Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (73): Kılıçdaroğlu’nun adaylığına Akşener freni

İYİ Parti lideri Meral Akşener, Habertürk’te dün gece (27 Eylül) katılığı programda altılı masanın cumhurbaşkanı adayı ve CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun olası adaylığıyla ilgili dikkat çeken açıklamalarda bulundu. Kılıçdaroğlu’nun henüz aday olarak belirlenmediğini belirten Akşener, “Altılı masanın noter olma görevi yok. Aday konusu belli bir noktaya geldikten sonra çözümlerimizi ortaklaştıracağız. Masaya biz de aday getirebiliriz. Aday CHP’li de olabilir. Kazanmak önemli” dedi.

CHP lideri Kılıçdaroğlu aday olup seçilise nasıl bir cumhurbaşkanı olur?

Adaylık tartışması altılı masayı nasıl etkiliyor?

Muhalefet önünü görebiliyor mu?

Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar, Kemal Can ve Burak Bilgehan Özpek, Adını Koyalım‘da değerlendiriyor.

https://open.spotify.com/episode/2Jx99dTcXcdApfFeUEuBEy?si=lvedQdePSzu1f1kVUfNu2g

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Adını Koyalım”la karşınızdayız. Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can’la yine bir konuyu konuşacağız. Bugünkü konumuz Kılıçdaroğlu’nun adaylığı, muhâlefetin ortak adayı olması meselesi. Mâlûm, biz bu yayına karar verdiğimizde, yayının öncesinde başlığı, “Kılıçdaroğlu muhâlefetin ortak adayı oldu mu?” diye koymuştuk ve isâbet oldu, çünkü dün akşam, Meral Akşener Habertürk’te katıldığı yayında Kılıçdaroğlu’nun adaylığının neredeyse kesinleşmiş gibi olduğu algısını bozdu. Muhâlefet aday belirlemede ne durumda? Bunları konuşacağız. İkinci turda da, eğer aday olur ve seçilirse, Kılıçdaroğlu’nun nasıl bir profil sergileyeceğini konuşacağız. 

Evet, arkadaşlar hoşgeldiniz. Burak, seninle başlayalım. Biz burada sâdece Kılıçdaroğlu konuşmayı düşünürken, birdenbire Meral Akşener’in çıkışıyla berâber, Kılıçdaroğlu’nun adaylığının henüz kesinleşmediğini konuşuyoruz. Akşener dün çok açık mesajlar verdi. “Biz noter değiliz” dedi. Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş’ın adaylığının hâlâ masada olduğunu, CHP’ye bir borcu olmadığını, zâten onu ödemiş olduklarını, şükran duygusunu muhâfaza ettiğini ama bir borcun kalmadığını söyledi. Şu hâliyle baktığımızda, dün akşamki yayın öncesinde, Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu’nun “Yanındayız” açıklamalarından sonra oluşan, “Artık Kılıçdaroğlu’nun adaylığı kesinleşti” duygusu tekrar bozulmuşa benziyor. Nasıl yorumluyorsun?

Burak Bilgehan Özpek: Evet, benim açımdan da çok ilginç oldu. Çünkü biz son bir senedir, aslında işlerin bu noktaya geleceğini tartışıyorduk. Bu meselenin nasıl geliştiğini insanların görmesi açısından, “Adını Koyalım” arşivi iyi oldu. Kişisel olarak bu Altılı Masa’ya yönelik eleştirilerim, genel îtibâriyle Altılı Masa’yı sallama ve dağıtma girişimi içerisindeymişim gibi yaftalandı. Ama dün Akşener’in konuşmasından sonra, Altılı Masa’nın bizzat kendisi Kılıçdaroğlu’nun adaylığına karşı bir tehdit oluşturunca, beni Altılı Masa’yı eleştirmekle itham edenler, başladılar Altılı Masa’yı eleştirmeye. Çünkü onların zihninde Altılı Masa, aslında ortak akıldan ziyâde, Kılıçdaroğlu’nun adaylığını destekleyen bir süreci işâret ediyordu ve programı izleyenler bilir, ben bunu bir senedir iddia ediyorum. Gerçekten Altılı Masa böyle bir projenin sonucuydu. Çünkü siyâsî rasyonalitesi oldukça eksik. Yani siyâset biliminin temel önermeleriyle çelişen bir tarafı var. Altı tâne partinin, oy oranlarına bakılmaksızın bir araya gelmesi ve seçimler yaklaşmasına rağmen bir türlü somut bir proje üzerine konuşmaması, eminim ki sadece bana garip gelmiyordu. Yani Altılı Masa, son derece soyut, son derece olması gerekenler üzerinden hareket eden; seçim sürecini, adayı, yol haritasını, seçim kazanma işini tâli bir mesele olarak gören, dolayısıyla sürekli olarak o soyut çerçeve üzerinde bir arada görüntü veren bir masaydı. Muhâlefet içerisinde yıllarını geçiren insanlar, bu muhâlif ruhu biliyorlar. Yani muhâliflik, aslında belirli bir mekanizmayla alâkalı bir şey değil. Muhâlifler bir şekilde seçimden önce ya da herhangi bir kriz durumunda bir araya gelirler, ortak bir tepki gösterirler. 

Altılı Masa, bir anlamda bu muhâlefet rûhunun mekanizması olması gerekirken olamadı. Çünkü ortaya seçimi kazanmaya dâir bir proje, bir güç paylaşımı süreci koyamadı. Siyâsîleşemedi, bir karakter sorunu yaşadı. Hep söylediğimiz gibi, eğer bu bir anayasa değişikliği ya da yeni sisteme geçiş birlikteliğiyse, burada HDP’nin, TİP’in, hattâ diğer partilerin de olması lâzımdı — ki bu olmadı. Demek ki bu bir siyâsî ittifak diye değerlendirdik. Fakat siyâsî ittifak olarak da aslında bâzı sorunları vardı. Çünkü Gelecek ve DEVA partileri Millet İttifâkı’nın bir parçası değillerdi. Dolayısıyla bu karakter sorunu, uzunca bir süre devam etti ve sanki hiç bu tip sorular yokmuşçasına ilerlendi. 

Ben hakîkaten anlamakta güçlük çekiyorum. Ekim ayına giriyoruz. İlk toplantısını geçtiğimiz Ocak veya Şubat ayında yapmıştı. Yani 8-9 ay vakit geçmiş ve 9 ay boyunca bu garabetten çok az insan bahsetti. Hattâ Altılı Masa bu tartışmaları o kadar gölgeledi ve siyâseten motivasyonlarımızı o kadar törpüledi ki; farkındaysanız Türkiye’de seçim yasası değişti, Parlamento’daki dengeler değişecek, Adalet ve Kalkınma Partisi çok cüretkâr bir iş yaptı, fakat bu bile konuşulmadı. Siyâseten muhâlefeti körelten, muhâliflerin heyecânını emen ve siyâsetsizlik üzerinde hareket ettiği için de zaman zaman dışarıdan tâciz edilen, zaman zaman dışarıdan halkı temsil etmediği şeklinde eleştiriler yöneltilen bir mekanizma hâline geldi. Yani biz aşırı sağdan, marjinal partilerden bahsediyorsak, aslında bunun müsebbiplerinden bir tânesi de Altılı Masa. Aslında benim argümanım da buydu. Şimdi görüyoruz ki, Altılı Masa, Kemal Bey’in aday olma stratejisinin bir parçasıydı. Yani Kemal Bey, Altılı Masa üzerinden diğer siyâsî partileri seçime odaklanmaktan alıkoyarken, öte taraftan parti içinde ve parti dışında belirli arayışlarla ve yeni söylemlerle, kendi adaylığını sanki organik, toplum içerisinde kendiliğinden gelişen bir süreçmiş gibi ortaya koymak istedi ve bir noktadan sonra, bütün alternatifler masada olmayınca, masadaki tek isim olarak Altılı Masa’nın kendisini başkan adayı olarak sunacağını düşündü. 

Dün akşamki beyânat, maalesef bunun böyle olmadığını gösterdi. Çünkü hem gerek CHP’nin kendi içinde, hem de CHP’nin Altılı Masa dışındaki siyâsî arayışlarıyla güçlendirdiği Kılıçdaroğlu adaylığı, Akşener tarafından bizzat Altılı Masa öne sürülerek; yani masadan kalkmadan, masaya küsmeden ya da herhangi bir adayı istememe mızmızlığı içerisine girmeden, doğrudan Altılı Masa adres gösterilerek önlenmeye çalışıldı. İlginç bir şekilde dün akşama kadar, Altılı Masa’ya toz kondurmayan insanlar, başladılar Altılı Masa’yı eleştirmeye. Çünkü onların zihninde Altılı Masa, 15 gün önce Bülent Kuşoğlu’nun da söylediği gibi, Kemal Kılıçdaroğlu’nu aday göstermeye mahkûm bir masaydı. Bunu yapmadığı sürece anlamı olmayacak bir masaydı. Dolayısıyla ittifâkın içinde çok ciddî problemler olduğunu ve böyle normatif, soyut, ütopik bir düzlem olmadığını görüyoruz. İnsanların siyâset yapma hızlarından arınmadıklarını görüyoruz. Bu da ifşâ oluyor, bence iyi bir şey. Ben şunu hiç anlamıyorum: Kemal Bey bir siyâsetçi ve siyâset yapacak; ben bir siyâsetbilimci olarak ve güncel siyâsî konuları yorumlayan birisi olarak son 1 senedir yürütülen başkanlık sürecine şapka çıkartıyorum. Çok profesyonelce, çok akıllıca tasarlanmış, çok zekice organize edilmiş bir süreç. Fakat yine bir siyâsetbilimci olarak, bunun böyle büyük bir demokrasi projesi, bize nurlu ufukları getirecek bir öneri olduğu kanaatinde de değilim; Kemal Bey’in siyâsî hamleleri olarak değerlendiriyorum. Bunda da utanılacak, kızacak, şaşıracak bir şey yok. Dolayısıyla bu süreçte, yani geldiğimiz noktada artık bütün bu meselelerin, bütün bu havada uçuşan ahlâkî lâfların, bütün bu havada uçuşan normların, değerlerin aslında adayların siyâsî kariyer hesapları için birer payanda, maske, enstrüman olduğunu görmüş olduk. Bugünden sonra bu ortaya çıkacak.

Niye bunu söylüyorum? Çünkü “Eğer Kemal Bey aday olmazsa Altılı Masa’nın bir anlamı yok. Eğer Kemal Bey aday olmazsa şu adaya oy vermem. Eğer Kemal Bey aday olmazsa CHP kendi adayını çıkarsın” demek, biraz bunu gösteriyor. Aynı psikoloji içerisinde İYİ Partililer de var. Meselâ onlar da geçtiğimiz Cuma günü bu psikoloji içerisindelerdi. “Çoklu aday üzerinden gidelim. Benim istemediğim aday Altılı Masa tarafından gösterilirse, biz çoklu adaya gideriz” gibi bir psikoloji vardı. Bütün muhâliflerin ortak meselesi, belirli bir adaydan ziyâde, herkesin gönlünde yatan arslandan ziyâde, seçimi kazanma meselesi. Bunu net bir şekilde ortaya koymamız lâzım. Üzerinde uzlaşacağımız bir norm varsa, değer varsa, ilke varsa, seçimi kazanma tutkusu olmalı. Onun dışında adayların kendilerini farklılaştırmak için büründükleri ahlâkî karakterler bizi aldatmamalı. Çünkü ortada kişilerin, kişilerin etrafındaki grupların, onların ilişkili oldukları network’lerin, yeni sistemde cumhurbaşkanlığı gücünü ele geçirme gibi bir arzuları var. Bunu kabul ederek işe başlayalım. Yani ahlâkın diliyle reelpolitiğin dilini birbiriyle çarpıştırmaktan vazgeçelim. 

Kemal Bey de bir siyâsetçi. Onun etrâfında, ikbâlini Kemal Bey’e bağlayan insanlar var. Bu insanların network’leri var. Bu insanlar başarılı oldukları takdirde sisteme daha fazla angaje olabileceğini düşünen gazeteciler, anketçiler, bürokratlar olabilir. Bu çok normal bir şey. Siyâset Ankara’da böyle yapılır. Aynı şekilde diğer adaylar için de bu mümkün. Dolayısıyla ahlâkın diliyle reelpolitiği birbiriyle çatıştırmadan, bu adayların siyâsî kariyer hesaplarını makbul ve meşrû kabul ederek, fakat buradan da seçimleri kazanmaya dâir bir sonuç üretme becerisini göstererek çıkmalıyız. Çünkü seçimler kaybedildikten sonra hiç kimsenin önerisinin bir anlamı kalmayacak. O yüzden bu Altılı Masa tiyatrosunun dün akşam sona erdiğini düşünüyorum. Altılı Masa bundan sonra ya siyâsî bir ittifak projesine bürünecek, somut konuları konuşacak ve birbirleriyle pazarlık yapacaklar, birbirlerine küsecekler, birbirlerini hırpalayacaklar, fakat günün sonunda ortaya bir aday, bir de sandık koymayı becerecekler veyahut dağılacak. Bunu beceremiyorlarsa dağılacak ve seçimi kaybedeceğiz. Türkiye’nin, adaylar arasında değil, bu iki strateji arasında bir seçim yapacağını düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Burak “Altılı Masa dağılacak ve seçimi kaybedecekler” dedi, ama şu hâliyle bakıldığı zaman, masa dağılmasa dahi, seçimi kazanacağının garantisi yok gibi. Ne dersin Kemal?

Kemal Can: Ben bu soruya cevap vermeden önce şunu söylemek istiyorum: Muhâlefetin kanallarında da televizyon yorumcuları, “Bugünden sonra artık şu kesinlikle bitmiştir, bugünden sonra artık şu kesinlikle böyle olacak” lâflarını söylemeyi çok seviyorlar; bunun alıcısı da var. Bir hafta önce, “Kılıçdaroğlu artık kesin aday, diğer adayların önü tamâmen kapanmıştır. Altılı Masa herhangi bir liderin bir açıklamasından sonra kesinlikle dağılmaz” deniyordu. Şimdi de tersi… Bu keskinlikte şeyleri söylemek, biraz önce Burak’ın anlattığı, bizim 1 yıldır tartıştığımız, benim ısrarla söylediğim, “Siyâset yapmıyoruz, siyâseti sonraya bırakıyoruz. Biz birtakım ilkeler çerçevesinde birlikteliğimizi sürdürüyoruz, bunun ilerisini şu anda konuşmanın bir anlamı yok” palavrasının sonuçları. Çünkü ortaya konulan tavırla, bunu besleyen dinamikler arasında başlangıçtan îtibâren bir açı var. Dolayısıyla şu anda önümüze gelen her şey, Kılıçdaroğlu’nun çıkışı ya da Meral Akşener’in sözleri, birdenbire zuhur etmiş, önümüze gelmiş sürpriz gelişmeler değil. Dolayısıyla bundan çıkarak, bütün süreci yeniden târif eden sonuçlar üretmek ve bu keskinlikle lâflar söylemenin çok anlamlı olmadığını düşünüyorum. Çünkü aslında önümüze bir sürpriz gelmiyor. Zâten var olan şeyler bâzen patlayarak, bâzen de var olan gerilimin açığa çıkarılmasıyla yeni bir hamleye dönüştürülmesinin sonuçlarını izliyoruz. 

Kılıçdaroğlu’nun “Arkamda mısınız, yanımda mısınız?” çıkışı da, aslında bildiğimiz bir gerilimin, çeşitli biçimlerde kapalı olarak cereyan eden bir şeyin açığa çıkması ve açığa çıkartılarak netleşmenin zorlanmasıyla ilgiliydi. Bu netleşme zorlanması, “Kılıçdaroğlu partisinin içine konuştu” şeklinde oldu; ama Meral Akşener’in çıkışı, partisinin dışından geldi. Çünkü Kılıçdaroğlu’nun çıkışının hemen sonrasında, “Artık Kılıçdaroğlu’nun adaylığı kesin, bunun karşısında kimse duramaz. Artık bu bir keskin dayatmaya dönüştü” iddialarının en çok rahatsızlık yarattığı yerin İYİ Parti civârı olduğunu biliyorduk. Dolayısıyla ben, Meral Akşener’in dün akşamki sözlerinin içerisinde, tıpkı Kılıçdaroğlu’nun çıkışı gibi, kendi tarafına dönük temaların daha belirleyici olduğunu düşünüyorum. Çünkü Kılıçdaroğlu’nun çıkışından sonra, İYİ Parti’de zâten var olan birtakım rahatsızlıklar ayyûka çıkmıştı. “Artık Kılıçdaroğlu bütün adayları kenara itti, kendi durumunu çok netleştirdi” deniliyordu ki, “Bu durumda, muhâlefetin iki büyük partisi olarak adayı biz belirlemeliyiz” tezini savunanlar vardı. Hattâ Burak Altılı Masa’nın diğer tarafındaki şeyleri söyledi, ama Altılı Masa’nın diğer aktörleriyle ilgili, “Bunlar olmasın. Bunlar niye lâzım?” tavrı yaygındı. Şimdi de onlar, Akşener’in sözlerinden sonra Altılı Masa’cı hâle dönüştüler. Yani iki tarafta da böyle bir durum var. 

Bence Akşener, kendi tarafında oluşan büyük rahatsızlığa cevâben, biraz da onları yatıştırmak için bir şeyler söyleme ihtiyâcı duydu. Dün akşam îtibâriyle, o konuşmanın ardından sosyal medya hareketliliğine baktığımda, bundan da sonuç aldığını görüyorum. Çünkü onlar epeyce memnun olmuş görünüyorlar. Yani Kılıçdaroğlu’nun çıkışından rahatsız olanları sâkinleştirmek ya da “Tamam işte, cevâbı geldi” havasına sokmak için, Burak’ın söylediği gibi, siyâset yapmaya ihtiyaç duyan Akşener bu çıkışı yaptı. 

Uzunca bir süredir konuşuyoruz. Bir strateji olarak kazanma stratejisini öne koymanın hiçbir kötü tarafı yok. Ama bu üretilen kazanma stratejisinin, kolaylıkla, herkesin bildiği ve böyle patlaklarla açığa çıkabilecek şeyleri inkâr ederek yapılmasının avantaj getirdiği kanaatinde hiçbir zaman olmadım. Tam bir açıklıktan bahsetmiyorum. Herkesin kendi ajandasını pazarlık masasına koyduğu ve bunları yarıştırdığı bir tablodan bir ortaklık, bir muhalefet ittifâkı elbette çıkmaz. Ama bunlar hiç yokmuş gibi, birtakım insanlar sâdece memleketin hayrı için sonuca odaklanmış, birtakım insanlar da küçük siyâsî hesapların adamları… Yani Burak’ın söylediği ahlâkîliğin, gerçekçiliğin tam tersi. Birileri gerçekçi, birileri ideolojik gibi… Bu tür ayrımların yapay ayrımlar olduğunu düşünüyorum. 

Hep Kılıçdaroğlu’nun dayatmasından bahsediliyor, ama öyle bir noktaya geldi ki, şimdi bunun patlaklarını izliyoruz. Herkes kendi dayatmasını zorluyor. Şu anda “Benim dayatmam dayatma değil, onunki dayatma” iddiası üzerinden, “Benimki sonuca dönük, onunki ahlâkî. Onunki ahlâk dışı, benimki demokratik” gibi, aslında herkes dayatmalarını yarıştırıyor. Bu zemini yaratan şey, aslında bu kapalılık hâli. Altılı Masa’nın siyâsî misyonunu târif etmesiyle o misyonun gereğini yerine getirmesi arasındaki açı… Neredeyse iki senedir bu süreci yaşıyoruz. 

Bu süreç, iki sonuç verdi: Birincisi, bu masadan siyâsî bir proje çıkmadı, bir heyecan yaratılmadı. Senin sorduğun soruya cevap olarak, “Bunlar geliyorlar, kesin kazanıyorlar” hissi oluşturulmadı. İkincisi de örtülen, sürekli yokmuş farz edilen gerilimler, kendi içinde sürekli kapalı yöntemlerle devam etti, bunun zaman zaman sıkıntı yaratabilecek patlaklar hâlinde açığa çıkması bir yana, çatlaklar ve sorunlar olarak karşımıza çıkıyor; ama bir yandan da, o çatışmaların derinleşmesine yol açtı. Çünkü kapalı alanda o tür gerilimler daha fazla demleniyor, mayalanıyor ve bir süre sonra fermante olup birtakım çürümelere yol açıyor. O yüzden bütün liderler sâdece birbirleriyle ilişkisindeki gerilimi değil, kendi partilerindeki gerilimi de açığa çıkartmak zorunda kaldılar. Bunu Akşener de yaşadı, Kılıçdaroğlu da yaşadı. Diğer partilerde henüz bunların işâretlerini görmüyoruz, ama meselâ çok daha eski olan Saadet Partisi’nin içinde bile yaşadık. Çünkü bu kaçınılmaz bir şey. Birbirinizle ilişkinizin sistemini kuramazsanız, o ilişkilerin yarattığı sorunların içinizdeki karşılıkları da problem odağı olarak büyümeye başlar. Bu çok belirgin. 

Bunu defâlarca söylediğim için tekrar etmek ihtiyâcı duyuyorum: Dokuz ay sonra seçim var. Bu sürecin artık iyice yakınlaşmış olması, bu netleşme adımlarının daha önce atılmamış olması ve herkesin kendi siyâsî ajandasını dayatması ya da masanın pazarlık unsuru olarak masaya koyması değil ama bunun mâkul bir ortak siyâsî program etrâfında nötralize edilmesinin bu kadar geçe bırakılması, şimdi muhâlefete mecbûren şöyle bir tek seçenek bırakıyor: Kazâsız belâsız kendini seçime atmak. Şimdiye kadar hep eksikliğini söylediğimiz projeyi inşâ etmek için artık çok fazla zaman yok. Ancak çok genel çerçevesiyle bir güven zemini oluşturabilirler. Bundan sonrası, kazâsız yürümek gibi bir seçeneğe sıkışacak. Bunun, “Tamam, geliyorlar, kazanıyorlar, çok kuvvetli bir dalga hâlinde bu iktidârı süpürecekler” hissini yaratması için çok olağanüstü, normalde olması gerekenden daha fazla çabaya ihtiyaç duyulacak. Kendilerini sıkıştırdıkları yer bu. Takvim kısa, iş çok.

Ruşen Çakır: Bakalım Pazar günü ikinci turun ilk görüşmesinde neler olacak? Ayşe, seninle devam edelim. Altılı Masa uzun zamandır toplanıyor, ama belli ki aralarında konuştukları şeyler sâhici konular değil. Kamuoyunu en çok ilgilendiren meseleleri genellikle medya üzerinden duyuruyorlar. Meselâ Kılıçdaroğlu, Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş’ı yanına alıp, “Arkadaşlar, siz aday olacak mısınız, olmayacak mısınız?” diye görüşmüyor, ama şifreli mesaj veriyor. Ya da Meral Akşener veya bir başkası, “Efendim biz noter değiliz” lâfını o buluşmalarda söylemiyor, ama medya üzerinden konuşuyor. Böyle garip bir durum var. O zaman da, “Bunlar bu süre boyunca ne konuştular?” sorusu akla geliyor. Ne dersin?

Ayşe Çavdar: Erdoğan söyledi zâten: “Herhalde bir sonraki toplantının zamânını konuşuyorlar” diye bir espri yapmıştı. Lâf biraz oraya geldi. Ben, Altılı Masa’nın geleceği konusunda bu kadar umutsuz ve karamsar değilim. Şimdi kurulmaya başlandı. Zâten birkaç programdır, “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem mutâbakatıyla işlevlerini tamamlamış olmalılar” diyordum. Çünkü oradan bir adım ileri gidip bunun nasıl olacağına dâir bir şey söylemediler. Nasıl seçim kazanacaklarını, nasıl bir işbirliği yapacaklarını, geçiş döneminin nasıl olacağını da söylemediler. Aday kişisinden ayrı olarak, bir cumhurbaşkanının geçiş döneminde ne olacağından, bu geçişin nasıl örgütleneceğinden de bahsetmediler. Asıl önemlisi, bütün bunları nasıl kararlaştıracaklarına dâir ufacık bir mekanizma bile oluşturmadılar; bir ipucu bile vermediler. Bu nedenle Altılı Masa’dan yayılan enerjide siyâsî bir enerji görmedik biz. Burak bu söylediğinde haklı. Konu komşu yan yana geliyor ve “Ee, ne olacak bu memleketin hâli?” diye konuşuyormuş gibi bir havaydı o. 

Parti içinde olan meseleleri şeffaflaştırmaları gerekiyordu. Başından beri, bu programda teşkilâtlar meselesini, her bir partinin kendi teşkilâtını bu hikâyeye iknâ etmesi meselesinin çok önemli olduğunu söylüyorduk. Esâsında o konu patlak veriyor. Yani mesele Kılıçdaroğlu ile Akşener arasında bir meseleden çok, CHP ile İYİP arasında bir mesele gibi görünüyor. Dolayısıyla nihâyet mesele kurulmaya başlandı. Belki de, bizim “dağılıyor” dediğimiz anda kurulmaya başlandı. Kurulabilecek mi kurulamayacak mı? Eldeki malzeme nedir? Buradan nasıl bir enerji çıkar? Şimdi görmeye başlayacağız. Ama her birinin ayrı ayrı bir özeleştiri vermeleri lâzım. Çünkü bu kadar zaman kaybetmek zorunda değillerdi. O masa bu kadar işlevsiz bir şekilde orada kalmamalıydı. Üstelik sâdece teşkilâtlar arasında değil, bir de yarın öbür gün, oy verecek insanlar, toplumsal muhâlefet içerisinde de bu kadar friksiyonlar yaratmak zorunda değildi. Şimdi, bütün bu boş geçtiği açıkça anlaşılan 9 ay, neredeyse 9 aylık bir süre, bir şekilde telâfî edilmek zorunda. Edip etmeyeceklerini bilmiyoruz. 

Dün akşamki Meral Hanım’ın yayınıyla ilgili bir şeyler de söyleyeyim. Akşener açıkça olmasa bile açıkça olacak kadar bir kuvvetle, Kılıçdaroğlu’nun adaylığından, adaylık ihtimâlinden çok hoşlanmadığını söylüyor; ama bunun sebebini söylemiyor. Bunun sebebine ihtiyâcımız var ki biz Altılı Masa’nın hangi yoldan bir siyâset kuracağını, dolayısıyla muhâlefet koalisyonunun nasıl genişleyeceğini, kendisini nasıl anlatacağını, nasıl sözler vereceğini, Türkiye’nin önemli meselelerine nasıl çözümler getireceğini görelim. Çünkü bu Altılı Masa’nın, mevcut hâliyle seçim kazanma ihtimâli henüz yok. Var ama yok. Var ama çok riskli bir süreçten bahsediyoruz. Dolayısıyla bizim bu sebebi de öğrenmeye ihtiyâcımız var. 

“Kılıçdaroğlu kazanmayacak bir aday” söylemi bana pek inandırıcı gelmiyor. Çünkü kazanabilecek bir aday bilmiyorum açıkçası. Akşener şimdiye kadar anılan adaylardan bir tânesiydi ve “Ben aday olmayacağım” dedi. Başbakanlığı da, dün akşam, “Eğer partim birinci parti olursa o pozisyonu isteyeceğim” diyerek târif etti. Ama diğer adaylar da bir şekilde kendilerini bir yerlerden attılar. Mansur Yavaş konuşmayarak kendini bir yerlerden attı, Ekrem İmamoğlu konuşarak. Dolayısıyla kazanabilecek adaydan kastımız nedir bilmiyorum. Altılı Masa dışından mı ve bu ihtimaller dışından bir aday mı? Çok açık, bu, Ekmeleddin İhsanoğlu vakası olur. Ben iddiayı şöyle büyüteyim: Mezardan Atatürk’ü çıkarıp getirseniz, şu aşamada gene böyle olur. Çünkü zâten güya kurulmuş bir siyâset var. O siyâsetin işlemediğini, bu kadar zamandır boşa kürek çektiğinizi, o masanın bir cumhurbaşkanı adayı ve onun ilerideki işlevi üzerine uzlaşacak bir enerjisi, ortaklaşması olmadığının îtirâfı olur bu. Hakîkaten büyük bir hayal kırıklığı olur. Atatürk’ün mezardan çıkma hikâyesini abartarak söyledim, bu kadar büyük bir sarsıntı yaratacağını vurgulamak işin söyledim. Peki, kazanacak aday kim? Bu şu anlama da gelebilir: “Bizim aklımızda kazanacak biri var. Bizim adayımız bu” da denilebilir. O zaman bunu da konuşalım. Akşener ne Yavaş için ne İmamoğlu için böyle bir şey söylemiyor, ama “üçünün de adı orada” diyor. Buna yine Altılı Masa karar verecek ve tabiî ki bu karar tek taraflı olmayacak. 

Son bir şey daha ekleyeyim: Kılıçdaroğlu etrâfında enteresan bir tartışma dönüyor. Çünkü Kılıçdaroğlu’nu eleştirenlerin ve kazanamayacağını düşünenlerin bir kısmı, “Çok seçim kaybetti. Siyâset bilmiyor” diyorlar. Diğer bir taraf da, “O kadar hesaplı bir siyâset yaptı ki şimdi masaya kendisini dayatıyor” diyorlar. Kılıçdaroğlu’nun siyâsî kişiliği ve görünümüyle ilgili bir sorun da var. Yahut diyorlar ki: “Kılıçdaroğlu seçilirse, cumhurbaşkanının…’’

Ruşen Çakır: Bunu ikinci turda konuşacağız Ayşe. 

Ayşe Çavdar: Peki o zaman o konuyu ikinci tura bırakıyorum. Özetle: Akşener’in Kılıçdaroğlu’nun adaylığını neden istemediğini ve ona cumhurbaşkanlığını kazandırmayacak olmasının sebebini de bize söylemesi gerekiyor ki biz Altılı Masa’da kurulacak siyâsetin içeriği konusunda bir öngörüde bulunabilelim. 

Ruşen Çakır: İkinci turda Kılıçdaroğlu’nu biraz konuşalım istiyorum. Burak, seninle başlayalım. Seçilir seçilemez meselesini bir kenara bırakıp, diyelim ki aday oldu ve seçildi. Bir geçiş döneminde başkanlık yetkilerine sâhip bir Kılıçdaroğlu’nun, artıları ve eksileri nasıl olur sence? Artıları artırmak ve eksileri azaltmak için neler yapmak gerekiyor?

Burak Bilgehan Özpek: Başkanlık sistemi, yetkiyi eline alan kişiye o kadar fazla bir hareket alanı tanıyor ve denetleme mekanizmaları o kadar az ki, ben kendime bile güvenmiyorum. Yani, eğer başkan seçilirsem nasıl hareket edeceğime dâir kendime bile güvenim yok. Dolayısıyla, bir adayı biricikleştirmek ya da şeytanlaştırmak gibi bir strateji içerisine girmememiz gerektiğini düşünüyorum. İnsanların hakkı var: Çok fazla yetki sâhası olduğu için, bunu çok iyi veya çok kötü idâre edebilecek farklı karakterler olduğunu iddia edebilirler. 

Kitabın daha ortasından konuşayım: “Şu anda başımıza gelen işler Tayyip Bey’in kişiliğinden dolayı mıdır, başkanlık sisteminin yapısal problemlerinden dolayı mıdır?” sorusunun cevâbı, çoğu insanın kafasında net değil bence. Dolayısıyla, bu biricikleştirme, iyi insan arama gayreti, sistemin yapısından ziyâde, sistemi yöneten kişinin önemli olmasından kaynaklanan bir şey. Kemal Bey’in sâkin kişiliği o noktada öne çıkıyor ve onun, sanki siyâsetten arınmış, hırslarından kurtulmuş bir Mevlevî dervişi gibi tasvir edilmesinin sebebi de o. Çünkü insanlar sistemin kendisinden ziyâde, sistemi yöneten kişinin persona’sının büyük bir problem olduğunu düşünüyorlar. Fakat başta da söylediğim gibi, belki de şöyle bir durum vardır: Sistemin kendisi o persona’yı açığa çıkarmak için sınırsız imkânlar verdiği için, bu yetkilerle, ben bile, siz bile başkan olsanız, kendi içimizdeki karanlık tarafla tanışabiliriz. Dolayısıyla, Kılıçdaroğlu’nun yönetip yönetememesinden ziyâde, bir sistem tartışması yapılması gerekiyor. 

Siz bana “Zâten Altılı Masa bir sistem tartışması yaptı, fakat bunu beğenmiyorsun” diyeceksiniz. Ama bence yapmadı. Hayır. Bu gördüğümüz telâş, bu başkan olma isteği, bu rekabet, hangi aday olursa olsun etrafında kümelenen insanlar, bizzat seçilip, o yetkiyi alıp, aynen Tayyip Erdoğan gibi yönetmek istiyorlar. Bunun adını koyalım. Eğer biz 3 ay içerisinde anayasa değişikliğini yapıp tekrar Parlamenter Sistem’e geçeceksek, bu insanlar niçin bu kadar hırslı, arzulu, istekli, şevkle, birbirlerinden nefret edercesine, bir sene önce yan yana yürüdüğü arkadaşıyla kavga etme pahâsına, bu Başkanlık Sistemi’ni arzu ediyor? Bu soruları sormamız lâzım. Demek ki burada adaylık için rekabet eden kişiler, ekipler, kadrolar, aynı bu yetkilerle Türkiye’yi bir süre yönetmeye tâlipler. Burada açık olmak lâzım. Beni genel îtibâriyle çok yanlış anlıyorlar. Ben sâdece, ortada olan biten neyse bunların açık bir şekilde dile getirilmesi gerektiğini söylüyorum. Eğer amacımız başkanlık yetkisini alıp bu yetkilerle ülkeyi yönetmekse, Kemal Bey’in iyi insan olma özelliğinin yanı sıra, başka özelliklere de ihtiyâcımız olduğunu düşünüyorum. Çünkü bir kişinin içinden gelen denetim mekanizmaları ya da çocukluğundan îitibâren kendi bilincinin dışında var ettiği bilinçdışı bariyerler, bir vatandaş olarak kendimi güvende hissetmemi sağlamıyor açık söylemek gerekirse. Ülkenin iyi yönetileceğine dâir, ekonomik problemlerin çözüleceğine dâir de bana bir sinyal göndermiyor. Kemal Bey’i Tayyip Erdoğan’la aynı yetkilere sâhip, Türkiye’yi onun gibi yönetmek isteyen bir karakter, bir siyâsetçi olarak tanımladığımız zaman, Kemal Bey’in öne çıkartılan kişilik özelliklerinin yanına başka şeyler de eklememiz lâzım. Biz Kemal Bey’i böyle değerlendirmeliyiz bence. Mansur Bey’i de, Ekrem Bey’i de böyle değerlendirmeliyiz. Seçtiğimiz bu insanların çok büyük yetkilerle işbaşına geleceğini bilmeliyiz. Bizim buradaki tek kaygımız, bu insanların otoriter bir yönetim kurması, aynı şeyi devam ettirmesi olamaz. Çünkü yetkinin kendisi zâten insanlara bu yetkiyi verdiği için, hiç kimseye ahlâken kefil olmamak gerekiyor. 

Kemal Abi zamanında bu “yetmez ama evet” tartışmalarını yapmıştı. Ben de o konuda bir şeyler yazdım. 2010’da, sıradan “Benim partim kazansın” diye “yetmez ama evet” oyu verenle, “Bu seçimi kazanmamız demokrasi açısından bir dönüm noktası. Bundan sonra Türkiye bir çağ atlayacak. Ahlâklı olan gidip ‘Evet’ der” diyen arasında bir fark var. O yüzden, birçok insanın liderlere, meselâ Mansur Bey’e veya Kemal Bey’e büyük bir fanatizmle bağlandığını düşünüyorum. Bu insanlara böyle bir ahlâkîlik atfetmememiz lâzım. Birisi seçilecek ve ülkeyi yönetecek. Bu telâşın, bu kızgınlığın, sinirin sebebi bu. Eğer birisi yönetecekse, iyi insan olma özelliğinin dışında başka özelliklere de bakmalıyız. Bu zâviyeden bakmamız gerekiyor. Kemal Bey’in seçilip seçilememe meselesinde, genel olarak halkta yerleşen yargının dışında, Kemal Bey’in kişiliğinden ziyâde şu anda yürütülen adaylık sürecinin kabahati var. Kemal Bey, kendisini bu yola sokan, bu stratejiyi öneren, bu yöntemler ve aktörler üzerinden ilerlemesini salık veren insanları bir gözden geçirmeli. Kemal Bey bundan 1 sene önce parti içindeki sıkıntılarını, kendi siyâsî hesaplarını, genel iktisâdî ve siyâsî koşulları nasıl algıladığını Meral Akşener’le paylaşsaydı ve cumhurbaşkanı olmak istediğini, bunu siyâsî bir sürece sokmak istediğini söyleseydi, bence şu anda olduğu durumundan hem oy açısından hem de psikolojik açıdan çok daha iyi durumda olurdu. Fakat öyle bir strateji izlendi ki, sistem içerisindeki bütün alternatiflerin, bir şekilde arkadan dolaşarak, bâzı sinsiliklerle, sosyal medya operasyonlarıyla elendiği ve dolayısıyla muhâlefetin diğer adaylarının îtibarsızlaştırıldığı, Kemal Bey’in de hâlihazırda, organik olarak tek aday kalmış gibi gözükmesinin amaçlandığı bir süreç işletildi ve böyle olmadığı ortaya çıktı. Kemal Abi, “Bundan sonra şöyle olur, böyle olur” diye eleştiriyor, ama hayâtın içerisinde mekanizmalar, aktörler, olgular birbirleriyle ilişkiye girerler ve bâzı sonuçlar üretirler. Bu sonuçlar algılarımıza girip patladığı zaman bir değişimden bahsedebiliriz. 

Kemal Bey’in geçen cuma günkü açıklaması ve Meral Hanım’ın dün akşamki açıklamasıyla birlikte, hepimizin kendi merceklerimizle baktığımız ve sezdiğimiz hâdise artık mâlûm oldu. O yüzden önemli bir kırılma noktası olduğu kanaatindeyim. Çünkü sıradan insan artık bir problem olduğunu biliyor. Orada bir ittifak yok. Onun algısına geldi artık. O yüzden önemli bir olay. 

Ruşen Çakır: Burak, sen erken ayrılmak zorunda olduğunu söylemiştin. Sana teşekkür ederiz. Biz üç kişi devam edeceğiz. Kemal, seninle devam edeceğiz. Diyelim ki Kemal Kılıçdaroğlu aday oldu ve kazandı. Nasıl bir cumhurbaşkanı profili çizebilir? Burak’a sorduğum gibi, artıları ve eksileri nelerdir ve artıları artırmak ve eksileri azaltmak nasıl mümkün olabilir? Ne dersin?

Kemal Can: Bu soruya gelmeden önce, Burak’ın söylediği, “Bu kritik bir kırılma, çünkü ortalığa çıkıyor” cümlesiyle ilgili bir şey söyleyeceğim. Bu, nevzuhur bir durum değil. “Ortada fol yok yumurta yokken… Bunlar gayet güzel anlaşıyorlardı; ne oldu da şimdi bu ârıza çıktı?” gibi bir durum yok. Bu, olan bir şeyin açığa çıkması. Ama açığa çıkma anları, önemli kırılma noktaları, bâzen hayırlı da olabiliyor. Çünkü daha önce yazdığım ve söylediğim için rahatça tekrar edebilirim: Siyâsette netleşme iyidir. Ama bu kırılmalar böyle anlık ve akut biçimde ortalığa çıkınca, buna hazırlanmamış çevrelerin önüne birdenbire atılınca, travmatik etkiler yaratabiliyor. Bu kadar yakın bir zamâna sıkışınca, netleşmenin ve âşikâr hâle gelmenin pozitif etkisinden çok, negatif etkileri daha fazla yaşanıyor. Bu işlerin biraz böyle bir tarafı var. 

Bu kazanma önceliği meselesi, çok lüzumlu ama biraz problemli bir şey. Bunu, tıpkı diğer şeyler gibi bir soyutlama ve bir dayatmaya çevirdiğimiz zaman, “Kim kazanabilir?” tartışması objektif yaşanmıyor. Çünkü “Kim kazanabilir?” tartışması, aslında yaşanacak şeyin târifiyle çok ilgili bir şey. Dolayısıyla, senin sorduğun soruda olduğun gibi, “Şu ya da bu aday olur ve kazanırsa, ne kazanmış olacak?” meselesinin cevaplanması gerekiyor. Bu sorunun cevaplanabilmesi için de iki şeyin netleşmiş olması gerekiyor. O kazanılmak istenen şey, yani bu iktidar değiştirildiğinde bu iktidârın bıraktığı bütün sorunlar ve bu iktidârın o sorunları yaratmasına neden olan bütün sistemin değişikliği üzerine bir de en azından geçiş dönemi için yeni bir iktidar formu kurulacak. Dolayısıyla, burada adayın niteliği, bu anlamda hem adayın özellikleri ve neyi temsil ettiği, hem de kazanılmak istenen şeyin nasıl târif edildiğiyle çok bağlantılı. Bu konuda Kılıçdaroğlu’nun kendi adaylığını öne çıkartan sürecin içerisinde, kimileri haklı olarak bir dayatma olarak tanımlasa da, Kılıçdaroğlu şu ya da bu biçimde, özellikle son 1 yıldır, birtakım temel problem noktalarıyla ilgili bir şey söylüyor. Kendisiyle ilgili de bir şey söylüyor: “Bay Kemal” olarak yapacakları ve yapmayacakları üzerine bir şey kuruyor. 

Diğer adaylarla ilgili tartışma, biraz da bu stratejinin ürünü olarak, o aşamaya hiç varmadı. Onlar neyi yapmayacaklarını ya da neyi yapacaklarını anlatmadılar. Onların ya da onların adayı olması üzerine siyâset kuranların hepsi, “kazanabilirlik” gibi soyut bir şey üzerinden inşâ ettiler meseleyi. 

Ruşen Çakır: Yani “Kazansınlar, gerisi kolay” gibi bir şey.

Kemal Can: Evet. Ama bu son derece sıkıntılı bir şey. Biraz önce Burak’ın işâret ettiği gibi, muhâlefet kazansa bile, nasıl bir aritmetikle kazanacağını, bu anayasal değişikliğin hangi takvimle nasıl yapılacağını, ondan sonra oluşacak siyâsî dengenin tıpkı şimdi olduğu gibi başka nasıl gerilimleri açığa çıkartacağını kestiremiyoruz. Dolayısıyla, kazanmak her şeyin birdenbire düze çıktığı bir şey değil, tam tersine yeni sorunların, yeniden, yeni bir denge içerisinde tanımlanması ve ona bir proje üretilmesini gerektirecek bir durum. O yüzden bunu yönetme önceliğini düşünmek gerekir. Yani “Birileri siyâsî hesap yapıyor, birileri de kazanma endeksli düşünüyor” soyutlamasının doğru olmadığını düşünüyorum. Bu, genel olarak siyâseti kalitesizleştiren bir şey hâline geldi. Bunun küresel ayağı da var, ama şimdi o tarafına girmeyeyim. 

Siyâsî aktörler sürekli olarak seçmenlerini ve kamuoyunu kendi yapacakları doğru olan ya da problemlere ilişkin çözüm önerileri meselesinden, şimdi yapılması gereken ve “Şimdi bunu yapalım, gerisine iknâ ederiz” meselesine iknâ etmeye çalışıyor. Bu süreç böyle yürütüldüğü için, seçmen, onlardan da fazla buraya yatırım yapmış durumda. “Bir kazanalım da… Bunlar bir gitsin de…” Bu sanki çok işlevli ve sonuca odaklı bir formül gibi duruyor, ama tam tersine, sonucu riske sokan bir şey hâline geldiğini, çıkan sorunlardan da, üretilemeyen heyecandan da görüyoruz. Gündelik hayatta da, “Ben aslında şöyle bir şey istiyorum, ama şimdi zamanı değil” diye yaşarsan, ne kadar kalitesiz bir hayat sürmüş olursun. Onu yapabilmen ya da yapamaman ayrı bir şey. Ama bunu tahayyül bile edememen, bunu düşünmenin bile şimdi lüzumsuz olduğu baskısı, siyâsîleri de, siyâsîlerin sözlerini de güdükleştiriyor, siyâset alanını da sığlaştırıyor, seçmeni de tuhaf önceliklere sıkıştırıyor. Bu kalitesizlik, bu muhâlefet ittifâkı ve Altılı Masa’nın en temel sorunu. Burak’ın “kişiliksizlik” dediği hâlin en temel sebebi. Bugün de, bu çıkan sorunu sadece kazanabilirlik önceliği üzerinden ve kazanabilirliği biricikleştirerek… Kazanmak tabiî ki çok önemli bir şey. Ama bu kazanmanın ölçüsü, “Neyi kazanıyoruz ve bunu kiminle kazanabiliriz? Kazanmamız hangi durumda kazanca dönüşür?” içeriğini konuşmadan, bunu bir proje hâline getirmeden yapıldığında, büyük bir eksiklik olarak önümüzde duruyor. 

Bu çerçevede, birbiriyle kıyasladığımız adaylar meselesinde, bu eşitsizlik sâdece kimin genel başkan olduğu, kimin dayatmasının daha kuvvetli argümanlarla yürürlükte olduğuyla ilgili değil. Elimizde, bu meseleleri tartışabileceğimiz doneler açısından bir eşitsizlik var. Adaylar bu anlamda eşit değiller. Elmalarla armutları mecbûren ayrı ayrı tartmak zorundayız. Meselâ Mansur Yavaş için, birtakım ideolojik gerekçelerle, “Olursa o olsun” diyen bir kitle var. Ama orada kullanılan argüman, onun bu özellikleri değil; anketlere dayalı kazanabilirlik özellikleri. Meselâ İmamoğlu ile ilgili ortaya atılan kampanya becerisi, siyâsî ihtirâsı ve heyecan yaratabilme kabiliyeti gibi son derece sübjektif şeylere yaslanıyor. Kılıçdaroğlu da, Altılı Masa’yı yaratmış ve bu süreci en sorunsuz yürütecek aktör olarak orada. Dolayısıyla, seçeneklerin bu anlamda eşitlenmesi gerekiyor. Yani, seçeneklerin birbiriyle kıyaslanabilir ve rasyonel olarak kazanabilirlik ölçüsünü de dikkate alan, ama onunla sınırlı kalmayan bir süzgeçten geçirilmesi gerekiyor. 

Meral Akşener “Biz noter değiliz. Bize getirileni onaylamak zorunda değiliz” diyor. Cümle olarak buna îtiraz edilecek hiçbir şey yok. Peki, adaylar Altılı Masa’ya hangi argümanlarla konacak ve hangi argümanlar üzerinden tartışma yapılacak? Bütün bu yaşanan süreçten, “Biz sonrayı düşünmüyoruz, sâdece kazanmaya odaklıyız” yaklaşımının doğru olmadığını biliyoruz. Dolayısıyla burada adayın kim olacağı meselesi, bu ittifâkın kendi içindeki dengenin nasıl oluşacağıyla çok bağlantılı. Bundan bağımsız olarak, herkesten oy alabilirlik ölçüsü, Burak’ın söylediği gibi, sonra bu yetkilerle bu ülkeyi yönetecek ve insanların kendilerine bile güvenmemesi gereken bir pozisyona birini seçiyorsa, bunun sâdece ahlâk  kriterleriyle değil, son derece siyâsî ve rasyonel kriterlerle tanımlanması bence çok önemli. 

Senin soruna dönersek: Burada Kılıçdaroğlu’nun, netlik açısından diğer bütün adaylara göre bir inisiyatif aldığını, daha çok şey söylediğini görüyoruz. Şimdi, o söylenilenlerin yapılabilir olup olmadığı, güvenilir olup olmadığı ya da o söylenenlerin arkasındaki dinamiklerin bunları gerçekleştirmeye yeterli olup olmadığını tartmak ayrı bir mesele. Ama noter olmayan bir masada adaylar arasından birini seçecek olmanın, buradaki siyâsî aktörlerin elbette ki siyâsî tercihlerine bağlı olduğunu artık kabul ederek hareket etmek gerekiyor. Bu noktada da, muhâlefetin en kuvvetli aktörü olan, büyük gövdeyi oluşturan, sâdece onun mîmârı olduğu için değil, sayısal olarak da ağırlığı olan CHP’nin içerisinden bir aday olacağı kesinleşmiş gibi görünüyorsa –çünkü sonuçta diğer iki aday da CHP üyesi– bu meselenin, oluşturulacak program ve târif edilen çerçeveyle uyumu üzerinden bir tartışmanın yapılması gerekiyor. Eğer bu projeye çok inanılıyorsa, bunun kazanma seçeneği hâline getirilmesi zâten Altılı Masa’nın şimdiye kadar yapması gereken bir şeydi. Bundan sonra da buna göre yürümesi gerekiyor. Eğer gecikme devam ederse, bu iş tamâmen rastlantısal bir sürece dönüşecek. Buradan da herkes için vebal çıkar.

Ruşen Çakır: Ayşe, sen ilk turda Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanı olması durumuyla ilgili bir şey söylüyordun, ben sözünü kestim. 

Kemal Can: Ayşe Atatürk benzetmesi yaptı ya? Kesinlikle “Bir kesimin adayı” diyenler çıkacaktır. 

Ayşe Çavdar: Kesinlikle öyle. “Başa mı çekiyoruz?” diyen pek çok insan çıkacaktır. Üstelik ona da muhâlefetin içerisinden eleştiri gelecektir. Şimdiye kadar bir şekilde adı anılmış, masaya gelmiş, dolayısıyla üzerlerine spekülasyon yapmış, isimleri üzerinden siyasallaşmış insanlar varken, masa dışından birisinin gelmesi, masayı kırıp bütün ayaklarını boşta bırakacak bir şey. Kılıçdaroğlu’na geçmeden şunu söylemem lâzım: Biz ya da seçmen, “Kim seçilirse nasıl bir cumhurbaşkanı olur?” diye düşünmek zorunda kalmamalı, böyle bir öngörüde bulunmak zorunda kalmamalıyız. Masanın bir işlevi varsa bu olmalı. Niye böyle? Çünkü zâten böyle düşünülerek oluşturulmuş bir sistemi değiştirmeye söz veren bir masa var karşımızda. Bu masa öyle kuruldu. Bütün iddiası Geliştirilmiş Parlamenter Sistem’e geçmek. Dolayısıyla beklediği bir fedâkârlık var: Bir geçiş dönemi ve o geçiş döneminin sıkıntılarına göğüs germek. Seçimi kazanır kazanmaz hemen bir cennet vaat etmiyor, edemez. Böyle bir şey doğru değil, gerçekçi değil. Kendileri de yapmıyorlar zâten. Seçimi kazanır kazanmaz iktidârın değiştiği ve her şeyin düzene girdiği bir şey vaat edemiyorlar. Ellerinden gelmiyor, çünkü enkaz çok büyük. Enkazın ötesinde, yağmalanmış bir şey var. Akşener bile işleri biraz toparlamak için en az 1 sene gerektiğini söylüyor — ki henüz durumun ne olduğunu bilmiyorlar. 

Böyle bir ortamdayken, “Kim olursa nasıl olur? İmamoğlu olursa heyecanlı olur, Kılıçdaroğlu olursa daha efendi olur, Mansur Yavaş olursa…” Bu arada, Mansur Yavaş olursa nasıl olacağı konusunda da bir fikrimiz yok. Böyle bir dönemde seçmenden, “Kim olursa nasıl olur?” spekülasyonları üzerinden oy vermesini istemek büyük bir haksızlık. Ve bu masa, bu haksızlığı yapmamak için kurulmalıydı. Belli ki öyle olmamış. 

Kılıçdaroğlu’na getirilen eleştiriler o kadar tuhaf ki. Ben bunun için eleştirenleri suçlamayacağım. Asıl problemin, Kılıçdaroğlu ve ekibinde olduğunu söyleyeceğim. Bir taraf, “Kılıçdaroğlu masaya yumruğunu vurabilen bir lider değil, çok yumuşak başlı” diyor. Öbür taraf, “Hayır canım, baksana, CHP’yi demir yumrukla yönetiyor” diyor. İkisinin de ortak noktası, Kılıçdaroğlu’nu istememeleri. Bir taraf diyor ki: “Kılıçdaroğlu yetkilerini kullanmaz. Bu yetkileri kullanacak birisi lâzım.” Bunu da özellikle Ekrem İmamoğlu’nu destekleyenler söylüyor. Bir başkası diyor ki: “Kılıçdaroğlu bu Altılı Masa ile öyle bir siyâset üretti ki. O yetkileri kullanır. Hem de nasıl kullanırız. Ondan sonra başımıza belâ alırız.” Kimisi diyor ki: “Kılıçdaroğlu partisini yönetemiyor, o yüzden olmamalı. Çünkü CHP öngörülemez bir şey.” Bunu da Altılı Masa’ya destek veren muhâfazakâr eleştirmenler söylüyor. Öbür taraf: “Ama CHP’yi demir yumrukla yönetiyor. Böyle adamdan demokrasi mi çıkar?” Bu çok acayip bir şey. Her bir pozisyon, cumhurbaşkanlığından beklentileri üzerinden Kılıçdaroğlu’na bir “kulp” bulabiliyor. Eleştiriler birbirine tamâmen zıt argümanlar üzerine kurulu, ama ortaklaştıkları yer Kılıçdaroğlu’nun aday olmaması gerektiği. Bunun neden böyle olduğunun iyice anlaşılması lâzım. Sebebi tamâmen, Kılıçdaroğlu’nun kendisini ve siyâsetini anlatmada başvurduğu iletişim araçları. Çünkü o kadar birbiriyle uyuşmaz, anlaşmaz mesajlar veriyor ki Kılıçdaroğlu. Helâlleşme ile karşımıza bir portre çıkıyor. Sonra İzmir’de, partisine, “Benimle misiniz değil misiniz?” diye bağıran birisi çıkıyor. Bu ikisi arasında bir uzlaşmazlık var. Eleştirenler, hangisini isterse oradan başlayıp devam ediyor. 

Kılıçdaroğlu aday olmak istiyorsa, kendisini anlatma stratejisini tamâmen elden geçirmesi ve partisiyle hakîkaten uzlaşması, partisinde bir konsolidasyon sağlaması gerekiyor. Kimi muhâlifler, Meral Akşener’in CHP ve Altılı Masa’yı tasarlamaya çalıştığını söylüyor, ama Akşener’in “Kılıçdaroğlu olmaz. Önümüzde bir başkası olmayabilir. Kılıçdaroğlu olmak zorunda değil…” “Kılıçdaroğlu kazanamaz” demek, az önce söylediğim gibi, “Kılıçdaroğlu’na kazandıramayız” demek anlamına da gelebilir. Ama adayın CHP’den kesin olduğu bir halde, tercihini bu şekilde dile getirmek, aslında Akşener’in de CHP’nin içini ve geleceğini tasarlamaya yönelik bir harekette bulunduğu anlamına gelir. Dolayısıyla Kılıçdaroğlu’nun önce partisiyle, partisinin belediye başkanlarıyla, delegeleriyle bir konsensüs oluşturması lâzım. 

Ama biz bunları niye konuşuyoruz? Ne gerek var? Başta söylediğim yere geleceğim: Biz aslında bunları konuşmamalıydık. Aday konusu gerçekten çok önemsiz olmalıydı. Biz geçiş döneminin aşamalarını, kaidelerini bilmeliydik. Masa altı partiden ibâret olmamalıydı. Şimdi HDP’nin, TİP’in de olduğu Emek ve Özgürlük İttifâkı da o masaya gelseydi ve onlar da başkanı müzâkere etselerdi gibi bir şey söylemiyorum. Altılı Masa’nın kurgusu şöyle bir şey: O masada altı parti var. O altı parti, kendi temsil ettikleri kesimlerin seslerini bir şekilde yansıtıyorlar. Böyle bir şey yok. O partilerin hiçbiri, CHP bile, artık bu türden temsillere sâhip değiller; çünkü Türkiye çok değişti ve her anlamda müthiş bir kriz hâlinde yaşayan bir ülke. Bu kadar olağanüstü koşullarda, o temsil bağlarının dolaylılığına güvenilemez.  

Bunun yerine, Altılı Masa’nın kendisi birtakım mekanizmalar, birtakım kanallar oluşturup, bu sesleri kendisi duyabilirdi. Biz o sesler aracılığıyla, bu ahâlinin nasıl bir başkan istediğine karar verebilirdik. Buna dâir bir öngörümüz olabilirdi. “Şu kişi olursa böyle bir başkan olur, bu kişi olursa böyle bir başkan olur” söyleminden daha fazla bir şey söylemiş olurduk. Bir kere, neyi oylayacağımızı bilirdik.  O yüzden pek çok insan haklı olarak, “Mevzû bu değil” diyor. Geliştirilmiş Parlamenter Sistem’i oylamayacağız ki. Eğer vaat buysa, biz bir geçiş dönemini oylayacağız. Şu anda bilmediğimiz bir şeyi oyluyoruz. Bu bilmediğimiz şeyi, üzerinde uzlaşmanın ancak kerhen olacağı bir aday yürütecek. O yetkilerin ne kadar kullanılacağı konusunda kendisinin bile pek bir fikri olmayacak. Çünkü Altılı Masa, onu seçecek olan şeyi oluşturacaksa, o Altılı Masa’nın tamâmına borçlu olarak seçilmiş olacak. Hem elleri kolları bağlı olacak, hem de inanılmaz yetkilerle donatılmış olacak. Böyle biri yok. Dünyada da yok. Böyle bir aday olamaz. O yüzden bütün bunların aşamalandırılması, taraçalandırılması gerekiyor. 

Az önce söylediğim gibi, Altılı Masa şimdi kurulmaya başlayacaksa –çünkü şimdiye kadar insanları oyaladılar–, her şeyden önce “Geçiş döneminden ne kastediyorsunuz?” meselesine cevap vermek zorunda. Bu geçiş dönemini yürütecek olan cumhurbaşkanının yetkilerini kim ve nasıl sınırlayacak? Altılı Masa kendi içinde nasıl bir denge-denetleme düzeneği oluşturacak, bunun adının koyulması lâzım. Daha da genişletirsem, Altılı Masa olarak, tek tek partilerin zayıf ve fiktif varsaydıkları temsil bağlarına güvenerek ahâliyi dinleyemez. Dolayısıyla, o kanalları kurması ve kurgulaması lâzım ve çok az vakti var. Sanki bu olağan bir dönem ve bu olağan dönemde, canımız istediği için yeni bir düzene geçeceğiz. Dünya başımıza yıkılmamış, canımız istediği için, bunu beğenmediğimiz için başka bir şeye geçecekmişiz gibi bir havada, üstelik de bunu, sözümona bu geçiş sürecini yürütecek olan insanlar… Akşener “Ekonomi kolay. Ekonomiyi paylaşırız” diyor. Aynen öyle söyledi: “Ekonomiyi paylaşırız”. Üç aşağı beş yukarı önerebilecekleri şey aynı zâten. Paylaşamayacakları şeyler ekonomi dışındaki şeyler: Başkanlık. O konuda da, “Burası bir noter değil” diyor. Haklı, orası bir noter olmamalı. Ama noter olmaktan nasıl çıkacağıyla ilgili bir şey yok. 

Dolayısıyla ben “Geç olsun güç olmasın” diyorum Altılı Masa’nın şimdi kurulmaya başlandığını ve adayın önemli olmadığını bize anlatmak zorunda olduklarını düşünüyorum. Çünkü öyle bir siyâsî atmosfer yarattılar ki, kimi aday gösterseler, çok büyük bir insan kitlesini küstürecekler, kızdıracaklar. Daha ötesi, kimi aday gösterseler, Altılı Masa’yı temsil eden partilerin siyâsî teşkilâtlarını, bir diğerini seçtirmemek için işe koymuş olacaklar neredeyse. Çünkü şu anda, herkesin ısrarla beğenmediği çeşitli adaylar var. 

Ruşen Çakır: “Adını Koyalım”ı burada bitiriyoruz. Burak Bilgehan Özpek erken ayrılmak durumunda kalmıştı, ona bir kere daha teşekkür edelim. Ayşe Çavdar ve Kemal Can’a da çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.