Kahramanmaraş merkezli depremlerin üzerinden 19 gün geçti. Can kaybı 43 bini aştı. Enkaz kaldırma ve yardım çalışmaları devam ediyor. Deprem felaketinin nasıl siyasi sonuçlar doğuracağı da tartışılmaya devam ediyor.
Seçimler ne zaman olacak?
Kemal Can, iktidarın seçime daha çok ihtiyacı olan taraf olduğunu zira seçimler ertelendiği taktirde daha fazla yıpranma ihtimali olduğunu söyledi. Seçime az bir süre kaldığı için iktidarın; devlet gücünü, lütuf gücünü ve cezalandırma gücünü elinde tutmak istediğini ve böylece deprem sonrası yeniden yapılandırma çalışmalarından siyasi menfaat sağlamak isteyeceğini belirtti. Seçimlerin erteleneceğini düşünmediğini söyleyen Ruşen Çakır, “Erdoğan iktidarı deprem felaketinden bir başarı hikayesi çıkarabilseydi, seçimleri kazanmayı garantileyecekti” diye konuştu.
İktidarın deprem stratejisi nasıl yorumlanmalı?
Ruşen Çakır, deprem sonrası seçim sürecine giderken Erdoğan iktidarının, vatandaşların güvensizlik duygusundan faydalanacağını, kutuplaştırma ve sertlik siyaseti izleyeceğini söyledi. Çakır’a göre Erdoğan’ın son zamanlardaki konuşmalarında görülen öfkeli tavırları aslında kendi başarısızlığı nedeniyle dışa vuruluyor. Kemal Can’a göre de iktidar depremi merkeze alan bir siyaset izleyecek. Kentsel dönüşümün inşaata dayalı sermaye birikim modeli için bir araç olarak kullanıldığını ve asıl amacın insanları depremden korumak olmadığını söyleyen Can, AKP’nin asıl başarısının büyük başarısızlıkları başarı hikayesine dönüştürmek olduğunu dile getirdi.
Muhalefetin deprem stratejileri ve adaylık tartışmaları
Ruşen Çakır, muhalefetteki sağ partilerin “devlete laf söylememe” stratejisi izlemesinin bu partileri zayıflattığını belirtti. 2 Mart’taki Millet İttifakı toplantısı hakkında öngörüde bulunan Çakır, “Toplantıda bir tartışma çıkacak ama aday çıkmayacak” dedi. Kemal Can ise “Millet İttifakı partileri depremden önce nerede bıraktıysak depremden sonra da orda” derken ittifak partilerinin aralarında tartışmaları gereken şeyleri başka yerlerde ayrı ayrı tartışmaya devam ettiklerini belirtti. Kemal Can’a göre deprem sonrası stratejisini değiştirmeyenler bundan kazançlı çıkamayacak.
Ruşen Çakır ve Kemal Can, Haftaya Bakış’ta haftanın öne çıkan olaylarını yorumluyor.
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can’la yine haftanın öne çıkan olaylarını ele alacağız. Kemal, merhaba. Bu sabah Gezi tutuklularını ziyâret için Silivri’deydim. Görüş günü vardı. Orada önce âileler görüştü, sonra da Hakan Altınay, Can Atalay ve Tayfun Kahraman ile görüştüm. En çok merak ettikleri konu, seçimin ne zaman yapılacağı. “Sen gazetecisin, bilirsin” diyorlar. Zâten önemli bir konu da, onlar için ayrıca önemli. Başka soruları da vardı, ama en çok bu soruldu. Anladığım kadarıyla, seçimi erteleme fikrine iktidar, “Zâten biz söylememiştik” yaklaşımında ve onu pek kullanmayacaklar gibi gözüküyor. Tabiî yine bir seçenek olarak kenarda tutalım, ama zamânında, hattâ söyledikleri gibi 14 Mayıs’ta yapma ihtimâli sanki güç kazanıyor.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Bu arada şöyle bir şey oldu: Benim haberim yoktu; orada Can Atalay’ın ziyâretçilerinden birisi, “Göç edenler, depremden dolayı başka şehirlere gidenler, cumhurbaşkanlığı seçiminde oy kullanacaklarmış; ama milletvekili seçimlerinde kullanamayacaklarmış” dedi. Ben “Öyle saçmalık olur mu?” dedim, sonra baktım ki bu, A Haber’in kulis haberiymiş.
Ben hukuktan çok anlamam, ama seçim vatandaşların en önemli haklarından birisi. Diyelim ki sen yerini kaybettiğin için oy kullanamıyorsun, o zaman cumhurbaşkanlığı seçimi için de kullanamazsın. Ama “Artık Hatay’da ya da Adıyaman’da yaşayamadığın için, Adıyaman’ın seçimine oy kullanamazsın” demek çok abes geldi. Sonra, Ankara’dan bu konulara hâkim başka biriyle konuştum. Söylediği şu: Depremden dolayı göç veren illerin büyük bir kısmında Cumhur İttifâkı güçlü. Sonuç olarak, göç eden kişileri bulundukları yerlere kaydettirip, onların büyük bir kısmını kendi potansiyel seçmeni olarak görüp, o bölgelerde etkili olmak da isteyebilirler. “Adıyaman, Maraş, Şanlıurfa gibi şehirlerde nasıl olsa biz zâten güçlüyüz” diye düşünüyorlar. Bir de, başka şehirlere seçmen yollamış bile olabilirler gibi teoriler de var. Ama sonuçta anladığım kadarıyla seçimi zamânında yapacağız.
Zâten öncesinde de seçim güvenliği konusunda çok büyük şüpheler vardı, şimdi bu şüpheler alabildiğine artacak. Seçmen kütükleri nasıl olacak? YSK’ya kimse güvenmiyor. Açıkçası ben güvenmiyorum. Güvenen var mıdır? Herhalde iktidar güveniyordur da, muhâlefet güvenmiyor. Muhâlefet gerçekten bütün sızıntı alanlarının hepsini kapatabilecek mi, iyice kontrol edebilecek mi? Çok karışık bir durum, ama seçim zamânında olacağa benziyor. Neden zamanında? Biliyorsun, onu daha önce tartıştık, burada da çok tartıştık. Deprem gibi büyük şokların ardından, devlete, zamânında müdâhil olmadığı ve yeterince yardım edemediği için bir tepki olmakla berâber, bir diğer taraftan da, kendi canını kurtaranlar için bir güvenlik ihtiyâcı daha fazla ortaya çıkıyor. Belirsizliktense, “En azından Erdoğan’ı biliyoruz” deyip oy verebilirler. Anladığım kadarıyla, Erdoğan bu duyguyu çok sönümlenmeden kullanmak istiyor.
Kemal Can: Bu aslında sâdece Türkiye’ye has değil. Büyük travmatik krizlerin sonrasında “bayrak altında toplanma” esprisiyle formüle edilen, o metaforla târif edilen bir sosyo-psikolojik ya da siyâset psikolojisi açısından çok belirleyici bir durum var. Krizin ilk ânında şok etkisi, hızlı biçimde merkezden kaçışı değil, mevcut statükoya sığınmayı zorluyor. Bu, pandemide de görülmüştü. Hattâ pandeminin ilk döneminde, bâzı otoriter liderler çok ciddî hatâlar yaptılar. Meselâ Brezilya’da büyük kayıplara neden olmalarına rağmen, birdenbire oy oranlarını artırdıklarına ilişkin ölçümler falan yapılmıştı. Ama daha sonra süreç ilerledikçe, bu tersi yönünde ilerledi. Benzer bir şey İngiltere’de yaşandı. Orban hâdisesini gördük.
Bu tür hikâyeler sâdece Türkiye’ye has değil. Yani krizin ilk ânında, mevcut iktidar büyük bir çözülme yaşamadıysa, durumu kontrol altına alabildiği anda, avantajına sonuçlar doğurabiliyor. Bu, başarısından dolayı sağladığı bir destek anlamına gelmez. Bu, biraz insiyâkî, insanların düşünerek değil biraz refleksleriyle davrandığı bir survive hâli. Yani ayakta kalabilmek için böyle davranıyorlar. Çünkü şu anda mevcut sorunlarına yetişebilecek ilk adrese sığınmak istiyorlar. O da “Devlet nerede?” sözünün karşılığı olan şey. Devleti yanında istemesinin nedeni, şu anda kendi derdine yetişebileceği, yetişse sonuç alabileceği tek adres olarak görmesi. Böyle bir tarafı var. Dolayısıyla iktidar, bütün kriz meselelerinde ilk anda kısmî bir avantaj sağlıyor. Geçen gün de konuştuk; bu krizde ve diğer krizlerde de olduğu gibi, zaman lehine değil. O yüzden, erteleyerek, bu ilk şokun, îtirazların ya da şikâyetlerin etkisini azaltıp kendi durumunu düzelterek sonuç alması çok gerçekçi bir şey değil. O yüzden de önlerine koydukları tabloda, seçimi yapmanın avantajlarıyla ve dezavantajlarıyla seçimi ertelemenin parametrelerini berâber düşündüklerinde, ben de eğer illâ seçim yapacaklarsa, yapmaktan yana olduğunu düşünüyorum. Çünkü daha iyi olmayacak.
Ruşen Çakır: “İllâ seçim yapacaklarsa” demekle ne demek istedin?
Kemal Can: Yani, seçimi yaparak seçimi kazanmak istiyorlarsa, bunu geciktirerek daha şanslı bir hâle gelmeyeceklerini biliyorlar. Sonuçta, şu anda seçime ihtiyâcı olan aslında iktidar. İşin böyle bir tarafı var. Bu reflekse yaslanıyorlar.
İkinci tarafını geçen gün Adını Koyalım’da da konuştuk. Sanıyorum Çiğdem Toker T24’te yazmıştı bunu, sosyal medyada da gördüm. 2-3 gün içerisinde, dâvet usûlüyle birkaç milyarlık ihâle yapıldı. Kılıçdaroğlu, “Değil sana bir yıl, bir gün bile veremeyiz” dedi, muhâlefetin genel tavrı da bu. Ama sonuçta seçime 2 ay gibi bir süre var. 2 ayda bütün oraların âbâd edilmesi mümkün değil, gerçekçi değil, doğru da değil. Îmar anlamında oraları hemen tekrar beton dökerek doldurmanın bir gereği yok. Ama buna karşılık, orada lütuf dağıtma anlamında pek çok angajmana çok hızlı biçimde refleks veriliyor. Depremin yaralarına verilemeyen hızlı refleks, şimdi ortaya çıkan yüksek meblağlı îmar faaliyetleri için fazlasıyla hızlanmış görünüyor.
Ruşen Çakır: Bir ara gördüğümüz “mûcize kurtarılış” görüntüleri yerine, çalışan beton makinelerinin görüntülerini göreceğiz.
Kemal Can: Pek sevmediğim bir kavram; ama bu, algı yönetimi açısından böyle bir imaj: “Yine biz düzeltiriz” havası. İkincisi, bunun arka tarafında çok sayıda, önce yüklenici firmalar, yüklenici firmaların çalışacağı taşeronlar, o taşeronlarla birlikte bu sürece dâhil olacak yerel ya da ulusal bir sürü çevre var. Bu ihâleleri onun için söylüyorum. Bu büyük bir ekonomik dönüş göstergesi. Sonra iktidar değişse bile, tamamlayacak olsun ya da olmasın, şu anda kime neyin verileceğini karar verecek noktada bulunanın avantajı var. Yani insanlar, milyarlarca liranın şu anda kimden alınıp kime gideceğine, hangi bütçe kaleminden hangi tarafa kaydırılacağına, orada yapılan îmar faaliyetleri için arazi tahsislerinin nasıl yapılacağına kadar her şeyi bu 2 ayda kararlaştırabilecek bir otoriteyle yüz yüze. Ayrıca oradaki insanların pek çoğunun eğilim olarak zâten Cumhur İttifâkı’na yakın bir seçmen olduğunu söyledin. Şu anda dertlerinin çözülmesi açısından oradaki yerel yöneticilerden sıradan insana kadar herkes, kısa vâdede yapılacakların adresi olarak da burayı görüyor. Yani şu anda, evinin nasıl değerlendirileceğinin, tekrar o eve sâhip olup olamayacağının, mahallesinin yerinde kalıp kalmayacağının, işinin tekrar devam edip edemeyeceğinin kararlarının verileceği süreç, şu anda mevcut iktidârın elinde.
Bütün bunlar sâdece devlet gücü değil, aynı zamanda lütuf gücü olarak iktidârın elinde. Bence bunu da kullanmak istiyor. İkincisi, buradan doğacak sorumlulukla ilgili cezâ dağıtımını da şu andaki iktidar yapacak. Yargının siyasallaşması açısından da baktığımızda, hangi müteahhitlerin soruşturmaya uğrayacağı, hangi soruşturmalardan ne sonuç çıkacağı, hangi yerel yöneticilere uzanacağı veya uzanmayacağı konusunda pek çok süreç, şu seçime kadarki zaman diliminde kritik bir evrede. Yani delil toplamadan dâvâ açılmasına kadar pek çok şey cereyan edecek bu arada. Bütün bunlar üst üste konulduğunda, iktidar pek çok avantajı elinde tutuyor.
Gelelim seçim, oy kullanma ve oradaki insanların irâdesini nasıl yansıtacağı meselesine… O bahse konu haberi izledim. Yalnız orada bir detay var. O haberde, “Kesin ikametgâhı olmayanlar oy kullanamayacak” deniyor. Diğerleri için, tıpkı yurtdışı oylar gibi, taşınmış sandıklarla, o gidilen illerde geldikleri ile âit sandıklarda oy kullanılması gibi düzenlemeler YSK tarafından yapılabilir. Onun önünü kapatan bir kulis gibi kurgulanmıyordu. “Belirsiz ve ikametgâhı olmayan” diye bir ifâde var. Daha sonra Bekir Bozdağ, açıklamasında da, “YSK bunu belirleyecek” dedi.
Ama orada kritik olan mesele şu: Muhâlefet, tıpkı seçim güvenliğinin bütün diğer alanlarında olduğu gibi, tıpkı “Cumhurbaşkanı yeniden aday olur mu?” tartışmasında “YSK’ya zâten şikâyet etsek ne olacak?” demesinde olduğu gibi, aslında şöyle davranmak zorunda: “Seçim zamânında yapılır, seçimin ertelenmesi mümkün değil. O insanların da seçme seçilme hakkı korunmalıdır” lâfından daha aktif bir politika üretmeleri lâzım. Yani bugünden îtibâren YSK üzerinde, kamuoyu üzerinde ve bütün hukukî yolları kullanarak, seçim güvenliğini bu pencereden oluşturmaları gerekir. Sâdece “Yapın bakalım, yapmanız gerekir” demek yetmez. Bugünden îtibâren atılacak her adımı tâkip eden, ihtimallere göre pozisyonlarını belirleyen bir tutum almaları lâzım.
Ruşen çakır: Öncekazanacak adayı bulsunlar, ona sonra geleceğiz. İktidârın yeniden yapılanma ve inşaat meselesini, bir diğer yandan da insanların yaşadığı güvensizlik duygusunu kullanmak isteyeceği ortada. Şunu düşünüyorum: Diyelim ki Erdoğan iktidârı bu büyük depreme gerçekten hızlı bir şekilde müdâhil olup orada bir başarı öyküsü çıkartabilseydi –olmadı, ama keşke olsaydı–, herhalde Türkiye’de Mayıs’ta seçim olur ve Erdoğan çok güçlü bir şekilde o seçime girebilirdi ve “Bakın, ben başkanlık sistemi derken bunu söyledim. Böyle bir büyük felâketle ancak böyle mücâdele ediliyor ve gördüğünüz gibi bu büyük felâketi –diyelim ki– 11 ilde 1000-2000 kayıpla atlattık” diyebilirdi. Ama bunu diyemiyor. Çünkü bu depremle berâber, başkanlık sistemi tasviri de çöktü. Her şeye Erdoğan müdâhil olmak istiyor. 10-11 ile nasıl müdâhil olacak? Hiçbirisini kendi başına bırakmamış, hiçbirisine özerklik tanımamış. Bir de, herkes korkudan, o demeden bir şey yapamıyor. Neyse… Şimdi insanların bu güvensizlik duygusunu kullanacak. Bu arada ulûfe dağıtacak, rant dağıtacak. Bir diğer husus da şu: Tekrar kutuplaşma başladı. Mesela Kızılay üzerinden söyledikleri çok acayip.
Kemal Can: “Pozitif kampanya yapacak” hikâyelerini hatırlıyorsun değil mi? Şundan 2 ay önce, “Kampanyanın başına şu kişi geldi, pozitif kampanya yapılacak, böyle rapor sunuldu…” dediler.
Ruşen Çakır: Kızılay meselesine özel olarak taktım, şundan taktım: Tamam, Erdoğan sert biri, ama niye o kadar öfkeli? Hakîkaten bir öfkeydi bu, çalışılmış bir şey değildi. Sanki bir senaryo yazar gibi, “Ben şimdi burada sesimi yükselteyim” gibi bir şey değil. Çünkü Kızılay hakikaten çöktü. Yani oradaki öfke, aslında kendine ve Kızılay’a öfkeydi. Kızılay gerçekten ilk günden etkili olsaydı, Erdoğan kendi iktidârını kurtarabilecekti. Büyük bir başarısızlığın ifâdesi; ama tabiî ki kutuplaştırma dili var. Bence böyle gidecek, zâten Bahçeli de o yolda gidiyor. Artık hakaretler, küfürler diz boyu. Biliyorsun, geçen gün Bahçeli’nin grup konuşmasından, peş peşe sıfatlar, nitelemeler koymuşlar. Korkunç… Bir yandan inşaat yapıp… Zâten yeni slogan “Ülkeyi yeniden îmar ediyoruz” olmuş. Belli ki deprem üzerinden siyâset yapacak, ama bir taraftan da sertlik üzerinde gidecek. Meselâ görüyorsun şimdi, “Zâten kentsel dönüşüme bunlar engel oldu” diyerek –ki orada büyük bir çarpıtma var–, depremin sorumluluğunu ya da depremdeki bu kadar büyük kaybın sorumluluğunu da muhâlefete aktarmaya çalışacaklar. Bu arada tabiî ki bu yeniden inşâ denilen sürece yönelik olarak dile getirilecek hukukî çerçeveyle ilgili bütün îtirazları, bu sefer, “Görüyorsunuz, bunlar ülkenin yeniden îmarına karşı çıkıyorlar” diye kullanacak. Sanki iktidar açısından böyle acayip bir seçim sürecine giriyoruz.
Kemal Can: Tabiî “İnşaat Ya Resûlullah”ın önünde azıcık kalmış ne kadar hukukî, toplumsal, siyâsal engel varsa, onları da dozer ve kepçelerle ezerek geçecek. Hemen birinci günden çeşitli alanların îmâra açılması, îmar değişiklikleri bunu gösteriyor. Üstelik sâdece deprem bölgesine ilişkin önlemler değil, başka yerlerde de ormanları îmâra açmak, birtakım yeni alanlar açmak, yetkiler almak anlamında, birdenbire sürecin hızlandırıldığını görüyoruz. İşin iktisâdî tarafı bir yana, onun dışında, çevre açısından da dönüşü zor birtakım şeylerin, olabilen küçük direnişlerle engellenebilenlerin de, kendi önündeki engelleri temizlemenin imkânı olarak kullanacak.
Şimdi Kızılay meselesinde ve başka meselelerde yaptığını AKUT’a da yaptı. 99’un yıldızı AKUT bitirildi, hattâ onun yönetimini bile düzenlemeye çalıştılar. Bu iktidar, genellikle sonra öfkeye kapılıyor; meselâ “Kültürel iktidârı da alamadık”serzenişi de böyle bir şeydi. Bu iktidar ve Erdoğan’ın genel tarzı, etkili olarak gördüğü bir şeyi, önce bütün kontrolüyle ele aldığı takdirde, onun bütün fonksiyonuyla ona âit kılınacağını varsayıyor. Aynı şeyi medya da yaşadı. Bir şeyi ele geçirdiğinizde, o ele geçirdiğiniz şey aynı güçte kalmıyor. Hele ki onun bütün niteliklerini ve onun o gücü sağlamasını yaratan kapasitesini imhâ ederek, sâdece size bağlı olmasını sağlıyorsanız… Bunun küçük bir ölçeği liyâkat, sadâkat meselesi. Sadâkatli bir örgüt hâline getirdiğinizde, o, aynı etkinlikte ve aynı prestijde, size de aynı şekilde hizmet eden bir şey olma vasfını kaybediyor. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri medya. Medyayı önce kendi medyasını destekleyerek diğer medya karşısında güçlendirmeye çalıştı, sonra o olmayınca ne yaptı? Ana akım medyayı ele geçirdi, üzerine çöktü, el koydu. Ama ne oldu? O medya, artık o istediği ve arzu ettiği etkinliğin aracı değil; hiçbir şeyin aracı değil. Bu, sonuçta neye yol açıyor? Öfkeye yol açıyor. Mesela AFAD diye bir şey kuruyorsun, merkezîleştiriyorsun, hattâ onun kadrosunu o kadar özelleştiriyorsun ki neredeyse akrabalardan, tanıdıklardan ibâret bir yapıya dönüştürüyorsun. Bütün kontrolü sende oluyor. Bunun akçalı ve siyâsî bütün semeresini almak istiyorsun; ama sonra, onun asıl sana lâzım olduğu alanda hiçbir şey yapamaz halde ortada olduğunu görüyorsun.
Ruşen Çakır: Kemal, AFAD’la ilgili bir parantez açacağım. Bugün yine Silivri’de Can Atalay’ın ziyâretçilerinden, onun hukukçu arkadaşlarından birisi şunu söyledi — ben o âna kadar fark etmemiştim, belki sen fark etmişsindir, bilmiyorum: AFAD kime bağlı?
Kemal Can: İçişleri Bakanlığı’na.
Ruşen Çakır: AFAD’da kimi konuşurken gördük? Fuat Oktay. Bu çok mânîdar. İlk günden AFAD’a giden liderler Fuat Oktay ile görüştüler.
Kemal Can: Zâten hatırlarsan, daha önce orman yangınlarında ve AFAD’ın devreye girdiği olaylarda sözcü olarak Süleyman Soylu’nun önde olduğunu görüyorduk. Bu deprem olayında ise bölgede birkaç sözcü gördük, ama ana sözcü Fuat Oktay’dı.
Ruşen Çakır: Bir de orada çok ilginç de bir şey var; galiba onu daha önce de bir yerde söyledim, ama tekrar söylemekte sakınca yok: Erdoğan OHAL’i söylerken hep yağmaları gerekçe gösterdi; Soylu da sürekli olarak yağma olaylarının çoğunun abartılı olduğunu, ihbarların %99’unun asılsız çıktığını söylüyor.
Kemal Can: Hattâ Soylu “Her yere yetiştik” derken, Erdoğan’ın ilk birkaç açıklamasında, “Evet, bâzı şeyler aksamış olabilir” türü değerlendirmeler oldu, onları da reddeden bir tutum içerisinde oldu.
Bir başka konu: Kentsel dönüşüm meselesi. Bunun kutuplaştırmayı hızla tırmandıracağı açık. Ben aslında sürecin değiştiğine hiçbir zaman prim vermedim, doğru olduğunu düşünmedim, yapabilir olduğunu da düşünmedim. Ama şimdi çok açık, artık bunu söyleyen de yok. Bunu kulislere sızdırmaya çalışanın da artık alay konusu olacağı bir vaziyetle karşı karşıyayız. Burada senin dediğin gibi birtakım suçlamalar devreye girecek. Aslında bir mülksüzleştirme ve kent rantını, bir nüfus süzülmesiyle belirli çevrelerin elinde toplama, bâzılarını da neredeyse kentlerin çeperlerine doğru itme faaliyeti içinde olacaklar. Dolayısıyla kentsel dönüşüm, aslında depreme karşı korunma ya da binâları güçlendirme değil, inşaata dayalı birikim modelinin bir arka kapı politikası olan bir şey. Dolayısıyla kentsel dönüşümü sanki insanları depremde ölmekten kurtaracak bir çâre gibi sunacaklar. Açılan dâvâların hepsi, tam da bunun yarattığı rant politikasına îtirazdan çıkmış şeyler. Zâten bakıyoruz: Kentsel dönüşümün hızla yapıldığı hiçbir yer deprem riskinin yüksek olduğu bölgeler değil, rantın çok kolay dönüşebileceği yerler. İstanbul’da bunun örneklerini gördük. Darüşşafaka’da gayet sağlam zeminlerde, son derece az sayıda binânın ya da az katlı binâların bulunduğu yerler, birdenbire kentsel öncelik kazandı. Çünkü orada büyük rant var. Böyle bir iş dönecek.
Şimdi bir başka şey daha var. Sen “Şimdi buradan böyle bir başarı hikâyesi çıkartacak” dedin ya? Yani orada makineler çalışıyor, inşaatlar yapılıyor, betonlar dökülüyor… Böyle bir imajla, her dökülen metrekare betonu bir hizmet olarak sunuyor. Ama zâten AKP iktidârının temel meselesi, büyük başarı hikâyeleri üretmesinden değil, büyük başarısızlıklarını bir başarı hikâyesine çevirme kabiliyetinden geldi. Ekonomik krizde de aynısını yaptı. Daha içindeyiz, bitmedi bile. Kendi yarattığı devâsâ bir ekonomik yıkım tablosunu, bir özel başarı hikâyesine döndürdü. Pandemide benzer bir şey gördük. Bu kentsel dönüşüm süreci, senelerdir süren inşaata dayalı bu birikim modeli –ki bu hiç de öyle son 3-5 yılın işi değil–, başından îtibâren böyle işlemiş ve bugün iktidârı eleştirenlerin bir kısmının da parçası olduğu bir şey. Bunu da bir başarı hikâyesine dönüştürüyor. Yani “Ülkeyi kalkındırıyorum” dediği şey, sonra altında kalınacak beton blokları dikmekten ibâretti ve o beton bloklarını dikerken, bu başarısızlığı, bu rezâleti bir başarı hikâyesi olarak anlattı. Dolayısıyla bütün bu siyâsî süreçte AKP, muhâlefetin ya da başka kimsenin karşısında duramadığı büyük başarı hikâyelerinden değil, en büyük başarısızlıkları bile sanki bir başarı hikâyesiymiş gibi sunabilme kabiliyeti olan propaganda aygıtından ve artık bütün devlet imkânlarının ve birtakım ideolojik zırhların yanına bir de devletin dokunulmazlığını da yerleştirmiş biçimde, kendini devletle eşitleyerek faydalanıyor. Kendisine dönen her eleştiriye küfürle karşılık verebilmesini sağlayan şey, devlet olarak konuşma ayrıcalığı. Bunu sağlayan da, bu mekanizmayı sistemli biçimde tartışarak, başarısızlıkları başarı hikâyesi olarak sunabilmesinin önündeki siyâsî mekanizmayı değiştirememek.
Ruşen Çakır: Muhâlefetin belli kesimlerinde var olan, “Su içse yarıyor” diye özetlenebilecek her şey, Erdoğan’ın “Allah’ın lütfu” gibi görünmesini sağlıyor. Yani belli kesimlerde, Erdoğan’ın bütün sorunları fırsata çevirebildiği yolunda, acayip, hayranlıkla dolu bir Erdoğan nefreti var.
Şimdi muhâlefete geçelim. Evet, bugün bana sorulan sorulardan birisi, “Kılıçdaroğlu aday olacak, değil mi?” sorusu. Çünkü işte Gezi’ciler, onların âileleri, Kılıçdaroğlu’nun depremdeki performansını ve duruşunu doğru buluyorlar ve bu duruşun, onun adaylık ihtimâlini daha da güçlendirdiğini söylüyorlar. Ben o kanıda değilim. Çünkü soldan bakıldığı zaman, “Helâl olsun” lâflarını berâberinde getiren o duruş, sağdan bakıldığı zaman, “Ya, bir dakika, ne oluyoruz?” reaksiyonunu getiriyor. Altılı Masa’da ya da Millet İttifâkı’nda, CHP dışındakilerin hepsi sağ parti ve onu da deprem süresince gördük aslında. Hepsi deprem bölgelerindeydiler. Çok dolaştılar. Meselâ bugün Davutoğlu bölgede. Babacan sürekli bölgede. Hattâ dün de kendisiyle bir yayın yaptım. Kılıçdaroğlu gitti, Temel Bey, Gültekin Uysal gitti, Meral Akşener gidiyor. Partileri çok aktifler, belediyeler çok aktif. Ama çok bâriz fark var. Senin demin söylediğin “dokunulmaz devlet” olayı devreye girince, sağ partiler, “İktidârı eleştirirken, insanlar bizi devlete karşı çıkıyormuşuz gibi görmeseler” gibi bir refleksle girişiyorlar ve bence onları zor durumda bırakıyor bu. aslında bu yaklaşım o âna kadar yaptıkları tüm eleştirileri zayıflatıyor — böyle bir durum var. Ama tabiî ki onların siyâsî duruşuyla böyle.
Bugün Meral Akşener FOX TV’de, yine “kazanacak aday” diye tanımladı. Deprem konusundaki toplantıdan sonra ortaya çıkan metin hiç de fenâ bir metin değildi bence. Ama onlar da artık şimdi seçim moduna girdiler. Akşener bol bol depremi de konuştu, ama esas dikkat çeken, “Biz noter değiliz” sözleri oldu. Yani bir tek, “Ben ve partim Kemal Kılıçdaroğlu’nu ortak aday olarak istemiyoruz” lâfını etmeden, bir yığın şeyle bunu söylüyor. Ama Kılıçdaroğlu’nun da aday olmak istediğini biliyoruz. Diğer 4 partinin de büyük bir ihtimalle onu desteklediğini biliyoruz. Yine tekrar aynı olaya dönüyoruz. Bir tarafta depremde çok da pekişmeyen “birlikte hareket etme” duygusunun üzerine, tekrar o yarım kalan “seçimi birlikte kazanma” meselesinde, önümüzde yine sorunlar var.
Millet İttifâkı, 2 Mart Perşembe günü toplanacak ve belli ki adayı konuşacaklar. Ama bence aday orada çıkmayacak. Bir tartışma çıkacak; orası kesin. Geçen günkü “Adını Koyalım”da Burak Bilgehan Özpek “çoklu aday”dedi. Ama çoklu adaya girerlerse, moral üstünlüğünü iktidâra vermiş olacaklarını düşünüyorum. Yani “Daha kendi aralarında adayda anlaşamıyorlar, bunlar ülkeyi nasıl berâber yönetecek?” gibi bir algıya zemin hazırlayacak. Böyle garip bir durumdayız.
Kemal Can: Şu anda muhâlefet cephesindeki bütün taraflar, birlikte halletmeleri gereken meseleleri başka yerde halletmeye çalışıyorlar. Aslında herkes depremden önce bıraktığımız yerde. Bütün taraflar, o masada çözmeleri gereken meseleleri, birtakım televizyon kanallarına verdikleri röportajlarda, birtakım sözcülerin ya da parti mensuplarının sağda solda söylediklerinde veya servis ettikleri kulis bilgileriyle çözmeye çalışıyorlar. Ve bütün taraflar, muhâlefet seçmeninin “birlikte ve en güçlü biçimde” seçime girme arzusunu bozan taraf olmamak ve herkesin yaptıkları nedeniyle buna sebep olduğu suçlamasını sonra kullanabilecekleri zeminler yaratmaya çalışıyorlar. Ama şunu görmek gerekiyor — bu süreci demin konuştuk: İktidar, depremi merkez alan bir strateji kuracak ve böyle yürüyecek. Dolayısıyla, dediğin gibi, deprem siyâsetinde ayrışan o tavırlar, bence muhâlefet blokundaki hemen herkesin de siyâsî geleceği açısından önemli sonuçlar yaratacak. Şimdi o tür araştırmalar da gündeme geliyor. Eğer bu dediğimiz avantajlar ya da başka nedenlerle, iktidar depremden hasar almazsa ya da bunu kontrol edip avantaj hâline dönüştürerek bundan pozitif bir sonuç alırsa, bunun karşısında yer alan muhâlefet aktörlerinin kendi içindeki dağılım da, buna müdâhale etme biçimleriyle ölçülecek.
Şimdi şöyle bir şey söyleniyor: Sen de çok emin olmadığını söyledin. Çünkü bu konuda daha sert bir muhâlefet yapmanın tatmin edici tarafıyla, bunun endîşe yarattığı tarafı var. Dolayısıyla Masa’nın iki tarafı farklı ruh halleriyle şekilleniyor, bu doğru. Ama sonuçta, ortak olacakları ruh hâli bu iktidârı değiştirmek ve bu seçimi kazanmak ise ve iktidar ana meselesini ve seçim siyâsetini büyük ölçüde deprem üzerine inşâ edecekse, deprem vesîlesiyle politik tavrını değiştirmeyenler kaybedecek. Sâdece değiştirenler değil, doğru biçimde değiştirenler daha avantajlı bir pozisyon elde edecekler. Bu, iktidar için de geçerli, muhâlefetin bütün aktörleri için de geçerli. Şu anda, “Her şey değişti, her şey başka türlü” deseler bile, ben bütün aktörlerin kaldıkları yerden devam etmekte bir sakınca görmediklerini düşünüyorum. Bunun, önce kendilerine sonra da toplama zarar verme ihtimâlinin, diğer seçeneklerden, yani bâzı şeyleri açıkça konuşup tartışıyor olmaktan doğabilecek problemlerden daha yıpratıcı olacağını düşünüyorum. Bunu defâlarca söyledik; meselâ Meral Akşener hâlâ, “Çok geç kalmadık” demiş. Senin de dediğin gibi, daha en az iki toplantıda sonuç alamayacaklarını biliyoruz ve neredeyse senelerdir, “Bu işi çok uzatmak riskli bir şey” dedik. Sonunda, ister çok adaylı çıksınlar, ister tek adaylı çıksınlar, iş iki aydan daha dar bir aralığa sıkıştı. Hakîkaten burada, demin saydığımız ve iktidârın kendi için avantaj hâline getirebileceği bütün hamlelerine cevap verebilecek, üstüne bunun alternatifi olarak güçlü bir politik çıkışı yakalayabilecek bir muhâlefetin, kendini bu aralığa sıkıştırmaması gerekiyordu. Ama şimdi bu arada sıkışmış durumdalar. Üstelik daha fenâsı, kaldıkları yerdeler. Aynı yerde duruyorlar.
Ruşen Çakır: Söyledim, tekrar söyleyeceğim: Halbuki depremin yarattığı olayla başkanlık sistemi hakkında getirdikleri bütün eleştiriler iki günde çıktı. Hattâ eksiği var, fazlası yok. Yani bütün psikolojik üstünlüğü almışsın, Erdoğan hâlâ ne diyecek? “Verin yetkiyi” mi diyecek?
Kemal Can: Biraz daha somutlayalım. Beni “Ne dediğin tam anlaşılmıyor” diye eleştiriyorlar. Onun için çok net ve adresleyerek söyleyeyim. Akşener, depremin birinci günü çıktı ve “Biz susacağız, devlet konuşacak” dedi. Ondan üç gün sonra, “Devlet tek kişi olmuş” dedi. Şimdi de, bu başkanlık sistemiyle birlikte devlet kapasitesinin kaybolduğunu ve tek adama bağlı bir devlet olduğunu söylüyor. Bu bütünü geriye doğru sardığında, “Biz susacağız, devlet konuşacak” dediğinde ne demiş olursun? “Erdoğan konuşsun” demiş olursun. Yani Muharrem İnce’nin talep ettiği şeyi söylemiş olursun. “Bizi bir toplayın sayın başkanım” demiş olursun. Bu, tutarlılık açısından hakîkaten bir mesele. Sâdece birbirleriyle fark değil. Şunu söylemek istiyorum: Muhâlefet, birbirleriyle oluşan farkları, başlangıçtan îtibâren hep kendilerine bir avantaj olarak sunuyorlardı: “Biz farklı partileriz. Farklı partiler olarak bir arada olduğumuz için güçlüyüz” diyorlardı. Şimdi ise, bu farklılıkları ona buna şikâyet ettikleri bir süreci yaşıyorlar. Siz zâten farklı olarak bir araya geldiğiniz için güçlü değil miydiniz? Niye şimdi, “Ama farklıyız” diye bu kadar saat sonra söyleniyorsunuz? İki seçim geçirmiş, 10 tâne toplantı yapmışsınız, birbirinizle farkınızı şimdi mi fark ettiniz? Dolayısıyla asıl sorun, kendi içlerinde, kendi söylediklerine yükledikleri anlamlarda sürekli farklılıklar ve tutarsızlıklar olması.
Ruşen Çakır: Tamam, yeter. Muhâlefeti çok eleştirme. Bu arada tekrar söyleyeyim. Muharrem İnce’nin “mûteber muhâlif”, “yerli ve millî muhâlif” olarak takdis edilmesini de bir yere yazmak lâzım. Evet, “Haftaya Bakış”ı burada noktalayalım Kemal. İzleyicilerimize çok teşekkür ederiz. Haftaya görüşmek üzere. İyi günler.