Seçim süreçlerinde kurumlar nasıl bir fark yaratır? Türkiye’de seçim sürecinde kurallar ve normlar ne kadar etkili?
“Siyasetname”nin bu haftaki bölümünde Edgar Şar, Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi, Bilim Akademisi Üyesi, siyasetbilimci Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile birlikte seçimlerde kurumların, kuralların ve normların önemini ve bunların seçim süreçlerinde oynadıkları rolleri ele alıyor.
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Edgar Şar: Merhabalar. Siyasetname’nin bu ayki yayınıyla tekrar karşınızdayız. Her zaman olduğu gibi Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi, Bilim Akademisi Üyesi, siyasetbilimci, Profesör Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile birlikteyiz. Hocam, merhaba, hoş geldiniz.
Ersin Kalaycıoğlu: Hoş bulduk. İyi günler. Ocak ayı sonu enteresan bir dönem. Her zaman için ilginç dönemler. Ocak sonu, aynı zamanda Kanun Kuvvetinde Kararname’nin kullanılmaya başladığı dönemlerde, tek işlevsel olarak kullanıldığı örnek olan 24 Ocak 1980 Kararnamesi’dir; üzerinden 43 yıl geçti. Zannederim, artık onun da hükmü kalmadı. AKP sözcüleri tarafından piyasa ekonomisini terk ettiğimiz açıklanmaya başlandı. Dolayısıyla böyle bir dönemde konuşuyoruz.
Edgar Şar: Evet Hocam. Sizinle her ay bu programı yaptığımızda hem gündeme bir şekilde hitap eden, ama aynı zamanda hem tarihimizle hem de siyasetbiliminin genel kavramlarıyla bir konuyu ele almaya çalışıyoruz.
Ersin Kalaycıoğlu: Aynı zamanda acı olayın olduğu bir dönemdir. Uğur Mumcu’nun 30 yıl önce öldürülmesi, yine Ocak sonuna rastlamıştı. Böyle bir dönemdir. Ocak sonu ilginç bir dönem.
Edgar Şar: Evet. Hrant Dink’in öldürülmesi, yine Ocak ayındaydı. Tarihimize baktığımız zaman Ocak ayı, çok acı olayların da olduğu bir ay. Bu ay ise gündemimiz seçim. Çünkü seçimin tarihi işaret edildi. Henüz resmileşmedi, resmileşmesi için biraz daha beklemek gerekecek. Söylenen zaman için mi resmileşeceğini yoksa başka zaman için mi resmileşeceğini bilmiyoruz. Bu gerçekleştiğinde konuşuruz. Ama şu an elimizde 14 Mayıs tarihi var. Bununla ilgili de bir sürü anayasal, hukuki tartışma var.
Biz geçen ayki programımızda “Her seçim demokratik midir?” sorusu üzerinden, demokratik seçimlerin sadece bir çeşidi olduğunu ve seçimlerin demokratik olması için gereken koşulları konuşmuştuk. Aslında bu ay da gündeme de değecek şekilde biraz bu konu üzerinden devam ediyoruz ama tekrar olmaması açısından farklı sorular ile konuyu ele almak istiyoruz. Bugün başlığımızı “Seçimler için kurumlar, kurallar ve normların önemi” diye attık. Genelde seçim zaten başlı başına demokratik gözükür ama aslında öyle değil ve biz de bunu içinden geçerek yaşıyoruz.
Size önce şunu sorarak başlayayım, kısa soru-cevap şeklinde gidelim: Seçim tarihi 14 Mayıs dendiği için oradan başlayalım. 14 Mayıs 1950’de Türkiye’de ilk ‘’serbest seçim’’ yapıldı. 1946 seçimleri de tam tersi ‘’sopalı seçim’’ olarak adlandırılır. O ikisi arasındaki temel fark, herhalde yine kurumlar, kurallar ve normlarla ilgili, değil mi? İsterseniz oradan başlayalım.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Ersin Kalaycıoğlu: ‘46 seçimi ‘’sopalı seçim’’ değil. Sopalı seçim daha önce. 1912’ye gitmemiz gerekiyor. ’46 seçimleri, esas itibariyle, tek dereceli yapılan ama bu seçimler sırasında özellikle oy verme işlemlerinin açık yapıldığı, yani herkesin kimin nereye oy verdiğini görebildiği ama sayının gizli yapıldığı; dolayısıyla, bu oylar toplandığı zaman sonucun ne çıktığına, oy verenlerin değil, oyu sayanların karar verdiği bir uygulamaydı. Dolayısıyla adil bir seçim değildi. Bu şartlar altında, seçim adaleti konusunda muhalefet partisinin çok ciddi tepkisi söz konusuydu. Ayrıca 1946 seçimlerinde, daha sonra ana muhalefet partisi olan ve 1950’den itibaren de iktidar partisi olan Demokrat Parti, tam olarak örgütlenememişti. Dolayısıyla ülkenin tamamında seçimlere girmemişti. Onun için seçimleri kazanabilmesi, zaten 1946’da pek mümkün gibi gözükmüyordu. Ama buna rağmen iktidardaki Cumhuriyet Halk Partisi, işi tesadüfe bırakmamak gibi bir endişeyle veya bir hedefle hareket ederek, bu seçimlerin sonuçlarını, kendisinin çok büyük çoğunlukla Büyük Millet Meclisi’nde olabileceği bir şekilde ortaya çıkmasını temin için gayret etti. Sandıklar çalındı. Mesela Şişli sandıkları Topkapı’dan toplandı, birçok usulsüzlük ortaya çıktı. Bunların sonucunda, 1946-50 arasında Demokrat Parti ile Cumhuriyet Halk Partisi arasındaki ilişkiler oldukça sorunlu hale geldi. 1948’den itibaren, ara seçimler gündeme gelmeye başladığı noktadan itibaren, Demokrat Parti yeni yapılacak seçimlerde, âdil seçim koşulları temin edilmediği takdirde seçimlere katılmayacağını ilan etti. Bu ilandan itibaren de Cumhuriyet Halk Partisi ile Demokrat Parti arasında görüşmeler başladı.
Bunun, aynı zamanda uluslararası ilişkilerle de bir ilintisi, bir bağlantısı var. Türkiye, 1948’de NATO’ya başvurmuştu. Bir Rus tehdidi algılamaktaydı. Dolayısıyla NATO’ya girmesini zorlaştırabilecek bir iktidar-muhalefet çekişmesi, muhalefetin, Türkiye’deki sistemi demokratik olmayan bir sistem olarak ilan etmesi, çok büyük çoğunluğu demokratik ülke olan NATO ülkelerinin arasında, bir demokrasi kulübüne girmeye çalışan Türkiye’nin önünde bir engel olacağı izlenimi yaratabilirdi. Cumhuriyet Halk Partisi, Demokrat Parti ile ciddi şekilde müzakerelere oturdu. Bu müzakereler sonucunda Yüksek Seçim Kurulu ve Yüksek Seçim Kurulu hâkimlerinin denetiminde, seçim sürecinin işlemesi temel ilkesi kabul edildi. Yani seçim bir süreç. Tabii önce seçim tarihi belirleniyor. Bununla birlikte, seçim kampanyasının koşulları, kimlerin aday olabilecekleri, kimlerin seçmen olabilecekleri, sandık kurulları, hangi sandıklarda hangi seçmenlerin nasıl oy kullanacağı, aynı zamanda bu sandıklarda kimlerin oyları nasıl sayacağı belirleniyor ve bu belirlenmeler sonrasında bu sürecin yönetilmesi söz konusu oluyor. Burada, bu yönetim işlemlerinin yargı tarafından yapılması, partizan olmayan, yani tarafsız ve iktidardan bağımsız olarak çalışan yargının bu süreç içinde etkin hâle gelmesi, yürütmenin gölgesinin sandığın üzerinden çekilmesi ilkesi üzerinde anlaştılar. Bugün artık böyle bir durum Türkiye’de mevcut değil maalesef. Yani 1950 standartlarında bir âdil seçim yapabilecek durumda değiliz. Üzerinden neredeyse 80 sene geçmiş olan bir süreçte böyle bir konuma gelmiş olmamız, Türkiye’deki demokratikleşme süreci için maalesef çok acıdır.
1950 seçimleri yine tek dereceli seçim. Çünkü 1940’lardan önceki seçimlerde 2 dereceli seçimler vardı. Birinci derece seçmenler, ikinci derece seçmenleri seçiyorlardı. İkinci derece seçmenler – bunlara o tarihte Osmanlıca bir tabirle müntehib-i sânî deniyordu –milletvekillerini seçiyorlardı. Bu uygulama 1946 seçimlerinden itibaren terk edildi. Dolayısıyla 1950’de tek dereceli seçim yapıldı. ‘’Bir kişi, bir oy’’ ilkesi hayata geçirildi. Aynı zamanda gizli oy, açık sayım uygulaması başladı. Seçim kampanyasının düzenlenmesi, seçmen listelerinin ve adayların saptanması, yüksek yargı olarak düzenlenen Yüksek Seçim Kurulu’na bırakıldı. Yüksek Seçim Kurulu gerek Türkiye’nin tamamında gerekse her seçim çevresinde faaliyete başladı. Her il bir seçim çevresi olarak kabul edildi. Tabii sonra nüfus büyüklükleri artınca bugün olduğu gibi İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Konya gibi büyük iller, birkaç seçim çevresine bölündü. Bunlar çok büyük iller, nüfusları çok. Dolayısıyla ona göre birkaç seçim bölgesinden ibaret olarak düzenlenmek durumundalar. Zaman itibariyle bu şekilde değiştirildi. Ama süreç, hâkimler vasıtasıyla yönetilen, kolluk kuvvetlerinin onların denetiminde olduğu bir kampanya, oy verme ve oyların sayılma, toplanma ve bunların kayda geçirilme süreci, tamamen partizan olmayan ve tarafsız olacağı kabul edilen bağımsız yargıçlar eliyle ehil bir şekilde yapılması esası getirildi. 1950’nin önemi budur. Böyle bir seçim olduğunda iktidar el değiştirdi. Cumhuriyet Halk Partisi seçimi kaybetti, Demokrat Parti kazandı. Cumhuriyet Halk Partisi, kendisine yapılan telkinlere rağmen başta, İsmet İnönü olmak üzere seçim sonuçlarına saygı gösterdi ve muhalefet sıralarına geçti. Ondan sonra da onu izleyen 1954 ve 1957 seçimlerinde ve daha sonraki seçimlerde de bu temel ilkeler uygulanmaya devam etti.
1960’ta darbe oldu, 1961’de başta Demokrat Parti olmak üzere bazı siyasi partiler kapatıldı, bazıları, Yeni Türkiye Partisi, Adalet Partisi gibi yeniden kuruldular. Ondan sonra yeni kurulan başka partiler sisteme girdi. Ama temel ilkeler, ’65, ’69, ’73 ve ‘77 seçimlerinde uygulandı. Çok gerilimli dönemlerde bazı sorunlar yaşanmaya başladı. Örneğin 1977’deki seçimlerde elektriklerin kesilmesi müdahale olarak yorumlanmıştır. O seçimlerde Cumhuriyet Halk Partisi çok az bir farkla meclis çoğunluğunu kaybetti ve Türkiye’nin ondan sonraki süreci, 1980 askeri darbesine kadar daha da sancılı ve daha kanlı bir hale geldi.
Fakat 1982 Anayasasından sonra 1983 seçim yasasında bir değişiklik daha yapıldı. Bu değişiklikte, her ile bir Türkiye Büyük Millet Meclisi sandalyesi verilmesi ilke olarak kabul edildi. O zaman 67 il vardı, şimdi 81 il var, biliyorsunuz. Dolayısıyla her ile bir sandalye verilince, demin söylemiş olduğum ‘’bir kişi, bir oy’’ ilkesi kökünden zedelenmiş oldu. Çünkü illerin nüfusları ve seçmen nüfusları aynı değil. Daha kolay anlaşılsın diye şöyle ifade edeyim: Bugün 60 milyon olan seçmen, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 600 sandalyeyi belirliyor. Yani her sandalyeye ortalama olarak 100 bin seçmenin düşmesi gerekiyor. Seçim çevrelerini, her seçim sandalyesine 100 bin seçmen düşecek şekilde düzenlemeniz gerekiyor. Oysa birçok küçük il, yani nüfusu ve yüz ölçümü küçük olan – örneğin Ardahan, Kilis, Bayburt, Tunceli gibi – illerde 100 bin nüfus olmadığı gibi, 100 bin seçmen de yok. Yani 100 bin nüfus olmazsa, zaten 100 bin seçmen olmaz. Çünkü seçmen, 18 yaşını geçen nüfus. Dolayısıyla bu iller, kendileri seçim çevresi olduğu için bir sandalyeyi seçmen sayısından bağımsız olarak alıyorlar. Bir de artı seçmen sandalyesi eklendiği vakit, bu illerdeki seçmenlerin seçim sonuçlarına olan etkisi ,büyük illerdeki seçmenlerin seçim sonuçlarına olan etkisinin birkaç katına çıkıyor. Dolayısıyla bir kişi, bir oy ilkesi bugünkü Türkiye seçimlerinde 1983 seçimlerinden itibaren kullanılamıyor. Dolayısıyla seçimin demokratik özellikleri törpülenmiş bulunuyor. Bu bir.
Onun dışında seçimlerin adaletini sağlamak ve bu adaleti zedeleyebilecek yürütme müdahalesini olabildiğince engellemek için, 1961 senesinde yeni Anayasa yapılırken ve 298 sayılı seçim kanunu konuşulurken bir değişiklik yapıldı. O tarihten itibaren 2018’e kadar, İçişleri, Adalet ve Ulaştırma Bakanlarının partili bakanlar olmasının ve iktidardaki yürütmenin etkisi altında çalışan bakanlar olmasının engellenmesi, onların yerine de oraya tarafsız kişilerin atanması, seçim kampanyası süresince – yani seçim tarihi ilan edilip kampanya başlayıp Yüksek Seçim Kurulu’nun bu süreci düzenlemesinin başlangıcından itibaren – böyle bir değişikliğin yapılması ve o bakanlıkların, olabildiğince tarafsız bir şekilde sürece müdahil olması sağlanmaya çalışıldı.
2018 seçimlerine giderken bu ilke ortadan kaldırılmıştır. Bakanların artık partizan olmadığı iddia edildi. Bizi izleyenler, bakanların bugün partizan olup olmadıklarına kendileri karar verebilirler. Benim algım, partilerin seçim sürecin içerisindeki durumda ve yürütme içindeki konumunda bakan atamalarının Cumhurbaşkanı tarafından yapılmasına ve partili olmalarının gerekmemesine karşın, bu kişilerin hiper partizan kişiler olduğudur. Özellikle İçişleri Bakanı, Adalet Bakanı gibi bakanlar fevkalade partizan davranmaktadırlar. Ulaştırma Bakanı da onlardan pek geri durmamaktadır. Bu koşullar altında, yürütmenin gölgesinin – 1950 Anlaşması’na atfen konuşuyorum – seçim sandığı üzerinde bütün heybetiyle durduğunu düşünebileceğimiz bir konuma geldik.
Edgar Şar: Hocam, 1950 seçimlerinden itibaren bugüne kadar olan gidişattan biraz bahsetmiş olduk. Bugün de bir sürü hukuki tartışma var. Onların içeriğine de az çok gireriz. Ama bu tartışmaları göz önünde bulundurduğumuz ve Türkiye’nin bugüne kadarki serbest ve âdil seçim yapma tecrübesini de düşündüğümüz zaman ne gibi farklar görüyorsunuz? Mesela bugün yaptığımız tartışmaların bir kısmının size anlamsız geldiğini de biliyorum. Bu tartıştığımız konular, gerçekten bizim 1950’den beri iyi kötü getirdiğimiz tecrübeye aykırı mı?
Ersin Kalaycıoğlu: Bu İlginç bir soru. Şu ânda belki şöyle bir dizi açmazla karşı karşıyayız: Buna Frenkçe paradoks deniyor. Paradoksal durumlar var. Birincisi, 1982 Anayasası yapıldığı günden itibaren hiçbir siyasi parti tarafından meşru sayılmamış bir anayasadır. Biliyorsunuz, 1981 Eylül’de 82’de geçerli olmak üzere siyasi partiler kapatıldı ve 1980’li yıllarda bu siyasi partilerin yeniden açılması söz konusu oldu. Onların yeniden açılma süreçleri 1990’lara sarktı. 1990’dan sonra anayasa değişikliği yapıldı ve ‘92-93’ten itibaren bu siyasi partiler açılmaya başladı. Ama o arada başka partiler de kuruldu. Her ideolojik pozisyonda birden fazla siyasi parti ortaya çıktı. 1982 Anayasası sonrasında bu durum, süreci daha da karmaşık bir hale getirdi.
Ama buradaki sorun şudur: Eğer demokrasi çalışacaksa, bütün siyasi partilerin siyasal rejim olarak kabul ettiklerini iddia ettikleri, liberal veya Kopenhag Kriterleri’ne göre bir demokrasi ve hukuk devleti ile bağdaşık bir anayasa; rejimin odağında bulunan, siyasal rejimdeki oynanan siyasal oyunun kurallarını içeren ve o kurallar üzerinde tam mutlak bir mutabakat ve saygının oluşmuş olduğu bir metin olmak durumundadır. Eğer böyle olmazsa, demokrasi başından itibaren defolu olmaya başlayacaktır. Dolayısıyla siyasi partilerin anayasayı meşru olarak görmemeleri, bunu askerin zorla empoze ettiği defolu bir anayasa olarak görmeleri; başından itibaren bu sürecin sakat olmasına veya sakat doğmasına neden olmuştur. 1983’ten sonra, düzgün işlemeyen ve demokrasi olma özellikleri sakatlanmış bir anayasal çerçeve ile hareket ettik. Bu süreç devam ediyor. Buna rağmen, anayasayı defaten değiştirdik. Demin de bahsettiğim gibi, 90’ların başında siyasi partiler açısından değiştirdik, 95’te önemli bir değişiklik yaptık. Seçim yasasının iki ayrı hedefi olabilir: Temsil adaleti veya Türkçeye ‘’hükümet istikrarı’’ diye çevriliyor. Esasında İngilizcesi representativeness and accountability. Yani bir tanesi temsilliliğin artması, seçim sisteminin olabildiğince temsili olmasını vurgulamak olabilir. Böylece her seçmenin kendi oyunun, alınan siyasi kararlar üzerinde belli bir etki yaptığı duygusuna kapılmasını sağlayabilecek bir düzenleme ortaya konabilir. Bu, demokrasi açısından önemlidir. Çünkü demokrasi tanımında birinci temel unsur, siyasal katılma ve temsilin olabildiğince düzgün çalışmasıdır. Bu, o anlama gelir.
İkincisi de ‘’hesap verebilirliktir’’. Bizi yöneten siyaset erbabı hesap vermekten hoşlanmadığı için bu kavramdan da haz etmiyor. Onun için Türkçeye bunu ‘’hükümet istikrarı’’ diye çeviriyorlar. Hükümet istikrarı, hedefine uygun bir şekilde çalışacak. Yani seçim yapıldığı vakit temsili bir sonuç çıkmayabilir, bazı siyasal partiler az oy alsalar da çok sandalye çıkarabilirler. Ama seçim günü sonuçlandığında ve sayım yapılır yapılmaz hemen ertesi gün, kimin hükümet olacağı, hangi programın uygulanacağı, hangi sözlerin verildiği; seçmen de, siyaset erbabı da, bunlar uygulanırsa hükümetin desteklenmesi, uygulanmazsa değiştirilmesi gerekeceği bilinciyle hareket eder diye varsayılan bir hedefe seçim yasaları yönelebilir. Ama 1995 değişikliği ile anayasanın 67. maddesine bir madde eklendi ve dendi ki, ‘’temsil adaleti ile hükümet istikrarını bağdaştıracak şekilde seçim yasalarının çalışması temin edilmelidir’’. Yani hükümet istikrarı önemlidir. Bu Türkiye’de çok vurgulandı. Ama temsili bunun için feda edemeyiz. Bunun için siyasetbilimcilerin bulmuş olduğu bir formül var. Onu uygulamak yerine, hemen hemen hiçbir şey yapmamayı tercih ettiler ve dolayısıyla bu ilke havada kaldı.
Fakat 2002 seçimlerinden sonra, Diyarbakır seçimlerinde, DEHAP listesinden giren ve çok oy aldıkları halde seçilmeyen iki aday; Resul Sadak ve Mehmet Yumak, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurdular. Onların bu başvuruları üzerine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi uzun süren tetkikler sonucunda 2007’nin Ocak ayında bir karar aldı ve dedi ki: ‘’Türkiye’deki seçim sistemi, temsil adaletini hiç kaale almıyor, sadece hükümet istikrarına odaklanıyor. Bu da olabilir’’. Çünkü böyle çalışan seçim sistemleri var. Başta Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri bu şekildedir. Temsil adaleti çok öncelenmez, daha çok hükümet istikrarı hedefine giden, ‘’çoğunlukçu’’ diye adlandırdığımız oy toplamlarını sandalyeye döndürme formülü uygulanır. Dolayısıyla AİHM ‘’Türkiye de bunlardan biridir’’ diye karar verdi. Ama bu, 1995 değişikliğine uğramış olan anayasanın 67. maddesi ile çelişiyor. Dolayısıyla 2007 yaz aylarında yapmış olduğumuz seçimlerden itibaren, anayasaya uygun olmayan bir seçim yasasıyla, seçim yasalarının meşruluğunu da zedeleyen bir uygulama içerisine girdik. Hem anayasa büyük ölçüde meşru olarak kabul edilmiyor hem anayasaya meşruluğu ciddi ölçüde sorun oluşturacak şekilde uyumsuz bir seçim yasası ile yola devam ediyoruz. Dolayısıyla ortada seçim yasası ve seçim mevzuatını ilgilendiren kural dışılık, kuralsızlık, usulsüzlük, yozlaşma ciddi ölçüde mevcut ve bununla yola devam etmekteyiz.
Demokrasinin iyi çalışabilmesi için oynayacağınız oyunun kuralları üzerinde uzlaşmanız lazım. Bunu spor müsabakalarından da düşünebilirsiniz. Futbol maçlarında kaleci ve taç atışı dışında– o da belli bir dizi kural çerçevesinde – kimsenin topu elle tutma hakkı yoktur. Ama birisi elini kullanarak bir topu kaleye sokarsa, onun meşru olarak kabul edilmemesi lazım. Bu kabul edilirse ki, zaman zaman oluyor, o zaman büyük tartışmalara yol açtığını gayet iyi biliyoruz. Aynı durum bizim seçim yasası ile ilgili olarak mevcuttur. Yani iktidar elle, karşıdaki takım oyuncularının ayaklarına basarak, yumruk atarak, onları sakatlayarak gol atmayı kendisi için uygun görüyor. Onu destekleyen seçmen de bunu uygun görüyor. Dolayısıyla nasıl maçta şike yapıldığında sorun olacaksa, aynı olay seçim yasalarında yapıldığı vakit de çok büyük sorunlara neden oluyor ve demokrasiniz iyi çalışmıyor, defolu bir hâle geliyor. Onun için anayasadan başlayarak, hem anayasa hem seçim yasası hem partilerin çalışması ile ilgili – özellikle partilerin mali konulardaki çalışmalarıyla ilgili – düzenlemeler konusunda son derece duyarlılıkla uygulanan, bunlar üzerinde tam bir ittifakın olduğu, bütün siyasi partiler tarafından üzerinde oydaşmanın temin edildiği bir dizi kurallar manzumesi olmak ve buna uyumlu şekilde hareket etmek gerekiyor. Öyle olmadığı takdirde demokrasinin düzgün işleme şansı yok. Bunlarda herhangi bir istisnanın kabul edilmemesi, burada bir sorun varsa, bu sorunun, yasalar ve mevzuat göz önüne alınarak yargı tarafından, evrensel hukuk ilkeleri ve standartlarına uygun verilen kurallarla çözülmesi gerekecektir. Bu yapıldığı takdirde, Türkiye’de işleyen düzgün bir demokrasi ve onun ortaya çıkaracağı erdemli bir siyasal yaşam söz konusu olabilir. Yoksa olmaz.
Bizim Anayasamızda ve seçim mevzuatında çok ciddi uyumsuzluklar ve meşruluk sorunları var. İki tanesinden bahsettim, hatta üçüncüden bahsettim. 2018’den itibaren, yürütmenin gölgesinin sandıklar üzerinde ciddi şekillerde etkili olarak bulunması sorunundan bahsettim. Bu üç sorunun ötesinde, Cumhurbaşkanlığı adaylığı ile ilgili ciddi sorunlar var ve bunu özellikle 2014’ten itibaren tartışıyoruz.
Biliyorsunuz, 1990’ların sonunda, 2000 yılına gelindiğinde Süleyman Demirel’in Cumhurbaşkanlığı dönemi sona erdi. O zaman 7 yıllığına bir kere seçilebilen Cumhurbaşkanları vardı. Onun yerine, o zaman Meclis çoğunluğunun desteğini almış olan ve seçilebilecek durumda olan Bülent Ecevit Başbakandı ve seçilebilirdi. Ama Bülent Ecevit lise mezunudur, üniversite diploması yok. Bu süreci herhangi bir şekilde değiştirmek için bir girişimde bulunulmadı. Bülent Ecevit kendisi yerine, o zamanki Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer’i aday olarak sundu. Ahmet Necdet Sezer, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki siyasi partilerin oy birliğiyle aday gösterildi ve seçildi. Yelpazenin tamamından alınmış müthiş bir siyasi destekle ve seçmen muadili olarak da, seçmenin %80’ini kapsayan bir destekle seçilmiş bir Cumhurbaşkanı oldu. 7 yıl süreyle görevde bulundu. Ama 2002’den itibaren seçilmiş olan Adalet ve Kalkınma Partisi ile birçok konuda anlaşamadığı için, kendisi hakkında Adalet ve Kalkınma Partisi tarafından görevinden çekilmesi için muazzam bir kampanya yürütüldü. Fakat temel ilke olarak, üniversite diploması bulunmayan, yani 4 yıllık bir üniversite eğitimi almamış olan bir kimsenin Cumhurbaşkanı olmaması ilkesi korunmuş oldu.
Bu konu 2014’te yeniden gündeme geldi. Çünkü o zaman aday olan Adalet Ve Kalkma Partisi lideri ve Başbakan olan Tayyip Erdoğan’ın diplomasının mevcut olup olmadığı tartışmaya açıldı. Tabii burada en basit çözüm diplomanın ibraz edilmesidir. Yahut eğer diploma kaybolmuşsa ve yenisi çıkartılmamışsa, mezun olduğu üniversite tarafından tekrar arşive girilerek diploma kayıtlarının bakılıp saptanması ve bunun ispatlanmasıdır. Bu da yapılamadı. Sanki ortaya 4 yıllık yüksek eğitimden mezun olmuş bir aday yokmuş gibi bir izlenim çıktı ve bu konudaki şüpheler hiçbir zaman izale edilemedi. Ama bu hususa gerek Yüksek Seçim Kurulu tarafından herhangi bir duyarlılık gösterilmedi gerekse siyaset erbabı tarafından fazla bir tartışma konusu edilmedi. Yine seçmen tarafından hiç kaale alınmadı ve Tayyip Erdoğan’ın seçime girmesi, aday olması ve seçimi kazanması da sorun teşkil etmedi. Böylece Anayasanın bir ilkesi daha görmezden gelinmiş ve Anayasa ihlal edilmiş oldu.
Dolayısıyla bu kadar fazla sayıda anayasa ihlali, bu kadar fazla sayıda kuralsızlık söz konusu olduğu zaman ortaya ciddi etik sorunları çıkıyor. Hukuktan önce, ahlâk ve felsefi temellerle ilgili ciddi sorunlar ortaya çıkıyor. Eğer anayasa bu kadar dikkate alınmayacak bir nitelikte ise, oyunun kuralları koşullara, kişiye, durumlara göre farklı farklı şekillerde uygulanacak ise, hatta oyun oynanırken değiştirilecek ise, o zaman oynadığınız oyunun içeriğinin aynı kaldığını düşünebilmemiz ve bunun demokrasi olarak tanımlanmasının mümkün olması söz konusu değildir. Dolayısıyla Türkiye, böyle bir açmazla karşı karşıya kaldı.
Şimdi bugün başka ilkeler çerçevesinde tartışılmaya başlanıyor ve daha vahim bir konuma geldik. Çünkü 16 Nisan 2017 referandumu ile yapılan değişiklikte, Cumhurbaşkanlığı süreci, hem 21 Ekim 2007 referandumu hem 16 Nisan 2017 referandumuyla bir kez daha ele alındı ve daha farklı bir konuma getirildi. Önce, Cumhurbaşkanlığı süresi 7 yıldan 5 yıla indirildi ve Cumhurbaşkanının iki defa seçilebileceği karara bağlandı. Bunlar referandumda oylandı ve kabul edildi. Sonra 2007’deki bu değişiklik 2017’de tekrar ele alındığında, bunda bir değişikliğe gidilmedi. Ancak bir üçüncü seçim koşulunun olabileceği, o da, Meclis, erken bir seçimle seçimlerin yeniden yapılmasına karar verirse, öngörülen süre içerisinde değil, 5 yıl veya 4 yıl… Bir kere 4 yıl yapıldı, sonra tekrar 5 yıl yapıldı. Bunlar niye değiştirildi o da belli değil, ama sonuçta 5 yıl yapıldı. Eğer 5 yıl için seçilmiş olan bir Meclis, diyelim 4. yılda seçimlere gitme kararı aldıysa ve bu kararı 3/5 çoğunlukla alırsa, hem kendisinin hem de Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yenileneceğini, eğer Cumhurbaşkanı ikinci döneminde ise, üçüncü kez aday olabileceğini karara bağladı. Ama Cumhurbaşkanının kendisi seçimlerin yenilenmesine karar verecek olursa, o zaman Cumhurbaşkanının tekrar aday olamayacağı, aynı referandumda karara bağlandı.
Şimdi, bu maddenin eğilip bükülmesine geldi sıra. O günkü koşullar onu gerektiriyordu, o yapıldı. Bugünkü koşullar ve bugünkü siyasal çıkarlar, bu değişikliğin kaale alınmamasını, Cumhurbaşkanının seçimleri erkene alması durumunda da, eğer ikinci dönemindeyse, kendisinin yeniden aday olabilmesinin imkân dâhilinde olmasını kabul ettirmeye yönelik bir siyasal mücadele içine girildi. ‘’Zaten Anayasa defaten ihlâl edilmiş ve değiştirilmiş, bir kez daha ihlâl edilir, ne olacak?’’ hâline geldi. Bu işin iler tutar tarafı kalmadı, süreç tamamen yozlaştı. Türkiye bugün derin bir yozlaşma süreci içerisinden geçiyor maalesef. Rahmetli Süleyman Demirel’in Türkiye için, özellikle siyasal seçkinler, yani siyaset erbabı için önermiş olduğu ünlü siyasal davranış yasası, ‘’Dün dündür, bugün bugündür’’ bütün ağırlığıyla devam ediyor. Siyasal liderlerimiz bu yasaya büyük ölçüde sahip çıkıyorlar ve o yasa çerçevesinde davranmak için büyük özen gösteriyorlar. Yani burada diyorlar ki: ‘’Biz hiçbir ilke, hiçbir inanç, hiçbir yasa, hiçbir anayasaya bağlı değiliz. Bizim için sadece o günkü koşullar için kısa dönemli çıkar önemlidir. Bu çıkarımızı gerçekleştirmek için bugün böyle davranırız, yarın da öyle davranırız’’. Ve kendi koymuş oldukları ilkeleri kendileri ihlal etmeye başlıyorlar. Bu çok vahim bir siyasal etek ihlalidir. Türkiye’nin bununla herhangi bir şekilde hukuk devleti ve demokrasi olarak devam etmesi mümkün değildir. Bu hem iç siyaseti hem iç toplumsal ilişkileri, hem de Türkiye’nin dış ilişkilerini fevkalade acı bir şekilde yanlış bir biçimde etkileyen bir özelliktir. Eminim, bunu Türkiye ile ilişki kurabilecek olan diplomatlardan tutun da, iş adamlarına, sanayicilere Türkiye’ye gelip yatırım yapmayı düşünebilecek firmalara kadar herkes göz önünde bulunduruyordur. Kuralların bu kadar keyfi olarak değiştiği, tamamen çıkara dayalı olarak siyasal davranışın değiştiği bir yapıda, acaba gelip milyarlarca dolarını bağlamak isterler mi? Bunun yanıtı pek olumlu değil maalesef. Muhalefet bugünlerde bu yanıtı sık sık dile getiriyor. Ama içinde bulunduğumuz sonuç bu. Derin bir etik sorunumuz var. Bu etik sorununun etkilediği hukuki kuralların uygulanmasına ilişkin çok büyük zorluklar var. Ortada çok kötü bir karne var. Uzun zamandır meşruiyeti tartışılan, onun için de saygı duyulmayan, saygı duyulmadığı için ihlâl edilen bir Anayasa var. İhlâl edilmesinde sorun görmeyen siyaset erbabı, Türkiye’deki güçler ve aynı zamanda seçmen, hiç aldırmıyor. Dolayısıyla bu şartlar altında bir kör dövüşüyle büyük bir istikrarsızlık ve kaosla karşı karşıyayız.
Şimdi bu ortamda acayip şeyler tartışılıyor bana göre. Efendim ‘’bir kişi gider de 6 kişi gelirse kaos olur’’. Bundan daha beter ne olabilir? Gemiyi batırmışsınız, gitmiş denizin dibine oturmuş. Denizin dibini mi kazacağız? Oraya mı geldi iş? Ben bu tartışmaları absürt buluyorum. Bu tartışmaları bitirmemiz için tek yol var, o da Türkiye’nin siyasal seçkinleri başta olmak üzere, seçmeni, çeşitli iktisadi siyasal güç ve örgütlenmelerinin, kamu bürokrasinin, herkesin üzerinde mutabık olacağı ve hiçbir şekilde değiştirmeyi düşünmeyeceği bir dizi oyun kuralı üzerinde uzlaşmak mecburiyetindedir. Böyle bir anayasa, onunla uyumlu bir meclis içtüzüğü, onunla uyumlu bir seçim mevzuatı, onunla uyumlu bir siyasal partiler finansmanı yasası ve siyasi etik yasası kabul edilebilirse günün birinde, -bu da nasıl becerilecek bilemem- ondan itibaren Türkiye, etik ve yasal altyapısı tamamlanmış, bir liberal demokrasi, yani hukuk devleti ile bağlantılı Kopenhag Kriterleri’ne göre demokrasi olabilecek bir yola girebilir. Ve ondan sonra diğer konuları tartışabiliriz: Ne tür ekonomik model, ne tür dış politika, ne tür enerji politikası, ne tür eğitim politikası, hangi değerler… Bunlar ondan sonra gelecek meselelerdir ve orada saptanan kurallara göre tartışılmak ve çözümlenmek durumunda olan sorunlarımızdır. Yoksa hiçbir zaman bunların üstesinden gelebileceğimizi şahsen düşünmüyorum.
Edgar Şar: Evet çok adaletsiz bir şekilde seçimlere giriyoruz. zaten siz de biraz önce anlattınız; adaletsiz olmasının ötesinde, bir sürü paradoksal durumun olduğu ve bununla beraber, absürt tartışmaların ortaya çıktığı etik sorunların olduğu, hukuki temelin düzgün olmadığı bir seçime gidiyoruz. Muhalefetin iddiası şu: ‘’Biz bu seçimleri her şeye rağmen kazanıp, ondan sonra Türkiye’yi bu içinde bulunduğu durumdan kurtaracağız. Zaten başka da çare yok. Koşullar eşitsiz de olsa, ancak bu şekilde girerek seçimi kazanmak zorundayız‘’ diyorlar. Siz bu mantığı, bu rasyonaliteyi nasıl değerlendiriyorsunuz Sizce böyle bir çıkış yolu olması mantıklı mı?
Ersin Kalaycıoğlu: Belki de vardır. Çünkü bu içinde bulunduğumuz durum demokratik bir durum değil. Demokratik bir seçim ortamı yok. Demokrasiye göre düşünürseniz bu doğru değil. Ama demokrasi olmadığımız için, demokrasinin bize çizmiş olduğu çerçevenin dışında düşünmek mecburiyetindeyiz. Ona göre bir adım atmamız gerekiyor. Bir kere Türkiye’nin şu ânda vahim bir rejim sorunu var. Nitekim bunu ‘’Cumhurbaşkanı 2017’den sonra ilk defa seçildi’’ diyen Adalet ve Kalkınma Partisi ve MHP sözcüleri de dile getiriyor. Rejim değişikliği yaptılar. Türkiye’nin yeni rejimi, demokrasiyle bağdaşık olmayan, siyaset sosyolojisinde sultanizm olarak kabul edilen bir rejimdir. Bunun temel özelliği, tüm siyasal kararların, bir tek kişinin şahsi takdiriyle alındığı bir uygulamadır. Böyle bir uygulamaya geçtiğiniz andan itibaren ki anayasanın 8. Maddesinde Yürütme organı ortadan kaldırılmıştır. ‘’Yürütme, Cumhurbaşkanından ibaret denilerek’’, bir tek yürütücü kişi bırakılmıştır. Bugün Türkiye’de bir Yürütme organı yok. Bir yürütücü kişi var. Yani yürütme bir kişiden ibaret. Bir organ, bir kurum, bir yapı değil. Çünkü ‘’yapı’’ derseniz bunun çeşitli farklı mevkileri, onu doldurmuş farklı roller oynayan kişilerin tanımlanmış olması lazım. Anayasa’da böyle bir durum yok. Bir idare tanımı var ama o, Anayasada yürütmenin dışında tanımlanıyormuş gibi gözüküyor. Yanılmıyorsam Anayasa’nın 16. maddesi ‘’Türkiye’deki kuvvetler’’ diye bir madde tanımlıyor. Yanılıyor olabilirim; müsaade ederseniz bakayım, yanlış bilgi vermeyelim insanlara… Hayır, 16 madde değil. Ama Anayasa’daki tanımda ‘’Yasama yürütme, yargı ve idareden oluşur. İdare yürütmenin dışında bir dördüncü kuvvetmiş gibi tanımlanıyor. Tuhaf bir tanım.
Sonuç itibariyle, böyle bir rejim değişikliği yaşıyorsunuz. Burada aynı zamanda kuvvetler ayrılığı ortadan kalkmış durumda. Kuvvetlerin yürütme tarafından vesayet altına alındığı bir yapıdayız. Yasama, yürütmede parti başkanı olarak da görev yapmakta olan Cumhurbaşkanı tarafından, Meclisteki en büyük parti grubunun, AKP- MHP ittifakına dayanması dolayısıyla, üzerinde büyük etkisinin de olduğu, aynı zamanda, yargıdaki Hâkimler Savcılar Kurulu aracılığıyla yapılan atamalar ve müdahalelerle, yürütmenin, büyük ölçüde Adalet Bakanlığı çerçevesinden denetimi altında bulunan bir yargı ortaya çıkmış olması dolayısıyla, kuvvetler ayrılığının olmadığı bir yapı. Sultanizm’de de kuvvetler ayrılığı yoktur; kuvvetler birliği vardır. Aynı zamanda bir anayasal takıyye durumu söz konusudur. Sultanizm’in tanımlayıcı unsurlarındandır. Anayasa iktidardakileri bağlamaz. İktidardakiler, anayasayı muhalefete ve kendi dışındakilere, kendi istedikleri yorumuyla uygularlar. Yargının da buna boyun eğmesi esastır. Bizdeki uygulama da bundan çok büyük bir farklılık göstermiyor bildiğiniz gibi. Kamu bürokrasisi bu şartlar altında etkili bir çalışma göstermez; partizanlaşır. Aynı zamanda ekonomi de kapitalizm olsa bile, bir tür kapitalizm olan Ahbap-Çavuş kapitalizmi, -İngilizcede Crony Capitalism diyoruz buna- bu özellikleri gösteren bir yapı demokrasiyle bağdaşık olarak çalışmaz. Zaten Türkiye bugün dünyada da melez bir rejim yani ne demokrasi ne otoriter, ikisi arası bir rejim olarak kabul ediliyor. Ama otoriterliğe doğru daha fazla savruluyormuş gibi gözüküyor.
21 Ocak’ta The Economist’te çıkan çok uzun bir rapor, Türkiye’nin bu savruluşunun devam edeceğini ve 2023 seçimleri eğer demokrasiye geri dönüşle tamamlanmazsa, Türkiye’nin kısa bir süre sonra katıksız bir otoriter rejim haline gelebileceğini işaret ettiğini ifade ediyor. Yurt dışındaki algımız da bu şekilde ve bu şekilde olmaya devam edecek. Bunu değiştirebilmek için kendimizi değiştirmemiz gerekiyor. Dolayısıyla bu koşullarda seçim işlev değiştiriyor. Yani seçmen yine gidiyor, yine oy veriyor, yine eskiden beri oy verdiği bazı partilere oy veriyor. Her şey aynıymış gibi gözüküyor seçmenin gözünde. Ama öyle değil. Çünkü iktidardaki partiler, Adalet ve Kalkınma Partisi ile MHP, bu seçimleri herhangi bir âdil ve serbest yapılmakta olan bir seçim olarak düzenleme endişesinde değiller. Seçim adaleti ne onları ilgilendiriyor ne onlara oy verenleri ilgilendiriyor. Ne de, seçimlerin serbest bir ortamda, herkesin özgürce fikrini belirtebildiği, özgürce eleştirisini, muhalefetini yapabildiği, özgürce iktidarı eleştirebildiği, hatta ağır bir şekilde eleştirebildiği bir seçim olarak yaşayabilme şansı yok. Burada sadece sokaktaki insan veya seçmen değil, çeşitli görevlerde olan muhalefet üyeleri dahi muhalefet konusunda biraz sertleştikleri zaman, çeşitli yargı kovuşturma ve soruşturmaları ile karşı karşıya kalıyorlar. Ekrem İmamoğlu sorununda yaşadık bunu. Tuhaf bir uygulama ile karşı karşıya kaldık. Yargıdan acayip kararlar çıkmaya başladı. Hukukçuların yorumları son derece ilginç. Bu ortamın özgür bir ortam olduğunu kabul edebilmemiz mümkün değil.
Sultanizm’de seçimler nasıl olur? Sultanizm’de seçim olur. Otoriter rejimlerde de seçim olur. Totaliter ülkelerde de seçim vardır. Mesela Kuzey Kore mükemmel bir totaliter rejim. Seçim oluyor mu, oluyor. Halkın %100’ü seçime gidiyor yüzde yüzü Kim Jong-un’a oy veriyor. Muhalefet partisi yok, aday da yok. Herhangi bir rekabetçi, yarışmacı bir seçim ortamı yok, ama seçim var. Bu seçimler Türkiye’de benzer bir havaya sokulmaya çalışılıyor. Muhalefetin hainlerden oluştuğu, fitne fücurla uğraştığı, dolayısıyla onlara oy vermenin ihanet olduğu veya dinsizlik olduğu gibi fikirlerin yayıldığı bir ortamda, seçimleri, muhalefet katılsa da onların seçilme şansının olmayacağı bir hale dönüştürmek. Bu temel demokrasi tanımlarımızdan bir tanesi. Meslektaşlarımızdan birisi diyor ki: ‘’Bir dahaki seçimlerde, muhalefetin iktidara geleceği fikrinin mümkün olduğu ve bunun makul olduğu düşünüldüğü zaman demokrasiden bahsedebilirsiniz ’’. Bunun makul olmadığı bir ortama çekmeye çalışıyorlar. O zaman seçim ne anlama geliyor? Seçim, halkın veya iktidardakilerin kullandığı tabiriyle ‘’Milli irade’’nin liderini, bir ayinle, tahtındaki mevcudiyetini sürdürmesi için verilen bir destek, bir alkışlama mekanizması. Onu bir şekilde el üstünde tuttuğunu, kendi lideri olduğunu, lidere güven ve destek tazelediğini gösterme amacını taşıyor. Yoksa liderin değiştirilmesi gibi fikirler zararlı fikirler olarak kabul ediliyor ve bunların gerçekleşmemesi esas olarak kabul ediliyor.
Bizim Güney’imizdeki Ortadoğu’daki ülkelerin çoğunda bu şekilde olmuştur. Suriye’de, Mısırda ve çeşitli ülkelerde seçimler oluyor. Tunus tekrar otoriter bir yapıya savruldu. Cezayir’de seçimler oluyor. Bunların hiçbirinde liderin değişmesi diye bir şey beklenilmiyor. Muhalefet de var. Ama muhalefetin herhangi bir şekilde iktidara gelme şansı beklentisi, seçmenin gözünde de böyle bir beklenti söz konusu değil. Onun için bu hava yayılmaya çalışıyor Türkiye’de. ‘’Muhalefet yapıyorum’’ diyenlerin de buna katkısı oluyor. Bu yaptığınızın hepsi Sultanizm’in değirmenine su taşımaktan ibaret. Çünkü muhalefet burada temel itibariyle diyor ki: ‘’Biz rejimin kurallarını değiştireceğiz; tekrar hukuk devleti ile bağlantılı bir demokratik yapıya dönmemizi sağlayacak yola gireceğiz’’. Türkiye 2023 seçimlerinde muhalefet kazanırsa, 2023’ün yazında demokrasi olmayacaktır. Demokrasi olmaya doğru çalışmaya başlayacaktır. Birinci adımı atacaktır. Bu uzun bir süreç. Biz 80 senedir demokrasi olmayı başaramamış bir ülkeyiz. Geçmişimizde çok örneği var, bunu görebilecek durumdayız. Onun için, bu hataları yapmayacak ve Türkiye’yi Kopenhag Kriterleri’ne göre demokrasi olarak içeride ve dışarıda kabul ettirilecek bir hale dönüştürmek. Tabii bunun için Anayasayı değiştirmeniz, bunun üzerinde geniş bir mutabakat temin edebilmeniz, bu mutabakatın bir daha bozulmayacak şekilde kabul görmesi ve desteklenmesinin sağlanması, seçim mevzuatının, partiler mevzuatının, içtüzüğün, çeşitli başka siyasal yasaların buna uyumlu hale getirilmesi ve onlarla da oynanmaması, orasından burasından ihlâl edilmemesi için gerekli dirayeti gösterecek bir siyasal yönetim mümkün hâle gelirse, bu yola girmemiz sonucunda bu oluşabilir. Türkiye, içeride ve dışarıda da demokrasi olarak kabul edilebilecektir
Ondan sonra birçok sorunumuz var. Şu ânda Türkiye’nin müthiş bir adalet ve yargı sorunu var. Bunu halletmesi, özellikle yürütmeden ve her türlü güçlü etkilerden yalıtılmış, bağımsız, tarafsız, ehil ve dürüst çalışan bir yargıya ihtiyaç var. Bunun ihdası kritik. Bunu yapamazsak, Türkiye’nin sadece hukuken ve siyaseten değil, iktisaden de bir yere gelebilme şansı yok. Çünkü Sultanizm rejimlerinde iktisadi yapı ciddi ölçüde bozuluyor; bugün Türkiye’de yaşandığı gibi, müthiş bir gelir dağılım bozukluğu yaşanıyor. Ekonomik pasta büyümüyor, bilakis yerinde sayıyor ve yerinde sayarak küçülüyor. Uzun dönemde, mesela 50 yıllık dönemlerde bakıldığı zaman, bu ülkelerdeki büyüme hızı %0 civarında. Rantiye devletlerde bir nimet sağlanabiliyor. Mesela petrol rantı ile geçinen Azerbaycan, Suudi Arabistan gibi ülkelerde, otoriter rejimlere rağmen, istihrâc ettiğiniz madenin size sağladığı gelir vasıtasıyla, büyüme sağlayabilirsiniz. Ama bu gelir düzgün dağılmaz. Tepedeki küçük bir kitleye muazzam servetler, toplumun geri kalanı feci bir yoksulluk içinde hayatına devam ediyor. Ancak demokrasiyle yoksulluğu ortadan kaldırabilirsiniz. Düzgün çalışan, hukuk devleti ile bağıntılı olarak çalışan liberal demokrasilerde gelir dağılımı düzeliyor.
Dünyada bu şekilde iyi çalışan demokrasi örneklerine bakacak olursanız, Danimarka, Norveç, İsveç, Finlandiya, Hollanda, Belçika yahut Avustralya, Yeni Zelanda, Japonya, hatta Kanada’yı sayabiliriz. Bu ülkelerde gelir dağılımının oldukça iyi olduğunu görüyorsunuz. Çünkü insanlar, burada bu tür yozlaşmalara ve yolsuzluklara cevaz vermiyorlar. bunları yapanları ciddi şekilde cezalandırıyorlar. Daha önceki programlarımızda İsveç Maliye Bakanı örneğini vermiştik. O programı izlemiş olanlara anımsatmak için söyleyeyim: Kredi kartlarını karıştırıp da devletin kendisine verdiği kredi kartıyla Toblerone çikolata alan Maliye Bakanı, seçmenden duyacağı tepkiden çekindiği için istifa etmek mecburiyetinde kaldı. Demokrasi böyle bir şey. O zaman insanlar yolsuzluk yapmıyorlar. Bugüne kadar yolsuzluğun bir tek çaresi bulunmuştur: Yolsuzluk yapanlar, ciddi ceza göreceklerini, toplumdan dışlanacaklarını ve aşağılanacaklarını bildikleri zaman, yolsuzluk engelleniyor. Bunu yapamazsanız yolsuzluğun önüne geçemezsiniz. Yolsuzluğun çok olduğu bir yerde iktisadi büyüme olmuyor. Böyle bir açmaz var. Onun için demokrasi ve hukuk devleti, tarafsız, bağımsız, dürüst çalışan ehil yargıçlar ve savcılar eliyle yönetim, bir ülke için hayati niteliktedir. Bunu anlamamız için epey zaman geçecek. Biz söylüyoruz, insanlar dinliyor, ama genellikle bir kulaktan girip öbüründen çıkıyor; dolayısıyla fazla bir etki yapmıyormuş gibi gözüküyor. Ama bu konuda ciddi adım atmazsanız yapamazsınız.
Bunu yapmak için herhangi bir sihirli formül maalesef yok. ‘’Bu otoriter durumdan nasıl çıkabiliriz?’’ konusunda bir teori de yok. Ama şu görülen dört yıllık yönetim, Türkiye’de de inanılmaz bir hayat pahalılığı, büyük bir gelir dağılımı bozukluğu, aynı zamanda önemli bir düzeyde işsizliğin sürmesi, azaltılamaması, dolayısıyla ağır bir iktisadi faturanın çıktığını gösterdi. İnsanlar bunu görmediyse, görünceye kadar devam edeceğiz demektir. Umarım, gördükleri noktada, büyük bir kızgınlık, öfke ve infiale kapılmazlar ve daha kestirme bir yoldan, bu günlerde bunun önü alınabilir ve üzere örtülebilir. Böylece Türkiye tekrar demokratik hukuk devletine doğru yoluna devam etmeye başlar. Eğer bu gerçekleştirilemeyecekse, Türkiye’nin daha çekeceği ve ödeyeceği çok bedeller olduğunu bilmemiz gerekiyor. Onun için, bu önümüzdeki seçim, Sultanizm rejimi ve onun seçimlerinden çıkış için bir olanaktır. Bunun kullanılıp kullanılmayacağını, seçmenin bu duruma ayıp aymadığına bakarak görebiliriz. Eğer ayarlarsa, o zaman, şu partiymiş, bu partiymiş, şunun çöpü var, bunun sapı var yaklaşımıyla, evde kalmış kız kompleksi içinde bir seçmenle karşı karşıyaysak, vay halimize! Bu şekilde değerlendirme yaparsanız hiçbir seçim yapamazsınız. Seçim yapmadığınız zaman da bunun bedeli çok ağır olarak size geri dönecektir. Zaten dört yılda görüldü bu. Ama ‘’daha henüz anlayamadık’’ diyorlarsa, dört beş yıl daha deneyecekler. Çok daha ağır bir bedeli, çok daha vahim bir enkaz devriyle, daha sonra almaları durumu söz konusu olacak demektir. Onu da zaman itibariyle göreceğiz.
Edgar Şar: Hocam çok teşekkür ederiz. Böylece bu ay da programımızı tamamlamış olduk. Bütün seçimler için, ama özellikle önümüzdeki seçimler açısından Türkiye’nin eksikleri doğrultusunda, kurumlar, kurallar ve normların anlamını konuşmuş olduk. Böylece demokratik seçimlerin sadece bir türü olduğunu ve seçimlerin demokratik olması için aslında birçok şartın aynı anda yere gelmesi gerektiğinin altını bir kez daha çizmiş olduk. Tekrar teşekkür ederim. İzleyicilerimize de çok teşekkürler.
Ersin Kalaycıoğlu: Herkese iyi akşamlar diliyorum.
Edgar Şar: Gelecek ay buluşmak üzere, iyi akşamlar.