Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Öner Günçavdı yazdı: Sivil siyaseti dışlamadan ekonomik dönüşüm sağlayabilmek (I)

Biraz uzun bir yazı olacak. Amacım geçmişte yaşadıklarımızdan dersler çıkartıp bugüne ışık tutabilmek.

Önümüzdeki seçimler Türkiye için birçok açıdan çok önemli. Bunu bütün kamuoyu kabul ediyor. Ama daha çok seçimlerin siyasi sonuçları değerlendirmelerde dikkate alınıyor. Sanırım bu seçimlerin bizim için önemi sadece doğuracağı siyasi sonuçlar değil. Yaratacağı ekonomik koşullar bakımından da bu seçimlerin büyük önemi var.

Ülkemizdeki siyasi yapı çok uzun zamandır dışarıdan açık bir müdahaleye maruz kalmadı. Sivil siyaseti kesintiye uğratacak bir gelişme yaşanmadı. Oysa daha önceleri Türk siyasetinin on yılda bir askerlerin müdahaleleri ile kesintiye uğratılacağına inanılır, bunun neredeyse bir alışkanlığa dönüştüğü söylenirdi.

En son yapılan askeri darbenin üzerinden kırk yılı aşkın bir süre geçti. Öyle ki geçmişteki darbelerden niteliği ve amaçları bakımından çok farklı olan 2016’daki darbe girişimi geçmiştekiler gibi sivil siyaseti kesintiye uğratmadı. Daha önceki “yazılı” yapılan girişimler ise sadece sözde kaldı. Bunların hiçbiri siyasi hayatı kesintiye uğratmadı, mevcut siyasi aktörleri siyaset sahnesinin dışına atmadı.

Zaman zaman askeri darbe meseleleri kamuoyunda sıkça tartışılıyor. Benim sorunum bu tarihi deneyimlere yeni bir bakış açısı getirmek. Tabii iktisadı kullanarak.

İlk bakışta konu siyasi görünse de temelinde ekonomik nedenlere sahip. Malum, siyaset gibi üstyapı kurumları ekonomik yapının üstüne inşa edilmiş toplumsal yapılardır, “birilerinin” dediği gibi. Siyasetin veya ekonominin bu yüzden birbirinden bağımsız düşünülmesi mümkün değildir. Karşılıklı bir etkileşim içindedirler.

Konuyu “kalkınma iktisadı” dinamikleri bakımından ele almak yararlı olur diye düşünüyorum.

Kalkınma dinamik bir süreçtir. Ekonomik gelişmeler kaçınılmaz olarak toplumsal ve siyasi düzeyde değişim ihtiyacı doğurur. Kurumsal yapılar, yönetim şekilleri ve beraberinde iktidar erkinin nasıl kullanılacağı veya kimlerle birlikte kullanılacağı hep bu ekonomik değişimin sonucunda cevap bulan sorulardır.

Bazen iktidarlara ve “devlet” denilen aygıta statik, mutlak anlamlar yüklense de aslında mevcut ekonomik yapının hâkim güçlerinin bir koalisyonu olarak ortaya çıkan nitelikleri görülmelidir. Ama siyasiler bir “beka” söylemi etrafında bu yapıların mutlak ve sorgulanamaz yapılar olarak görülmesini arzularlar. Bu onların temsil ettikleri siyasi yapının ve ekonomik işbirliklerinin korunmasını amaçlar.

Ama hayatın kendisi dinamik bir süreç. Hiçbir şey eskisi gibi kalmaz. Nüfus hareketlidir. İhtiyaçlar sürekli değişir. İnsanların arayışları hiçbir zaman sona ermez.

Ekonomik olarak refahın kaynağı olan iktisadi faaliyetler de sürekli değişir. Biri önemini kaybederken, bir diğeri ekonomik refah üretiminin merkezine oturur. İktidarların siyasi olarak ikbali ise vatandaşına refah sağlayıp sağlamadıklarına bağlıdır. Bu refahın sürekliliğidir. Tabii bir diğer önem arz eden konu bu refahın nasıl üretileceğidir.

İdeal durumda dinamik kalkınma sürecinin bir sonucu olarak ekonomik altyapıdaki değişimin üstyapıya, yani siyasete sirayet edip, orada da kendini göstermesi beklenir. Siyasetin bu değişim ihtiyacına direnç göstermesi mümkündür ama maliyet doğurur.

Kalkınma süreci beraberinde ekonomik yapıda değişime yol açar. Ama en önemli dönüşüm ekonomideki refahın kaynağındaki değişimdir. Bu dönüşümü gerçekleştirmek, daha önce ittifak içine girilen birçok kesimi bu iktidardan uzaklaştırmayı gerektirir. Zor olan budur.

Kalkınmanın ilk aşamalarında tarım, refahın ve sermaye birikimini sağlayan “artığı” yaratmanın kaynağıdır. Doğal olarak siyaset kurumu da bu sermaye birikimi sürecini kontrol edip, üretilen artığa el koyacak şekilde organize olmalıdır. Tarımsal gelirden beslenen kesimlerin oluşturacağı bir iktidar koalisyonu siyaset dilini belirlemede ve ekonominin kurumsal yapısının organizasyonunda etkili olur. Toplumsal refah talepleri ise siyasi yapının bu geleneksel iktisadi faaliyetler üzerinden sağlaması gereken taleplerdir.

Kalkınmayla birlikte toplumdaki refah taleplerine cevap verecek iktisadi faaliyetlerde de değişim başlar. Bu kaçınabileceğiniz bir gelişim değildir. Tabii geniş kitleleri daha düşük refaha razı edemediğiniz sürece.

Bir tarafta toplumun giderek artan refah talebi, diğer yanda bunu karşılama kabiliyeti azalmış geleneksel yapıyı terk etme iradesi gösteremeyen iktidarın, gelirleri bu faaliyetlere bağlı olan kesimlerle kurduğu iktidar koalisyonunu devam ettirme arzusu. Bunlar neticede benzerlerine ülkemiz tarihinde de rastladığımız, gerçeklerle bağı kopmuş bir siyasi yapının oluşmasına yol açmaktadır. Bu çelişkili durum iktidarı kimin kontrol ettiğine bağlı olarak devam edebilir. Ta ki arzulanan sermaye birikim sürecini devam ettirecek kaynaklar tükenene kadar.

Toplumsal refah taleplerinin siyasi yapıda böyle bir değişim talebi doğurmadığı durumlar var dünyada. Örneğin doğal kaynak ihracı yapan Ortadoğu’daki ülkeler gibi. Bu ülkelerdeki siyasi yapıların ve siyasi istikrarın sürekliliği sadece siyasi baskılardan dolayı değildir. Asıl neden bu ülkelerin sahip olduğu doğal kaynak ihracat gelirlerinin, ortaya çıkan toplumsal refah taleplerini karşılayabilmesidir. En azından bu durum şu an için “aykırı” seslerin yaygınlaşmasının önündeki en önemli engeldir.

Bizim gibi ülkelerde böyle bir durumdan bahsedebilmek mümkün değil. Hedeflediğimiz refah, kendi gayretlerimizle ve bu gayretlerin sonucunda oluşturacağımız iktisadi organizasyonumuz niteliğiyle elde edilebilmektedir. Yani çalışarak ve üreterek.

Refahın iktisadi kaynakları değişince neden iktidar koalisyonunda da değişim ihtiyacı doğar?

Cevabı iktisadi dinamiklerde aramakta fayda var. Geleneksel tarımsal yapıların sürekli toplumun talep ettiği refah düzeylerini sağlaması mümkün değil. Öncelikle kalkınma süreci boyunca, toplum kırsalda erişemediği kamu hizmetlerine kentlerde erişim imkânı bulabildiği için, ardından tarımsal gelirler yeterince arttırılamadığı için ve arttırılabilmesi için gerekli uluslararası düzeydeki nispi fiyatların zamanla tarımın aleyhine dönmesinden dolayı tarımsal faaliyetlerin refah yaratma kabiliyetinde azalmalar yaşanır. Bir başka neden ise nüfus artışı ve tarımsal gelirlerin bu nüfus artışı ile birlikte eski düzeyinde bir refahı bile insanlara sağlayamayacak olmasıdır. Bu kaçınılmaz bir süreçtir. Sadece Türkiye’de değil, kalkınma sürecindeki birçok ülkede yaşanan bir süreçtir.

Tarımsal gelirlerdeki bu gelişmelerin iktidar koalisyonu üzerinde de etkileri olur. Onlar tarıma dayalı sermaye birikim sürecinin devamını arzulayıp, bu süreci hızlandırabilmek için tarımsal gelirlerdeki düşüşleri kabullenmek istemezler. İşte bu noktada, onların iktidarda ekonomik kaynakları yönlendirebilmede sahip oldukları imkânlar ortaya çıkar ve tarımsal faaliyetler desteklenir. Dolayısıyla iktidar erkine yakın olmaları bu kesimlerin gelirlerindeki düşüşün önüne geçer. Tarım teşvik edilmeye devam edilir, verimli olmasa da (yani yeterince gelir üretemese de) kaynaklar tarımsal faaliyetlere kanalize edilir. Bu durum ekonomik kaynakların verimsiz kullanımına neden olur.

Bir yandan daha çok kaynak tarıma yönlendirilip verimsizce tüketilirken, ekonomide yeterince gelir üretilememeye başlar. Kaynak kullanım yapısının bu şekilde sürdürülebilmesi mümkün değildir. Oysa ekonomik kaynakların kullanılabileceği başka iktisadi faaliyetler ve desteklenebileceği farklı sermaye birikim modelleri vardır. Ama ekonomik kaynakları yönlendirmekte ve bunun için gerekli yasal mevzuatları oluşturmakta etkili olan siyasi yapılar buna engel olur. Diğer bir deyişle iktidar koalisyonunun bileşenleri, kaynakların farklı bir şekilde kullanımına rıza göstermezler. Bu haliyle iktisadi bir olay siyasi bir güç ve etki mücadelesini beraberinde getirmiş olur.

Bu iktidar erkini kullanacakların değişmemesi, kaynakların daha düşük refah üreten (hatta zamanla üretemeyecek duruma gelen), sadece geleneksel kesimlerdeki belli güç odaklarının gelirlerini arttırmaya yarayan politikaların izlenmesine yol açar. Bu da ekonomik krizlerin tetikleyicisi olur. Zira bu şekilde kaynak kullanım tercihlerinin makro düzeyde yarattığı sorunları halledebilmek ve bir nevi sistemi yamalarla sürdürmeye çalışabilmek için makroiktisadi yönetimde alınan kararlar da rasyonaliteden uzaklaşır ve ekonomide kriz dinamiklerini devreye sokar.

İktidar koalisyonunun zayıfladığı böyle anlarda bir de “beka” ve “milli birlik” söylemleri devreye girer. Bu söylemle istenilen, sürdürülebilmesi iktisaden mümkün olmayan düzenin bekasıdır ve kamuoyundan kendisi için refah üretemeyen bu düzenin desteklenmesi için destek talebidir. Hatta bu talep, geniş kitlelerin maruz kaldıkları ekonomik zorluklara tahammül etmelerini de kapsamaktadır. İşte bu noktada iktisadi olarak işlevi kalmayan geleneksel iktisadi yapının, temsil ettiği kültür ile birlikte sürekliliğini sağlamayı amaçlayan bir “muhafazakârlık” devreye girer ve toplum içinde destek arayışına girişilir. Zaman zaman da din devreye sokularak korunması amaçlanan yapının “meşruluğuna” kaynak olması amaçlanır. Tıpkı bugün de olduğu gibi.

Siyasi yapının ekonomik dönüşüm ihtiyacına geç cevap vermesi aynı zamanda siyasetin toplumla bağının kopmasını doğurur. Bu noktada yapılan eleştiriler “siyasetin ekonominin önüne geçtiği” şeklinde olur. Zira amaç mevcut siyasi yapının devamını sağlamak ve ekonomik değişimin yol açtığı taleplere direnmektir.

Her ne kadar “düzenin” korunması amaç edilse de bunun bir sınırının olacağı kesin. Kaynaklar tükenince ve bu düzenin finansmanı için diğer kesimlerin desteğine ihtiyaç duyulduğunda siyasi gücün de paylaşımı gündeme gelir. Yapılan müzakereler sonucunda iktidar gücünü kullanan grupların arasına başkaları da dâhil olmaya başlar. Ya da sivil siyasi mücadeleyle tamamıyla tasfiye bile edilebilirler. Bu dönüşümün sağlanabilmesi için sivil siyaset en önemli araçtır ve gereklidir. Siyasi güç odaklarındaki bu değişim aynı zamanda ekonomide refahın kaynağındaki dönüşümü de beraberinde getireceğinden, karşılaşılan ekonomik güçlüklerin de halli sorunsuzca gerçekleşir.

Siyasetçiler böyle bir dönüşüm ihtiyacını görüp, toplumu buna ikna etmekte zorlanabilirler. Zira refah üretmekte sıkıntı çekilse de bunun için geleneksel faaliyetlerden gelir elde eden kesimlerin ikna edilmesi gerekmektedir. Bu yüzden sürecin siyasi ve ekonomik maliyetler doğurması kaçınılmazdır. Kimse bu maliyetlere maruz kalmak istemez. İşte bu noktada değişim gerçek manada “liderliğe” ihtiyaç duyar.

Ülkemizde ekonomik gelişmelerin tetiklediği siyasi dönüşüm ihtiyacı defalarca ortaya çıkmıştır. Şu an kadar biri dışında hemen hemen tümünde sivil siyaset bu dönüşümü gerçekleştirmekte başarısız kalmış, bu dönüşüm iktisadi ve siyasi çözüm iddiasında bulunan dışsal müdahalelerle sağlanabilmiştir. Göze alınamayan riskler sebebiyle hep dışarıdan bir gücün gelip, masayı devirmesi ve bu maliyetli dönüşümü yapılmasına altyapı oluşturulmuştur.

Şu ana kadar tek istisna II. Dünya Savaşı sonrası Türk siyasetinde yaşanan “sivil” dönüşümdür. Bu dönüşümü zorlayan nedenlerden biri olmasına rağmen, kamuoyunda çok dikkat çekmeyen bir neden de savaş süresince devlet kontrolünün dışında meydana gelen sivil bir sermaye birikiminin gerçekleşmiş olmasıdır. Savaş sırasında palazlanan bu sermayenin savaşın bitiminde tekrar devletin kontrolüne girmesi mümkün değildi. Oluşan uluslararası siyasi konjonktürün de etkisiyle siyasette ve ekonomik kaynakların kullanımından söz söylemek istemeleri ve kendi kontrolündeki sermaye birikim sürecinin sürekliliğini sağlamayı istemeleri beklenen bir gelişmeydi. Kanımca Demokrat Parti kısmen bu ihtiyacı gerçekleştirmenin bir aracı olarak ortaya çıktı.

Demokrat Parti dönemi, kalkınma sürecinde “ticari sermaye birikim” sürecinin geleneksel iktisadi faaliyetler yoluyla yükselişe geçtiği bir dönem oldu. Tarım refahın ana kaynağı olarak görüldü ve tüm kaynaklar bu sektördeki üretimin desteklenmesi için yönlendirildi. “Tarımsal artık” da ticari sermaye birikiminin kaynağı oldu. Hem tarımsal faaliyetler hem de kamunun giriştiği altyapı yatırımları ticari gelirlerin birikim sürecini hızlandırdı. İktidarda ise toprağa bağlı kesimlerin temsilcileri yer aldı.

Ancak ülkedeki kaynaklar tükendikçe ve uluslararası düzeyde konjonktür tarımsal üretim aleyhine dönünce, bu sektör üzerinden yeterince gelir sağlanamaz duruma gelindi. Tarımsal nüfusun artması ve yaşanan kalkınma pratikleri sebebiyle kentleşmenin hız kazanması, ülkedeki ihtiyaçların niteliğinin ve beraberinde miktarının değişmesine yol açtı. Siyasi yapı bu değişime yeterli tepkiyi gösteremedi.

Ülke ekonomisinin maruz kaldığı ulusal ve uluslararası finansman güçlükleri geleneksel yapının sürdürülmesini güçleştirirken, ülkenin hem tasarrufunu arttıracak hem de kendi dışa bağımlılığını azaltacak özel kesiminin sanayi üretiminin teşvik edilmesi zaruri bir hal aldı. Bu da iktidar istemese de tarım dışındaki bir siyasi yapının doğuşunun yolunu açtı. Dış kaynak arayışları için uluslararası kurumlarla temasta bulunan Demokrat Partili yetkililer de bu yönde yapılan telkinler ve hatta koşullarla karşılaşmaya başlamışlardır. Bu bir bakıma ekonomide zaruri bir şekilde gerçekleşen ticaretten sanayiye doğru bir kaymanın önünü açmıştır.

Ancak bu süreçte iktidarın siyasi koalisyonundaki grupların değişimi söz konusu olmadı. Geleneksel ekonominin temsilcileri giderek azalan ekonomik kaynakları kendi gelirlerinin sürekliliğini sağlamak, ticari sermaye birikim süreçlerinin devamı için kullanmaya devam etti. Ancak kaynaklar tükendikçe, makroiktisadi yönetim kendi tutarlılığını kaybederek, istikrarsızlık yaratmaya başladı. Neticede bu yapı 1958’de ciddi bir ekonomik kriz üretti ve kendi iflasını ilan etti.

Ancak siyasette geleneksel kesimlerle yürütülen ittifakın değiştirilmesi sağlanamadı. Ekonomide yaşanan zorluklara rağmen, iktidar ekonomik kaynak kullanım tercihlerini değiştirmekte yetersiz kaldı. Aksine zaruri görünen değişime direnmeyi tercih etti. Ancak bu direncin siyasi sistemde yarattığı istikrarsızlık, daha fazla refah isteyen toplumsal muhalefetin artmasına yol açarak, o günkü koşullarda haklı görülebilecek bir dışsal müdahaleye de bahane oluşturdu. Neticede sivil siyaseti kesintiye uğratan, mevcut iktidar koalisyonunda yer alan siyasileri siyaset sahnesinin dışına atan 27 Mayıs 1960 askeri darbesi geldi.

Darbenin ardından ekonomide refahın kaynağı olarak sanayi öne çıkarken, özel kesim eliyle yürütülecek bir sanayi sermayesinin birikim sürecine adım atıldı. Ekonomik kaynaklar hem kamu hem de kamunun yönlendirdiği alanlarda özel sektör eliyle yürütülen bir sanayileşme stratejisinin finansmanına kanalize edilmeye başlandı. Tarım, ekonomideki önemini yitirirken tarımsal kesimler iktidar koalisyonundan uzaklaştırıldı. Yerine sanayide sermaye birikimine önem atfeden bir kesimsel koalisyon geçerek, ekonomik kaynaklar büyük ölçüde sanayileşmenin hizmetine sunuldu. Böylece iktisadi dönüşümün siyasi yapıda zaruri kıldığı dönüşüm gecikmeli de olsa gerçekleşmiş oldu. Tek farkla. Demokratik yöntemler yerine bu dönüşüm sivil siyaset dışındaki güçlerin müdahalesi ile gerçekleştirilmiş oldu. Neticede ülkenin maruz kaldığı ekonomik darboğaz da bu şekilde aşılmış oldu.

Bu dışsal müdahaleler demokrasimizin geçmişteki aksaklıklarını daha da belirgin bir hale getirirken, aynı zamanda iktidarı oluşturan ekonomik koalisyonların dönüştürülmesinde sivil siyasetin nasıl çaresiz kaldığının da bir göstergesidir.

Bu çaresizliğinin diğer örneklerini izleyen yazımızda değinip, ekonomideki gelişmelerin siyasette bizi nasıl bir tercihle karşı karşıya bıraktığını tartışacağız.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.