Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Öner Günçavdı yazdı: Sivil siyaseti dışlamadan ekonomik dönüşüm sağlayabilmek (II)

Geçen haftaki yazımda, kalkınma sürecinde ekonomik yapıda yaşanan değişimlerin siyasi karar süreçlerine yansımasının veya yansıyamamasının sonuçları üzerinde durulmuştu. Ülkemizdeki müesses nizamın, Demokrat Parti döneminin sonlarında ortaya çıkan böyle bir yapısal dönüşüme kayıtsız kalmasının siyasi sistemi nasıl dışsal müdahalelere açık duruma getirdiği ele alınmıştı. Benzer durum farklı ekonomik koşulların sonucunda ilerleyen dönemlerde de tekrar tekrar gündeme gelmiştir. Hatta bugün bile ekonomide ortaya çıkan değişim ihtiyacına cevap veremeyen bir siyasi yapıyla karşı karşıyayız.

Ekonomik kalkınma kendi içinde barındırdığı çelişkileri ile gerçekleşmektedir. Belki de sürecin bu iç çelişkileri kalkınmaya dinamizm katmaktadır. Zira kalkınmanın doğası gereği ortaya çıkan toplumsal kesimlerin gelirlerindeki farklılıklar ve bu gelirleri korumaya yönelik ihtiyaç duyulan politikalarda ayrışma böylesine çelişkili dinamik bir yapının doğmasına yol açmaktadır.

Doğal olarak “kalkınma” ile birlikte artan gelir düzeyi en azından siyasi sistem ile koalisyon içinde olan birtakım kesimlerin refah taleplerinin artmasına neden olur. Bu refahın elde edileceği iktisadi faaliyetlerde de bir dönüşüm zorunlu hale gelir. Ekonomik yapıda refah yaratacak iktisadi faaliyetlerde yaşanacak dönüşümle birlikte bu faaliyetlerde rol alan ve ekonomik kaynakların paylaşımında söz sahibi olmak isteyen kesimler bakımından da bir dönüşüm zaruri hale gelir. Aksi halde daha çok refah sağlayan faaliyetlerin mevcut kaynaklardan daha az yararlanması gibi bir durum ortaya çıkar ki bu da sistem içinde dengeyi ve uyumu bozar. Ekonomik istikrarsızlıkları besler.

İktisadi dönüşüm taleplerinin siyasi karar süreçlerine yansımaması ülkeyi önce ekonomik darboğazlara, ardından siyasi istikrarsızlıklara maruz bırakır. Bizim gibi gelişme sürecinde olan bir ülkede yeteri kadar gelişmiş kurumların olmaması, siyasi yapıdaki bu dönüşüm taleplerinin sivil siyasi kurumlar tarafından gerçekleştirme olasılığını düşürür. Böyle bir dönüşümü sağlayacak kabiliyetten ve liyakatten yoksun kurumlar ister istemez sivil siyasetin dışından gelen müdahalelere fırsat doğurur.

Demokrat Parti 1950’lerin sonuna doğru ekonomide doğan böyle bir ihtiyacı karşılayamamış, askerlerin siyasete dışarıdan yaptıkları bir müdahaleyle karşı karşıya kalmıştır.

27 Mayıs 1960 darbesi siyasi sebepleri itibariyle çok tartışılmıştır. Ancak bu darbeyi sadece siyasi bir olay olarak görmek ve siyasi nedenlerden kaynaklandığını iddia etmek doğru olmayabilir. Önceki yazıda da ifade edildiği gibi, neredeyse on yıla varan bir süre zarfında ticari sermaye birikim sürecini ve süreçte rol alan iktisadi kesimleri idare eden bir partinin, sermaye birikiminin eriştiği o günkü seviyeden sonra bu süreci sürdürememesi ve eldeki ticari sermaye birikimini bir sanayi sermaye birikim sürecine dönüştürememesi darbeye gerekçe oluşturmuştur. Dahası ömrü dolan ticari sermaye birikim sürecinin sürdürülebilmesini sağlayacak ne içeride ne de dışarıda kaynak bulunamayınca, tıkanan bu süreç siyasi manada da istikrarsızlık üretmeye başlamıştır.

Demokrat Parti’nin yönettiği sermaye birikim sürecinde ekonomik kaynakların kullanımında etkili olan kesimler genellikle tarım ve ticarette yer alan kesimlerdir. Ardından bunlara bir de altyapı yatırımlarında rol alan ve ticari sermayenin ülkemizdeki en önemli temsilcilerinden birini oluşturan müteahhitler gelmiştir.

Siyasetin bu süreçteki rolü öncelikle II. Dünya Savaşı süresince kamunun biriktirdiği kaynakların çeşitli mekanizmalar ve bahanelerle özel kesime aktarılmasıdır. Ardından 1950’lerin başlarında uluslararası olumlu konjonktürün sağladığı ek kaynakların da yine bu kesimlere doğru yönlendirilmesinde aracılık etmektir. Bu birikim modeli öncelikle yüksek oranda kamu tasarrufunun var olmasına, ikinci olarak da dışarıdan kaynak temininin mümkün olmasına bağlı bir şekilde 1950’lerin ortalarına kadar sürdürülebilmiştir. Bu, AKP iktidarın 2000’li yıllarda karşılaştığı koşullara çok benzer bir durumdur. Farkı ise 1950’lerde yaşanan bu olumlu konjonktürün 2000’li yıllarda 20 yılı aşkın bir süre sürmüşken, Demokrat Parti döneminde sadece beş yıl civarında sürmüş olmasıdır.

Ülkede özel kesimdeki tasarrufları yönlendirebilecek gelişkin bir finansal piyasa olmayınca, bütçe imkânları elverdiği ölçüde, siyasiler kontrol edebildikleri kaynakları yanlarında yer alan kesimlerin kullanımına sunabilmiştir. Ancak bu sistem ekonomi büyüdükçe ve artan kentleşme birlikte giderek daha fazla kaynağa ihtiyaç duymuş ve bu şekilde sürdürülebilirliği tehlikeye girmiştir.

Aslında 1958 ve sonrasındaki ekonomik sıkıntıların nedeni, bu birikim modelinin ihtiyaç duyduğu kaynak ihtiyacının karşılanamamasıdır. Krizlere neden olan, uygulanan birikim modelinin kaynak ihtiyacının karşılanamaması olmakla birlikte, her krizde uygulanan birikim modellerinin farklı olması da krize giden süreçlerin ve dinamiğin farklı olmasına yol açmıştır. Örneğin 1958’deki ödemeler dengesi krizinin temelinde ticari sermaye birikiminin bahse konu olan açmazları vardır. Zaten birikim modelindeki değişimi zorlayan da budur. Ekonomik ve siyasi kurumların yeterince gelişmiş olmaması bu birikim modelindeki değişimin sivil siyasi kurumlar eliyle yapılmasını zora sokmuştur.

Askeri müdahale sonrası ortaya çıkan siyasi muhalefetin de özünde tasfiye edilmeye çalışılan iktidar bileşenlerinin rolü büyüktür. Ancak amaç ülkenin dışarıdan borçlanarak elde edemediği mali kaynaklara erişimini sağlamak olduğu için, sanayileşmenin zaruri olduğu görülmüştür. Ancak buna rağmen, tarımın ekonomideki baskın rolünden kurtulabilmek mümkün olmamıştır. Dolayısıyla tarımsal gelirler toplumun büyük kesiminin temel gelir kaynağı olmaya devam etmiştir.

Bu süreçte sanayileşmeyle birlikte kamu kesiminin yönlendirdiği ve özel kesim eliyle bir sermaye birikim modeli uygulanmaya başlanmıştır. Askeri darbe ise bunun yapılabilmesi için gerekli kurumsal çerçevenin oluşturulmasını kolaylaştırmıştır. Sanayi, ülkenin kaynaklarının kullanımında ortaya konulan tercih sıralamasında ilk sıralara yükseltilmiştir. Ancak bu süreçte iktidar koalisyonunun oluşturulması ise son derecede sancılı olmuştur.

Eski güçleri olmasa bile, bir yandan geniş kitlere hitap etmesi ve büyük bir oy potansiyeli taşıması sebebiyle tarımsal kesimlerin hala iktidar koalisyonlarında etkin olma arayışları devam etmiştir. Yeni dönemde kurulan Adalet Partisi bu ihtiyacının kurumsal düzeyde dile getirildiği bir siyasi oluşuma dönüşmüştür. Diğer taraftan sanayici olan özel kesimin iktidar düzeyinde alınan kaynak kullanım kararlarında etkinlik arayışları da yeni bir realite olarak ortaya çıkmıştır.

Sanayicilerin en büyük avantajı, o dönemde ülkenin ihtiyaç duyduğu ithalat masraflarının azaltılmasına yarayacak şekilde, içerideki sanayi malı talebini karşılayabilmektir. Siyasiler nezdindeki önemleri ekonominin maruz kaldığı ithalat faturasının boyutuna bağlı olarak belirlenmiştir. Kim daha çok tasarruf sağlayabiliyorsa, o ülke ekonomisi için çok daha kıymetlidir. O dönemdeki iktidarların sermaye grupları arasındaki tercihlerinin kriteri budur.

Sanayiciler iktidar bloğunda yer alabilmek için ekonomide etkinlik gösteren kamu bürokrasisinin bir kısmı ile kendi koalisyonunu gerçekleştirerek, kaynak kullanımda öncelik kazanmaya çalışmışlardır. Hatta bu ilişkilerin geliştirilmesi için özel kesim, kendi kurdukları sanayi işletmelerinde kamudaki ekonomi bürokratlarını istihdam etmeye başlamıştır.

Bu bürokrasiye yakınlık elbette sadece sanayici için yok. Diğer kesimlerin de bürokrasinin farklı kesimleri ile yakınlık geliştirdiği görülmektedir. Tüm bunların yanında, bürokrasideki bir kesim de sanayileşmede özel kesimi dışlayıp, devleti ve kamuculuğu öne çıkartan bir düşüncenin temsilcileri olarak yer almaya çalışmıştır. Aslında bunları Cumhuriyet’in kuruluş dönemlerindeki Kadrocu hareketin bir devamı olarak görmek de mümkündür. Özellikle 1960’lı ve 1970’li yıllarda Mümtaz Soysal ve Doğan Avcıoğlu’nun dile getirdiği düşüncelerin kamu bürokrasisindeki temsilcileri diyebileceğimiz bir kesimdi bu. Elbette bürokrasideki bu farklı yapılanmalar iktidarda öne çıkma mücadelelerine girmiş ve bu şekilde dönemdeki siyasi istikrarsızlıklara kaynaklık etmiştir.

Bu istikrarsızlıklar içinde askerler ön plana çıksa da onlar bu güç savaşının siyasette görünen yüzü olmuşlardır. Bu mücadele maalesef istikrardan uzak bir uluslararası konjonktür içinde yaşanmıştır. Aslında bu güç mücadelesinin taraflarından bazılarının gücü zaman içinde azalmış olsa da varlıkları günümüze kadar sürmüştür. Bürokrasideki daha kamucu sermaye birikimi taraftarlarının tasfiyesine ciddi olarak 1980’lerden itibaren başlanmıştır. Ancak bu tasfiye süreciyle birlikte sanayi sermaye birikimi sürecinde de yavaşlama başlamıştır.

Sanayileşmenin yükselişe geçtiği ilk dönemde sanayileşmenin amacı ülkenin ithalat yoluyla oluşan döviz harcamalarından tasarruf etmektir. Yoksa ihracat yoluyla döviz kazanmak değildir. Bu nedenle sanayi faaliyetlerini konu edinen sermayenin farklı çıkarları temsil edecek şekilde alt gruplara bölünmesine ihtiyaç duyulmamış, özel sermaye bir bütün olarak kıymet görmüştür.

Buna gerek duyulmamasının ardındaki en önemli neden ise o günlerdeki sanayileşme pratiğinin ulusal ve uluslararası düzeyde kurumsal çerçevesi ve günün ekonomik koşullarıdır. Göreli olarak kapalı bir dış ticaret rejimi ve sabit ve altına endeksi bir kur sisteminin oluşturduğu daha istikrarlı kurumsal bir yapı, ülkelerin sanayileşme pratiklerinde maliyet mefhumunun göz ardı edilebilmesine olanak sağlamıştır.

Döviz tasarrufu sağlayabilmek için yurtiçinde maruz kalınan “arz açıklarının” ne pahasına olursa olsun kapatılması gerekmektedir. Bu şekilde kamu ve özel kesimde birçok yeni üretim kapasiteleri yaratılmış ama ülkenin hem döviz harcamaları hem de dışa bağımlılığı paradoksal bir biçimde artmıştır. Bu durum sanayi sermayesi içinde de bir bölünmenin eşiğine gelindiğinin habercisidir.

1970’lı yılların sonuna doğru, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de ekonomik kaynakların kullanım önceliklerinde değişim yaşanmıştır. Önceleri döviz tasarrufu için sanayileşmeye çalışan ülkeler, artık bunun tek başına yeterli olmadığının farkına varmışlardır. Yeni oluşan dünya ekonomisindeki koşullar da ülkelerin bu yönde bir dönüşüm yapmalarını zorunlu hale getirmiştir. Artık kaynak tüketen değil, kıt olan bu kaynakları üretebilen bir sermaye birikim modeline geçmek gerekmektedir ve bu nedenle de sermayenin kendi içinde ayrıştırılması zaruri bir hal almıştır.

İktidarı ve muhalefeti ile birlikte dönemin siyasi yapısı bu dönüşüm ihtiyacını elden geldiğince ertelemiş, mevcut birikim modelini borçlanarak ve enflasyon yaratarak sürdürmeye çalışmıştır. Ancak bunun da bir sürdürülebilirliği vardı elbet. İçte ve dışarıda yaşanan siyasi gelişmeler doğaldır ki bu sürecin hızlanması ve yavaşlaması yönünde etkiler yaratmıştır.

O günlerde iktidarı oluşturan koalisyonun yapısının da bu dönüşüme direnen bir gücü olmuştur. O günlerdeki siyasetin bir yanında, Demokrat Parti’den kalma ticari sermayeye dayalı birikim modelini sahiplenen, büyük ölçüde ülkenin geleneksel kırsal kesimini temsil eden Adalet Partisi bulunmaktaydı. Parti liderinin de geçmişte bir bürokrat olduğu gerçeğini bir yanda tutarsak, bu parti ülkenin geleneksel yapısının kontrollü bir şekilde kentleşmesinin önünü açmayı, bu sırada ülkenin altyapı eksikliklerini gidermeyi amaçlayan bir anlayışa sahip olduğunu belirtmekte yarar var.

Bu siyasi kadro, Demokrat Parti’nin geçmişte gerçekleştiremediği sanayi sermayesi ile koalisyonu büyük ölçüde bünyesinde gerçekleştirmeyi başardığı için, Türkiye’nin 1960 ve 1970’lerindeki sanayileşme döneminde etkili olmuştur. Aynı zamanda ülkedeki geleneksel yapılara yakınlıklarıyla, ülkenin geleneksel yapısını korumayı amaçlayan kesimlerin de sığınağı olabilmiştir. Bu parti, uygulamaları ve temsil ettiği kesimler bakımından göreli olarak ticari sermaye ve geleneksel ekonomik yapının yanında olmuştur.

Siyasi yapının diğer kanadında yer alan CHP ise daha çok kentleşmiş nüfusun ve sanayi dönüşümünün dokunduğu kesimlerin temsilcisi olma yolunda bir tercihte bulunmuş; sanayileşme üzerinden bir sermaye birikimini, özellikle bu sermaye birikim modelini kamu bürokrasisinin desteği ile benimsemiş bir parti olmuştur. Toplumsal gelişme düzeyinin de sonucu olarak, siyasi destek bakımından yeterince yaygınlaşamamış, geleneksel toplumsal yapı içine sızamamıştır. Bu da CHP’nin sürekli toplumsal olarak yaygın bir desteğe ulaşmasını engellemiş, kamu bürokrasisinin desteğine bağımlı bir hale getirmiştir.

Siyasetin bu iki kesimi arasındaki belirgin bir diğer fark ise, Süleyman Demirel’in Bülent Ecevit’in birinci ölüm yıl dönümünde yaptığı konuşmasında ifade ettiği gibi, partisi daha çok refahın üretilmesine odaklanırken, CHP daha çok bu refahın paylaşımını ve sanayi toplumunun kurumsallaşmasını öne çıkarmıştır.

Aslında bu her iki oluşum da kalkınmayı hedefleyen ve bunun için sermaye birikiminin önemini öyle ya da böyle kabul etmiş anlayışlardır. Bu bakış açıları nedeniyle her ikisi de sermaye yanlısı siyasi anlayışın temsilcileridir. Tek farkları ağırlıklı olarak temsil ettikleri sermayenin hangisi olduğudur. Ama her ikisi açısından da emeğin temsili bakımından çok büyük bir farklılık yoktur.

Bu her iki siyasi oluşumun oluşturduğu koalisyonun en önemli eksikliği ise o günkü koşullarda önemi giderek daha çok fazla hissedilen döviz gelirlerinin kaynağı olabilecek bir sermaye birikim sürecinin eksikliğidir. Dolayısıyla böyle bir sürecin desteklenmesi yönünde uygulamaları hükümetlere diretecek bir iktidar koalisyonun oluşturulamamasıdır. Zira her iki siyasi anlayış da ekonomik kaynak yaratmayı değil, onların tüketilmesini öne çıkaran siyasi pratikleri benimsemişlerdir.

Ekonominin ihtiyaçlarına yönelik bir kaynak kullanım önceliğini benimseyen siyasi bir yapı oluşturulamadığı için, ülke ilk önce ekonomik krizlerle, sonrasında da siyasi istikrarsızlıklarla karşı karşıya kalmıştır. Bir kez daha sivil siyasetin mevcut yapısı ekonomik dönüşümlere kayıtsız kalmış, iktidar koalisyonlarının dönüşümü gerçekleştirilememiştir. Bu dönüşümün yaratacağı toplumsal dirençle yüzleşilememiştir. Neticede 12 Eylül 1980’de bir başka siyaset dışı bir müdahaleye maruz kalınmıştır.

Bu yeni sürecin ve beraberinde neoliberalizmin yükselişe geçtiği bu dönemin bugünlere ışık tutacak özelliklerini gelecek hafta inceleyeceğiz.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.