Aydın Selcen yazdı: Dış politikayı içerideki karanlıktan ayrı düşünmek

İşimiz zor ama işimiz bu. Dış politikayı tutarlı, çokboyutlu, uzgörülü bir bütün olarak göremiyoruz. Çünkü öyle değil. “Kakofonik değil senfonik olmalı” diye pek çok kez lugât parçaladığımı biliyorsunuz. Öyle olmayınca, dilim dilim kesip, dosya dosya açıp bakıyoruz.

İçeride güdülen bodoslama, hoyrat hatta neredeyse hunhar, ceberrut, artık giderek totaliterliğe varan otoriterlikten ayrı; akılcı, dengeli, ulusal çıkarları kollamaya, fırsatları (olumlu anlamda) istismara dayanan bir dış politika varmış gibi yapmanın da pek anlamı yok.  

Bununla birlikte, dosya dosya açıp bakınca ve önümüzde de şunun şurasında bilemediniz beş ay kalan bir seçimi ve o seçimdeki olası yönetim değişikliğini resme dahil edince bir şeyler söylemek zorunlu oluyor gelişmeler hakkında. Haliyle, biz öyle sansak da ve gözlerimizi göbek deliklerimizden kaldırıp zinhar ufka çevirmesek de dünya Ankara’nın çevresinde dönmüyor.

Tüm değişkenleri tek elden denetleme olanağı bulunmayan, üç boyutlu bir evren dış politika. Dolayısıyla, gelin bu arkaplan önünde, artık Erdoğan’ın kendinin de teyit ettiği Esat’la yüz yüze görüşme olasılığı üzerine birlikte yine de kafa yoralım, Suriye siyasetinin geldiği yere bakalım.

Ankara’nın istediği, Suriye sınırı boyunca uzanan ve 30 kilometre derinliğe sahip bir gri (yani egemenliği belirsiz) bölge yaratıp, buraya ya girip kalmak; ya girmişken kalmak; ya dilediğince dal-çık yapmak. Ankara’nın diğer isteği de uluslararası kurallar öyle gerektirdiği için ülkemizdeki sayıları dört milyonu aşan Suriyeli sığınmacıların “gönüllü” (davullu-zurnalı, güle oynaya) kendi yurtlarına geri dönmesini sağlamak.

Esat ise, ne gidenleri geri almaya ne ülkesinin belirli bölgelerinde denetimi, egemenliği kuzey komşusuna hele başta Erdoğan’a bırakmaya eğilimli. Gidenler, Esat’ın gözünde kurtulduğu safralar. Zaten aradan geçen yıllarda onlar artık buralı oldular. Gelecek yıllarda da, hele ikinci nesil, artık giderek bizden de olacaklar. Onları bizden kılmak (artık) gelecek yönetimin de başlıca ödevlerinden, temel sınamalardan biri.  

Esat’ın herhangi bir konuda kendi kendine karar verme bağımsızlığı olmadığı gibi zor kullanarak egemenlik alanını genişleterek ülkesinin sınırlarının tamamına ulaşacak gücü de yok. Bunu belirtmek, Esat’ın Moskova veya Tahran ne derse onu aynen uygulamak zorunda olduğunu ileri sürmekle aynı şey değil. Nitekim Esat’ın babasından miras aldığı kanlı ve karanlık Arap milliyetçisi arkaik Baas diktatörlüğü iç savaşla yıkılmadı. Bir bakıma, evet, “Adam kazandı.” Yeterince veya şimdilik kazandı.

Moskova, Tahran, Vaşington, Brüksel’den hiçbiri Türkiye’nin Suriye’ye yeni bir kara harekâtı daha düzenlemesine olur verdi. Tahran’ın başı zaten bir diğer arkaik diktatörlük olan “İslâm cumhuriyeti” rejimine, “velayet-i fakih” düzenine doğrudan meydan okumaya dönüşen iç başkaldırıyla meşgul. Ukrayna’yı Rus işgalinden kurtarmaya destek vermekle meşgul ABD ve Avrupa ise, güncel durumun (statükonun) sürmesinden hoşnut, “Bırak dağınık kalsın” havasında.

Putin, Erdoğan’a “Harekât yapma, seni Esat’la konuşturayım, maksat seçim için avantaj sağlamak değil mi?” seçeneğini sundu. Başka deyişle, harekâtın yerine Esat’la ikili (veya üçlü) görüşmeyi ikame etti. Erdoğan bunu ya “Esat’la görüşerek harekât” anladı, ya doğrusunu anladıysa da içeriye öyle pazarladı. CHP’nin habire “sihirli çözüm” olarak gündeme getirdiği “Esat’la görüşme” kartını da böylece kendi eline aldı.

Putin önceki S-400, nükleer santraller ve yanına cemile kabilinden çırak çıkan liman imtiyazı gibi örneklerde olduğu üzere, Türkiye’yi Erdoğan üzerinden NATO içinde ayrıksı bir yere yine getirmeyi başarmış oldu. Savunma bakanları ve istihbarat başkanlarının toplantısına ev sahipliği etti. Dışişleri bakanları için de öyle olacağa benzer. Hele Erdoğan, Esat’la buluşmaya kalkar Kremlin’e giderse ve Putin’in müşfik ve olumlayan bakışları altında bir el sıkışma resmi verirse, yandı gülüm keten helva.

Zira başta ABD ve Fransa olmak üzere, NATO müttefiklerimiz Esat’a galibiyet ve meşruiyet armağanı vermek niyetinde değil. ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Price bu tutumu teyiden yineledi. Esat’ın Suriye’si de, mollaların İran’ı, Putin’in Rusya’sı ve Kim’in Kuzey Kore’si gibi küresel düzenden yalıtılmış durumda. Görülebilir gelecekte de öyle kalacaklar.

Erdoğan ise diplomatik yalıtımdan BAE, Suudi Arabistan, Mısır ve İsrail hamleleriyle çıktı. Ukrayna’nın işgalinde kendine bir konum da edindi. Yunanistan’la denedi, olmadı. Şimdi, hem de Rusya üzerinden, Suriye açılımıyla kendi kalesine keza diplomatik bir gol atıyor. Denebilir ki Arap Ligi de Esat’la arayı yumuşatıyor ve Rusya’yla da arayı soğutmuyor. Ama adı üstünde o Arap Ligi.

Yine denebilir ki yeni Netanyahu hükümetiyle İsrail de Rusya’ya kapıyı aralayıp, hazır İran’ın başı kalabalık ve Nasrallah da (söylendiğine göre) oyun dışı kalmışken, ulusal güvenliğini önceleyip Suriye’ye dilediği gibi hava harekâtlarını sürdürüyor. Ama o da İsrail işte. Üstelik ne omzunda 600 yılı aşkın imparatorluk mirası var, ne bizim gibi (Serhat Güvenç hocamızın deyimiyle) “kalın doğrama” yahut hantal çalışıyor.

Geriye kalıyor, muhalefetçe de paylaşılan ve herhalde esasen başta ABD, Batı karşıtlığının üzerindeki utangaç tül perdesi olan dış politikada sözde “stratejik özerklik” iddiası yahut hülyası. Örnekse, Almanya da son olarak şansölye Scholz’un Pekin ziyareti ve ardından açıklanan devasa yatırım kararlarıyla Çin konusunda ABD’den hatta AB’den ayrışmıyor mu? Küresel bakımdan miyopik bir “Her koyun kendi bacağından asılır” döneminde değil miyiz? Belki. 

Sonuç olarak değiştirilemeyecek sabitler var. Biz Suriye’yle de, Irak’la da, İran’la da komşuyuz. Öyle de kalacağız. “Yeni yerimizde hizmetinizdeyiz” deyip, çarşıda başka köşeye taşınacak değiliz. Sıfır toplamlı yapay seçimler yapmaya zorlanmamalı, bize başkalarınca biçilen rolleri oynamaya atılmamalıyız. Bunlar doğru. Ama ne uğruna ne yapıyoruz ve yapılanın yerine ve yanı sıra başka neler yapılabilir soruları da geçerli. “Olan oldu, torba doldu” diyerek, yan gelip yatamayacağımıza göre.

Öyleyse böyle ve (bu defa Büyükelçi Oğuz Demiralp’in deyimiyle) “pozitiften” anlatmalıyız. Anlatmak yerine efelenmemeliyiz. Adımlarımızı gerekçelendirmeli, muhatapları ikna edebilmeliyiz. Öngörülür ve güvenilir olmalıyız. Neyi, kiminle, nerede, ne için, nasıl yaptığımızı önceden düşünüp, sonra uygulamalıyız. Ayın 18’inde ABD’de (Vaşington’da?) Çavuşoğlu’nun mevkidaşı Blinken’le görüşmesi var. Hazır mıyız? Diyeceksiniz ki, şu deve anlatısında olduğu gibi “Neren doğru?” demişler. 

Asıl soru seçimde Esat’la vermeyi hedeflediği (ikili veya üçlü) resim de Erdoğan’a yarar mı? Diğer soru, seçimde yönetim değişirse Rusya ve Suriye siyasetleri, bunların üzerinden Batı’yla ilişkiler ne yöne evrilecek? Anlamlı bir değişiklik ummalı mıyız? Şimdiden üzerinde düşünülüyor mu? Yapılabileceklerin sınırlarının bilincine varılıp, atılacak somut adımlar, yüzü Batı’ya dönük organik kimlik ve tarihsel yönelimimizle kavgalı olmadan, ulusal önceliklerimiz doğrultusunda tasarlanıyor mu?

Diplomaside sürat ile acele, etkinlik ile işgüzarlık, sükunet ile atalet farklı. Herhalde pragmatizm ile oportünizm de öyle. Seçimden sonra yönetim değişirse, kim ve nasıl bir ülke olmak istediğimizin bir sağlaması da kendini dış politikada gösterecek. Dilerim “liyakat” ve “devlet aklı” gibi galat-ı meşhurlara rücu edilmez. Öyle olursa, gözü korkutulan yurttaşın canı pahasına devletine sığınmaya zorlanması demek ve köhne bir Soğuk Savaş oyunu olan “özgürlük ve güvenlik dengesi” gibi, aynı temcit pilavına tahta kaşık sallamaya devam ederiz. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.