Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile Siyasetname (40): Deprem, sultanizm ve seçimler

Kahramanmaraş merkezli ve 11 il ile Suriye’nin bir kısmını da etkileyen iki büyük depremin üzerinden 18 gün geçti. Yaşamını yitirenlerin sayısı ise 43 bini aştı.

Bölgede enkaz kaldırma çalışmaları sürerken depremin siyasete etkilerinin nasıl olacağı da merak konusu.

Seçimlerin ertelenmesi mümkün mü? Seçimlerin ertelenmesi ile ilgili tartışmalar siyasi olarak ne anlama geliyor? Türkiye seçimlere hangi ortamda gidecek, seçimler deprem sonrası nasıl bir atmosferde yapılacak? Deprem felaketi sonrası yaşananlar “sultanizm” kavramı hakkında bizlere ne gösteriyor?

“Siyasetname”nin bu yeni bölümünde Edgar Şar, Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi, Bilim Akademisi Üyesi, siyasetbilimci Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile birlikte PolitikYol’da yayınlanan “Sultanizm ve seçim: Popülizm demokrasiye karşıbaşlıklı son yazısı üzerinden Türkiye’nin yaşadığı iki deprem felaketi sonrası seçimlerle ilgili yapılan tartışmaları ele alıyor.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Edgar Şar: Merhabalar. Siyasetname’den herkese iyi akşamlar. Bu ay, her zaman olduğu gibi Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi, Bilim Akademisi Üyesi ve siyasetbilimci Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile 40. programımızı yapıyoruz. Hocam, merhaba. Hoş geldiniz.

Ersin Kalaycıoğlu: Hoş bulduk, iyi günler dilerim. Gündemimiz o kadar iyi değil. Geçen yayınımızdan beri çok elim olaylarla dolu bir süreç geçirdik. Vefat edenlere Allah rahmet eylesin, ruhu şad olsun. Geride kalanlara da Allah kolaylık versin. Hepsine sabırlar diliyorum. Aynı zamanda geçmişler olsun. Zor bir döneme girdik. Dönem zordu. Ekonomiden kaynaklanan birtakım zorluklar vardı, buna, siyasetten kaynaklanan istikrarsızlıklar eklendi. Onların ikisini de fevkalade derinleştirebilecek bir deprem ve onun sonrasında yaşanan afetle karşı karşıyayız.

Hemen başında vurgulayalım: Dünyadaki doğal olaylar afet değildir. Bunu anlamamız lazım. Bu dünyada yaşıyorsak, bu gezegende olan birtakım olaylar var. Hava olayları var, rüzgâr var fırtına var. Bora oluyor, tornado oluyor. Amerika’da hurricane diyorlar, bu tür büyük rüzgâr olayları oluyor. Çok fazla yağış olabiliyor, sel olabiliyor. Aynı zamanda tektonik plakaların hareketleri dolayısıyla depremler olabiliyor ve biz de depremlerin çok olabileceği bir yerde yaşıyoruz. Bunlar olağan, doğal olaylardır. Bunları afet haline getirmeyi beceren, bizim toplum olarak yapmış olduğumuz çeşitli uygulamalar, bireysel olarak aldığımız kararlar, siyasal olarak yapmış olduğumuz tercihler; bu olayların nitelik değiştirmesine ve insanlar için afet haline gelip gelmemesine etkileyen adımlardır. Bu bilinçle yaklaşabilirsek, bu olayların oluşumunu doğallıktan çıkartıp, her olduğunda ‘’afet’’ olarak yorumlamaktan kendimizi alıkoyarız ve aynı zamanda afet haline dönüşmemesi için ne yapmamız gerektiğini de daha iyi değerlendirebilecek noktaya geliriz diye umuyorum. Yayına çok iç açıcı olmayan bir şekilde başladık ama geldiğimiz nokta, zannederim bu tür bir girizgâhı gerektirdi.

Edgar Şar: Mecbur kıldı. Evet, haklısınız hocam. Çok teşekkürler. Biz son yayınlarımızda, Türkiye seçime doğru giderken, ‘’seçim sath-ı mailine doğru girdi’’ ifadesini de kullanıyorduk depremden hemen önce. Birçok yayınımızda Türkiye’nin bu seçimlere hangi ortamda gideceğini, bunun nasıl bir seçim olacağını, demokratik bir ortamda olan seçimle, şu an Türkiye’de yaklaşmakta olan seçimler arasındaki temel farkların neler olduğunu, bu farkların neden önemli olduğunu uzun uzadıya konuştuk. Aslında bu tartışma, depreme rağmen ortadan tam olarak kalkmış değil; Farklı bir bağlamda da olsa devam ediyor. Siz de dün PolitikYol’da yayınlanan “Sultanizm ve seçim: Popülizm demokrasiye karşı” başlıklı yazınızda bu konuyu ele alıyorsunuz. Bu yazıda, depremden sonra başlayan seçimle ilgili tartışmaları, – daha doğrusu nabız yoklamaları diyelim – özellikle seçim tarihinin ertelenip ertelenmeyeceği, depremin, seçimlerin nasıl bir ortamda yapılacağı meselesine nasıl bir etkide bulunacağı konusuyla ilgili genel olarak yapılan tartışmaları ele alıyorsunuz. “Bu deprem sonrasında seçimlere nasıl gidilecek, hangi ortamda gidilir, neden bu tartışmalar bu şekilde yürütülüyor?” sorularına da cevap arıyorsunuz. Bir bakıma, bizim daha önce yapmış olduğumuz yayınlarda ele aldığımız soruların devamı. Ama tabii ki deprem gündemiyle ele almışsınız.

Dolayısıyla şöyle başlayalım Hocam: Biliyorsunuz, ilk olarak Bülent Arınç’ın ifadeleri ile bu konu daha çok gündeme geldi. Arınç “Bu durumda seçim yapılamaz” Hatta “Kaos olur” ifadesini kullandı. Daha genel anlamda baktığımız zaman, bu tartışma sizce ne anlama geliyor?

Ersin Kalaycıoğlu: Bir kere şu noktayı vurgulamak gerekiyor: Anayasanın maddeleri gayet açık. Açıkça ifade edilmiş ve anlaşılmasında hiçbir sorun olmayan anayasa maddeleri yorumlanmaz. Bu, temel bir hukuk ilkesi. Bunu birçok kişi, birçok hukukçu, bize yeniden hatırlattı ve bu hatırlatmayı yineliyorlar. Dolayısıyla bu konu üzerinde “Biz yorum yapıyoruz, değişik görüşler serdediyoruz” şeklinde yapılan yaklaşımların hukuk mantığıyla bağlantısı olmadığını peşinen kabul edebiliriz. Dolayısıyla hukukçuların tartışmaları, ortada bir hukuki sorun varmış gibi göstermek suretiyle ve bu soruna birtakım yanıtlar bulmak için muhalefetle iktidarı bir araya getirmeye çabalamak gibi gözüken bir yaklaşımla, bu konuyu gündeme taşıyorlar. Burada hukuki bir sorun yok, hukuk gayet açık. Cumhurbaşkanı’nın görev süresi Anayasa’ya göre 5 yıl olarak tanımlanmıştır. 24 Haziran 2018’de seçilmiştir. 5 yıl sonra 24 Haziran 2023’te görev süresi dolacaktır. Bu görev süresinin uzatılabilmesi söz konusu değildir. Bu tarihe kadar yapılabilecek olan bir seçimde, Cumhurbaşkanının aday olup olamayacağı da yine Anayasa’nın 21 Ekim 2007 tarihinde yapmış olduğumuz halkoylamasıyla değiştirilen maddesiyle belirlenmiştir. Bu maddenin bu şekilde değiştirilmesinde ön ayak olan, ısrarcı olan, 2007’de bu konuda büyük bir tartışma yürüten ve bunu gerçekleştirmek için cansiperane çalışmış olan Adalet ve Kalkınma Partisi lideri, bizzat, şu anki Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan ve arkadaşlarıdır. Bu madde, onlar sayesinde ve onların girişimi ile halkoyuyla kabul edilmiş olan bir maddedir. Kendileri bunu böyle istediler. Daha önce cumhurbaşkanları bir kereliğine 7 yıllığına seçiliyordu. 21 Ekim 2007 referandumunda veya halkoylamasında alınan kararla, bu madde, “Cumhurbaşkanları halkoyuyla 5 yıllığına iki kere seçilir” haline getirildi. Dolayısıyla bu maddeyi dönüştüren kendileri. İkiden fazla seçilmemesi gerektiğini o tarihte büyük bir erdem olarak iddia edenler de kendileri. Yani burada bir sınırlama olmasına gerek olup olmadığı konusunda ayrıntılı bir tartışma yürütülmedi. Fransızların yeri başkanlık sistemindeki uyguladıkları ‘’cumhurbaşkanlarının 5 yıllığına ve iki defa seçilebilmesi’’ ilkesini aynen kabul ettiler ve o zaman Türkiye, demokrasi uygulamasını 21 Ekim 2007’de yarı başkanlık rejimine dönüştürdü. Ondan önce parlamenter ağırlıklı bir demokrasiydi ama yarı parlamenter nitelikteydi. Çünkü parlamenter rejimde kolay kolay tanımı olmayan bir Cumhurbaşkanlığı kurumunu 1982 Anayasası’na, o zamanki askeri hükümet sokmuştu ve halk oylamasında da kabul edilmişti. Dolayısıyla bu uygulama, 2007 itibarıyla Anayasa’da değişti ve 2014’ten itibaren ve uygulanmaya başladı. Halkoylamasıyla yapılan ilk Cumhurbaşkanlığı seçimleri de 2014 Ağustos’unda yapıldı ve Tayyip Erdoğan ilk defa halkoyuyla Cumhurbaşkanı seçildi ve 12. Cumhurbaşkanı olarak Yüksek Seçim Kurulu tarafından kabul edilen bir mazbataya sahip oldu.

Sonra, bu süre 5 yıllık olmasına rağmen, yani 2019’a kadar sürmesi mümkün olduğu halde, 2018’de bir erken seçim kararı alındı. Bu arada 16 Nisan 2017’de bir halkoylaması yapıldı. O halkoylamasında Türkiye’nin rejimi bir kez daha değiştirildi. Yani 10 yıl içinde iki rejime sahip oldu. Önce 21 Ekim 2007’de yarı başkanlığa geçmiştik. 2017’de, ‘’sultanizm’’ içeriğinde olan bir başkanlık sistemine geçtik. Hatta gelenekleri vurguladığı için ‘’neopatrimonyal bir sultanizm’’ biçimine dönüştük. Son derece merkezi, geleneksel özellikleri olan, modern gibi gözüken ama geleneksel bir yönetim üslubunu benimsemiş olan bir sultanizm uygulamasına geçtik. Bunun ayrıntılarını daha önceki benzer programlarımızda ele almıştık, tekrar etmeyeyim.

Ama burada esas vurgu şu: Sultanizm, hiçbir şekilde sorumluluğu olmayan ama her türlü yürütme, hatta yürütme ötesi yasama yetkileri ve yargı üzerinde birtakım yetkileri de olan, tek kişinin şahsi takdirine göre siyasal kararlar alıp hükümet etme biçiminde olan bir uygulamadır ve bu uygulamaya geçildi. Bu uygulamanın içerisinde, tekrar hızla bir Cumhurbaşkanlığı seçimi yapılması istendi. Dolayısıyla 2014’teki seçimin üzerinden 5 yıl geçmemesine rağmen, Cumhurbaşkanı süresi 4 yılken, bir erken seçimle yeniden seçime gidildi. 24 Haziran 2018’de Cumhurbaşkanı tekrar seçildi. Yüksek Seçim Kurulu’ndan Meclise gönderilen mazbatada ‘’13. Cumhurbaşkanı’’ olarak seçildiği ifade edildi. Meclis Başkanı buna o zaman itiraz etti. “Daha evvel seçilmiş olan cumhurbaşkanlarına, aynı kişi seçildiği zaman, tekrar seçilme durumunda bunların numarası değiştirilmedi’’ dedi. ‘’En baştan itibaren Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü, Celal Bayar gibi Cumhurbaşkanları halkoyuyla seçilmese de, görevleri yenilendiği zaman bunlara Mustafa Kemal Atatürk için birinci, İsmet İnönü için ikinci, Celal Bayar için üçüncü Cumhurbaşkanı denemektedir. Oysa bunlar çeşitli defalar seçilmişlerdir, bu kafa karışıklığına sebep oluyor” diye itiraz etti. Onun üzerine Yüksek Seçim Kurulu, bu kararı vermiş olduğu halde 13. Cumhurbaşkanı mazbatasını geri çekti. Bunu “Tekrar seçilmiştir” diye bir mazbata ile birlikte kabul etti. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı iki kere seçilmiş oldu. Hangi kurala göre? 21 Ekim 2007’de Recep Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarının büyük ısrarıyla getirilmiş olan kural değişikliği ve halkoylamasıyla belirlenen kurala göre. Kendi koydukları kurala göre… Şimdi kendi koydukları kuralı ihlal etmeye çalışıyorlar. Olay bundan ibaret. Bu kural o zaman işlerine geliyordu, bugün işlerine gelmiyor. Türkiye’nin en önemli siyaset yasası ‘’Dün dündür, bugün bugündür. Koşullar değişmiştir, çıkarlarınız değişmiştir. Çıkarlarımız değiştiğine göre, o gün söylediğimizin tam tersini bugün yapma hakkımız vardır ve bu erdemli bir davranıştır’’ diye iddia ediliyor. Oysa bu ciddi bir etik sorun. O gün bir standart, bugün başka bir standart. Standartların bu kadar farklılaşması siyasette etik olmadığını, etik bir siyasi hayatın bulunmadığını, erdemli de olmadığını doğal olarak kabul etmemizi gerektirecek bir niteliktedir. İnsanların kendi koydukları yasalara, en azından kendilerinin saygı göstermesi ve riayet etmesi gerekiyor. Onlar saygı göstermezse başkaları niye saygı göstersin? Böyle bir sorun var. Dolayısıyla kendi koymuş oldukları ilkeleri çiğneme durumunda bulunduklarından, bunun herhangi bir şekilde onları mağdur etmek için yapılmış bir komplo olduğunu düşünmemizi sağlayacak hiçbir temel neden bulunmuyor. Kendi kendilerine mi komplo yapıyorlar? Yani kendi kendilerini mi sınırlamışlar, kendileri mi yapmış bu engellemeyi? Onun için, bundan birtakım mağduriyetlerin çıkacağı düşünülüyor. Böyle bir mağduriyet olmaz. Siz kendi koyduğunuz kurala standartları eğip bükerek uymayacaksınız, ondan sonra “Ben mağdur oldum” diyeceksiniz. Koymasaydın o zaman o kuralı! O kuralı koyarken niye bu kadar didindin? Bunlar anlaşılmaz şeyler. Sonuç itibarıyla, ortada bir hukuki sorun yok; Cumhurbaşkanı, kendi koyduğu, değişmesi için büyük çaba göstermiş olduğu, Anayasa’da 101. maddede belirtilen, ‘Cumhurbaşkanı, 5 yıllığına 2 kere seçilir” maddesi gereğince, 3. defa seçilemez. Seçilebilmesi için, Meclisin seçimleri yenileme kararı alması gerekir.

Orada da bir başka sorunla karşı karşıyayız. Seçimlerin yenilenmesi ne anlama geliyor? 5 yıl için seçilmişsiniz ve Meclis de 5 yıl için seçilmiş. İkisi bir arada seçime gidecekler. Esasında demokratik başkanlık sistemlerinde bu böyle değil. Çünkü burada farklı kurumların farklı ellerde bulunması ve onların birbirleri üzerinde etkide bulunmak suretiyle birbirlerinin gücünü denetlemesi ve dengelemesi esası söz konusudur. Özellikle Amerikan Başkanlık Sistemi’nde böyledir. Dolayısıyla başkanın seçimiyle, kongrenin seçimi zaman zaman çakışır. Ama başkan 4 yılda bir seçilirken, Temsilciler Meclisi 2 yılda bir, Senato 6 yılda bir seçilir. Dolayısıyla zaman zaman Senato’nun üçte bir yenilemesiyle, Temsilciler Meclisi’nin seçimiyle başkanlık seçimi çakışır. Ama başka zaman çakışmaz. Tabii o zaman muhalefet partisi kongrede çoğunluğa sahip olabilecek bir konuma gelebilir. Başkanlık, bir partinin, yasama organı başka bir partinin denetiminde olabilir.

Amerikan Anayasası’nı yapanlar, özellikle James Madison, bunun olmasının erdem olduğunu ileri sürmüştür. 1780’lerde yapılan tartışmalarda “Bu, farklı ellerde olursa bir yönetim zorluğu oluşturmaz mı?” diye sorulduğunda, kendisi cevap olarak “Hayır, öyle bir şey olmaz. Tam tersine, eğer bunlar kolay uzlaşamazlarsa sürekli olarak yeni düzenlemelerde bulunmazlar. Çünkü her düzenleme insanların özgürlüklerini kısıtlar. Bu şartlarda kolay düzenlemelerin yapılamaması, insanların özgürlüklerinin garanti altına alınmasını garanti eder’’ demiş. Buna ‘’safeguarding civil liberties’’deniyor. Dolayısıyla ‘’insanların özgür yaşaması esastır, siyasi yönetimlerin kolay uzlaşması diye bir esas yoktur. Bunların zor uzlaşması, hatta hiç uzlaşamaması, herhangi bir düzenleme yapamamaları, yasa çıkaramamaları yahut bir sınırlama getirerek insanların davranışlarını belli kalıplar içerisinde dökememeleri, ülkede insanların özgür bir şekilde yaşamasının garantisidir ve özgürlük bizim için en temel unsurdur’’ varsayımıyla Amerikan Anayasası’nı yapmışlar. Ondan mülhem birtakım şeyler yapıyoruz diye Türkiye’ye takdim edildiğinde ,bu önemli özellik, bir yere konuluyor. Çünkü Türkiye’de böyle bir özgürlük özlemi içerisinde bir halk söz konusu değil. Aradaki en büyük fark burada. Tam tersine, zaman zaman devleti büyük ölçüde yücelten, devletin etkin karar alması, her türlü kararı kolay alması ve her türlü düzenlemeyi yapması talebinde bulunan, özgürlüklerini feda etmeye hazır bir halk var. Dolayısıyla bu kadar farklı varsayımdan hareket ettiğin zaman, böyle bir durum ortaya çıkıyor.

Burada ne yapıldı? ‘’Meclisle Cumhurbaşkanı aynı anda seçilsin ki o zaman, halk her ikisinde de aynı partiye destek verecektir. Dolayısıyla bunlar kolay bir uyum içerisinde Türkiye’de her türlü düzenlemeyi kolayca yapacaklar. Bunun sayesinde etkili bir yönetim ortaya çıkacak’’ diye varsayıldı. Çıktı mı? Bugünkü görüntü, böyle bir varsayımın doğru olmadığını artık gayet açık bir şekilde ortaya koymuş durumdadır. Hem ekonomideki büyük kriz, hem deprem yönetiminde zaman zaman skandallara dönüşen nitelikte bir kamu yönetimi krizi, aynı zamanda karar üretmedeki zorluklar, kişisel kararların isabetli olmaması dolayısıyla kararların devamlı olarak yaz-boz haline getirilmesi gibi sonuçlarla, bunun doğru olmadığı da ortaya çıkmış bulunuyor.

Şimdi bu şartlar altında, ‘’Meclis seçimleri yenileyebilir” ilkesi, seçimlerin yapılmasına birkaç ay kala, bizi “Yenileyebilir mi?” tartışmasına götürdü. Bunun cevabını bilmiyoruz. Esas itibarıyla yarı parlamenter uygulama sırasında, 1983 seçimlerinden itibaren 2017’ye kadar geçen, yani Sultanizm’e geçilen döneme kadar, Meclis içerisinden çıkan, Meclise karşı güvenoyuyla sorumlu olan bir hükümet, yani Başbakan ve Bakanlar Kurulu var. Eski düzende, bu hükümetin kurulamaması durumunda, Cumhurbaşkanı, 45 gün içinde Meclisi feshederek seçimlere gitme kararı alabiliyordu. Ama 2017 referandumda bunu kaldırınca, böyle bir yetki ortadan kalkmış oldu.

Dolayısıyla hükümet kurulamaması nedeniyle ortaya çıkacak bir hükümet krizini çözme amacıyla, yenilenme gereksinimi ortadan kalktı. Buna gerek yok. Peki, niye yenilenecek, neden yenilenme karar verilecek? Şu olabilir: Hükümet yönetemiyor hale gelebilir. Cumhurbaşkanı’nın isabetli karar almadığı, yönetemediği hususunda, Mecliste bir çoğunluk oluşmuş olabilir. O zaman bu kararı alabilir. Bunu da kolay almasın diye ‘’nitelikli çoğunluk’’ ilkesi getirildi. 3/5, yani 360 milletvekili gerekiyor. Hükümetin bu kadar sandalyesi yoksa, o zaman hükümetin, aynı zamanda iktidar ve muhalefet olarak bir araya gelerek bunun üzerinde uzlaşmaları ve ona göre seçimleri yenilenmesini istemeleri gerekiyor. Böyle bir durum var şu anda. Bunun dışında, Cumhurbaşkanı yine Meclisin yenilenmesine götürebilecek bir kararı alabilir ve tabii kendisinin de dönemini sonuçlandırabilir. Bu ilke olarak bırakıldı. Neden buna gerek olduğu açık değil. Hangi koşullarda ortaya çıkacağı belli değil. Ama Anayasadaki düzenlemede eğer Meclis yenilenme karar alırsa ve Cumhurbaşkanı ikinci döneminde bulunuyorsa, tekrar aday olarak üçüncü defa seçilebilir.

Peki, Meclis, yenilenmeye niye karar alacak? Cumhurbaşkanı iyi yönetemediği için karar alacak. Başka bir mantıksal neden olabilir mi? Durup dururken Meclis niye bir yenilemeye gerek olduğuna karar versin? Çünkü eski yenileme gerekçesi hükümet krizi ile ilgili. Yine bir hükümet krizi ortaya çıkacak. Bu sefer ortada bir hükümet yok, yürütme var. Anayasa madde 8’e göre yürütme tek bir kişiden oluşuyor. O da Cumhurbaşkanı. O zaman Cumhurbaşkanı’nın yönetimiyle ilgili bir sorun çıkacak ki, Meclis yenilenme kararı alsın; “Bu iş yürümüyor” diye düşünsün. Peki, o zaman, iyi yönetmediğini Meclisin tescil etmiş olduğu bir Cumhurbaşkanı’nın, tekrar aday olmasının mantığı nedir? Bunu ben anlamıyorum, belki hukukçular anlıyor. Ama siyasetbilimi açısından baktığınız zaman, bunu anlayabilmek mümkün değil.

Edgar Şar: Yani sırf aday olabilsin diye Meclisin karar almasının beklenmesi, burada anlamsız olan şey.

Ersin Kalaycıoğlu: Anlamsız. Çünkü bunun bir gerekçesinin olması lazım. Eski gerekçe vardı. Eski gerekçe neydi? Hükümet kurulamıyordu. 45 gün geçmiş, seçim sonuçlanmış. 2015 Haziran’ında bunu yaşadık. Seçim sonuçlandı, hükümet kurulamadı. 45 gün içinde, 1 Kasım 2015’te tekrar seçimlere gittik. Mantık bu. Şimdi Meclis yenilenme kararını hangi gerekçeyle alacak? Hükümet edilemiyor, yani yürütme çalışmıyor gerekçesiyle alacak. Yürütme kim? Yürütme Cumhurbaşkanı, bir tek kişi. Yürütme artık bir organ değil, yürütme bir kurum değil, bir örgüt değil, bir korporasyon değil, bir kooperatif yapı değil. Anayasaya göre bunun içerisinde Bakanlar Kurulu yok, böyle bir şey yok. Anayasa’nın 8. maddesi gayet açık. Yine tartışılacak bir tarafı yok. Yürütme, Cumhurbaşkanından ibarettir. Yani bir kişiden ibaret. Kişisel yürütme. Geri kalanı Anayasa’da idare diye düzenlenmiş. Yürütmenin dışında bir şey yok ve yürütmeye tabi.

Edgar Şar: Yani yürütmenin altında.

Ersin Kalaycıoğlu: Esasında, bunların yürütme ile beraber bir arada, eşgüdüm içerisinde çalışması gerekir ki hükümet edebilsinler. Çünkü yürütme birtakım kararları alacaktır ve bu kararların uygulanması, fiiliyata geçirilmesi bürokrasi tarafından yapılacaktır. Zaten bürokrasinin işi bu. O da bunu kendilerine verilen yetki, yani bir yasal çerçeveye göre, oradaki bilim alanının ilgili bilim adamının uzmanlığına göre ve orada sağlanmış olan o bakanlığın uygulama geleneklerine göre bir bürokratik profesyonel etik içerisinde, ahlâka uygun ve dürüst bir şekilde yapacak. Mantık bu. Ama siz şimdi bunun ikisini tamamen birbirinden ayırmışsınız. Yürütme tek bir kişi olarak bir yerde duruyor, idare diye ayrı bir şey var. Onun ne olduğu belli değil. Geçmişten gelen birtakım gelenekler, ilişkiler var ama, bunların yeni yapıya nasıl uyarlanacağı konusunda hiçbir adım atılmamış durumda.

Edgar Şar: Bir de, o geçmişten gelen yapının ortadan kaldırılmasına yönelik çabalar var.

Ersin Kalaycıoğlu: Kamu bürokrasisinin iyi bir şey olmadığını söylüyorlar. Bunu “Efendim, bunlar bizim elimizi ayağımızı bağlıyorlar. Kamu bürokrasisi olmadan biz yönetelim. Burada bir mülkiye cuntası var, bu cunta bize hiçbir şey yaptırmaz. Yenilik yapamayız adım atamayız” diyerek Turgut Özal başlattı. Belki bir iki olayda bununla karşılaşılmıştır. Ama bunu genelleştirmek, sorun haline getirmek, yürütmenin seçimle iş başına gelmiş olan kısmını, yürütmenin, kariyer olarak yapılan, atanmış olan (ama konusunun uzmanı olan kişiler layıkıyla atanmışsa) farklı çıkarları temsil eden ve çatışma içerisinde olduğunu ileri süren ve bu çatışmaya göre, sürekli olarak ülkedeki birtakım sorunları sanki bu çatışmadan kaynaklanıyormuş gibi insanlara takdim etmek son derece yanlıştı. Ufak tefek olaylardan büyük genellemeler çıkarmışlardı. Muhtemelen kamu bürokrasinin direnişi, birtakım uygulamaların hukuka, bilime uygun olmamasından yahut bunların uygulamasında ileride çıkabilecek ciddi sorunların olmasından kaynaklanan bazı endişeler söz konusuydu. Bunları aşabilecek şekilde onları ikna etmek yerine, “Bunlar bizim yaptığımız olduğumuz şeyleri engellemeye çalışan hainane bir klandır, bir örgütlemedir. Bir komplo ile karşı karşıyayız. Biz bunları yok edeceğiz” dendi. Aynı zamanda, siyasal teoride Şerif Mardin’in ileri sürmüş olduğu merkez-kenar çatışması üslubu içerisinde değerlendirilerek, siyaseten seçilmeyen, süreklilik arz eden kariyer bürokratlarının, devletin öz evlatları olarak bir devlet seçkinleri oluşturduğu ve siyaseten seçilmiş olan halkın temsilcileri ile bunların sürekli savaş içinde olduğu esprisi, biraz çerçevesi dışına taşırılarak ve daha gelen bir hale getirilerek bu noktaya geldi.

Kamu bürokrasisiz yönetim olmuyor. Şimdi bunun olmayacağını yaşayarak bize göstermeye çalışıyorlar. Bunu icat etmeye kalktılar. Rahmetli Turgut Bey, kendi etrafına o zaman ‘’Prens’’ diye anılan danışmanlar topladı. Yani bir paralel bürokrasi kurmaya çalıştı ve yerleşik kamu bürokrasisini adeta yarıştıran veya çatıştıran bir çerçevede, bir düşünce ile Türkiye’de bazı atılımlar ve yenilikler yapmaya çalıştı. Bunu da, o zaman yenilik ve değişim isteyenler büyük ölçüde alkışladılar ve desteklediler. Doğru yöntem mi kullanıldı, yanlış yöntem mi kullanıldı, bu doğru dürüst tartışılabildi mi? Hayır. Bence bu tartışmalar çok yapay oldu, pek köke inmedi ve oradaki uygulamaların ciddi birtakım sonuçlarıyla karşılaşıldı.

Böyle bir şey söz konusuysa, sadece Mülkiye’ye hasretmeyip kamu bürokrasisini modernleştirmeniz mümkün. Kamu demokrasisini, Ankara Üniversitesi dışında, İstanbul Üniversitesi ve Boğaziçi Üniversitesi, Ege Üniversitesi gibi daha yerleşik ve kaliteli eğitim yapan başka kurumları da içine alan bir süreçle, daha çeşitlendirmek, daha çoğulcu hale getirmek üzere, bu tür fikirlerin daha yaygın bir şekilde tartışılmasını ve onların da buna uyarlanmasını sağlayan bir noktaya gelebilirdi. Bunların hiçbiri olmadı. Onun için, bu çerçevede yapılan yorumlar garip yorumlar olma özelliğini devam ettirdi. Ben çok garipsiyorum. Çünkü bütün bu ilkeleri şu anda iktidarda olan kadro getirmişti. Uyguladılar ve yanlışlıklarını gördüler. O zaman yanlış yapmışsınız. O zaman bugün kurduğunuz rejim, yanlış bir rejim.

Edgar Şar: Hocamben detam o rejim meselesine gelecektim, o konuya girelim isterseniz. Sizin yazınızın başlığında da belirttiğiniz ‘’sultanizm’’, daha önceki yayınlarımızda da çok üzerinde durduğumuz bir ifade. Ama bunu özellikle bu seçimlerin zamanında yapılıp yapılmayacağı, depremin seçimleri nasıl etkileyip etkilemeyeceği konusundaki tartışmaları anlatırken, anlamaya çalışırken de siz burada, ‘’bunu rejimden ayrı düşünemeyiz’’ iddiasıyla bu yazıyı kaleme aldınız aslında. Dolayısıyla isterseniz o yöne gidelim ve seçimlerden de bahsedelim

Ersin Kalaycıoğlu: Tabii ama şu noktayı vurgulayayım. Hukuki bir sorun yok. Kendi yapmış oldukları hukuk düzenlemeler şimdi ayaklarına dolaşıyor. ‘’Onun etrafından nasıl geçeriz?’’ diye kendi hukukçuları çeşitli tuhaf açıklamaları arka arkaya sıralamaya başlıyorlar. Kaos açıklaması da bunlardan biri. Kim yaratacak kaosu? Adalet ve Kalkınma Partisi. Kaos yaratacak başka kime yok ortada. Yani illa ‘’bu Cumhurbaşkanı aday olacak’’, İlla ‘’bu seçim bizim istediğimiz tarihte yapılacak’’ diye ısrar emcekler ve muhalefetle uzlaşma yolunu aramayacaklar. Muhalefeti dışlayarak, zorlamayla, kuralları çiğneyerek, bir şekilde bir seçim yapacaklar. Demokrasi kurallara göre çalışır.

O yazımda örnek verdim, tekrar edeyim: Mesela, boks gibi bir spor dalını alalım. Boks bir spordur. Eldiven giyersiniz, başınıza kask takılır, vücudun belli yerlerine yumruk atabilirsiniz, belden aşağı vuramazsınız gibi kuralları var. ‘’Efendim bu kurallara ne gerek var? Sonuç itibariyle, kimin, daha fazla öbürünü hırpaladığını tayin edip, ona göre kazananı seçeceğiz. Ne lüzum var bu kurallara?’’ dediğiniz zaman spor olmaktan çıkar, dövüş haline dönüşür. Demokrasi de böyle bir şey. Demokrasi belli kurallara göre yapılan bir şey. Herhangi bir halk yönetimi değil, kurala bağlı halk yönetimi. Belli kuralları var. Belli bir dürüstlükte seçim yapacaksınız ve âdil yapacaksınız. Aynı zamanda, bunu özgürce yapacaksınız. Herkes rahat rahat konuşacak, fikrini söyleyecek. Fikir ve tartışma ortamında gerçeğin ne olduğuna yaklaşılacak. Zaten bir fikir tartışması olmazsa gerçeği bilebilmeniz mümkün değil. Osmanlıca tabiriyle tekrar edeyim: ‘’Bârika-ı hakikat müsademe-i efkârdan doğar’’. Yani, ‘’gerçeğin ışığı fikirlerin çatışmasından doğar’’ deniyor. Fikir çatışması olmazsa neyin gerçek olduğunu bilemezsiniz. Hükümetin siz anlattıklarının gerçek olduğuna inanmak için bir sebebiniz yok. O, kendi partizan, ideolojik ve kendi çıkarları için geçerli olduğu şekliyle gerçekleri takdim eder. Muhalefet olacak ki, onlar bunun doğru olup olmadığını bize anlatacaklar. ‘’Bu, partizan bir yaklaşımmış. Kendi çıkarı için bunu bu şekilde takdim ediyormuş, gerçek bu değilmiş’’ diyebilelim. O zaman gerçeği değerlendirip ona göre oy verebilelim. Çünkü bugün Türkiye’deki nüfusun belli bir kısmı çeşitli ölçülerde parti tutuyor. Ama çok yoğun bir şekilde parti tutanı %40 civarı tahmin ediyoruz. Yani bir azınlık. Demokrasiyi buna indirgeyemezsiniz. Demokrasi bir partizanlık meselesi değil. Demokrasi, bütün halkın halk olarak yönetimidir, bir azınlığın, bir partinin, bir kesimin yönetimi değil. Onların empoze ettiği değerleri olduğu gibi kabul ettiğiniz bir rejime ‘’demokrasi’’ demiyoruz. ‘’Partitokrasi’’ ya da ‘’parti rejimi’’ diyebilirsiniz. O da, bir tek partiye ve otoriter bir yapıya dönüşür. Dolayısıyla demokrasi olarak çalışmaz.

Buradaki temel mesele, bu bir hukuk tartışması değil. Bu bir siyasal tartışma ve siyasal mücadele meselesi. Sultanizm rejiminde, özellikle iyice pekişmiş sultanizm rejimleri, iktidarı bir şekilde korumak ve buradaki seçimleri olabildiğince demokratik seçim ilkelerine uyumsuz hale getirerek, halkın popüler tercihi olduğunu tescil edecek bir törene dönüştürme eğilimi var. Örneğin Nikaragua’daki uygulamalar. Venezuela, Haiti veya daha önceki dönemlerde Dominik Cumhuriyeti yahut Afrika’daki gördüğümüz örnekler gibi. Uganda’da İdi Amin yönetimi veya Mobutu’nun Zaire’sindeki uygulamalar gibi. Halkın yönettiği ve halk egemenliğini kabul ettiğini söyleyen her türlü rejim, bir seçim yapıyor. Ama bu seçimlerin çok azı demokratiktir. Demokratik olabilmesi için özgür olması, ifade özgürlüğünün sınırsız olması lazım.

Türkiye’de bu konuda çok ciddi sorun var. Yapılan bütün karşılaştırmalarda, Türkiye’de ifade özgürlüğünün olmadığı veya çok sınırlı bulunduğu ortaya çıkmış bulunuyor. Buna çeşitli karşılaştırma indekslerinden bakabilirsiniz. Freedom House’un 2016’dan itibaren, Türkiye’yi ‘’Özgür olmayan ülke’’ olarak tanımladığını biliyoruz. Dünya Adalet Projesi Raporu’nda, Türkiye’de adalet uygulamasının, 139 ülke arasında 117. sırada olduğu ve bunun temel nedeninin bireysel özgürlüklerin yaygın olmamasından kaynaklandığını vurguladığını biliyoruz. The Economist’in demokrasi indeksinde, en düşük puanımızın, Afrika’da Çat ve Gabon’la eşit düzeyde olan bireysel özgürlükler puanı olduğunu biliyoruz. Yok. Bireysel özgürlüklerin alanı son derece dar. Bu dar alanda ‘’Özgür seçim yapıyoruz’’ iddiası biraz havada kalıyor. Özgürlüklerin genişletilmesi gerekiyor. Sadece ifade özgürlüğü değil, sadece medya özgürlüğü değil. Basın özgürlüğünün, dernekleşme özgürlüğünün, protesto etme hakkının, barışçıl olması suretiyle geniş kullanımının bulunduğu bir ortamda demokratik seçimler olur. Aynı zamanda bunların âdil olması gerekiyor. Adalet ne demektir? Adalet, bütün siyasal partilerin ve bütün adayların eşit koşullarda yarışması demektir. Birine, devletin televizyonunda ve iktidara yakın ana akım televizyonlarında, radyolarında ve basınında muazzam yer verip, öbürlerine küçücük yer vermek, âdil bir seçim ortamı üretmez. AGİT’in (Avrupa Güvenlik İşbirliği Teşkilatı) Türkiye’de yapılan seçimlerde gelip gözlemci olarak çalışması söz konusudur. Biz AGİT üyesiyiz. AGİT raporlarına bakacak olursanız, Türkiye’nin, 1 Kasım 2015’ten itibaren adil seçim yapmakta çok büyük ölçüde zorlandığını gösteriyor. Dolayısıyla seçimler demokratik olma özelliğini yitiriyor. Bunları daha fazla eğip bükerseniz, Türkiye’nin, açıktan bir melez rejim olma özelliğini kaybedeceğini, büyük ölçüde bir otoriter rejim haline döndüğünü tescil etmiş olursunuz. Tabii bu, Türkiye’nin sadece içişlerinde, iç siyasetinde değil, ekonomisinde de. Buraya yatırım yapmak için gelecek olan insanların, özgürlüklerin bu kadar kısıtlı olduğu bir ülkede yatırım yapmayı düşünmemeleri gibi bir sonucu olduğunu anımsatmak isterim.

Türkiye’nin dış ilişkisi, demokratik bir ülke olduğu veya olmaya çalıştığı varsayımına göre düzenlenmiştir. Bu varsayımı kaldırırsanız, bu ülkelerle olan ilişkisi, yani Avrupa Konseyi ile Avrupa birliği ile olan ilişkisi, NATO ile olan ilişkisi, OECD ile olan ilişkisi kökten değişir. Bu değişikliğin temel nedeni bizim burada atmış olduğumuz ve bizi demokrasi olmaktan çıkaran adımlar olacaktır. Bunu Batı düşmanlığı olarak içeriye yansıtmaya başlarsanız ve sosyal medya, medya ve basında büyük ölçüde manipülasyonla bunun bir takım komplolar çerçevesinde anlatılmasını sağlar ve bunu da genel kitleye kabul ettirmeye başlarsanız, o zaman Türkiye’nin durumu vahim ötesi bir noktaya doğru savrulacaktır. Oysa Türkiye, 1950’de özgür ve adil bir seçim yapmayı becerebilmiştir. O günkü standartların gerisine düşmüş olan bir ülkeyle karşı karşıyayız şu anda. Bunu düzeltmemiz gerekiyor. Onun için seçimlere giderken bunu göz önünde bulundurmamız söz konusu.

Sultanizm rejimi özellikle bir halk egemenliği esasına göre kurulduğunu iddia etme ihtiyacı duyuyorsa -ki bizdeki duyuyor. Ve zaman zaman milli iradeden bahsediyor- o zaman, seçim yapmak mecburiyetinde. Bütün Sultanizm rejimleri seçim yapmıyor; bir kısmı gayet otoriter. Ama seçim yapanlar, bu seçimi, demokratik bir özelliği olmayan bir hâle dönüştürerek, bir tür, halkın liderinin zaten seçilmiş bulunduğu ve buradaki rejimin bir unsuru olarak, toplumla siyasal iktidar arasındaki ilişkiyi, dar bir alanda ve toplumdan biraz kopuk bir şekilde ürettikleri için ve burada sadece kendisini destekleyen bir takım yakın siyasal örgütlenmeler, çeşitli vakıflar, dernekler tarikatlar, küçük ve orta büyüklükte, şimdi çapı daha da büyüyen bir takım iş çevrelerinden ibaret olarak kabul eden, büyük ölçüde çoğulculuğu reddeden bir nitelikte olması hasebiyle, ortaya belli bir siyasal vatandaşlık tipi çıkıyor. Bunu, Houchang Chehabi ve Juan Linz’in, 1992 yayını Sultanistic Regimes kitabında ayrıntılı olarak görebilmeniz mümkün. İngilizce bilenlere bu kitabı tavsiye ederim, oradaki teoride bakabilirler. Burada, bu kişilerin iktidarı ve hükümeti eleştirel bir gözle incelemesi, çeşitli eleştirilerde bulunması hoş görülmüyor. Tam tersine, siyasal vatandaşlığın, sadece ve sadece iktidardaki lidere ve onun etrafındakilere sahip çıkması, desteklemesi ve alkışlaması bekleniyor. Bundan ibaret. Seçimler de bunun temel aracı haline sokuluyor. Bu kişinin ne kadar büyük bir halk desteğine sahip olduğunu gösterme amacı taşıyor. Bir tür, iktidarın desteklenmesi ritüeli, töreni diyebilirsiniz. Seçimi buna dönüştürmeye çalışıyorlar. Burada muhalefeti olabildiğince baskılamaya çalışıyorlar. Demirtaş olayında yaşadığımız gibi, hoşlarına gitmeyeni hapse atabiliyorlar. Yahut parti kapatıyorlar HDP’de parti kapatma olayında gördüğümüz gibi. Bunlar demokraside olan olaylar değil. Demokratik ülkelerde, hangi gerekçeyle olursa olsun, bu tür sınırlamalar söz konusu değil. Tabii suç işleyen kişileri kovuşturabilirsiniz, o ayrı mesele. Ama burada, birtakım suçların ne kadar gerçek olduğu şüphe götürür bir noktadayken ki bu konuda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Sözleşmesi’nin uygulanması meselesi var.

Bu çerçevede bakacak olursanız, burada alınan kararlar öyle zannediyorum ki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından, bu sözleşmeye uygun olarak kabul edilmiyor. Dolayısıyla ortaya koyduğunuz kanıtlar yeterli değil. Bu kanıtlarla hareket etmek suretiyle, bu insanları istediğiniz gibi cezalandırma hakkınız bulunmuyor. En azından hukuken bulunmuyor. Onun için ortaya çıkan sonuç, sizin, yavaş yavaş demokratik olmayan seçimlere doğru kaymakta olduğunuzu gösteriyor. O arada, kendi koyduğunuz seçim kurallarını ihlal etmeniz, eğip bükmeniz, tuhaf değişiklikler içerisinde kendi çıkarınıza gelecek şekilde değiştirmeniz söz konusu olacak ise, o zaman bu ilkeler, yani adalet, seçimlerin adaletli ve dürüst olması imkânsız hâle gelecek demektir. Türkiye’nin demokrasi olarak kabul edilmesi artık mümkün olmaktan çıkacak, hatta demokrasiyle otoriterlik arasında bir Araf konumunda -buna melez rejim diyoruz ki Türkiye’de bugünkü rejimin tanımı bu- melez rejim olma özelliğinde yitirecek demek.

Onun için, seçimlerin kurallarını değiştirmeden, kendi koymuş olduğunuz kurallara kendiniz saygı göstererek, uyarak, koymuş olduğunuz tarihteki yaptığını erdem tartışmalarına geri dönerek ve onları kabul ederek devam edebilirsiniz. Bunu yapması gereken, iktidar partisi ve iktidar partisini destekleyenlerdir. Türkiye’nin demokrasiyle yönetilmesini istiyorlarsa ve buna saygı göstereceklerse, bunu talep etmek mecburiyetindeler. Dolayısıyla Türkiye’nin, hızla bu melez konumdan çıkarak, demokrasiye dönmesi gerekecektir. Bunun en kestirme yolu seçimlerdir. Burada, hukuki olmayan sorunları varmış gibi takdim ederek siyasal bunalımlar yaratmak ve bu siyasal bunalımlar içerisinden, eğilip bükülmüş, âdil ve özgür olduğu son derece şüpheli olan seçimler yapmak ve seçimlerin dürüstlüğünü sorgulatacak uygulamalar içerisine girmek, Türkiye’nin içinde bulunduğu sorunları çözebilecek nitelikte değildir.

Burada dikkat edeceğiniz bir başka husus var: Ortada ciddi bir takım açmazlar, darboğazlar oluşmuş durumdadır. Bunun üretilmesi, son 5 yıldır, 2018’den beri devam etmekte olan sultanizm rejimiyle doğrudan alâkalıdır. Bu rejimin yapmış olduğu uygulamalar ki bunlar, Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri, yani bir kişinin şahsi takdiri ile alınmış olan kararlardan ibarettir. Bu kararların bir kamu politikası oluşturma şansı yoktur. Sultanizm rejimlerinde kamu politikası oluşmaz. Çünkü kamu politikası oluşturabilmeniz için, uzun dönemli hedeflere ulaşmanızı sağlayacak, birbiriyle sistematik olarak ilişkilendirilmiş çeşitli adımların düzenli olarak atılması gerekmektedir. Bunun takibi, kişisel olarak şahsi takdirle karar veren bir tek kişi tarafından yapılamaz. Bu mümkün değildir. Bunun için bir kamu bürokrasi gerekmektedir. Dolayısıyla ortada bir kurum oluşturmanız gerekiyor. Bu kurum, belli hedeflere gitmemizi sağlayacak adımların düzenlenmesi ve bu düzenlemelere uygun olarak adımların atıldığının takibi, bunun değerlendirmesini, ölçümünü yapacak. İşler doğru gitmiyorsa buradaki düzeltmeleri, eğer yürütme içerisinde yapabiliyorsa, onları yapacak. Eğer yapamıyorsa, bu kararı yasama meclisine bırakacak, yeni yasa çıkartmak suretiyle bu düzenlemelerin yapılmasını sağlayarak belli sonuçlara ulaşılmasını tayin edecek. Kamu politikası böyle bir şey. Bunu her gün yüzbinlerce konuda karar almak ile yükümlülük altına girmiş olan bir tek kişinin, bu konuda ne kadar becerikli olursa olsun, insani olarak 24 saatlik gününün yetmeyeceğini düşünebilmeniz gayet kolaydır. Dolayısıyla birtakım kararlar üretebilir, ama yürümekte olan bir kamu politikası var ise, bununla ilgili ufak tefek ince ayarları yapma şansı da olmayacağı için, kamu politikasından ciddi ölçülerde sapılmış bulunuyor.

Bunun yanı sıra, demin bahsetmiş olduğumuz gibi, yürütmenin tek bir kişiden ibaret olması ve kamu idaresinin yürütmenin dışında olarak kabul edilmesi sonucunda, arada, bir kopukluk, bir mesafe söz konusu olmuştur. Bunun yarattığı etki ise vahim sonuçlara götürmektedir. Özellikle acil karar almanız gerektiği durumda, acil karar üretemiyorsunuz demektir. Çünkü kamu politikası varken, kamu politikasında bir darboğazla veya yanlış bir sapmayla bir çıkılmaz sokağa girildiyse, bunu fark edip düzeltmek kamu bürokrasisi tarafından anında yapılabilir. Oysa sultanizm uygulamasında yürütme kararlarını da kamu bürokrasisi alamadığı için, bu konuda kendilerine bir yetki devri söz konusu olmadığı için, iktidarın tamamı bir tek kişide toplanmış olduğu için, o kişinin ikna edilip bu kararın alınmasının sağlanması gibi bir sürece girmeniz gerekiyor. Bu, 1 saat, 2 saat, 5 saat, 10 saat olabilir. Bizi dinleyenler belki unutmuşlardır: Birkaç yıl önce, Libya’ya gitmekte olan bir gemimizin Akdeniz’de durdurulması olayını yaşadık. 6 saat, 8 saat, bu gemi konusunda Ankara’dan bir karar gelemedi ve bu geminin nereye gittiği, niye gittiği ile ilgili sorulan sorulara yanıt üretemedi Türkiye. Neden? Çünkü yürütme bir kişiden ibaret. O kişinin yapacak birçok işi var. Tabii bu arada kendisinin partisi ile olan ilişkisinin ortadan kaldırılmamasına da çalışmış olduğu için ve 2017 referandumunda bu ilişki tekrar tesis edilmiş olduğu ve parti lideri olduğu için, sadece devleti ve hükümeti yönetmekle değil, aynı zamanda partiyi yönetmekle uğraştığı için, yeterince zamanı bulunmadığından, bu tür âcil sorunların yanıtlanmasında gerekli hızda yanıt üretebilmek mümkün olmuyor. Bunu o olayda gördük.

O olay da gördükten sonra, ‘’acaba bundan ders alındı mı?’’ diye düşünecek olursanız pek alınmadığı sonucuna varıyoruz. Çünkü depremle ilgili olarak alınması gereken acil kararlar, ilk saatlerde alınmamış gibi gözüküyor. Şimdi bunu tevil edecek bir takım açıklamaları arka arkaya dizdiler: ‘’Efendim 04.17’de deprem oldu, kar vardı. Biz deprem olur olmaz hepimiz hazırdık, görev başındaydık’’ dediler. O günkü açıklamalar ve o günkü bilgilerimiz bu mahiyette değildir. Bu konuda bir Meclis araştırması yapılır ve Meclisin yapacağı bu soruşturma Araştırma sonucunda ortaya bir başka sonuç çıkarsa, bunu kabul edebiliriz. Ama onun dışında bu açıklamaların, sanki gerçekle ilişkisi fazla yokmuş gibi gözüküyor. Dolayısıyla, şu anda, genel olarak medyada, basında izleyecek olursanız; ilk 3 günde âcil müdahale örgütlenmesinin becerilemediği, yerine getirilemediği, birtakım önemli kararlarını alınmasında akamete uğradı ve bunların alınamadığı, hatta ilk başta alınmış olan bir takım kararların, örneğin İçişleri Bakanı, Milli Savunma Bakanı ve Turizm Bakanı ile ortaklaşa yapılan bir toplantı sonucunda, olayın olduğu ilk günün sabahında, askerin hızla yıkıma uğramış olan kentlere, köylere ve mahallelere intikal ettirilmesi kararına karşı çıkıldığı, bunun durdurulduğu, geri çevrildiği iddiaları gerçekse, buradan bu karar üretmenin ne kadar sancılı, ne kadar zor, ne kadar etkiden uzak olduğunu görebilmeniz mümkün. Bu, iyi bir hükümet biçimi değil. Dünyadaki iyi yönetim ilkeleri, 2012’de Birleşmiş Milletler genel kurulunda saptanmıştır. Bu ilkelerin başında, şeffaflık, hesap verilebilirlik, hakkaniyet, siyasal katılmanın genişliği gibi temel değerler ve özellikler gelmektedir. Bunların hiçbiri sultanizmde yeri olan şeyler değil. Kararların şeffaflıkla alınabildiğini söylemek mümkün mü? Bir kişinin şahsi takdiriyle alınan bir karar şeffaf olabilir mi? Bir kurumun aldığı karar şeffaf olabilir. Örneğin yasama kurumunun aldığı kararı televizyonlarda da yayınlarsanız ki bu, senelerdir Türkiye’de yapılmaktadır, bu kararın nasıl alındığını, iktidar partisinin, muhalefet partilerinin ne dediğini herkes görebilir ve orada bir şeffaflık oluşabilir. Ama tek kişinin şahsi takdirine bıraktığın zaman, insanların beyninin içine okuyamadığımıza göre, kararın nasıl alındığını biz nasıl anlayacağız? Şeffaf karar üretme imkânınız yok, ortadan kalkıyor.

Ayrıca, sultanizmin temel özelliği, bütün yetki bir kişinin şahsi takdirine bırakıldığı halde, bu kişinin sorumluluğu yok. Sorumlu tutabilmeniz için o kadar zor ve çeşitli engellerden oluşan bir süreç var ki. Anayasaya dikkat ederseniz, mesela Cumhurbaşkanına soruşturma açılması, görevden ayrılmasını başlatabilmeniz için, yasama kurumunda buna karar verecek çoğunluğun olması gerekir. Kendisi iktidarda ise ve iktidar partisi Mecliste çoğunluğa sahipse, böyle bir kararla alınabilmesi fiilen olanaksız. Ondan sonra, beşte üç çoğunlukla sürecin ilerlemesi söz konusu oluyor. Yüce Divan’a gönderilmesi ise üçte iki çoğunlukla yani 400 sandalyeyi gerektiriyor. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 400 sandalye ile alınan karar çok enderdir. Bu, fiilen, yasamanın yürütmeden herhangi bir şekilde hesap soramaması anlamına geliyor. Dolayısıyla, bütün yetkileri elinde olan, iktidarın tamamını kullanan, hiçbir şekilde sorumlu olmayan, mükemmel yetkisi bulunan ve mükemmel sorumsuzluk içinde olan bir karar alma mekanizması oluşturuyorsunuz.

Bu sadece bugünün meselesi değil. Asırlar önce Montesquieu gayet açık yazmıştır: ‘’İktidar, mutlaklaştığı oranda yozlaşır yolsuzlaşır’’ demiştir Dolayısıyla iktidarı bu şekilde bırakırsanız suistimal edilir. İktidar suistimale müsaittir. Suistimali engellemenin bir tek yolu vardır, kuvvetler ayrılığının güçlendirilmesi. Bu formül asırlar önce, 1740’larda bulunmuş, uygulanmış ve başarılı olmuş. İngiltere’de Amerika Birleşik Devletleri’nde, İsviçre’de Fransa’da, Hollanda’da, Belçika’da, Danimarka’da, Yeni Zelanda’da Avustralya’da Japonya’da uygulanmış ve hepsinde başarılı olmuş. Bu kadar büyük başarılı bir uygulama varken, bunu tu kaka edip ‘’çalışmıyor’’ diye, hiçbir kanıta dayanmadan ortaya bir sav koyup, sonra 2017 referandumuyla ve daha öncesinde de 2014 yarı başkanlığa geçişle bu kuvvetler ayrılığını zayıflatmak ve bu yolla yapılacak yönetimi engellemek, büyük ölçüde Türkiye’de bir yönetim zafiyetine, iktidar suistimaline ve bundan çıkan artan ölçülerdeki yozlaşmaya ve yolsuzluğa neden olmuştur. Dolayısıyla Türkiye’nin bu tür bir yapıyla ne herhangi bir şekilde âcil durumlarda etkili karar alması mümkündür, ne bu yapı içerisinde belli başlı krizlerin yönetilebilmesi mümkündür, ne bu yapı içerisinde yolsuzlukların etkin olarak engellenebilmesi mümkündür, ne de, kurumlarda ortaya çıkan yozlaşmaların durdurulabilmesi söz konusudur. Onun için, Türkiye’nin hızla kuvvetler ayrıldığını esas alan, şeffaf ve hesap verilir, hesap sorulabilir bir hükümet tarzı olan parlamenter bir hükümet tarzı içerisine dönmesi mecburiyeti söz konusudur. Aksi takdirde Türkiye’nin ödeyeceği maliyet, bugünle kıyaslanmayacak boyutlarda yükselecek gibi gözüküyor. Bu yolda çok ısrar edilirse gittiğimiz yol Nikaragua’nın, Venezuela’nın yolu olacaktır. Burada devlet çöküyor. Devlet konusunda bu kadar ısrarcı olan bir halkın, devletin çökmesine doğru getirecek bir hükümet uygulamasını benimsemiş olması akıl dışı bir gelişmedir maalesef.

Bunu birçok yanlışı üst üste yapmak suretiyle oluşturduk. İktidar partisi başta olmak üzere, toplum olarak burada bir yanlış yapıldığını kabul etmemiz gerekiyor ve bundan iyi sonuçlar almadığımızın, alamayacağımızın bilinciyle, Türkiye’nin tekrar demokrasi yoluna dönmesi gerekiyor. Özgürlükleri kısıtlamadan çalışacak, şeffaf, hesap verebilir, kuvvetler ayrılığının etkili olabileceği bir sisteme dönülmesi gerekiyor. Yargının tarafsız, bağımsız dürüst ve ehil yargıçlarıyla çalışacak bir yapı haline dönüştürülmesi suretiyle etkili olabileceği bir sisteme dönmemiz gerekiyor. Buna dönersek, bunun çok başarılı olduğu, Yeni Zelanda, Avustralya, İskandinav ülkeleri, Hollanda, Belçika İrlanda gibi örnekleri var. Mesela İrlanda şu anda insani kalkınma ölçülerinde çok ileri gitmiş bir ülke. Koalisyon hükümetleriyle, kuvvetler ayrılığıyla yönetilen demokratik bir ülke. Dolayısıyla örnekler çok. Buraya dönmemiz Türkiye açısından önemli bir kazanım olacak gibi gözüküyor Onun için bu gireceğimiz seçimler böyle bir kritik yol ayrımında olduğumuz seçimlerdir. Eğer bu seçimlerde demokrasi yönünde bir tercih yapar da sultanizm rejiminden ayrılmayı becerebilirsek Türkiye açısından maliyetin nispeten az olduğu bir bedel ödenerek yanlıştan dönülmüş olacaktır diye varsayıyorum.

Edgar Şar: Hocam çok teşekkürler. Bu aylık da noktayı koymuş olalım. Çok teşekkür ediyorum size ve bizi izleyen herkese. Seçim gündemini maalesef deprem gölgesinde maalesef konuşmuş olduk. Gelecek ay görüşmek üzere, iyi akşamlar.

Ersin Kalaycıoğlu: İyi akşamlar.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.