“Siyasetname”nin bu yeni bölümünde Edgar Şar, Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi, Bilim Akademisi Üyesi, siyasetbilimci Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile birlikte Türkiye’de siyasi kurumlar ve özellikle de TBMM’nin durumunu masaya yatırdı.
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Edgar Şar: Merhabalar, iyi akşamlar. Bugün Siyasetname’nin yeni bir bölümü ile daha karşınızdayız. Her zaman olduğu gibi, siyasetbilimci, bilim akademisi üyesi, Sabancı Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu hocamla birlikteyiz. Hocam, merhaba. Hoş geldiniz.
Ersin Kalaycıoğlu: Hoş bulduk, iyi günler dilerim.
Edgar Şar: Ben de size iyi günler dilerim. Nasılsınız?
Ersin Kalaycıoğlu: Hayattayız ve ayaktayız. Sağ ol.
Edgar Şar: Evet, çok teşekkürler. Türkiye’nin de öyle olmasını umuyoruz. Bugün konuşacağımız konu, Türkiye’de siyasi kurumlar ve özellikle bu kurumlarda gördüğümüz yozlaşma. Türkiye Büyük Millet Meclisi çok önemli bir kurumumuz. Bu hafta orada olan bazı gelişmeler sebebiyle özellikle ona biraz değinmek istiyoruz.
Ersin Kalaycıoğlu: Sadece olan değil, sürmekte olan. Dün de aynı şeyler devam etti. Maalesef farklı bir noktaya savrulmuş durumda.
Edgar Şar: Evet.Maalesef sürmekte olan bazı gelişmeler ve süreceğe benzeyen bazı gelişmeler bizi bu konuyu konuşmaya itti. Neden bahsettiğimizi de biraz daha açıkça söyleyelim. Özellikle Taksim’deki terör olaylarından sonra, o konuların da tartışıldığı ve İçişleri Komisyonu’nda İçişleri Bakanı’nın katıldığı bir meclis çalışması oldu. Biliyorsunuz, aslında bakanlar, meclis çalışmalarına parlamenter sistemde olduğu gibi düzenli olarak katılmıyorlar ama komisyonda bütçe çalışmalarına katılıyorlar. Orada muhalefet partisi temsilcileri ile İçişleri Bakanı arasında, gerçekten emsalini pek daha önce görmediğimiz bir olay yaşandı. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde çok güzel gözükmeyen çok olay olduğuna şahit olduk ama burada, giderek, kötüleşme konusunda rekor kıran bir olayla karşılaştık ve bunun devam ettiğini görüyoruz. Üslup olarak, bir parti de değil, bütün muhalefet partileri temsilcileri ile İçişleri Bakanı arasındaki bu tür olaylar sosyal medyanın da gündemindeydi. Tabii bu, sadece o kişinin kendi profili hakkında bize bir bilgi mi verir, yoksa o kurumun gelmiş olduğu durumla ilgili mi bilgi verir, hatta Türkiye’deki diğer kurumların yaşamış olduğu bir durumla ilgili bize bir fikir mi verir, bu sorulara bakmak istiyoruz. Buyurun, bununla başlayalım hocam.
Ersin Kalaycıoğlu: Bu olay,siyasal rejimin özellikleri açısından bir veridir bizim için. Çünkü bu aynı zamanda siyaset üslubu örneğidir. Daha modern bir şekilde ifade edecek olursanız, Türkçede ‘’biçem’’ deniyor. Siyasetin biçemi hakkında ya da kullanılan üslup hakkında çok belirgin bir veri olması bakımından önemli. Ama daha önemlisi, bu, böyle tekil bir komisyonda anlık bir öfkelenme sonucunda ortaya çıkmış olan bir görüntü gibi algılanabilecek bir nitelikte değildir. Onun çok ötesinde bir özelliği var. Aynı zamanda, ortada bir sistem var. Sistemden bahsettiğimiz zaman, çeşitli parçalardan oluşan ve parçaların birbirleriyle karşılıklı olarak bağımlılık içerisinde bulunduğu bir bütünden bahsediyoruz. Bunlar birbirleriyle ilintili. Türkiye, 16 Nisan 2017’de yapılan referandumda, yeni bir sistem tasarımıyla farklı bir rejime geçti ve 2018’den itibaren de bunu uyguluyor. Onun ortaya çıkartmış olduğu sonuçlardan bir tanesi. Dolayısıyla, bunun daha yakından incelenmesi, o açıdan önem arz ediyor.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Türkiye Büyük Millet Meclisi, yasama organı olarak anayasada tanımlanmış bir yapıdır. Ama bizim siyasal kültürümüz ve onun dayandığı tarihi kökenler itibari ile bakacak olursanız, Türkiye Büyük Millet Meclisi, dünyada da pek örneği görülmemiş nitelikte bir siyasal yapı örneğidir. Bu, Türkiye için çok önemli bir değerdir. Bunu maalesef büyük ölçüde, belki de tamamen yitirmiş bulunuyoruz. Şöyle ifade edeyim: Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920’de kurulduğu vakit, Cumhurbaşkanı yoktu. Başbakan ve bakanlar da yoktu, yürütme yoktu. Devletin hükümet yapısı içerisinde temel rol oynayan 3 kuvvetten biri olan yürütme mevcut değildi. Büyük Millet Meclisi kurulduğunda yargı da söz konusu değildi; o da örgütlenmemişti. Mahkemeler de yoktu. Aynı zamanda, o tarihteki koşullar itibariyle ülke işgal altındaydı. Birinci Dünya Savaşı’nı kazanmış dünyanın en güçlü devletleri ve orduları, Anadolu’yu birer taşeron vasıtasıyla, özellikle batıda Yunan, doğuda Ermeni kuvvetlerinin kullanılması vasıtasıyla, güneyde doğrudan doğruya kendileri (Fransızlar) Suriye’de bir manda rejimi ihlas etmişlerdi. Onun uzantısı olarak güney illerimizde bir işgal sürdürmekteydiler. Bu manzara karşısında bu işgali sonlandırmak ve bağımsızlığımızı temin edebilmek için bir Kurtuluş Savaşı veren bir yapı olarak Meclis ortaya çıktı. Dolayısıyla uluslararası ortam, bu yapının ayakta kalmasına kolay fırsat verebilecek bir içerikte de değildi. 23 Nisan 1920’de henüz bir ordu yoktu, polis teşkilatı da yoktu. Evet, İstanbul’da Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmış olan Osmanlı İmparatorluğu’nun bir hükümeti vardı ama Meclisi işgal kuvvetleri tarafından basılmış, seçilmiş olan vekillerden yakalanabilenler, yargılanmak üzere Malta Adası’na götürülmüş ve o Meclis kapatılmıştı. Dolayısıyla oradaki yapının, İstanbul Hükümeti’nin, İstanbul’un dışında pek bir önemi kalmamıştı. Onun dışındaki bölgelerde fiili yönetim, işgal kuvvetlerinin elinde bulunmaktaydı.
Dolayısıyla Büyük Millet Meclisi; bu koşullar altında kurulmuş olan, önce, yürütmeyi kendi içerisinde çeşitli komisyonlar aracılığıyla oluşturup bunun teşkilatlanmasını sağlayan, sonra, yargıyı, İstiklal Mahkemeleri olarak başlatan ve kurtuluştan sonra örgütlenmesinde rol oynayan, orduyu kuran, örgütleyen ve onun teşkilatlanmasını sağlayan temel kurum olmuştur. Yani devletin yokluğunda devleti oluşturmuştur. Onun için Türkiye’deki siyasal yapı, özellikle hükümet yapısı, Büyük Millet Meclisi’nden çıkmıştır. Onu üreten zekâ veya zihniyet, Büyük Millet Meclisi’nde mevcuttur veya onun tarafından içerilmektedir. Bu, başka meclislerde görülmüş olan bir özellik değildir. Başka meclisler sadece ve sadece mutlak monarşi şeklinde yöneten bir krala ve o kralın yetkilerini alarak onun yerine iktidara geçmek için çaba gösteren bir ortamda gelişen ve krala karşı direnerek oluşan bir yapıdır. Oysa Büyük Millet Meclisi, sadece İstanbul’daki padişaha karşı direnerek ve onun yetki ve gücünü kendisinde toplamak için hareket eden bir meclis niteliğinde değildir. Aynı zamanda işgal altında olan bir ülkeyi işgalden kurtarmak, bağımsızlığı temin etmek, kurtuluşu sağlamak ve bunu yaparken de hem devlet teşkilatlandırmasını oluşturmak hem de bir fikir olarak, bir ideoloji olarak, bir düşünce sistemi olarak önermiş bulunduğu ‘’milli egemenlik’’ esasına dayalı olarak, o topraklarda yaşayanlardan bir millet üretmek üzere yola çıkmış ve bunda da belirli ölçülerde başarılı olmuş olan bir kurumdur. Bu 3 yıllık zaman zarfında, yani 1920-1923 arasındaki dönemde yapılabilecekleri düşündüğünüz zaman çok fevkinde, çok ötesinde bir başarıdır.
Onun için, bu özellikleriyle Büyük Millet Meclisi çok özel bir Meclistir. Dünyada da bu özelliktedir. Benim bilebildiğim, bu tür örneği olan başka bir meclis yapısı yok. Ona rağmen, bu Meclise yeniden çok büyük ölçüde dirsek çeviren bir siyasi gelişme içerisinde bulunmaktayız. Ve onu büyük ölçüde anlamsızlaştıran, marjinalleştiren, önemsizleştiren, saygınlığını ortadan kaldıran, ona olan desteği aşındırmak için muazzam bir çaba içerisinde bulunan bir siyasal yürütme etkinliği ile karşı karşıyayız. Bu, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kurumsal yapısına çok büyük ölçüde zarar vermektedir. Çünkü bir kurumu kurum yapan, onun sahip olduğu temel özelliklerin, yazılı ve yazısız kuralların, o kurumda görev yapan üyeler tarafından bunların ne ölçüde kabul gördüğüyle, saygınlıkla ve duyarlılıkla karşılandığıyla ve onlara uygun olarak davranılmaya çalışıldığıyla; aynı zamanda bu konuda istikrarlı bir şekilde uzun dönem çaba gösterildiği ile ilişkilidir.
Siyasetbilimci Samuel Huntington’ın önermiş olduğu kurumsallaşma tanımı, en fazla geçerli olan tanımlardan bir tanesidir. Huntington ‘’Bir yapının saygınlık ve istikrar bulması kurumsallaşmadır’’ der. Şimdi buradaki gelişmeler, doğrudan doğruya Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin saygınlığını ve istikrarını hedef almış bulunmaktadır ve bu, büyük ölçüde zedelenmiştir, zarar görmüştür. Onun bir tezahürü olarak, geçen hafta ve bu hafta da komisyonlarda yaşanmakta olan olayları yaşamaktayız. Büyük Millet Meclisi’nin güçlendirilmesi ve Türkiye’deki siyasal rejimin odak kurumu haline getirilmesi, oradan elde etmiş olduğumuz 100 yıllık kazanımların üzerine oturan bir siyasal temsil anlayışıyla hükümet etme uygulamasının yerleştirilmesi, kökleştirilmesi, güçlendirilmesi veya bunun bir devamı olarak, Büyük Millet Meclisi çatısı altında milletin tamamının temsil edildiği – devamlı milli iradeden bahsediliyor ve ‘’milli iradenin tecellîgâhı’’ gibi tabirler kullanılıyor ya-, iktidarı ve muhalefetiyle Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kolektif vicdanında mevcut olan bir yapı olarak düşünülebilir. O yapının korunması ve güçlenmesi, Türkiye’nin bir milli devlet olarak varlığını sürdürebilmesi için elzem bir niteliktedir.
Oysa Türkiye, 1982 Anayasası ile birlikte yavaş yavaş bunun dışına doğru savruldu. Önce 1982 Anayasasının başlangıcında Cumhurbaşkanlığı kurumunu, herhangi bir parlamenter uygulamada mümkün olmayacak bir içerikte düzenlenmiş olması dolayısıyla, yarı parlamenter bir yapı olarak gelişmeye başlayan siyasal rejimde, Cumhurbaşkanlığının özellikle parti liderleri tarafından albenisinin keşfedilmesiyle birlikte, önce Turgut Özal, sonra Süleyman Demirel – Bülent Ecevit üniversite diploması olmadığı için aday olmamıştı, onun yerine Ahmet Necdet Sezer bir süre için geçti – sonra yine Abdullah Gül ile devam eden süreçte, büyük ölçüde, Cumhurbaşkanlığı kurumunun siyasallaştırılması ve partizanlaştırılması söz konusu oldu. Partizanlaştırılması önemli. Yani partiler arası siyaset ortamının bir unsuru haline getirilmesi ve Cumhurbaşkanının, temsil ettiği devletin tamamı ve kolektif çıkarın korunması esasından ayrılması ve zaman itibariyle bu esasın terk edilmesi, onun yerine, Cumhurbaşkanlığını herhangi bir yürütme erki haline dönüştürülmesi sürecini yaşadık.
21 Ekim 2007 referandumu ile yarı başkanlık sistemine geçtik. Daha sonra da 16 Nisan 2017 referandumuyla da ‘’neo-patrimonyal sultanizm’’ içeriğinde bir başkanlık uygulamasına başladık. Bu yapılarla, büyük ölçüde Türkiye Büyük Millet Meclisi ağırlıklı olarak düzenlenebilecek olan siyasal temsil ve ona dayanarak çalışabilecek olan bir demokrasinin önüne çok büyük bir set çekmiş oldu. Oysa kuruluşumuzda Büyük Millet Meclisi esastır, esas rol oynamıştı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin temel kurumu, temel siyasal yapısı Türkiye Büyük Millet Meclisi’ydi.
Şimdi bu yapı, yüz yıllık süreçler içerisinde bu ayrıcalıklı konumunu büyük ölçüde yitirdi. Meclis olarak varlığına devam etmesi, meclisin temel işlevleri olarak ve varlık nedenini sorgulatan bir içeriğe dönüştü. Meclisin birinci varlık nedeni, milli egemenliği fiili bir şekilde uygulamayı sağlamaktır. Onun ötesinde temsili hükümet fikrinin dayandığı temel olan seçmenden veya halktan toplanan vergilerin bir bütçe içerisinde düzenlenmesi, harcanması ve bu harcamanın denetlenmesi işlevi meclise, yasamaya ait bir işlemdir. Unutmayınız, siyasal temsil ilişkisinin çalışabilmesi için, verginin hesabının sorulabilmesi ve verginin meşru olarak ifade edilmiş olan kaynaklar çerçevesinde ve meclisin çıkarmış olduğu yasalarla hayata geçirilmesi suretiyle mümkündür. Dolayısıyla siyasal temsil ilişkisi, aynı zamanda bir vergi toplama, harcama ve denetleme ilişkisidir. Bu ilişki, eğer temsili bir hükümet varsa, yasamanın denetiminde olmak durumundadır. Çünkü yasama, halkı temsilen mevcut olan kişilerden ibarettir. Onlar halkın temsilcileri olarak halkın parasını, halkın onayladığı şekilde, işlerde, oranlarda kullanacak ve bunun hesabını da bilahare halka verecektir. Siyasal temsil ilişkisi ancak bu şekilde çalışabilecek bir ilişki niteliğindedir. Onun için bütçenin yapılması, bütçenin uygulanması ve bütçenin denetimi, herhangi bir yasama organı için temel görevdir ve hayati bir özellik taşır. Eğer orada bir boşluk söz konusu olursa, o zaman siyasal temsil ilişkisinin içeriği kalmamış veya boşaltılmış demektir ve çalışması mümkün değildir.
Bunun ötesinde, eğer siyasal temsil ilişkisi daha güçlendirilerek bir demokrasi uygulaması şeklinde örgütlenecek ve sürdürülecekse, o zaman, meclisin temel işlevlerine bir yenisi eklenmektedir. Yani bütçe yasası ve ilgili yasaların, başka yasaların üretilmesi ve bunlar hakkında halka hesap verilmesi, halka bilgi verilmesi, onayının alınması ve ondan sonra bunun hesabının halka verilmesinden ibaret olmayan bir ikinci işlevi daha vardır. O da aynı derecede önemlidir. Belki en az değeri kadar önemlidir: O da, yürütmenin yapmış olduğu eylemlerden dolayı, yürütme tarafından yapılmış olan çeşitli tasarruflar için, bu tasarrufların neden yapıldığını, niye bu şekilde yapıldığını, halka nasıl yararlı olduğunu veya kamu yararına olduğunu sorgulamak ve bunun hesabını sormaktır. Dolayısıyla demokrasiler, hesap sorulmanın meşru, hatta arzu edilebilir olarak kabul edildiği rejimlerdir. Dolayısıyla yürütmeden hesap sorulamayan bir rejimin demokrasi olarak kabul edilmesi mümkün değildir. İçeriği ne olursa olsun, seçmen oy kullansın-kullanmasın, zaman zaman seçimler yapılsın-yapılmasın; eğer etkili bir şekilde yasama organı tarafından, aynı zamanda seçmen tarafından yürütmeden hesap sorulamıyorsa, siyaset bilimciler olarak 21. yüzyılda o ülkede demokrasi olduğunu kabul etmiyoruz. Dolayısıyla bu işlevi görebilecek temel kurumlardan bir tanesi bir tek yasama değildir. Tabii yargı da kendi çerçevesinde aynı hesabı sorabilir, seçmen doğrudan doğruya sorabilir. Tabii aynı zamanda sivil toplum kuruluşları denilen seçmen örgütlenmeleri veya kitle örgütleri bu tür hesapları sormak durumundadır. Medya aracılığıyla da bu hesap sorulabilir. Dolayısıyla hesap sorma yöntemleri çok geniş. Ama temel unsurlardan bir tanesi, Büyük Millet Meclisi’dir, yani yasama organıdır. Bu özelliklerin ortadan kalkması, yasama işlevinin anlamsız hale gelmesi ile sonuçlanacaktır.
Şimdi yasama bu işlevleri yaparken, iki tane – veya bir üçüncüsünü de ekleyebilirsiniz – temel içyapıya sahiptir: Bir tanesi genel kuruldur. Orada parti grubu adına konuşanlar, bu hesap sorma işleminin yaparlar. Aynı zamanda yasa değişiklikleri, teklifleri, yeni yasa teklifleri gibi konular buralarda konuşulur, tartışılır ve bunlar konusunda partilerin kendi görüşleri, partizan ideolojileri ve çıkarlarını ön plana getirecek şekilde ifadelerini bulurlar. Bu, zaman zaman duygusal özellikler kazanabilir. Oradaki görüşmeler, yasama meclislerinin iç tüzüklerinde düzenlenmiş olan ifade türlerine aykırı olmayacak şekilde, yani, nezaket ve nezahetle yaklaşılması gerektiğini bütün meclisler ifade etmektedir; üyelerin birbirlerine karşı olan tavırlarının bu şekilde olması gerektiğini vurgulamaktadırlar. Bizim iç tüzüğümüzde de 64. ile 67. Maddeler arasında bunlar düzenlenmiştir. Dolayısıyla burada bu şekilde davranmak esastır. Ama konuşma ve görüşmeler sırasında zaman zaman duygusal birtakım anlar yaşanmakta ve orada, doğal olarak ifade şekilleri seviye kaybetmektedir. Bu, bütün meclislerde görülen bir özelliktir. Ama özellikle, kurumsallaşması bizim gibi henüz güçlü temellere oturamamış olan meclislerde daha sık görülen bir içerik taşımaktadır. Bu, birinci içyapıdır.
İkinci içyapı, komisyonlardır. Komisyonlarda böyle duygusal bir görüşme, ifade gerektirebilecek bir içerik söz konusu değildir. Komisyonlar uzmanlık içeren, ihtisas içeren komisyonlardır. İhtisas komisyonu gibi adlarla da anılmaktadırlar. Bunlar bakanlık yapılarına paralel olarak kurulmuşlardır ve bakanlık yapılarıyla dirsek teması içerisinde çalışırlar. Dolayısıyla, burada zamanla kamu politikasını oluşturacak hususlarda, kamu politikasının unsurları, belirli bir uzmanlık ve bilgi çerçevesinde tartışılır. Dolayısıyla komisyonlar, uzman tartışmalarının olduğu mekânlar olarak düzenlenmişlerdir. Amaçları da budur. Burada partizanlıktan çok, uzmanlık, bilimsel bilgi, profesyonel etik konularından etkilenen bir ifade tarzı ile yaklaşılacağı ve o şekilde bir konuşma ortamının ortaya çıkacağı varsayılmıştır. Buradaki komisyonlarda herhangi bir şekilde duygusal veya partizan birtakım girişimlerin olması, onların getirdiği bazı alevlenmeler ve onun yarattığı ifade tarzlarının olmayacağı varsayılır.
Nitekim 1997 senesinde, 28 Şubat sonrasında eğitim sisteminde yapılacak değişiklik konusunda, Milli Eğitim Komisyonu’nda ele alınan kanun değişikliği esnasında, Refah Partisi’nin, çok sayıda milletvekili ile bu komisyonu ‘’basması’’ sonucunda başlayan yeni bir süreç, 25 senedir Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, komisyonları da genel kurulda daha sık gördüğümüz, maalesef‘’kural dışı davranış’’ diye ifade edebileceğimiz, iç tüzük kurallarını ihlal eden hakaret, aşağılama, doğrudan doğruya küfür, iftira içeren söylemlerin sergilendiği bir ortama dönüştürmüştür. O zaman, komisyonlarda uzman görüşleri gayet sakin bir şekilde, soğukkanlı bir şekilde, bilimsel bilgi ve bulgular çerçevesinde belli önerilerin ele alınıp tartışıldığı, iktidar ve muhalefet tarafından bunların mahsurları ve bu mahsurların nasıl giderilebileceği hakkındaki tartışmaların yapıldığı bir yer olmaktan çıkmış; partizan tartışmaların ve onun getirdiği yoğun duygusal ifadelerin daha sık görülmeye başlandığı bir konuma doğru dönüştürmüştür. Bu, komisyonların işlevinin yitirilmesi anlamına gelir. Çünkü bu şekilde, muhalefetin katkısının temin edilmesi mümkün değildir. Bu, aynı zamanda iktidara, muhalefeti görmezden gelme, dışlama ve bastırma, aşağılama, muhalefetin yapacağı katkıları engelleme gibi bir konuma sevk etmiştir. Dolayısıyla muhalefetsiz bir yönetim, yine demokrasi fikriyle taban tabana zıt bir niteliktedir.
Muhalefet olmadığı zaman, birisi çıkıp da size yaptıklarınızın yanlış olabileceğini göstermeye çalışmadığı zaman, hatta gösterme başarısını elde ettiğinde, onu görmezden geldiğiniz zaman hata yaparsınız ve hatanın bedeli, hem sizin için hem de ülke için ağır olabilir. Onun için muhalefet, işlevsel bir kurumdur. Yani bir baş belası veya fitne fücur veya düşmanlık unsuru filan olarak kabul edilmekten öte; muhalefetin “Acaba bir şeyler yanlış mı gidiyor?” diye iktidarın düşünmesini sağlayan işlevsel bir yapı olduğunu ve böyle bir amaca hizmet ettiğini görebilmek, bunun ayırdında olmak gerekiyor. Aksi takdirde, doğal olarak demokrasi dışına kendiliğinizden muhalefeti örselemek, erozyona uğratmak, sınırlandırmak veya bastırmaya çalışmak suretiyle kayarsınız. Biz bu hatayı defaten, özellikle çok partili hayata geçişten, yani 1950’lerden itibaren yaptık; yine yapmaya devam ediyoruz.
Geçen hafta Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, İçişleri Bakanlığı görüşmeleri sırasında yeni bir aşamaya ulaşıldığı görülmektedir. İlk defa, bir Bakan’ın, kendi Bakanlığı bilgilerinde mevcut olması gereken birçok hususu da ima ettiği ama belgelendiremediği veya herhangi bir şekilde kanıtlayamadığı bir içerikte, özellikle muhalefete karşı aşağılayıcı, hakaret edici, töhmet altında bırakıcı, belki iftira olarak kabul edilebilecek birtakım isnatlarda bulunduğu görülmektedir. Bu, bir ilktir. Daha önce böyle bir şey yaşanmadı. Çünkü Bakan’a sorulmuş olan sorular, bakanlığın icraatları ile ilgili sorulardır ve Bakan’ın, bu sorulara sözlü veya daha ileride yazılı yanıt vermesi beklenmektedir. O anda bu soruların yanıtlarını verebilecek durumda olmayabilir. Yani “Bunu araştırır, size daha sonra bildiririm” diyebilir, bunun için mühlet de isteyebilir. Ama böyle bir yola gidilmemiştir. Kaldı ki kendi Bakanlık bürokrasisiyle birlikte, bürokrasinin üst düzey temsilcileri ile birlikte mecliste bulunmaktadır. Dolayısıyla onlardan bu ayrıntılı bilgi hakkında anında, orada gerekli girdileri alıp muhalefetin sorularına yanıt da verebilir. Bunu yapmak yerine, muhalefetteki kişilerin kişilik haklarını doğrudan doğruya hedef alan ve onlara İngilizce-Latince bir tabir olan ‘’ad hominem’’tartışma biçimine dönüştüren bir yanıt vermeyi tercih etmiştir. Yani kişilerin kişisel özelliklerini, kimliklerini ön plana çıkaran, bunlar üzerinden onları suçlayan, aşağılayan ve tehdit eden hatta tahkir eden; orada mevcut olmayan ana muhalefet partisi başkanını da hedef alan ve aynı şekilde tahkir eden – zannederim, şu anda o da bir tazminat davası konusu olmuş durumda– birtakım açıklamalarda bulunması, görülmüş bir şey olmadığı gibi, kabul edilebilecek bir şey değildir.
Aynı zamanda, Bakanlığın en üst düzeydeki bürokratları tarafından gösterilen davranış da son derece ilginçtir. Orada büyük tartışmalar devam ederken, sabah kahvaltısı yapmakta olan bir Bakan Yardımcısı sosyal medyada gündem konusu olmuştur. Yani bu, sonuç itibariyle” Büyük Millet Meclisi’ni dikkate almıyoruz, adam yerine koymuyoruz, sorduğu sorulara yanıt vermiyoruz, onların sorduğu soruları meşru olarak kabul etmiyoruz, muhalefet işleri olarak görmüyoruz” anlamına gelmektedir.
Edgar Şar: Hocam, konuyla doğrudan ilişkili değil ama kurumların değişmesi ve yozlaşması ile ilişkili olabilir. Bizim parlamenter rejimden bugüne kadar gelen ama 2018’den itibaren uygulamada kaldırılan müsteşarlık ile bugünkü bakan yardımcılığı pozisyonları arasında da önemli bir fark var, değil mi?
Ersin Kalaycıoğlu: Tabii, çok. Şu anda bakan yardımcısı partizan bir adamın. Oysa müsteşar, partizan değildi; bürokratik bir atamaydı. Yani kamu çıkarını gözetiyordu. Toplumdaki çıkarları birkaç şekilde ifade ediyoruz veya bunların bulundukları özellikleri itibariyle farklı şekilde tanımlıyoruz: Bir, kolektif çıkarımız var. Yani 86 milyon vatandaşın tamamının ortak çıkarı. Mesela hepimizin savunulması. Savunma böyle bir ortak çıkardır. Güvenlik, adalet, sağlık… Bunu hepimiz istiyoruz. Bu, hepimizin ortak çıkarıdır. Bunlar kamu çıkarıdır. Tabii bir de özel çıkarlar var. Özel çıkarlar da çeşitli şekillerde ortaya çıkabiliyor. Bunlar kişisel olabiliyor. Bir kişinin kişisel çıkarı, bir kişinin çıkarının ötesinde bir grubun – örgütlü bir grup olabilir – mesela bir şirketin çıkarı yahut bir sermaye grubunun çıkarı veya bir işçi grubunun, sendikanın çıkarı söz konusu olabilir. Yahut bir siyasi partinin partizan çıkarı söz konusu olabilir. Partilerin çıkarları, kamu çıkarı değildir. Bir kısmın çıkarıdır. Frenkçe’de Latin kökenli bir kavram olan ‘’parti’ kavramı, ‘kısım’dan geliyor. Part, bir kısımdır; bütün değildir. Dolayısıyla onun çıkarı, kamu çıkarından ayrışır. Bu özel çıkarlar, kamu çıkarından ayrılırlar. Özel çıkarların bir kısmına daha fazla imkân sağladığınız zaman, kamu çıkarını zedelemiş olursunuz. Onun için bunun arasındaki dengeyi iyi korumak gerekmektedir.
Bu amaçla, müsteşarlık, kamu çıkarına gözetecek şekilde belli bir bürokrasinin çalışmasında, esas itibariyle kolektif çıkarı ön plana alan, o kolektif çıkarla o kamu bürokrasinin hizmet ettiği alanı birleştiren bir bağlaç veya bir menteşe işlevi gören bir konumdaydı. O kamu bürokrasinin kendi profesyonel etik kuralları çerçevesinde çalışmasını sağlayacak, bunun kurallarını yerleştirecek ve bunun partizan değişmelerden etkilenmeden sürmesini ve dolayısıyla, kamu çıkarının, partizan çıkarların çok ilerletilmesi suretiyle zedelenmesini engelleyebilecek bir konumdaydılar. Bunu ne kadar yaptılar, ne kadar yapamadılar o ayrı mesele. Ama böyle bir konum son derece önemliydi ve mevcuttu. Benim bilebildiğim kadarıyla, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki başkanlık sisteminde dâhil olmak üzere demokrasinin uygulanmakta olduğu bütün ülkelerdeki bakanlıklarda bu şekilde müsteşarlıklar vardır. Orada‘’under-secretary’’adı verilen, böyle bir görev gören kimseler vardır. Birleşik Krallık’ta bu, ‘’permanent secretary’’, yani Türkçeye ‘’sürekli sekreter’’ diye Türkçeye çevirebileceğiniz ‘’sürekli müsteşar’’ vardır. Sürekliden kasıt, partiler ve bakanlar değiştiği vakit müsteşarın değişmediği ve müsteşarın temel itibariyle devletin işlevlerini görmekte etkili olduğudur. İngiltere’de monarşinin korunması. Majestelerinin müsteşarı pozisyonundadır. Dolayısıyla buradaki vurgu, temel itibariyle kolektif çıkarın korunmasına ilişkimdir. Siz müsteşarlıkları kaldırıp ‘’bakan yardımcılıkları’’ diye, eski siyasi görev yapmış olan, belli bir partinin üyesi bulunan kimseleri bakan yardımcısı olarak atadığınız zaman, bunlar olsa olsa o partinin o bakanlıktaki parti komiseri olabilir. Bu bakan yardımcılıkları, Sovyet sisteminde gözüken Komünist Partisi sekreteri tarafından belli bakanlıklara atılan komiserler gibi, atanmış ve ihdas edilmiştir.
Müsteşarlıkları kaldırmak suretiyle kamu bürokrasisinde partizanlaştırmaya ve partizan etkiye daha fazla açmış ve kamu yararını büyük ölçüde zedelemiş oluyorsunuz. Burada da bir, kurumsal yozlaşma söz konusudur. Kim o kamu bürokrasinin kültürünü, değerlerini, onun profesyonel etiğini, o profesyonel etiğe göre çalışmasını garanti edecektir? Partizan atamada böyle bir öncelik söz konusu değildir. Partizan atamada o partinin çıkarlarını, o partinin düşüncelerini, o partinin ideolojisini egemen kılmak esastır. Oysa kamu bürokrasisi devletin bürokrasisidir, partinin bürokrasisi değildir. O ayrımlara duyarlılıkla yaklaşmak ve korumak durumundayız. Eğer bu ayrımların arasındaki farkları büyük bir hassasiyetle korumayı beceremezsek, o zaman Türkiye’nin kamu çıkarının korunması ve dolayısıyla 21. yüzyıl standartlarına göre ‘’iyi yönetişim’’ diye kabul edilen ilkelerin hayata geçirilmesi mümkün değildir. İyi bir yönetimin olması da mümkün değildir.
Konumuza geri dönecek olursak, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki komisyonların bu şekilde iyice yozlaşması, komisyon ihtisasını içeren alanda faaliyetlerini sürdürebilecek bir özelliği kaybetmesi, onun da partizanlaşması suretiyle, hem hesap verilebilirliğin daha büyük ölçülerde zedelenmesi hem muhalefetin daha büyük ölçülerde dışlanması, aşağılanması ve marjinalleştirilmesi söz konusu olacağından; Türkiye’nin demokrasiyle olan bağlantısı daha da kopuk, daha da acz içinde olan bir noktaya gelmektedir. Aynı zamanda Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin saygınlığına çok büyük ölçüde bir darbe vurulmuş durumdadır.
Bugün sosyal medyaya bakacak olursanız, birçok sokak röportajında, Büyük Millet Meclisi hakkında bu tür algıların sokaktaki vatandaş tarafından yapıldığını görmektesiniz. Tabii bunun bir sistemin unsuru olduğu, belli bir rejimin uygulamasına mantığı sonucunda geliştiği gibi çözümlemeleri seçmenden beklemek pek mantıklı gözükmüyor. Ama ortada, sistemin içerisinde, onun çalışmasını sağlayan, siyaset oyununun kurallarını oluşturan rejim yapısı ve onun tasarımından kaynaklanan çok ciddi sorunlar olduğu ve bu sorunların giderilmeden, Büyük Millet Meclisi’nin saygınlığının tekrar iade edilebilmesi, onun geliştirilebilmesi, saygın ve müstakar bir yapı haline dönüştürülerek kurumsallaşması ve Türkiye’de temsili siyaset ve demokrasinin ana kurumu haline gelmesinin sağlanması kolay kolay mümkün olabilecek gibi gözükmemektedir. İçinde bulunduğumuz bu durumda, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bütün üyelerinin, iktidar ve muhalefetin, takkelerini önlerine koyup bu kurumun kendi içlerinde bulundukları ortamda saygın bir kurum olarak yoluna devam edip etmemesini isteyip istemediklerini sorgulama vakti gelmiş gibi gözüküyor. Aynı şekilde, seçmenin de bunu sormasının vakti gelmiş gibi gözüküyor. “Seçtiğimiz milletvekillerimizin, saygın bir şekilde çalışmalarının temini talebimizdir” diye ifade edebilecekleri bir konumdalarken de, bunu hem iktidar hem muhalefet partisi seçmenlerinin kendi milletvekillerinden talep etmeleri gerekmektedir. Muhalefet partileri kadar, özellikle iktidar partilerine, belki daha da büyük ölçüde iktidar partilerine; yani gerek Adalet ve Kalkınma Partisi’ne gerek MHP’ye bu görev düşmektedir. Birbirlerine hakaret etmeden, küfür etmeden, aşağılamadan, kaynağı belli olmayan bazı isnatlarda bulunmadan, belirli birtakım konuları o konuların gerektirdiği duyarlılık, bilgi çerçevesinde tartışmayı beceremiyorlar.
Daha önceki Meclislerde bu nasıl becerilmişti? 1997 öncesindeki komisyonlarda nasıl bu konudaki çalışmalar yapılabilmişti de 1997 sonrasında artık yapılamaz hale geldi? Dolayısıyla bu aradaki geçen zamanda kaybedilmiş olan saygınlığı olabildiğince yeniden üretebilmek gerekiyor. Aksi takdirde, çok önemli bir değeri, Büyük Millet Meclisi’ni kaybettiğimiz takdirde, herhangi bir şekilde çok kısa bir dönemde, 1-2 kuşak içerisinde – kısa dönem derken birkaç yıldan bahsetmiyorum – herhangi bir demokrasi oluşturabilme şansımız olmayacak. Bunu bilmemiz lazım. Demokrasiyi oluşturacaksak, bizim demokrasiyi dayandıracağımız temel payanda, Büyük Millet Meclisi’dir. Hem bu meclis, temsili hükümetin temel unsurudur, milli egemenlik fikrinin hayata geçirilmesinde en elzem yapıdır. Aynı zamanda bunun demokratik olarak çalışması için temin edilmiş olan genel bir arena, forum yahut bir görüşme mekânıdır. Bu imkânı yaratmış durumdaydık ama bunu kaybetmek çok acı olacaktır. Kurumlar kolay kurulmuyor ama çok kolay kaybedilebiliyor. Kaybedildiği zaman yeniden kurulması da çok zaman alıyor ve aynı zamanda maliyeti de fevkalade yüksek oluyor.
Onun için Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin herhangi bir şekilde kendisinin yaptığı işlevleri anlamsızlaştıracak, marjinalleştirecek, görmezden gelecek, kaale almayacak bir şekilde davranan bir yürütme ajanına – ki bakan, bugünkü terminolojide seçilmiş bir görevde bulunmamaktadır, Cumhurbaşkanı tarafından atanmış olan bir memurdur. Özellikle Adalet ve Kalkınma Partisi, bürokratik vesayetten çok yakınarak senelerce siyaset yapmış bir partidir. Kendileri, tarihimizde görülmemiş bir bürokratik vesayet girişimi içerisindeler. Yani bir bakanın, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde halkın oylarıyla seçilmiş olan bir milletvekiline, sadece bir milletvekiline de değil, sistematik olarak muhalefetteki tüm milletvekillerine her türlü hakareti yapabilmesi, bürokratik vesayetin bir görüntüsü olarak algılanmayacaksa ne olarak algılanacak? Anayasaya dikkatinizi çekerim, bu kişiler, sadece seçildikleri bölgenin seçmenlerini değil, bütün milleti temsil ediyorlar. Bakan olarak bunu yaptığınız zaman, bütün millete hakaret etmiş oluyorsunuz.
Şimdi millet, bu kendisine yapılmış olan muameleyi makul, meşru olarak görüyor mu? Görüyorsa siyasal temsilden ne anlıyor? Ne demek siyasal temsil? Kendisinin temsil edilmesi ne anlama geliyor? Milletin egemenliği ne anlama geliyor? Tamamen içi boşalmış anlama geliyor ve böyle bir siyasal üslup, meclis tarafından kabul edilemez. O Meclisi seçmiş olan seçmenler tarafından da kabul edilmemesi gerekir. Eğer bu, hoşgörüyle karşılanacak olursa Büyük Millet Meclisi’nin siyasal temsil kurumu olarak çalışması, bırakın demokrasiyi, sadece siyasal temsil kurumu olarak çalışması zora girecek, anlamını yitirecektir. İktisatçı Von Hayek bunu ‘’Talking shop’’ (Konuşma dükkânı) olarak tanımlıyor.Kahvehane gibi bir şey. Hiçbir işlev görmeyen bir yapıya dönüşecektir ve anlamsızlaşacaktır. O zaman milli egemenlik ne anlama gelecektir? Milli irade ne anlama gelecektir? ‘’Milli irade’’ diye yeri göğü inletenler, bugün yaptıkları eylemlerle milli iradenin içini boşaltmaktadırlar. Eğer seçmen bunun ayırdında değilse, daha uzun süre son derece kötü bir yönetim şekliyle hayata devam etmek durumundadır ve bunu kabul ediyor demektir. O zaman, Türkiye’nin görülebilir gelecekte herhangi bir şekilde demokrasi olarak kabul edilmesi, özellikle hukuk devleti ile bağlantılı bir liberal demokrasi olarak kabul edilmesi şansı da ortadan kalkacak demektir. Onun için, bu küçük bir adım değildir. Büyük Millet Meclisi’nin, kendisinin uğramış olduğu bu saldırı karşısında ne yapacağını merakla izliyoruz. Kendisinin saygınlığını ve kendisinin istikrarlı bir şekilde varlığını sürdürebilmesi için gereken temel saygıyı ne derece önemsediğini, alacağı kararlar, atacağı adımlarla gösterecektir. Eğer bu konuda herhangi bir şekilde partizanlığın ötesine giden, “Bizim partimizdense, bizim partimize yakınsa onun istediğini yaparız” şeklinde bir tutum içerisinde olmaya devam edeceklerse, o zaman partizanlık, yani özel çıkar, kamu çıkarını yok edecek demektir ve hepimizin kamu çıkarı, toplumun kamu yararı, tehdit altındadır demektir. Onun için vahim bir noktaya savrulmuş durumdayız. Bu durumun vahametini iyi anlamamız gerekiyor ve bunun imalarını iyi değerlendirmemiz gerekiyor. Eğer bunu beceremezsek, Türkiye’nin, yoluna saygın bir 21. yüzyıl temsili siyasal sistemi olarak devam edebilmesi dahi kolay kolay mümkün değildir. Demokrasiyi bir kenara bırakalım.
Gelmiş olduğumuz yer çok üzücü, vahim bir nokta ve umarım bunun içerisinden Büyük Millet Meclisi, Kurtuluş Savaşı’nın içerisinden çıktığı gibi alnının akıyla çıkar ve kendisinin yok edilmesi, heder edilmesi, kurumsal olarak büyük bir erozyona uğratılması ve yozlaşması ile sonuçlanacak bir süreci imkânsız hale getirecek adımları atar. Bunun bekleyişi içinde olacağız. En azından ben olacağım.
Edgar Şar: Evet hocam, biz de olacağız. En büyük beklenti bu ve herhalde birçok konuda olduğu gibi bu konuda da, önümüzdeki seçimler bir dönüm noktası olabilir diyorum. Bu zihniyetin, özellikle bir siyasi seçenek haline getirilmesi de çok önemli. En azından, bunun farkında olan seçmenler, kararlarını verdiklerinde bu problemleri çözebileceklerine olan inançları da kararlarını verirken önemli olacak.
Ersin Kalaycıoğlu: O çok önemli. Yalnız, burada dikkat edeceğiniz husus şu: “Efendim, bu meclis çürümüştür. Bunları atalım, gençleri getirelim” demek gibi bir şey değil. Bu bir sistemik problem. Sistemin içerisinde rejim bir unsur. Burada bir tasarım problemi var. Bu tasarım sorununu çözmediğiniz sürece herhangi bir şekilde “Onları bırakalım, bunları getirelim” ile çözülebilecek bir şey değildir. Yani bunların yaşları dolayısıyla bu sorun ortaya çıkmıyor. İnsanlar yaşlandığı için daha fazla birbirlerine hakaret etmiyor; bundan kaynaklanan bir şey değil. Bu, bir yönetim üslubu. Bu üslup Sultanizmden kaynaklanıyor. Sultanizmi değiştirmediğiniz sürece bunu yapamazsınız. Çünkü Sultanizm öncesinde bakanlar, Meclisin içerisinde oturmaktaydılar, seçimle iş başına gelmekteydiler. İktidar parti grubunun bir üyesiydiler ve iktidar parti grubu tarafından da denetim altında tutulmaktaydılar. Şimdi bu ilişki koptu. Bakanlar, Meclisin içinde değil, Meclisin dışındalar. Seçilmiş değiller, memur statüsündeler. Dolayısıyla statü olarak halkın seçmiş olduğu milletvekillerinin daha altındalar. Atanmış statüsündeler. Aynı zamanda, belli bir siyasi liderin, partizan ilişkiler içerisinde olan, partizan özellikli olan bir liderin kabinesinin üyesi durumunda olarak tanımlanıyorlar. Yani bu gayri resmi olarak böyle tanımlanıyor. Çünkü Anayasada ‘’kabine’’ diye bir kavram yok. Dolayısıyla ne olduğunu bilmiyoruz. O da gayri resmi bir yapı. Onun bir unsuru olarak sistemin içerisinde bulunuyorlar. Süleyman Soylu bundan çok önce söyledi: “Ben, hiçbir şekilde kendimi Meclise bağlı hissetmiyorum. Temel itibariyle benim bağlılığım Cumhurbaşkanınadır. Beni o atadı” diyor.
Edgar Şar: Bu, kişisel bir şey değil. Sistem böyle tasarlandı.
Ersin Kalaycıoğlu: Evet. Bu sistem ve bu sistemin içinde bulunan rejim, böyle bir siyaset üslubu doğuruyor. Ondan sonra Adalet ve Kalkınma Partisi milletvekilleri, ki kendilerinin verdiği oyla bu yola çıkıldı, onu da unutuyorlar, attıkları bu hatalı adamın sonucunda herhangi bir şekilde bakanla ilişki kuramaz hale geldiler. İsyanları oynamaya başladılar.
Edgar Şar: Bu belki işin biraz siyasi magazinel kısmı ama bize önemli bir veri sunuyor. AK Parti içinde İçişleri Bakanı’nın bir destekçisi yok, hiç yanında da görmüyoruz. Sözlü olarak desteklendiğini de görmüyoruz. Bu da hem hükümet içinde hem de parti içinde kavgaları doğuran bir şey. Gerçi hükümet de bizim gayri resmi olarak artık kullandığımız bir kavram, çünkü orada da bir kişi var. Aslında bütün bunlar da bir sistemin sonucu. Çünkü eskisi gibi ortak çalışan bir Bakanlar Kurulundan bahsedemiyoruz. Hükümet dediğimizde, sanki Cumhurbaşkanına olan ilişkileri ve sadakatleri üzerinden yarış halinde birtakım güç odakları, klikler görüyoruz.
Ersin Kalaycıoğlu: Tabii. Zaten yürütme erki, Anayasanın 8. maddesinde ‘’Cumhurbaşkanı’’ olarak tanımlanıyor. Bir kişi. Onun için bakanların durumunun ne olduğu, biraz ortada kalmış bir husustur.
Edgar Şar: Galiba ‘’Cumhurbaşkanlığı Kabinesi’’ ifadesi Anayasada geçiyor ama Bakanlar Kurulu dediğimiz kolektif, kolejyal dediğimiz yapı kaldırıldı.
Ersin Kalaycıoğlu: ‘’Bakanlar Kurulu’’ kaldırıldı. Ben Anayasada ‘’kabine’’ kavramını göremedim. Baktım, elektronik olarak da tarattım. ‘’Kabine’’ lafı yok. Dolayısıyla bakanların partili olma özelliği de yok. Zaten bunu 2017 referandumuna giderken tartıştık. O zaman dediler ki, “Bakın, bakanlar artık partili olmak durumunda değiller. İşinin ehli, uzmanı olacak kişileri biz buraya bakan olarak atacağız” şeklinde bir ifadede bulundular. Onun için herhangi bir bakanın, Adalet ve Kalkınma Partili olması gerekmiyor. Parti ile bağlantısı yok, zaten memursa, o zaman zaten partili olmaması gerek. Çünkü Memurin Kanun’unda bu konuda birtakım yasaklar var. Onun için bu statüler düzgün de tanımlanmış değil. Tam bir hengâme içindeyiz. Bir tek şeye önem verildi: ‘’Cumhurbaşkanı, bütün kararları verebilecek konumda olsun’’. Geri kalanı ‘’kervan yolda düzülür’’ mantığı. Dolayısıyla oturmuş bir sistem değil.
Rejim çok ciddi sorunlara sahip. Bu rejimin, Sultanizmin üretmiş olduğu üslup bu. Bu üslubun demokrasi olarak çalışması, hatta siyasal temsil esaslı çalışması mümkün değil. Sorun buradan kaynaklanıyor. Bunu düzeltmeden ve ülke demokrasi olarak yönetmek isteniyorsa, demokrasi olarak yönetecek şekilde bir anayasal çerçeve geliştirmeden bunların düzelme şansı yok. Ondan sonra bile böyle uygulamalar maalesef yer ediyor, bunlar norm haline geliyor. Onun için, Meclisin bu konuda bir karar alması gerekiyor: Bu tür söylemlere izin verilmeyeceği, kendisine soru sorulan bakanın soru ile ilgili yanıt vermemesi durumunda bir yaptırıma sahip olacağı veya yaptırıma konu olacağı gibi birtakım önlemler alması gerekiyor. Aksi takdirde bu tür bir sürecin, bundan sonra bir adet haline gelmesi, yol olması, maalesef komisyonların çalışmaması anlamına gelir. Aynı zamanda Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin de kurum olarak işlevlerini yerine getirememesi anlamına gelir ki, bu Türkiye için çok ağır bir bedeldir. Seçmen böyle bir bedeli ödemeyi içine sindiriyorsa, o zaman demokrasi olarak yönetilmeyi de istemiyor demektir ve demokrasinin ne olduğunu anlamış olduğunu söyleyebilmek de kolay kolay mümkün olmayacaktır.
Edgar Şar: Maalesef. Hocam, çok teşekkür ederiz. Bu ayki programımızın da böylelikle sonuna gelmiş olduk. Siyasetname, gündemi, gündemle ilgili meseleleri daha geniş bir perspektiften tartıştığımız bir program. Siyasetbilimci, Bilim Akademisi üyesi, Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu Hocaya çok teşekkür ederiz.
Ersin Kalaycıoğlu: Ben teşekkür ederim.Herkese iyi günler dilerim.
Edgar Şar: Biz de size iyi günler dileriz Hocam. Bizi izleyen herkese de çok teşekkür edelim. Gelecek ay görüşmek üzere.