Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Seren Selvin Korkmaz yazdı: İktidar İmamoğlu’na ikinci “mağduriyet fırsatını” niye verdi?

Muhalefetin Erdoğan’a karşı seçim kazanabilecek en güçlü adaylarından biri olan Ekrem İmamoğlu’na siyasi bir davada 2 yıl 7 ay 15 gün hapis cezası verildi ve siyasi yasağın önü açıldı. İstanbul seçimlerini hukuksuz bir biçimde iptal edip, kendi seçmenini de bu hukuksuzlukla karşısına alan iktidar, İstanbul’u ikinci kez büyük farkla İmamoğlu’na kaybetmişti. Şimdi ise bu kararla güçlü bir rakibin önüne kimsenin kolay kolay ikna olmayacağı bir dava ile siyasi yasak getiriliyor, üstelik ülkede siyasetin dili karşılıklı hakaretleşmelere dönmüşken… Yani toplumun aklıyla da alay eden bir süreç var ortada. Bu durumda herkesin aklında aynı soru var: İktidar bu “mağduriyet” hikayesini İmamoğlu’na niye hediye etti? Zira Türkiye’de aynen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hikayesinde olduğu gibi “mağdur” olan siyasette kazanıyor. Oysa, bu kez şartlar farklı, mağduriyet ise tek başına kazanmak için yeterli değil. 

İmamoğlu davası ile iktidarın neyi amaçladığı konusunda çokça yazılıp çizildi. Günlerdir ortaya çıkan tabloda iki sonuç göze çarpıyor.

  1. Uzun süredir ifade ettiğim gibi İstanbul’un kaybı iktidar için bir hınç ve gurur meselesine döndü. Bütün karmaşık hesapların ardında bu basit duygusal gerçeği ihmal etmemek lazım. “İstanbul’u kazanan Türkiye’yi kazanır” diyenler, İstanbul’u bu kez yargı yolu ile kazanma peşinde. Önce, İstanbul’da AKP’nin iyi örgütlenme tahtını elinden alan, seçim zaferinin ardındaki en önemli isimlerden Canan Kaftancıoğlu’na siyasi yasak geldi. Ardından da İmamoğlu siyasi yasak ile karşı karşıya. Böylece iktidar için “ölüm-kalım” seçiminde hem muhalefetin popüler figürlerinden kurtulmak hesaplandı hem de İmamoğlu’na siyasi yasağı getirecek yargı süreci hızlanırsa İstanbul Büyükşehir Belediyesi iktidara geçecek. Seçimle alınamayan, aynen Güneydoğu’daki HDP belediyeleri gibi yargı yoluyla alınmış olacak. 
  2. İktidar, bu kararla İmamoğlu üzerindeki “belirsizlik” ve “popülerlik” arasındaki çizgide isteyerek veya bilinçsiz olarak muhalefet kanadında bir yarık açılmasını sağlabilir. Bir tarafta yargı sürecinin belirsizliğinden kaynaklı olan İmamoğlu’nun adaylığının riski, diğer tarafta artık İmamoğlu aday gösterilmezse milletin kararına sırt çevrildiği algısı muhalefette güçlü bir yarık oluşturma potansiyeli taşıyor. Muhalefet kanadından gelen ilk seslere bakılırsa da geçtiğimiz aylardaki dağınıklık ve rekabet havası bu yarığı kapatacak kritik siyasi hamlelerin önünde engel olabilir.

Peki, tablo ne? Ne yapılmalı?

Öncelikle tekrar tekrar bugüne nasıl geldiğimizi hatırla(t)makta fayda var: Otoriterleşme dinamik bir süreç. Muhalefet otoriterleşmenin yalnızca kurbanı değil, yer yer onu yaratan ve onu destekleyen aktif bir parçası. Burada kasıt ille de muhalefetin iktidar politikalarına destek sunması değil. Bilinçli veya bilinçsiz olarak otoriterleşmeye katkı sağlayan politikaları izlemesi… Ya da eylemsizlik yani siyasetsizlik halinde olması. Örneğin, HDP belediyelerine atanan kayyumlara karşı etkili bir ses çıkarılamaması, bugün kayyum politikalarının normalleşmesine sebep oldu. Siyasilere siyasi faaliyetleri için verilen cezalara etkili ses çıkarılamaması da bugün İmamoğlu’nun başına gelenlerle yakından ilgili. Benzer bir durum hükümetin yeni anayasa değişikliği önerisinde de karşımıza çıkacak. Haliyle, hukukun araçsallaştırıldığı bu düzlemde oyunu belirleyen siyaset oluyor. İktidarın seçimli otoriter rejimlerin kitabına göre oynadığı bu oyunu iktidarın sınırlarından ve sahasından çıkarabilme mahareti ise esas belirleyici etken oluyor.

İmamoğlu’nun siyaseten en büyük avantajı kritik zamanlarda mobilizasyonu sağlama konusunda tereddüt etmemesi. Dava günü Saraçhane’ye çağrı yapması yani millete dönmesi psikolojik üstünlüğü kazandıran bir hamle oldu. O gün muhalefet pasif kalsaydı ve sosyal medyadan kınamakla yetinilseydi hem seçmenler için büyük bir hayal kırıklığı olacaktı hem de muhalefet çok güçsüz görünecekti. 

Ardından altı lideri ilk kez Saraçhane’de aynı sahnede millete seslenirken gördük. Böylece altı lider Saraçhane’de İmamoğlu ile “birlik” görüntüsü verdiler. Türkiye için oldukça “alışılmadık”, demokrasi için ise oldukça “güçlü” bir mesaj oldu altı liderin bir arada durması. Her birinin kendi çizgisinden, dilinden topluma seslenmesi hakikatten yeni bir durumdu. Aslında, Türkiye tarihinin farklı “mağduriyet” okumalarının da aynı sahnede buluşmasıydı. 

Muhalefete kazandıracak olan bu birlik görüntüsü ve yaratıcı çözümler. Ancak, sürece hâkim olan ne yazık ki bu birlik görüntüsü değildi. Bunu bulanıklaştıran ve iktidarın hoşnut olacağı rekabet ve dağınıklık yine devredeydi. Bu tartışmalar İmamoğlu davası kadar gündemde yankı buldu.

Öncelikle Kılıçdaroğlu’nun dava günü davanın sonucunun ceza olacağını düşünmeden Almanya’da olması ciddi bir zamanlama hatasıydı. Bu boşluğu ise önemli bir siyasi hamle ile Akşener doldurdu. Ancak, burada iki soru cevapsız kalıyor: 

  1. Kılıçdaroğlu, Halk TV’de Davutoğlu’nun İBB ziyareti için kendisini aradığını ancak Akşener’in aramadığını ifade etti. Peki, İmamoğlu ekibi CHP örgütlerine evvelden bilgi vermiş miydi? CHP’li İmamoğlu’nun bu süreçte İYİ Parti ile daha yakın gözükmesi sahiden İmamoğlu’na da faydalı mı?
  1. Kılıçdaroğlu’nun yurtdışı gezilerinin planlamasında hesaplamalar eksik yapılıyor. İçerdeki gündem ve otoriter bir rejimin yapacağı hamlelere hazırlıksız yakalanılıyor. Üstelik Kılıçdaroğlu en büyük riski olan negatif kampanyaya kilitlenmiş durumda ve kamuoyundaki algısı zedeleniyor. Kılıçdaroğlu’nun ekibi neden ısrarla bu yanlışı devam ettiriyor?

Bu dağınıklık ve rekabet görüntüsü sürerken HDP’den bir yetkilinin İsmail Saymaz’a verdiği demeçte aday Kılıçdaroğlu olursa kendi adaylarını çıkarmayacaklarını ve bu adayın da Gültan Kışanak olduğu dile getirilmiş. HDP’den bir süredir farklı ortamlarda kadın bir aday çıkaracakları yönünde açıklamalar duyuruluyordu. Böylece, adaylık yarışında bir eksen daha oluşuyor.

Akşener’e gelince öyle veya böyle siyasetteki boşluğu dolduran lider oldu. Akşener’e kızmak yerine boşluk bırakmayacak stratejiler üretmek gerekiyor. Öte yandan Kılıçdaroğlu’na yöneltilen eleştirilerin iktidarla işbirliği noktasına kadar gitmesi ise büyük bir haksızlık olur. Siyasette hepimizin bir favori adayı bir tercihi olabilir ama hikâyede bütün tarafların pozisyonlarına bakarak analiz yapmak daha sağlıklı.

Tüm bu tabloda muhalefete kazandıracak olan ne yalnız başına mağduriyet öyküsü ne de rekabetle girilen yıpratıcı bir süreç olacak. Muhalefet, iktidarın hukuksuz yargı hamlesine ancak güçlü bir mobilizasyon ve İmamoğlu-Yavaş-Kılıçdaroğlu eksenlerini birleştirici yeni bir strateji ile kazanabilir. Muhalefet kanadından gelen “sorun yok, rekabet yok, birlik var” ifadeleri artık yeterli kalmıyor çünkü partilerin kurmaylarından gelen açıklamalar da kamuoyuna verilen görüntüler de bu yönde değil. Muhalefet seçmeni artık masanın dağılmayacağını biliyor ancak esas mesele adaylık yarışının kıracağı bardaklarda…

Muhalefetin İstanbul’u kazanan ruha yeniden ihtiyacı var. O başarıda İmamoğlu’nun liderliği kadar Kaftancıoğlu’nun örgütlenmesi ve sandıklara sahip çıkması, Kılıçdaroğlu ve Akşener’in ittifak kararı, HDP’lilerin verdiği destek ve milyonların tercihi ile adaletsizliğe verdiği tepki vardı…Tüm bu tabloda 31 Mart kazanıldı, 23 Haziran ise adaletsizliğin etkisiyle büyük fark ile kazanıldı. Haliyle mağduriyet tek başına kazandırmıyor. Seçimli otoriter rejimde kazanmak için etkin işbirliği ve işleyen bir strateji lazım.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.