Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Türkiye’de muhafazakârlık ve pişkinlik

Ruşen Çakır, Medyascope yazarlarından Elif Gökçe Aras’ın cumartesi günü yazdığı “Muhafazakârın pişkini” başlıklı yazısını değerlendirdi. Çakır, söz konusu yazıdan hareketle muhafazakâr camiaya ilişkin gözlemlerini aktardı.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. Medyascope’un bir süredir yaptığı “Hafta Sonu Yazıları”nda, yakın dönemde yazmaya başlayan bir yazarımız var: Elif Gökçe Aras. Gerçek kimliği bu değil. Ben kendisini şahsen tanıyorum. Daha önce başörtüsü deneyimi, başörtüsünü çıkartma deneyimi üzerine bir mektup yollamıştı bana, elektronik posta yollamıştı. Onu yayınlamıştık ve çok ilgi görmüştü. Daha sonra kendisinden düzenli yazmasını istedik ve mutâbık kaldık. Birbirinden ilginç yazılar yazıyor. En son bu cumartesi günü yazdığı “Muhâfazakârın pişkini” yazısı (bkz.: https://medyascope.tv/2022/10/15/elif-gokce-aras-yazdi-muhafazakarin-piskini/ ) çok büyük bir ilgi gördü, görmeye devam ediyor, daha da göreceğe benziyor. Birçok kişi tarafından paylaşıldı, önerildi. Çünkü bu yazı içeriden gözlemlerle, içeriden tanıklıklarla, muhâfazakâr mahallede ağır basan bir eğilimi, daha doğrusu eğilimleri açık bir şekilde gözler önüne seriyor. Bugün onun içeriden yazdıklarını, ben de yıllardır gazeteci olarak dışarıdan gözlemlemeye çalışıyorum. Tabiî ki içeriden yaşamakla dışarıdan gözlemlemek aynı değil. Benzerlikler de var; ama farklılıklar da çok var. Ben o yazıdan, cumartesi günü yazdığı son yazıdan, “Muhâfazakârın pişkini” yazısından hareketle bir şeyler söylemek istiyorum. Bu yazıyı biraz daha ayrıntılandırmak, tartışmak istiyorum. Çünkü çok önemli bir yazı, değerli bir yazı. Yaşadıklarımızı anlamak ve bundan sonrası hakkında fikir üretebilmek için çok önemli detaylar var içinde.

Bu yazının başında, benim görmediğim bir sokak röportajından bahsediyor. Bir yerde, iktidar yanlısı birisine, belli ki bir erkeğe, Ensar Vakfı’na ait yurtta tecâvüze uğrayan 45 çocuğu sorduğunda aldığı cevâbı aktarıyor: “Başında mıydın? Saydın mı?” Bu cevap çok çarpıcı gerçekten. Ben bu videoyu görmedim. Herhalde ileride karşıma çıkabilir. Ama bundan, yani bu cevaptan çok da şaşırdığımı söyleyemem. Zâten yazar da pişkinlik lâfını bu videodan hareketle söylüyor ve bunun aslında bir anlık bir tepki değil, az sayıda kişiye özgü değil, çok yaygın bir yaklaşım olduğunu söylüyor ve o yazının içerisinde bu yaklaşımı özetleyen bir bölüm var. Onu bir dinleyelim, devam edelim. 

15 Ekim 2022-Elif Gökçe Aras’ın “Muhâfazakârın pişkini” yazısından; 

Onları uyandırmayı denemedim mi hiç? Denemez olur muyum? Çok denedim. Ama sonra onların bu saf hallerinin bilmemekten ileri gelen bir yanılgı olmadığını, kandırılmadıklarını, bilerek tercih ettikleri bir yöntem olduğunu fark ettim. Bile isteye kötü, bile isteye vicdansız, bile isteye günahkârlardı. Sorumluluğunu almak istemedikleri her günahı başlarını öbür tarafa çevirerek savuşturuyorlardı. Düşünmeleri ve karar vermeleri gereken her durumda kararı başkasına havale ediyorlardı. Şeyhe, genel başkana, ailenin reisine vs. Böylece düşünmek ve sorumluluk almak günahından kaçıyorlardı, çünkü kazara bir defa hakikate temas edecek olurlarsa, arkada dağ gibi günahlar onları bekliyordu. Başından beri suç ortağı oldukları bu yapı ile her gün yavaş yavaş doz arttırarak öyle büyük günahlara ortak olmuşlardı ki bu günahlarla yüzleşmektense saf saf gülümsüyorlar ve umutla bekliyorlardı, yeniden kazanmayı, ohh olmasını.

Evet, burada bir ortak işlenen günahlar meselesi var. Ama işin ilginç tarafı şu ki çoğunluk bu günahlardan çok da fazla nasiplenebilmiş değil. Halbuki çok daha büyük imkânlara kavuşan bir kesim, çok daha az sayıda insan var. Ama iktidârı destekleyen ve bunu yaparken, daha ilk oy verirken, daha sonra oylarını vermeye devam ederken ve de savunurken, insanlar büyük ölçüde bunu dînî temellerle anlatmaya, açıklamaya çalıştılar. Ama belli bir aşamadan sonra artık bunun böyle yürümediğini görünce gerçekten iş pişkinliğe vurulmuş durumda. Burada, bu yazının başlığına, Meclis’teki meşhur oylama fotoğrafını çıkarttık. O kişiler daha elit kişiler. Yani onlar milletvekili, iyi maaş alan, belli bir îtibarları olan, uçaklara VIP salondan girebilen insanlar. Ama esas sorun, daha büyük kalabalıklar, daha geniş kitlelerde de bu günahkârlığın, günah duygusunun hâkim olması ve artık geriye dönülemez bir noktada olduklarını düşünmeleri. Bir tür suç ortaklığı diyelim ve kendileri de bunun bir parçası olduklarını hissediyorlar ve bunun için kopuş çok mümkün olmuyor. Bu hep söylenegelen, bunca zamandan sonra, artık yaşanan bunca şeyden sonra, bu ekonomik krize rağmen neden kopmuyorlar? 

Bunun herkes için geçerli olduğunu sanmıyorum. Kopabilen koptu. Çok riskliydi, her açıdan riskliydi. Bir kere öncelikle iyi kötü elde etmiş oldukları bâzı imtiyazlardan ferâgat etmeleri gerekiyordu, bir bu. İkincisi de, kopmalarının ana gövde tarafından hiç hoş karşılanmayacağını ve o ana gövdenin çok acımasız olduğunu bizzat biliyorlardı. Buna rağmen bu riski alanlar oldu. Ama bu riski alanların peşlerinden çok fazla insanı götürebildiklerine şu âna kadar şâhit olmadık. Önümüzde Gelecek ve DEVA Partisi örnekleri var. Bunlar ilk başta yarattıkları beklentileri karşılayamadılar. Çünkü burada yazıda bahsedilen kitleye, bir başka kurtuluşun mümkün olabileceğini gösteremediler diyelim. İktidârın ve özellikle Erdoğan’ın da en çok güvendiği husus bu zâten. Bu düzenin, bu çarkın hep dönebileceği duygusuyla hâlâ duruyorlar. Ama bu çarkın belli bir yerde duracağını gördükleri anda, büyük bir ihtimalle kopuşlar yine olacaktır. Ancak bunu yapabilecek olanlar da artık bir yerden sonra diğerleri ya da iktidârı eleştirenlerdir. Öncelikle kopmuş olan Gelecek ve DEVA partileri; ama onun da ötesinde CHP, İYİ Parti ve diğerlerinin bir şeyleri gösterebilmesi gerekiyor. Aksi takdirde, burada yazarın resmettiği kader birliği daha uzun bir süre süreceğe benziyor. 

Peki ne yapmalı, nasıl yapmalı? İşte, “endîşeli muhâfazakârlar” diye bir kavram üretildi. Bunlar imtiyazlarını kaybetmekten korktukları için iktidâra sarılıyorlar. “Onları ürkütmemek lâzım, onların kaygılarını anlamak lâzım” şeklinde yaklaşımlar var. Bunu, Gelecek ve DEVA partileri bir şekilde dile getirdi. CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun bâzı çıkışlarının da buna uygun olduğu yolunda iddialar var. Burada yazar bu kesimlere karşı nasıl davranılması ve davranılmaması gerektiği konusunda bir şeyler söylüyor. Bir de ona bakalım. 

Oyunda sabırla uygulamanız gereken tek bir kural var. Onlara onlardanmış gibi görünmeyin. Gittikçe daha fazla “mış gibi yapmaya” başlamaktan başka hiçbir işe yaramaz onlar gibi görünmek. Onlar değil, siz asimile olursunuz. Daha doğrusu siz de asimile olmazsınız da onlar sizin onlara dönüşmeye başlamanızın verdiği rahatlıkla daha fazla talepte bulunur ve siz bir defa bulaştığınız bu balçıktan çıkmaya çalıştıkça daha da dibe çekilirsiniz. O yüzden iyisi mi siz kibarlığı elden bırakmadan kendi yolunuzdan ayrılmayın ama onlarla da çatışmayın. Tecrübe konuşuyor burada.

Evet, burada söylenenlerin çok isâbetli olduğunu vurgulamak isterim. Yıllardır İslâmî hareketi anlamaya, dinlemeye çalışan ve anlatmaya çalışan birisi olarak genellikle benim de İslâmcılaştığımı filan söyleyenler olmuştu. Halbuki orada çok ince bir şey var. Anlamak, anlatmak, dinlemek başka; kendi kimliğinizi korumak başka. Ama Türkiye’de herkes birbirine sağır olduğu için, birisi bir diğerini dinlemeye kalktığında ona öykündüğünü düşünüyorlar. Halbuki tam tersine, yani siz bulunduğunuz yerden, hele bir gazeteciyseniz; gazetecilik ayrı bir şey ama siyâsetçi olarak diyelim ki sol bir siyâsî partinin temsilcileri, yöneticileri vs. kendileri muhâfazakâr olmamalarına rağmen muhâfazakâr kesimlere de ulaşmalı, onları dinlemeli, onların sorunlarını, beklentilerini dinlemeli ve onlara bir cevap vermeli. Ama burada önemli olan husus, onlara şirin gözükmeye çalışmak değil. Kendi ilkeleriniz içinde –ki bu ilkelerin içinde özgürlük, demokrasi, çoğulculuk, hukuk devleti varsa–; o kişilerin beklentilerinin bunlarla örtüştüğü, özgürlük, demokrasi, çoğulculuk gibi kavramlarla örtüştüğü çok yer vardır. O kapsamda beklentilerine cevap verebilirsiniz. Ancak buradaki mesele; o kişilerle, onların yaşam tarzlarını, onların birtakım ideolojik kaygılarını ya da beklentilerini, inançlarını onlarla paylaşmak ya da paylaşıyormuş gibi yapmak değil. Onlarla dindarlık yarıştırmak değil. Onlarla yerlilik yarıştırmak değil. Kendi özgünlüğünüzü koruyarak onları dinlemek. Ama öyle bir şey oluyor ki, bir yerden sonra, yazarın da belirttiği gibi, onlara benzemeye başlanıyor. Kazanmak için, diğerlerini kazanmak için kendinizi, kendi kimliğinizi gizleyip, hattâ kendi kimliğinizi utanılacak bir şey gibi algılayıp, öteki tarafın kimliğini esas olarak, merkez olarak kabul etmek. Bu çok sakıncalı bir şey, ama yapılan da bir şey — orada çok ince bir husus var. Tabiî burada ilginç olan bir başka husus da şu: Bu kesimlerde, Türkiye’de sağ ve sol diyelim, muhâfazakârlığın da ötesine taşıyalım; sağcıları kendilerine çekmek isteyen solcu sağcılaşmalı mı? Hayır. İnsanlara gitmek, insanlara yaklaşmak; onların savundukları, ısrar ettikleri temaları sâhiplenmenizi gerektirmez. Kendi temalarınızı, kendi ilkelerinizi onlara, onların anlayabileceği şekillerde anlatmaktır esas olan. Ama burada birçok kez ölçü kaçırılıyor ve sonuçta bir bakıyoruz ki dindar “tavlamak” için diyelim, dindar “tavlamak” için kendisinin de aslında ne kadar dindar olduğunu göstermeye çalışan birtakım siyâsetçiler vs. karşımıza çıkabiliyor. Böyle bir şeye gerek yok. Kendisi de dindar olsa dahi bu kişilerle, onları kazanmak için dindarlık yarışına girmenin hiçbir elle tutulur yanı yok ve bu anlamda, “Kibarlığı elden bırakmadan kendi yolunuzdan ayrılmayın” önermesinin çok temel olması gerektiğini söylüyorum. Yani bir dindar muhâfazakâr CHP’ye oy verecekse, CHP’nin nasıl kendisine benzediğinden dolayı değil; CHP ile kendisinin daha iyi bir hayâta, daha özgür bir hayâta kavuşacağına inanması hâlinde olur. Dolayısıyla burada siz bir adım atarken, CHP’liyseniz eğer, karşınızdakinin de size adım atmasını bekliyorsunuz ki bu adım sâdece bir oy atmak değil. Aynı zamanda kendi görüşlerini gözden geçirip, size siyâsî olarak da yönelmesi anlamına geliyor. Ama bizde genellikle yakınlaşmadan kastedilen; ayağına gitmek, bir diğerinin ayağına gitmek, bunu seçim kazanmak için yapmak, sonra belki de üzerine yatmak filan gibi anlaşılıyor. Halbuki yakınlaşma karşılıklı olmak durumunda. Eğer karşı taraf, sâdece ve sâdece sizi ayağına çağırıp, kendinizi onlara beğendirmenizi dayatıyorsa orada bir tuzak var demektir ve o tuzağa bayağı bir düşen olduğunu görüyoruz. 

Yazıda kendi hayâtından başka çok ilginç örnekler var: Cemaat liderinin vaazlarını dinlemeleri için çocukların odasına hoparlör yerleştiren âile büyükleri gibi. Yalan olmadığı çok açık olan ve Türkiye’de çok yerde yaşanan buna benzer çok olay var. Bunu biliyoruz. En son siyâsî bir bölümünü aktarmak istiyorum. Ondan sonra devam edelim.

Erdoğan olsa canını dişine takar, “Gelecek benim iktidarımda, bunlar gidici görüyorsunuz” diyerek gider iktidar partilerinden kimi yanına çekebiliyorsa ikna eder, kimine makam, kimine para, kimine haysiyet, ne bileyim kim hangi dilden anlıyorsa onları vaat eder ve vekil transferi ile oyçokluğuyla dilediğini yapan iktidarı bozguna uğratırdı. Böylece seçime giderken hem diledikleri yasayı geçiremez hale gelirlerdi hem de moral üstünlüklerini kaybederlerdi. İYİP neden MHP’yi didiklemez, DEVA, Gelecek ve Saadet neden AKP’yi didiklemez aklım almıyor. Siyaset dediğimiz şey sadece söylem ve politika üretmek değil, aynı zamanda taktiklerin konuştuğu bir zekâ oyunudur. Başarı kadar başarısızlık da tesadüf değildir.

Evet, burada özellikle muhâlefet partilerinin, kendilerine daha yakın gibi olan kesimleri, yazarın tâbiriyle “didikleme”den imtinâ etmeleri gerçekten ilginç bir durum. Daha önce yaptığım, en son Mehmet Ali Çelebi yayınında da söyledim. DEVA ve Gelecek partilerinin –hattâ Saadet de buraya eklenebilir– AKP’den neden belli bir aşamadan sonra kimseyi kopartmadıkları, kopartamadıkları gerçekten ilginç bir durum. İlk çıktıkları zaman, Meclis grubunda bu partilere geçmeyi bekleyen çok sayıda insanın olduğu, milletvekilinin olduğu; ama acele etmedikleri, hattâ bu partilerin onlara bekleyin dedikleri rivâyet edilirdi. Ama şu hâliyle baktığımız zaman kimse kopacak gibi gözükmüyor. Neden? Bir yönüyle Gelecek ve DEVA’nın beklenen çıkışı yapamaması mı? Sâdece bu mu? Yoksa daha genel bir durum mu söz konusu? Erdoğan’ın kendi tabanındaki ve kadrolarındaki birtakım hassâsiyetleri görüp, onları gidermeye yönelik adımlar atıyor olması mı? İYİ Parti’nin, MHP’den yeni kişileri çekmemesi, çekememesi. Bilerek mi yapıyorlar; yoksa istiyorlar da mı başaramıyorlar? Muhâlefetin üzerinde böyle bir garip bir ölgünlük var. Yani karşı tarafı rahatsız etmeme hassâsiyeti gibi garip bir durum var. Ama buna karşılık, bakıyorsunuz Erdoğan, Mehmet Ali Çelebi gibi bir ismi, zamânında kendisi hakkında neler söylemiş birisini, RTÜK üyeliğini almak için de olsa, ne olursa olsun bir şekilde partisine kabul ediyor ve bu çarşamba da grup toplantısında rozetini bizzat takacak. Onun için hiçbir sorun yok. Kimin geldiği kimin gittiği vs.. Şu anda meselâ, ben bu konuda çok yayın yaptım, dün yayınladığımız Okan Yücel’in yazısındaki 20 kişi –ki daha fazlalar; ama ilk 20 diyelim– Erdoğan’ın devşirmelerine baktığınız zaman, Erdoğan birbirinden farklı kesimlerden ve önemli bir kısmı zamânında kendisine çok savaş açmış kişileri hiçbir şey olmamış gibi yanına çekebiliyor.

Ama buna karşılık muhâlefette bayağı bir temkinli hareket etme var. Burada da yine o “endîşeli muhafazakârlar”ı daha fazla endîşelendirmemek kaygısı yatıyor sanki. Halbuki orada, o demin yayının başlarında söylediğim husus; bu kişilerin tereddütlerinin giderilmesinin yolu, iktidârın ömrünün çok da uzun olmadığını onlara gösterebilmek. Bunu gördükleri andan îtibâren, bu pişkinliklerin sonuna gelebiliriz. Bunu gösterebilmenin bir yolu da iktidârın artık kendi kadrolarını bile yanında tutamadığını gösterebilmek olmalı. Eğer AKP grubundan ciddî anlamda kopuşlar olursa, o zaman bu “pişkin muhâfazakârlar” diyelim, onlarda da artık işi pişkinliğe vurmama eğilimi baskın olabilir. Ama şu hâliyle bakıldığı zaman herkes yerinde. Sorduğunuz zaman herkesin çok şikâyeti var; hayât pahalılığından, hukuk devleti olmamasından, sansür yasasından vs.. Ama yerlerinde de durmaya devam ediyorlar; çünkü önlerinde başka bir tür gelecek tahayyül edemiyorlar. Buradaki mesele bir yerden sonra artık, buradaki muhâfazakârlıktaki muhâfaza lâfı dîne değil iktidâra gönderme yapıyor. İnsanlar iktidarlarını muhâfaza etmeye çalışıyorlar. Eğer diğer partiler, muhâlefet partileri bu iktidarla berâber onların da ömrünün sonu olacağını gösterebilmeleri durumunda, imtiyazlarının sonu olacağını gösterebilmeleri durumunda, bu kişiler de belli arayışlara yöneleceklerdir. Yani sonuç olarak Elif Gökçe Aras’ın dediği gibi bir muhâfazakâr pişkinlik söz konusuysa –ki söz konusu– bu, gücünü iktidârın hâlâ yerinde durabilmesinden alıyor. İktidârın artık ömrünün uzun olmadığını gösterememesi hâlinde muhâlefet, bu pişkinlik ne olursa olsun aynen devam edecek. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.