AKP’li yıllara içeriden bakış (6): İnşaat ya Resulallah

Ana Haber Bülteni’nde Başbakan Erdoğan’ın Mersin gezisinde bir çiftçinin Erdoğan’ı protesto ettiği haberi geçiyor. Erdoğan’ı, protesto! Neden ki?

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve çiftçi Mustafa Kemal Öncel arasında yaşanan diyalog şöyleydi:

Erdoğan: Böyle bağırılmaz ki, terbiyesizlik yapma.

Çiftçi Öncel: Terbiyesizlik yapmıyorum. Lütfen bana hakaret etmeyin.

Erdoğan: Artistlik yapma.

Çiftçi: Artistlik yapmıyorum, ben sanatçı değilim.

Erdoğan: İyi bir sanatçısın.

Çiftçi: Tarım Bakanımızın anayasayı ihlal ettiğini biliyor musunuz?

Erdoğan: Lan terbiyesizlik yapma.

Çiftçi: Lan mı?

Erdoğan: Evet.

Çiftçi: Lan mı? Canın sağ olsun.

Erdoğan: Şu anda çiftçiye ne verildiğinin farkında mısın?

Çiftçi: Ne zaman?

Erdoğan: Şimdi

Çiftçi: Benim mahsulüm öldükten sonra mı? 2 senedir anamız ağlıyor.

Erdoğan: Hadi ananı al git buradan.

Çiftçi: Lan diye hitap etme. Ayıp be! Kim vuruyor, kim vuruyor? Kolum ameliyatlı. ‘Sayın Başbakan’ diye hitap ettim, ‘lan’ diye hitap etti. Benim karşıma çıkacak güce sahip değil, hangi yüzle geldi buraya? Benim adım Mustafa Kemal Öncel. Takip edin, beni takip edin. Halkın sesi oldum!

Erdoğan & Çiftçi
Erdoğan & Çiftçi

Protesto gösterisinde bulunan çiftçi Mustafa Kemal Öncel, “kaçırıldığı ve hakaretler edildiği” iddiasıyla Erdoğan, AK Parti yöneticileri ve milletvekilleri ile Erdoğan’ın 2 koruması hakkında suç duyurusunda bulundu. Ancak bu olaydan sonra defalarca dava edildi, hakkında deli raporları yazıldı, hastanede zorla tedavi edildi. Bazıları için Erdoğan’ı protesto etmek ancak delilikle açıklanabilirdi demek ki. Öncel’in annesi, “karşına devleti aldın oğlum, dikkat et” diyordu. O günden sonra Erdoğan Mersin’e her gidişinde çiftçi Öncel bir sebepten gözaltına alındı.

Çiftçi gözaltına alındı
Çiftçi gözaltına alındı

Bizimkiler elbette çiftçiye kızıyordu. “İstediğin kadar haklı ol, bir başbakanla böyle mi konuşulur? Saygılı olacaksın.” Önce tanrıya, sonra peygambere, sonra hükümdara, sonra babaya, sonra anaya asla itiraz edilmez, itaat edilir. İtiraz edeceksen, önce onu ve makamını ululayıp, ardından rica minnet, özür dileye dileye itiraz etmelisin. Muhafazakârların itiraz kültürü böyledir.

Eczacım, kocasının kumar borçlarını ödemek için eczanesini devretmek istiyor. Kadının bu adamla nasıl bir araya gelmiş olduğunu öğreniyorum. Adamın zamanında kanser hastası bir karısı varmış. Tedavisi boyunca adam küçük çocuğuyla birlikte bu kadının eczanesinden alışveriş yapıyormuş. Adamın karısı kısa süre sonra ölmüş. Bizim eczacı da mahvolmuş, beş parasız, küçücük bir çocukla ortada kalmış bu adama âşık olmuş ve onun hayatını kurtarmaya kalkmış. Sen misin bir erkeğin hayatını kurtarmak isteyen. Adam kadının burnundan fitil fitil getirmiş. Oğluyla ilgilenmiş, dayak yemiş. Kumar borcunu kapatmış, hareket halindeki otomobilden aşağı fırlatmış. Hamile kalmış, kolunu kırmış. Adam dövmüş, kadın ayaklarına kapanmış. Velhasıl kelam bu güne kadar gelmişler. Şimdi eczaneyi devretmek istiyor, ben de “Şimdi ne yapacağım?” diye kara kara düşünüyorum. Başka ne iş bulabilirim ki? Derken eczacım devretmek için tanıdığı eczacılara haber verirken içlerinden birisi “Peki personelin ne olacak?” diyor. Kadın eczaneyi devredemeden ben iş buluyorum. Yalnız sorun şu ki, eczacı bir erkek ve iş yeri evimize uzak. Dolmuşla gitmem lazım. Babam asla kabul etmez, zaten çalışmamı zar zor kabul etmiş, o da eczacı kadın ve eve çok yakın diye.

Adamla görüşmeye gidiyorum ümitsizce. Aylık 200 lira kazanırken adam bana 350 lira vereceğini söylüyor, elbette sigortasız. Ben seni evinden alır bırakırım, babanı da ararım diyor. Yarım saat babama dil döküyor, “Ben de mutaassıp bir insanım hacı abi, benim de eşim kapalı. Söz kapıdan alıp, kapıya bırakacağım.” Muhafazakârlar için kadınların çalışması dini hassasiyetlerle uygun olmadığı gibi aynı zamanda ataerkil sistemde erkek için bir utanç vesilesi. Çünkü evi geçindirmesi gereken kişi erkek. Kadın çalıştığı zaman erkek eksik kalmış, görevini yapamamış, bu yüzden kadın çalışmak zorunda kalmış oluyor. Küfür kere küfür. Neyse yeni maaşı da duyunca bizimki yelkenleri suya indiriyor. Bu arada kardeşim de abim de evlenmek istiyor ama bir sorun var. Ben evlenmeden kardeşim evlenemezmiş. Çünkü ablası dururken kız kardeş evlenirse, ablada bir kusur olduğu düşünülürmüş. Eğer o benden önce evlenirse bu kusur zannı yüzünden evde kalırmışım. “Olur mu öyle saçma şey” deyip kestirip atmaya kalkıyorum ama derhal bana bir görücü ayarlıyorlar. Ne kadar istemesem de “bir kere görüş” diye ısrar ediyorlar.

Genç adam başka bir cemaatten. Annesi çarşaflı. Bu demektir ki ben onunla evlenirsem, ben de çarşaf giyeceğim. Ha ha ha ha! Her neyse mübarek gün gelip çatıyor. Bu işi nasıl savuşturacağımı düşünüyorum çünkü çocuğun ailesinin durumu çok iyi. Reddedersem baskıya uğrayacağım. Kabul edersem, daha yüksek güvenlikli, daha büyük bir hapishanede ömrümün sonuna kadar çürüyeceğim demektir. Ne yapacağımı bilmiyorum, en fazla bir kaç hafta kavga ederim, bir şekilde ikna ederim diye düşünüyorum. Görücüler geliyor, annemler görücü gelen ailenin kadınlarıyla salonda, ben de çocukla başka bir odada oturuyoruz. Çay ve ikramları servis ediyoruz. Çocuk bir türlü lafa giremiyor. Çirkin mi çirkin, ebleh mi ebleh. “Neler yapıyorsunuz, nelerden hoşlanırsınız” diyor zar zor. Bu soru ve çocuğun bön bakışları ondan nasıl kurtulacağımla ilgili bana harika bir fikir veriyor, meseleyi hemen burada bitirebilirim, onu neyle korkutacağımı çok iyi biliyorum. Ben de başlıyorum okuduğum kitapları saymaya, sevdiğim yabancı grupları, şarkıcıları falan söylüyorum. “Bir gün mutlaka okuyacağım zaten” diyorum. Ben konuştukça ısırdığı kurabiye çocuğun ağzında kalakalıyor, rengi kırmızıya dönüyor, öksürecek gibi oluyor. “Siz kimleri okursunuz?” dediğimde derin bir sessizlik oluyor. Ailesine haber vermemi istiyor, kalkacaklarmış. İki gün sonra haberi geliyor, çocuk beni istememiş. Teselli cümlelerini büyük bir olgunlukla kabul ediyorum, metanetime hayran kalıyorlar. Onlar için artık karanlık bir ucubeyim. Görücüleri ayarlayan ailemin cemaati o günden sonra bulaşmıyor bana. Kardeşim, verdiğim berat belgesiyle evlenmek için gün sayıyor. Hem abim hem kardeşim evlendiği için bütün ailenin ilgisi onlarda, bana fazla ilişmiyorlar. İkisini de uyarıyorum, daha yaşınız çok genç, hayatınız boyunca evli kalacaksınız biraz hayatınızı yaşayın diye ama kıskandığım için böyle konuştuğum söylenince susuyorum. Bir yıl içinde ikisi de ocağıma düşünce o cümleyi söylememek için kendimi zor tutacağım.

Abim belediyede işe girdi, ben de çalışıyorum, babamın da emekli maaşı var, öyleyse evde evlenecek çocuk varsa mutlaka evlenmeli. Yoksa derhal bir araba alınmalı. Bu yüzden muhafazakârların çocukları işe girdikçe, derhal evlenmeye, mülk edinmeye başlıyorlar. Ve o kazanımların hepsi için devlete, Erdoğan’a minnettarlar. Bu yüzden ekonomik kriz patladığında daha Erdoğan ağzını açmadan muhafazakârlar “Herkesin birer, ikişer arabası var. Sokaklar araba dolu, bu insanlar daha ne istiyor, belalarını arıyorlar.” diye kendileri savunmaya geçiyor. Bu yüzden Erdoğan kürsüden, “Ya hu bunları size kim verdi?” dediğinde “Evet, nankörler” diye öfkeyle söyleniyorlar. Erdoğan’dan sonra edindikleri her şeyi onlara o verdi.

Erdoğan bir havalimanı için “Burayı biz açtık” dediğinde muhalifler dalga geçiyorlar, “O hava alanı, filan senesinden beri vardı” diye. Vardı ama sadece Beyaz Türkler kullanıyordu, halk Erdoğan geldikten sonra o uçaklara binmeye başladı. O yüzden, o havaalanını Erdoğan açtı.

Ailem düğün telaşıyla uğraşırken ben de iyice işi kapıyorum. Yeni eczane öncekinin üç katı. Hastane karşısı olduğu için çok daha farklı ilaçlar ve uygulamalar var. Eczacım 10 yıllık kalfasını dükkânda tek bırakamıyor ama beni bırakıyor. Ödemelerini, evrak işlerini bana yaptırıyor. “Seni çözemiyorum diyor, ya çok zekisin ya çok aptal.” Neden böyle söylediğini anlayamıyorum. Bir gün elime bir tomar parayla birlikte banka banka, kurum kurum yapmam gereken ödemeleri veriyor. İşimi çar çabuk bitirip döneceğimi biliyor. Akşama doğru eczaneye dönerken dolmuşçunun o an bozuk yok diye ertelediği dönüş paramın 2,5 lirasını almayı unutup iniyorum. Adam verdiği para ve işlemleri hesaplıyor, bir daha hesaplıyor, bir daha hesaplıyor, tam bir obsesif. “İki buçuk lira eksik. Nerede bu para?” diyor. Hatırlamıyorum bir türlü, oraya mı fazla verdin, şunu mu şöyle okudun derken, bir türlü bulamıyoruz. “Belki de düşürdüm, eksik parayı ben vereyim” diyorum, “Hayır, nerede hata yaptığımızı bulmalıyız” diyor. Ne kadar reddetse de beni hırsızlıkla itham ettiğini düşünüyorum. En sonunda dayanamayıp istifa ediyorum. Çalacak olsam bir tomar paradan iki buçuk lira mı çalarım? Döndüğümde kuruş kuruş sayacağını biliyorum, sen yokken çalarım, aptal mıyım? Hem beni hırsız yerine koyduğu için hem de zekâmı hafife aldığı için istifa ediyorum. Adam lafını geri alıyor, özür diliyor, haber gönderiyor, zam yapacağım diyor, ııı. Sonradan hatırlayıp adama haber gönderiyorum ama geri dönmüyorum. Kimse beni hırsızlıkla suçlayamaz ve zekâma hakaret edemez.

Evimizin yakınına yapılacak özel hastane inşaatı başlıyor, raylı sistem inşaatı başlıyor. Oturduğumuz bölge normalde şehir dışında sayfiye yeri gibiydi o zamanlar. Ancak hem hastane hem de raylı sistem derken, şehir gittikçe bizim evin etrafında şekil değiştiriyor. Bir anda mantar gibi binalar türemeye, her binanın altında dükkânlar açılmaya başlıyor. Hem hükümet, hem büyükşehir belediyesi hem ilçe belediyesi AKP’li olduğundan hizmet yağıyor. Yollar yeniden yapılıyor, imarlar çıkıyor. Bomboş tarlalarda bir bir apartmanlar açıyor. Eski köhne binaların yanı başında yepyeni binaları gördükçe muhafazakârların göğsü kabarıyor, devletiyle gurur duyuyor. Elbette bu işler yapılırken kulaktan kulağa dedikodular da yayılıyor. “Şuradaki site var ya, belediye başkanınınmış, o yüzden oradan yol geçirmişler.” Filanca işin ihalesini başkanın şusu almış diyorlar. Filanca yerleri hep filanca vekil almış. Şimdi oraya şu müteahhit site yapmaya başlıyormuş. E bizim müteahhit akrabalarımız da belediyeden ihaleler alıyorlar. Öyle ki bir tanesi sırf ihale yağacak diye iş makinelerini kiralamaktansa satın alayım diyor, peşine aksi gibi musluk kesilince trilyonlarca lira batırıyor.

Şimdi bir şeyi izah edeyim, muhafazakâr kesim sadece doğrudan kazanmıyor, elbette ihaleleri alanlar azınlık, elbette devlette önemli yerlere gelenler küçük bir zümre ama o alt kadrolarda, belediyelerde, taşeronlarda çalışanlar da o insanların daha düşük gelirli akrabaları, komşuları, köylüleri. Hatta hükümet üyeleri adına açılan özel iş yerlerine bile parti aracılığı ile yerleştikleri için o işler bile devlet imkânı gibi görülüyor.

“Yani en tepedekiler zengin oldu, sen hâlâ fakirsin, neden oy veresin ki?” diye düşünmeyin. Daha fakir olacakken, onların sayesinde daha az fakir oluyorlar. Makarna dağıtıp, kömür verdikleri insanlar tamamen en düşük tabaka, sıfır noktası. Ama ülke panoramasının büyük çoğunluğu asgari ücretle iş bulan, bir yandan iş takibi yapan yakınları sayesinde ekstra gelirlerle tabiri caizse “yolunu bulan” insanlarla dolu. Ya da esnaf, AKP il teşkilatında. Devlet kurumlarının küçük çaptaki ihalelerini parti sayesinde kolayca alabiliyor. Ha onların şimdi acı acı geri çıktığını ben görebiliyorum ama ne fayda, olan oldu. Şimdi de onların yerine başkaları alıyor o ihaleleri. Onlar da yiyecek ama afiyetle yiyemeyecek.

Benim çekirdek ailem mesela, daha önce de söylemiştim bunu, ne bir ihale aldı, ne zengin oldu. Ama çocuğu işe girince onu daha rahat evlendirdi. Çocuğunu işe soktu, gelinini Erdoğan’ın çıkardığı ara formüllerle hoca yaptı, vekil yakınları sayesinde müftüyü bağlayıp işe soktu, refah seviyeleri yükseldi. Şimdi oğlu ona baktıkça, o da Erdoğan’a dua ediyor. Çünkü o olmasaydı bu çocuklar kendi başlarının çaresine bakacaktı. Belki başka şeyleri elde edecekti ama bu kadar kısa sürede ve kolay olmayacaktı, şimdi Erdoğan sayesinde hemen elde etmiş oldular. Torunları o sayede daha iyi okula gidiyorsa, daha iyi giyiniyorsa, refah seviyesini ondan biliyorlar. O çocuk dahi Erdoğan minneti ile büyütülüyor. Ve o işe girenler de, onların ana babaları da Erdoğan bir kez daha kazansın diye canlarını dişlerine takıyorlar. Erdoğan kürsüden, “Bu seçimde sandıkları patlatacaaaz” dediğinde, sağ yumruklarını havaya kaldırıp hep bir ağızdan “patlatacaaaz” diyorlar. Hapisteki gazeteciler umurlarında bile değil, kim bilir ne yapmışlardır. İsyan eden öğrenciler hep nankör, çünkü şehrinde yapılan yeni lüks yurtları biliyor o, içini bilmiyor.

Yeri geliyor hastaneden randevu almak için, cemaatten arkadaşını ya da AKP’li yakınını arıyor, yeri geldiğinde trafik borcunu sildirmek için bir polisi. Bir kurumda işi takıldığında vekil yakınını arıyor, ya da her birinin partide mutlaka bir tanıdığı olduğundan işlerini takip ettiriyor. Hatta o kişiler arayıp soruyor, bir sıkıntın varsa söyle halledelim diye. Çünkü onlar o sıkıntıları hallettikçe hem kendileri güçleniyor, hem bağlantıları canlı kalıyor, hem ikballerini koruyorlar. Ve bir telefonla devlete ulaşabildiği için “Allah devletimize zeval vermesin, eskiden böyle miydi” diyorlar. Şu anki ekonomik kriz bu yüzden onlar için önemli değil. Çünkü zaten Erdoğan gelmeden önce o kazandıkları şeyler yoktu ki. Onlar fakirliğe alışkın zaten, yine tahammül ederler, bir şekilde düzelir yeniden işler. Ama Erdoğan giderse, işte o zaman her şey biter. O giderse konu komşunun yüzüne nasıl bakar? Zamanında çocuğunu torpille işe soktuğu için laf eden akrabasına karşı göğsünü kabarta kabarta övünüyordu, şimdi onların imalarına nasıl tahammül edebilir? Bu yüzden sadece Erdoğan için değil, onlar için de hayat memat meselesi kazanmak. Demek istiyorum ki, pastanın çileği olmayabilirler ama pastanın en üzerinden akıtılan çikolata sosu, onların dilimine kadar ulaşıyor.

Büyük bir dönüşüm başlıyor. Dağın başına bir TOKİ yapılıyor. TOKİ’ye otobüs seferi başlıyor. Oraya otobüs seferi başlayınca bu sefer TOKİ’ye gidilen yolun güzergâhı inşaat alanına dönüyor. Evimizin 500 metre yukarısında bulunan ve bizim yürüyecek yol bulamadığımız yerler bir anda lüks apartmanlar ve sitelerle doluyor. Küçük bir çiftlik vardı. İçeride ne kadar hayvanları vardı bilmiyorum ama tarım ve hayvancılık yapıyorlardı. Bir gün çiftliğin etrafı kapandı. Meğer sahibi bir müteahhitle anlaşmış. 35 daire karşılığında arsasını vermiş, kısa günün kârı. O zamanlar dümdüz, bir kaç apartman ve müstakil evin olduğu bölge, şuan küçük bir şehir gibi oldu. Yürüyecek yolu olmayan yerler, iki yanına lüks sitelerin, rezidansların dizildiği bulvar oldu. Ama ne yok? Parklar yok, yeşil alan yok. Sadece bina tarlaları var.

Muhafazakârlar bu durumdan çok memnun çünkü onlar için medeniyet çamursuz yol demek. Bir anda köhne evlerinden lüks sitelere taşınan bu insanlar sınıf atladıklarını düşünüyor, kültürel evrimlerini geçirmeden yaşam standartları değiştiği için artık biz de Beyaz Türkler gibiyiz diyorlar.

***

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, nisan ayında geçirdiği kas spazmı nedeniyle tedavi görüyor ve doktorlarının tavsiyesiyle bir hafta evinde dinleniyor.

5 Mayıs’ta Fethullah Gülen, “laik devlet yapısını değiştirerek yerine dini kurallara dayalı bir devlet kurmak amacıyla yasadışı örgüt kurup, bu amaç doğrultusunda faaliyetlerde bulunduğu” iddiasıyla Terörle Mücadele Kanunu’na göre, 10 yıla kadar ağır hapis istemiyle yargılandığı davadan, beraat ediyor. Bu karar laik Türkiye için bir tehdit.

O dönemlerde Danıştay 2. Dairesi’nin okula geliş gidişlerinde türban takan bir öğretmenin, anaokuluna müdür olmasını “sakıncalı” bulan kararıyla yeniden alevlenen laiklik tartışması, aynı daire üyelerine yapılan silahlı saldırıyla tırmanıyor. 2. Daire üyeleri toplantı halindeyken düzenlenen saldırıda, üye Mustafa Yücel Özbilgin hayatını kaybediyor; Daire Başkanı Mustafa Birden, üyeler Ayfer Özdemir ve Ayla Gönenç ile Tetkik Hâkimi Ahmet Çobanoğlu da yaralanıyor. Saldırıyı gerçekleştiren Alparslan Arslan, Danıştay binasından çıkamadan yakalanıyor. Saldırıda hayatını kaybeden Özbilgin, Kocatepe Camisi’nde protokolün ve binlerce vatandaşın katıldığı törenle son yolculuğuna uğurlanıyor. Cenazede laiklik sloganları atılıyor, hükümet üyeleri protesto ediliyor. Eski Başbakan Bülent Ecevit, Özbilgin’in cenaze töreni sonrası beyin kanaması geçiriyor. GATA’da tedavi altına alınan Ecevit, uzun süre tedavi gördükten sonra hayatını kaybediyor. Bülent Ecevit’in cenazesi de büyük bir kalabalık tarafından uğurlanıyor.

Danıştay saldırısını gerçekleştiren Alparslan Arslan’ın ilginç bir profili var. Arslan, İstanbul Barosu’na kayıtlı bir avukat. Eğitimli, toplumda saygın bir yeri olabilecek biri neden böyle bir eylemde kullanılırdı ki? Alparslan Arslan, saldırıyı gerçekleştirme sebebi olarak Danıştay’ın başörtüsü kararını işaret ediyordu. Olay günü cebinden Vakit Gazetesi’nin Danıştay’ın türbanlı öğretmen kararı ile ilgili kupürü çıkan saldırgan, binaya da “Ulusal Haber Hukuk Danışmanı” yazan sarı basın kartı ile girmişti. Ancak işe bakın ki başörtüsü kararına tepki olarak gerçekleştirilen bu eylem sonucu açılan dava, ileriki dönemlerde saldırganın Ergenekon yapılanması tarafından azmettirildiği iddiası ile Ergenekon davası ile birleştiriliyor. Birbiriyle alakası yokmuş gibi görünen şeyleri meç ederek suyu önce bulandıran sonra işlerini tamamlayan bir örgüt biliyoruz.

Van’da ilk işini gerçekleştirerek kendisini ispatlayan FETÖ, belli ki bu işiyle birilerinin gözüne girmiş, devletin tasfiye makinesini çalıştırmak üzere yarın gel başla mı denilmiştir?

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.