Duyguları aklı bozan ve insanın “doğru” karar vermesini engelleyen patolojiler değil de akılla bir sarmaşık gibi birbirine dolaşan ve birbirini destekleyen iki ayrılmaz unsur olarak görenler için, öfkenin siyasetteki yeri vazgeçilmezdir. Ahlaki bir duygu olarak tanımlanan öfke, bireyin karşılaştığı adaletsizlikler, haksızlıklar ve ahlaki kuralların çiğnenmesine verdiği tepki olarak tanımlanır. Hepimizin yakından bildiği gibi öfkemiz; kalp atışı hızlanması, tansiyon yükselmesi, kan basıncının artmasıyla kendisini gösteriyor, kendimizi savaşmaya hazırlıyoruz. Öfkelendiğimizde harekete geçmeye daha hazır oluyor, engelleri ve riskleri küçümsüyoruz, bu yüzden de “öfkeyle kalkan” genelde zararla oturuyor. Siyaseten öfkeyse bireyleri hareket geçirmesi, isyan ve devrimleri mümkün kılmasıyla biliniyor; sonucun başarılı ya da başarısız olmasını umursamadan kendimizi sokakta buluyoruz.
Öfke, tıpkı korku gibi hem gündelik hem de siyasi yaşamımızda ağırlığı fazlasıyla hissedilen bir duygu, bir açıdan korkunun tam zıttı; korktuğumuz zaman saklanırken ve belirsizlikten kaçarken, öfkelendiğimizde fazlasıyla atılgan ve cesur olabiliyoruz. Kitleleri harekete geçirmeyi seven demagogların sıkça başvurduğu duygu öfke, başına gelenleri hazmedemeyen kalabalıklara günah keçilerini işaret eden ve aşağılamadan lince kadar uzanan geniş bir yelpazede şiddeti mümkün kılan da öfke.
Öfkeyle birlikte anılan bir kavram da hınç. Öfkenin anlık bir duygu olduğu ve insanın sakinleşebileceği söylenirken, hınç daha uzun soluklu bir duygu, herhangi birisine karşı hissedilen sürekli öfkenin getirdiği bir ruh hali, geçmişte uğranılan haksızlıkların hatırlanması ve bu haksızlıkların uyandırdığı öfke duygusunun yeniden yaşanmasıyla gözlemlenen bir hal. O kadar ki uğranılan haksızlık bir sanrıdan ibaret olsa ve hatta neyin bu duyguya yol açtığı hatırlanmasa bile, bu olumsuz deneyimin sorumlusuna karşı sürekli bir öfke duyulması mümkün. İnsanı mutlu kılmayı amaç bilen psikologların insanı sınırlayan bir bağ olarak görmelerine karşın; insanı bütün duygularıyla kabul etmeyi şiar edinenler içinse çözülmesi gereken bir bulmaca, kafamızın içindeki sayısız düğümden biri.
“Hınçlanıyoruz çünkü önemsiyoruz, önemsemesek hınçlanmazdık” diyenler var; hınç neyin önemli olduğunu ayırt etmemizde bir fener işlevi görebiliyor. Hınç, geçmişte zarar gördüklerimizden bir kez daha zarar görmemizi engelleyecek bir emniyet kemeri, böylelikle sadece kendimize lanet okuyabiliyoruz. Hıncı umut ile bir paranın iki yüzü gibi görenler de var; birisinden umudu kesmemiz hınca dönüşebiliyor.
Siyaset bağlamında düşündüğümüzde, bizim kullanmamız gereken kelime aslında “ressentiment”, Fransızca’dan gelen bir kelime, Nietzsche ve Scheler tarafından yirminci yüzyılın başlarında kullanılmış bir terim, Scheler’in deyimiyle “Fransızca’ya olan aşkımızdan değil, karşılığını bulamamamızdan”. İş Türkçe’ye geldiğinde durum farklı değil, “resentment” da hınç, “ressentiment” da, ikisini de aynı kelimeyle çağırıyoruz. “Ressentiment” anlamındaki hınç, bahsetmiş olageldiğim hıncı içerse de daha fazlası. İçinde sadece öfke veya keder yok; diğerlerinin yanı sıra, bastırılmış kıskançlık, utanç, etkisiz öfke, mağduriyet ve iktidarsızlık da içerir. Köle-efendi metaforunda resmedilen bir zayıf-güçlü ilişkisi içerir; haksızlığa uğrayan karşılığını vermek ister ancak tıpkı efendisinin tokatına karşılık veremeyen köle gibi elini indirir; bir yerden sonra da karşılık veremeyeceğini içselleştirir ancak duyguları devam eder. Tıpkı erişemediği üzüme ekşi diyen tilki gibi, arzu nesnesinin değerini düşürür; bununla beraber karşılık verememekten duyduğu aşağılanmayı bünyesinde taşımak istemez, kendisini bir kurban ancak ahlaken üstün bir kurban olarak tanımlar. Karşısındaki her kim ise ona da “ahlaksızlık” rolü düşer. Aşağılanma, birden ahlaki bir üstünlük duygusuna dönüşmüştür, kolektif olarak yaşanan mağduriyetlerde bu his hem kulaktan kulağa aktarılır hem de her gün yeniden üretilerek grup kimliklerini pekiştirir.
Muktedirler tarafından ezilen ve dışlanan hemen her grup bu karmaşık süreçten geçer. Yoksullardan, mütemadiyen yok sayılmış azınlıklara; sürekli şiddete uğrayan kadınlardan haysiyeti çiğnenmiş geçilmiş bir önceki dönemin asillerine kadar her grupta yaygın olarak gözlemlenebilir. Yok sayılmanın verdiği güçsüzlük; asla unutulmayacak bir hınca, onu mümkün kılan bir ahlaki üstünlük duygusuna ve bu kaderi paylaşanları bir araya getiren ortak bir kimliğe dönüşebilir.
Öfkenin siyasete damgasını vurduğunu biliyoruz, Trump’ın beyaz seçmenlerinden Suriye’deki isyancılara kadar geniş bir kesim öfkelendiği için sokakta ya da siyasetin tam ortasında. Öte yandan, hınçlanan insanlar için siyasetin kendisi de bir yetersizlik hissi uyandırdığından arzu edilmez, onları forumlarda ya da eylemlerin tam ortasında göremeyiz. Eylemsizlik ve umutsuzluk bu insanların ortak özelliği olarak ortaya çıkar, her ne kadar kendisini bu güçsüzlükten çıkaracak şiddet eylemlerine sessiz bir onay verse de bu eylemlerde kendilerini göremeyiz. Öfkenin yıkıcılığı ve yeniye duyduğu arzuya karşılık; güçsüzlüğün olmadığı bir muhayyel geçmişe duyulan nostalji egemen anlatıya dönüşür, belki de şaşırtıcı bir biçimde yeninin reddinde somutlaşabilir. Hakikat-sonrası dönemin sağladığı alternatif gerçekler dünyası; bütün anlatıları eşit derecede mümkün kıldığından, hınçlananların kendileriyle barışmalarını sağlar, gerçeklikle test etmeyecekleri bir anlatı her zaman kurulabilir.
Siyasi açıdan “ressentiment” anlamındaki hıncı; hareketsizlik, pasiflik, apati ve inançsızlıkla bir arada görebiliriz, ne bilindik oy verme ve benzeri türü geleneksel siyaset, ne de protestolar bu kişilerle karşılaşabileceğimiz yer olmaz; hınçları her zaman onların elini kolunu bağlar. Öfkeliler gözümüzde güvenlik güçlerine taş atan sarı yelekliler olarak canlanırken; hınçlananları umulmadık şekilde güçsüzlükleriyle barışık evlerinde otururken görürüz.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Siyaseti duyguları geri getirmek ve akıl sanrısının tahakkümünden kurtarmak isteyenlerin en önemli savı, her tür siyasi eylemin bir duygusal karşılığının varlığı, dolayısıyla siyasetin insanların duygularına yön vermek ve biçimlendirmek faaliyeti olduğu iddiası. Bu bakış açısıyla siyasi iletişim bir dizi siyasa önerisinin akıl terazisine sunulmasına değil, arzu edilen duyguların harekete geçirilip bakış açısının değerlendirilmesine yönelik bir eylem olur. Söylenen her söz, atılan her adım o duyguya yönelik tasarlanırsa başarılı sayılır.
Bugün, cumhurbaşkanlığı seçimine aylar kala seçmenin hissetmesine ihtiyaç duyulan duygu ne? İktidarını korumak isteyenlerin çoğunlukla korkuya başvurduklarını biliyoruz. Elde ne varsa; para, huzur, can; başka bir iktidar altında kaybedebileceklerin korkusu insanı statükoya yani bilinene sarılmaya iten en önemli duygu. Bu nedenle de seçim döneminde iktidarlar korku salmayı çok severler. Öte yandan, hükmetmeye talip muhalefetinse başarması gereken birinci ödev onu sevenleri sandığa götürmek ve bezginliğe kapılmalarını engellemek, çözüm de uğranılan haksızlıkları hatırlatıp öfkeyi canlı tutabilmek gibi gözükür. Sonuçta böyle bir anda siyasetin dilini korku ve öfke arasındaki gerilim oluşturur.
Tam bu noktada hınç hedef şaşırtan bir tuzak olarak ortaya çıkabilir. İktidarı değiştirmeye gücünün yetmeyeceğine inananların içe kapanmaları şaşırtıcı olmaz, hele daha önceki denemeler çoğunlukla başarısızlığa uğramışsa. Eğer, muhalefet seçmenleri kendilerinde bir güç görüyorlarsa, bir şeyleri değiştirmeye nefeslerinin yeteceğini düşünüyorlarsa; onları kolay kolay bezdiremezsiniz. Ancak, toplumun itilmiş-kakılmış, dışlanmış ve yok sayılmış; nefesi kıt ve sesi de çok çıkmayan kesimleri için ahlaklı bir mağduriyet öyküsü çok daha huzur verici gözükür.
Ülkemiz kadar değişken bir coğrafyada korktuğu için ya da öfkelendiği için oy vereceklerin sayısı ne kadar bilmiyoruz. Her iki ittifakta da farklı profillerden insanlar mutlaka var, onların anladıkları dil de başka haliyle… İktidar seçmenlerinde yeniden başörtüsü yasağını getirip kendisini eve hapsedeceklerin varlığına öfkelenen de var; tıpkı ülkenin İran tarzı bir şeriata geçiş yapmasından korkanlar da. Nasıl bir insan, farklı duyguları aynı anda hissedebiliyorsa, seçmenlerin de farklı duygulardan tetiklenmeleri şaşırtıcı olmaz, zaten siyaset de farklı duygulara hitap edebilme sanatı. Öte yandan, hıncın ne kadar yaygın olduğunu, her blokta kaç tane bulunduğunu bilmiyoruz, zaten içe kapanmışlıkları bunu öğrenmemizi de sonuçlandırıyor. Ancak önümüzdeki seçimlerde hıncın da öfke ya da korku kadar kritik rol oynayacağını söylemek falcılık olmaz.