyorum. 

Kemal Can: Ben oraya bile varmadan, daha önceki bir şeyi, “Bu sürece başladık” lâfını duymak istiyorum. Ben onu geçtim; adayı duymak istemiyorum. Sürekli “Daha onun zamânı değil” lâfını duymak tuhaf geliyor, Yani “Adayı açıklamıyoruz, ama biz başladık, şuna şuna çalışıyoruz” deseler tamam. Hâlâ, “Öyle mi olur, böyle mi olur?…” 

Ruşen Çakır: Hiç konuşmamışlar.

Kemal Can: Ama işte bu, bu… Yani senin gittiğin yere kadar gitmiyorum. Çok daha erken bir yerde, “Biz buna başladık, bunu konuşuyoruz, buna çalışıyoruz” deseler bile bir şey olacak. 

Ruşen Çakır: Şu anda, “Konuşmaya başlamayı düşünmeyi değerlendiriyoruz” aşamasındayız. Neyse… 

Son olarak, Çarşamba günü Adını Koyalım’da bayağı konuştuk, ama Saraçhane’deki “Büyük Âile Buluşması” olayı için de bir iki lâf edelim. Bence çok vahim bir olaydı. “Bu bir nefret buluşmasıydı” denildiğinde çok kızıyorlar. “Ne nefreti?” deyip bir yerden gitmeye çalışıyorlar. Benim gözlemim şu: “Bizim, sessiz çoğunluğun sesini duydular, helâl olsun bunlara” diyene çok rastlamıyorum — vardır illâki. Elimde bir anket sonucu yok, ama şöyle bir hissiyatım var: LGBTİ+ yönelimlere hiç de sempatik, empatiyle bakmayan, hoşlanmayan, hattâ nefret eden insanların bile bu buluşmaya çok teşne olduklarını sanmıyorum. Çünkü orada bir tezgâh vardı.

Kemal Can: Dediğin gibi, Çarşamba günü de konuştuk, orada ben zâten onu işâret etmeye çalıştım. Ben bunların hiçbirinin, doğal, bu toplumun kendisinden kaynaklanan bir potansiyeli siyâsî alana taşımak olarak görmüyorum. Tam tersine, bunların organize ve zorlama işler olduğunu düşünüyorum. Bunların hepsi öyle. Sezen Aksu’nun kapısına gidilmesi de öyle. Zâten hikâyelerin kendisinde o şeyi görüyorsun. 5 sene önce yazılmış şarkı, bir eski kayıttan bir şey bulup, bir insanı linç etmeye kalkma, birinin lâfının peşine bir şey ekleyerek bilmem ne yapma… Aşı karşıtlığından sokak hayvanlarına kadar her alanda… Hattâ Kürt meselesiyle ilgili ve HDP’ye dönük şeytanlaştırma hamlelerinin bile bir kısmının bayağı örgütlü, provokatif, kurulmuş işler olduğunu düşünüyorum. Öyle kendiliğinden gelişmiş, toplumda bir reaksiyon olduğu için birdenbire orada burada önümüze geliyor değil.

Ruşen Çakır: Aklıma hep şu geliyor: Yıllar önce, 1991 seçimlerinden önceydi, çok iyi hatırlıyorum. Çünkü 1991 seçimlerini 52 Günlük İttifak başlığıyla bir yazı dizisi yayınlamıştım, orada kullanmıştım. Erzurum’da şehit cenâzesinde açılan pankartlar, dövizler vardı, hatırlıyor musun? Hepsi tek tornadan çıkmış gibiydi. Hazırlanmıştı. Teröre karşı ilk ciddî mücâdele filan diyerek, sivil tepki gibi gösterilmişti. Tam bir tezgâhtı. O zaman o kadar şeyler oldu, derin devlet uygulaması vs.. Ama bu olay hep bende iz bırakmıştır. Çünkü çok derli topluydu. Cenâzeye gidecektir, öfkelidir, bir şeyler çizmiştir, anlarım. Bu öyle bir şey değildi. Tornadan çıkmış gibi… 

Kemal Can: Türkiye’nin târihinde bu olayları da biliyoruz. Sivas’ından Maraş’ına, 6-7 Eylül olaylarından bilmem neye kadar bunların nasıl yapıldığını biliyoruz. Hazır bir potansiyeli nasıl örgütlü kullanmanın, nasıl gayrinizamî araçlar kullanılarak tanzim edildiğini biliyoruz. Çarşamba günü de konuştuğumuz gibi, bunun iktidarla bir ilgisi var, iktidârın bundan dolaylı olarak pek çok fayda beklediğini biliyoruz. Tabiî burada, zayıf, yani ezilebilecek ve birilerinin sâhip çıkmayacağı ya da çok güçlü olarak sâhip çıkmayacağı, ya gündem değiştirme diyerek ya tehlikeli bularak uzağında duracağı hedefler seçiliyor ve onlar kolay linç ediliyor. Ama bu sistematik olarak, baskı rejimlerinin en temel şeylerinden biri. Genellikle baskı altında olanları yalnızlaştırmak, umutsuzluğa itmek ve onların azınlık olduklarını, onları savunacak kimsenin olmadığı hissini sağlamak. Bir sonraki gün İmamoğlu duruşması… Bir yandan, devlet karşısındaki zayıflığını ortaya çıkarmak istediler. Çünkü yargıyı böyle kullanıyor. Bir başka şey, bir dâvânın duruşması öncesinde toplanmış, bir kısmı da zâten dâvânın sanığı, bir kısmı avukatı olan insanların, fol yok yumurta yokken gözaltına alınması…

Ruşen Çakır: Cumartesi Anneleri Dâvâsı…

Kemal Can: Evet. Cumartesi Anneleri Dâvâsı’nda yaşananlar. Bunlar bence toplam bir paket. Bunların tek tek gerekçeleri var, ama baskı rejimlerinin çok müracaat ettiği, baskı altında olanları yalnız, savunmasız ve çâresiz hissettirme hamlesi. Ama bu böyle sonuç veriyor mu? Bâzılarında veriyor, bâzılarında da hiç vermiyor. 

Ruşen Çakır: Alper Taş’ın o fotoğrafı çok acayipti. Kendisiyle de konuştum. Faruk Eren de gözaltına alınanlar arasındaydı.

Kemal Can: Meselâ Faruk Eren, gözaltına alınma hâdisesinin başladığı ânı ve oradaki genel havayı anlattı. Şunu dedi: Aslında orada bir sorun çıktığıyla, bir arbede çıktığıyla, basın açıklaması yapılmaya kalkıldığıyla ilgili değil. Bunu yapmak üzere gelinmiş ve bir şey olmamasına rağmen bunu yaparak finalize edilmiş. Çünkü basın açıklamasından da vazgeçildiği söylendi. “Tamam, peki o zaman duruşmaya giriyoruz” diyen insanları gözaltına alıyorlar.

Ruşen Çakır: Faruk, Hayrettin Eren’in kardeşi. Cumartesi Anneleri’yle özdeşleşmiş. Yalnız bırakılmak, zayıf insan filan diyorsun ya? Birçok insan sâhip çıkmamıştır, ama biz orada Saraçhane’deki gösteride bulunan o kişilerin nefret ettiği insanlara sâhip çıktık. Faruk’a, Alper’e ve diğerlerine de sâhip çıkarız. “Yalnız değilsiniz” lâfı beni rahatsız ediyor, çok kolay tüketiliyor; ama çok şükür, hâlâ Türkiye’de böyle durumlarda yalnız bırakılacağı varsayılan insanların yanında duranlar oluyor. Onlardan olmak her zaman için iyidir diyelim, noktayı koyalım. 

Kemal Can: Koyalım.

Ruşen Çakır: “Haftaya Bakış”ı burada noktalıyoruz. Tekrar söyleyeyim, bunu perşembe akşamı kaydettik. Cuma günü siz izliyor olacaksınız. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.