Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (99): Cumhurbaşkanlığı yarışı

14 Mayıs’ta yapılacak cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimlerine kısa bir süre kaldı. Millet İttifakı’nın adayı CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, Cumhur İttifakı’nın adayı AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan oldu. Memleket Partisi adına Muharrem İnce, Yeniden Refah Partisi adına ise Fatih Erbakan aday olmak için YSK’ya başvuran isimler arasında. Emek ve Özgürlük İttifakı ise cumhurbaşkanı adayı çıkarmayacaklarını duyurdu.

Cumhurbaşkanlığı yarışı nasıl ilerleyecek? Cumhurbaşkanlığı adaylarının şansları ne? Cumhur İttifakı büyüyecek mi? Muharrem İnce ne kadar etkili olabilir? Yeniden Refah’ın kararı seçim sonucunu nasıl etkiler? Cumhurbaşkanlığı seçimi ikinci tura kalır mı?

Ruşen Çakır, Edgar Şar, Kemal Can ve Ayşe Çavdar tartışıyor.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Edgar Şar: İyi akşamlar. “Adını Koyalım”dan herkese merhaba. Her hafta olduğu gibi Ruşen Çakır, Kemal Can ve Ayşe Çavdar ilebirlikteyiz. Biliyorsunuz cumhurbaşkanlığı adayları başvurularını yaptılar, dolayısıyla bugüncumhurbaşkanlığı yarışını ele alacağız. 

Adaylardan biri Kemal Kılıçdaroğlu. CHP ve İYİ Parti grup karârı alarak kendisini aday gösterdi. Aynı zamanda, yine bugün yapılan açıklamayla Emek ve Özgürlük İttifâkı Kılıçdaroğlu’nun ismini vermeden ona destek olacaklarını, “târihîbir sorumluluk” ifâdesini kullanarak belirttiler. Bu zâten beklenen bir durumdu. Bu durumda, Altılı Masa ve HDP’nin, her zaman söylendiği gibi, bir muhâlefet bloku olarak Kemal Kılıçdaroğlu’nun arkasında olacağını varsayabiliriz. 

Cumhurbaşkanı Erdoğan, adaylığını AKP ve MHP’nin grup kararlarıyla YSK’ya bildirdi. Orada, üçüncü dönem adaylık meselesi hâlâ tartışılıyor. Bâzı partilerin, YSK’ya başvuru yapacakları, Erdoğan’ın adaylığının Anayasa’ya aykırı olduğu konusunda açıklamaları var. Belki bu konuya da biraz gireriz.

Bu iki adayın dışında, Memleket Partisi’nin adayı olarak Muharrem İnce var. Önseçim yaptıklarını duyurmuşlardı biliyorsunuz. Fatih Erbakan da Yeniden Refah Partisi’nin cumhurbaşkanı adayı olarak başvuranların arasında. Bir belge eksikliği sebebiyle dün saat 17:00’ye kadar bu belgeyi tamamlaması durumunda aday olabilecekti. Bildiğim kadarıyla o belgeyi de tamamladı ve onun da adaylığı gerçekleşti. Bir de Sinan Oğan, Adalet Partisi ve Zafer Partisi’nden oluşan ATA İttifâkı’nın cumhurbaşkanı adayı. Tabiî ki Zafer Partisi onun arkasında. Muharrem İnce, Fatih Erbakan ve Sinan Oğan’ın, bir hafta içinde 100 bin imzâ toplaması gerekecek; seçim kurullarında bunları da tâkip edeceğiz. 

Kemal Abi, seninle başlayalım. Bir de bu hafta şöyle gelişmeler de oldu: Cumhur İttifâkı genişleyecekti. Geçen haftaki Adını Koyalım’da bunu uzun uzun konuşmuştuk. Fatih Erbakan’ın Yeniden Refah Partisi, son anda, hattâ okuduğum bâzı haberlere göre kendi partisindeki kurmaylarına dahi haber vermeden, canlı yayında Cumhur İttifâkı’na katılmayacağını açıkladı. O kadar çok kişinin haberi yoktu ki, bütün havuz medyası, TRT,  hepsi birden o canlı yayına bağlandılar. Ama birden beklemedikleri açıklama gelince de bâzılarının yayını kestiğini gördük. Bir de, Mehmet Şimşek’in pazartesi günü AK Parti Genel Merkezi’ne gidip, onun da sanki beklenmedik bir karar alarak aktif siyâsete dönmeme karârını bildirmesi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan artık kendisine ne teklif ettiyse o teklifi kabul etmemesi gibi bir durum söz konusu. Dolayısıyla gündemde, büyümek isteyen ama büyüyemeyen ittifaklar, görece büyüyen bir Millet İttifâkı ve cumhurbaşkanlığı adaylığı yarışı var. Ne dersin? 

Kemal Can: Aylardır bizler özellikle bu yayında sık sık biraz geç kalmaktan bahsediyorduk. Ve çoğu zaman, “Bu adaylar meselesi netleşsin” cevâbı veriliyordu. Hattâ iki tarafta da söyleniyordu bu. Cumhur İttifâkı Millet İttifâkı’na sürekli, “Adayınız kim?” baskısı yapıyordu. Millet İttifâkı Erdoğan’ın adaylığı tartışmasını açmadan, kulis bilgileriyle bu tartışmayı ilerletmeye çalışıyordu. Bu adaylık muamması sanki çok kritik bir mesele gibi, seçim kampanyalarının önünde bir tıkaç olarak duruyordu. Tabiî deprem de geldi, o da etkiledi. Ama şimdi artık bu tıkaçların kalktığı, kimin ne için neye aday olduğunun ortaya çıktığı, kimin kimi desteklediği, kimin arkasında hangi ittifakların bulunduğu netleşmiş durumda. Dolayısıyla aslında bu seçim sürecinin çok önemli bir başlığında artık somut veriler üzerinde konuşuyoruz. Çünkü hatırlarsan, “Erdoğan aday olur mu olmaz mı? Acaba başka biri mi olacak?” tartışmalarına kadar varan çeşitli spekülasyonlar yapılmıştı. Şimdi bunların hepsi kapanmış durumda ve şu anda epeyce netleşmiş bir tablo var.

Şimdi ikiye ayırarak konuşursak: İktidar cephesinde, o çok da güçlü olmayan spekülasyonlar gerçekleşmedi. Erdoğan, MHP ve AKP’nin grup kararlarıyla adaylık başvurusunu yaptı. Şimdi YSK’daki îtirazlar neticelenecek. Ama söylediğin gibi, bu tablonun netleşmesi arifesinde çok ilginç gelişmelere tanık olduk. O da bu iktidârın ve Erdoğan’ın en önemli siyâsî becerilerinden biri sayılan ittifak kurma, ittifak genişletme, ittifak değiştirme, ittifâka birilerini alma, birini çağırıp denkleme katma, birini birdenbire denklemden çıkartma hamlelerinde elinin hiç de rahat olmadığını, kimilerine göre onu biraz boşa düşüren bâzı gelişmeler nedeniyle, kimilerine göre bizzat kendi güç zehirlenmesinden kaynaklanan seri hatâlarla yürüdüğünü görüyoruz. Yeniden Refah Partisi’ni ittifâka katma girişimleri böyleydi. Daha önce Saadet Partisi’ni Millet İttifâkı’ndan kopartma girişimi de sonuçsuz kalmıştı. Üstelik Yeniden Refah Partisi denkleme katılamadığı gibi, canlı yayında sürpriz biçimde, bunun olmayacağını açıklamasının daha da üstüne, bir de çıkıp “Günâha ortak olmamak” gibi bir ifâde kullanarak bir ret cevâbı verdi. 

Yine meselâ Mehmet Şimşek meselesi var. Mehmet Şimşek bir ittifak meselesi olarak algılanamayabilir, ama başka tür bir ittifak anlamı var. Mehmet Şimşek’in temsil ettiği çeşitli iç ve dış güç merkezlerinin, finans çevrelerinin tanıdığı bildiği ve onların talep ettiği ekonomik parametrelere uygun veya ona dönüşü simgeleyen bir isim olması îtibâriyle, aslında yeni bir güç ittifâkının ya da mevcut ittifâkını bu anlamda rahatlatmanın bir adımı olarak telaffuz edilmişti. Hattâ ilk kulis, adını açıklamayan bir AKP’li tarafından Reuters’e yapılmıştı. Biliyoruz ki Reuters asıl olarak ekonomi çevrelerinin yakından tâkip ettiği ve referans aldığı bir ajans. Ama o da büyük bir hüsranla, hazırlanmış kürsülerin kaldırılmasına neden olacak biçimde yaşandı. 

Bu iki olayda da, aslında krizlerle birlikte giderek büyüyen, krizlerini aşarak güçlenen bir muhâlefet blokunun oluşması karşısında, Erdoğan “Ben hepinize yeterim” havasından vazgeçerek, kendi ittifâkının da biraz daha geniş bir çembere, kendinin doğrudan motive etmediği birtakım kesimleri de kendine dâhil etme yeteneğine sâhip olduğunu gösterecek adımlar atmak istedi. Yani bir tür artan etkisi yaratmak istedi. Onların bir puanını iki puanını hânesine yazmanın ötesinde, bu havayı vermek istedi. 

İkincisi, tek sermâyesi Erdoğan olan bir iktidar ittifâkının gücünü, Erdoğan’ın reddedilemezliğini, Erdoğan’ın hâlâ câzibe merkezi olduğunu göstermek istedi. Ama bu artan etki, oluşan sonuçla birlikte, aslında tam zıddında bir azalan etki yarattı. Çünkü bu retler, sadece gelmesi muhtemel olanların gelmesini engelleyen bir şey değil. Reddedilen biri o reddedenlerin dışındaki insanların da dikkatini çeker; istenmeyen, câzibesini kaybetmiş biri olarak kodlanmasını sağlar. Bu, ticârette de böyledir. Herkesin ortaklığı reddettiği ya da iş yapmayı istemediği biriyle ticâret yapmaktan imtinâ edebilirsiniz. “Niye bu kadar çok insan onunla iş yapmıyor?” diye düşünmeye başlarsınız ve size caydırıcı bir etkisi olur. Bu, gündelik hayatta, özel hayatta da böyledir, siyâsette de böyledir. Yani sâdece bunları kazanamamasının kaybından ibâret olmayan bir kayıp. Ayrıca, bunu yönetme biçiminden, neredeyse bir hezîmet tablosu göstermesinden dolayı da, hep iddia edilen o gündem oluşturma, gündem yönetme becerisini ve algı oluşturma, kendisinin bu konularda elinin çok rahat olduğu imajını da önemli ölçüde hasâra uğrattı. Bu iş bu tarafta böyle.

Karşı tarafa, muhâlefet ittifâkına gelince: Dediğim gibi, krizlerinden pozitif enerji üreten, krizlerini çözen, çözdükçe güçlenip büyüyen ve açıkçası krizden önce kendi seçmenine daha fazla endîşe ve tereddüt taşırken, bunları önemli ölçüde azaltmış, en azından atmosferin belirleyicisi olmaktan çıkartmış bir havanın hâkim olduğunu görüyoruz. Ama orada da şöyle bir durum var: Özellikle Muharrem İnce — belki bunu ayrı bir başlıkta, muhâlefetin adayları başlığıyla ikinci turda konuşuruz, ama şunu söylemem lazım: Bu krizin öncesinde ortaya atılan iddiaların, kullanılan argümanların, hattâ böyle bilimsel kılıklı verilerin ve aktörlerin önemli ölçüde benzeştiğini görüyorum. Hatırlarsanız, daha önce bu “kazanacak aday” tartışması sırasında en çok duyduğumuz argüman şuydu: “Ben özel olarak îtiraz etmiyorum, ama Kılıçdaroğlu’na îtiraz eden çok var“. Herkes bunu söylüyordu. Îtiraz edeni bulamıyorduk. Îtiraz eden, açıkça çıkıp, “Ben şu nedenle îtiraz ediyorum” demiyordu. Bir başkasına, seçmene, “Îtirâzı olanlar var. Türkiye’nin gerçekleri var” diyerek bir yerlere referans vererek, başkaları adına, “Ben demiyorum ama böyle diyen çok var” deniyordu. Şimdi Muharrem İnce için de neredeyse aynı argümanın kullanıldığını görüyorum: “Ben Muharrem İnce’nin hastasıyım, ona canımı veririm” diyen görmüyoruz, ama “Onu destekleyecek yüzde bilmem kaç var, onun arkasında buluşabilecek şu kadar bilmem ne var, dolayısıyla bu adam muhâlefet için tehlike yaratabilir” argümanının çok fazla ileri sürüldüğünü görüyorum. İşin özeti şu: “Ben maça alınmazsam topunuzu keserim” diyen birini takımı alacak mısınız? Bu kadar basit bu iş. Sürekli olarak, “Tribünlerde bunu seyretmek isteyen insanlar var” diyerek, “Ya, ben değilim o; ama böyle insanlar var, bunu ciddîye alın” diyerek, neredeyse bu kazanamayacak adayın tersini, başka aktör ve argümanları tâzeleyerek devam ettirmek isteyen bir tutumun öne çıktığını görüyorum. Açıkçası, o daha önce yaşanan krizin tehlikesinin yanına bile yaklaşmayan bir potansiyel söz konusu. Ama bir süre daha, bu tablo iyice netleşene kadar bunu zorlayacak birilerinin olduğunu görüyorum. Ve muhâlefetin neredeyse aynı tür bir türbülansa, bu sefer Muharrem İnce üzerinden, yani başka aday seçeneklerini ileriye sürmek için kullanılan argümanların ya da verilerin tekrar devreye gireceğini görüyorum. Ama sanıyorum bu konuda bir aşılanma yaşamış durumda muhâlefet seçmeni. İkinci doz aşıya ihtiyaç duyar mı bilmiyorum, ama birinci doz epey bir bağışıklık sağlamış gibi geliyor bana. 

Edgar Şar: Dediğin gibi, bu muhâlefet kısmını ikinci turda açarak konuşuruz. Bu sefer daha değişik bir sıralama yapayım ve Ruşen Abi’ye geçeyim; Ayşe’ye de toptan eleştirme fırsatı veririz böylece. Şaka bir yana, Ruşen Abi, sana şunu sormak istiyorum: Kemal Abi’nin bahsettiği gibi, bugüne kadar seçimler Erdoğan için hep bir tılsım gibiydi. Ekonomiyi yönetemeyebilir, ülkeyi yönetemeyebilir, şunu yapamayabilir, bunu yapamayabilir, ama seçimi kazanır. Hattâ kimi çevrelerde, Erdoğan’ın seçimlere giderken çok rahat olduğu konuşuluyordu, sen de geçenlerde bununla ilgili bir yayın https://medyascope.tv/2023/03/19/erdoganin-cok-rahat-oldugu-dogru-mu/ yaptın. Bu olan bitenler, aslında onun olayları okuyamadığına dâir de bir şey geliştirdi. Erdoğan’ın tahmin ettiği gibi gitmiyor sanki bâzı şeyler. Sence öyle mi?

Ruşen Çakır: Kesinlikle öyle. Bir kere, Erdoğan’ın bunca yıl sonra HÜDA PAR’a yaklaşması, Yeniden Refah’ı kazanmaya çalışması, kapı önüne koyduğu Mehmet Şimşek’i bir tür kurtarıcı görüntüsü altında tekrar kazanmak istemesi… Orada şöyle bir ayrıntı var biliyorsunuz: Gazetecilere haber veriliyor. Gazeteciler çıkışta bekliyorlar. Muhtemelen Mehmet Şimşek kabul edecek ve muhtemelen Ömer Çelik’le berâber çıkacaklar ve orada bu olayı duyuracaklar. Ama sonunda ne oluyor? Arka kapıdan gidiyor. Gerekçesi de uluslararası finans kuruluşlarındaki işleri nedeniyle aktif siyâsete girmeyi düşünmemesi. Yani Türkiye ekonomisini yönetmek gibi bir seçenek önünde varken onu kabul etmiyor. Bütün bunlar hem Erdoğan’ın çâresizliğini, zor durumda olduğunu, hem de onun kendine yardım için bir şekilde destek, katkı için çağırdıklarının da, onun bu çâresiz durumunu gördüklerini gösteriyor bence.  Mehmet Şimşek herhalde, “Demek ki Tayyip Bey hakîkaten zor durumda ki beni bile tekrar çağırıyor” diye düşünmüştür. Yoksa biliyorsunuz, Ali Babacan’dan sonra ekonominin başındaydı, sonra bir baktık yok oldu. Çünkü Erdoğan, uluslararası piyasalara paralel, onlarla eşgüdüm içinde çalışacak bir mâliye bakanı ya da ekonomi sorumlusu istemiyordu. Hattâ yakın zamanda Lütfü Elvan olayını hatırlayın. Naci Ağbal, Lütfü Elvan işi kuralına göre yapmak istedikleri için işlerini kaybettiler. Dolayısıyla burada, bir zor durumda olma var. Rahatlık meselesi, genellikle muhâlif çevredeki bâzı kesimlerin, hani eski Türk filmlerindeki gibi, “N’ayır, n’olamaz, Erdoğan kaybedemez. Nasıl olur?” düşüncesinden hareketle yapmaya çalıştıkları bir şey. 

HÜDA PAR’da da bir sorun çıkacak, öyle gözüküyor. HÜDA PAR cumhurbaşkanlığı seçimine destek veriyor, tamam, olabilir. Ama milletvekili seçimlerinde, Cumhur İttifâkı’yla en azından Güneydoğu’da berâber girmek istiyor. Ama orada da bir ârıza çıkabilir. Özellikle burada kadın meselesinin de çok önemli olduğunu vurgulamak lâzım. Yeniden Refah Partisi’nin son anda vazgeçmesinde ya da HÜDA PAR meselesinin hâlâ netleşmemesinde, bu iki partinin çok etkili ve çok ısrarcı olduğu kadın haklarının gasp edilmesi konusunda AKP içerisinden gelen îtirazları da ciddîye almak lâzım. Yani şöyle bir manzara var: Erdoğan, krizini açmak için birilerine yöneliyor; ama yöneldiği kişilerin dezavantajları, doğrudan, ânında kendini gösteriyor ve partisinin içerisinde çok ciddî tepkilere yol açabiliyor. Ya da bir şekilde –bu ne kadar etkili olur o ayrı bir tartışma konusu– özellikle HÜDA PAR konusunda MHP’yi bile rahatsız eden bir durum oluyor. Dolayısıyla yaşananları tıkanma hâli olarak görmek lâzım.

Edgar Şar: Sözünü keseceğim Ruşen Abi. Bu ekonomi meselesini söyledin diye soracağım. Sen, Cumhur İttifâkı’na katılmayanların, aslında Erdoğan’ın kaybettiğini gördüklerini, başka bir sebebi olmadığını söylüyorsun. Bir de meseleye daha dar bakanlar var: “Mehmet Şimşek, Erdoğan’ın ona karışmayacağını, ekonomi yönetiminin kendisinde olacağını ve söyledikleri gibi ‘ortodoks’ politikalara döneceklerini bilse, o zaman gelirdi. Ama ona güvenmiyor” gibi böyle bir dar okuma var. 

Ruşen Çakır: Orası muhakkak. Erdoğan’ın Mehmet Şimşek’i ekonominin başına geçirse de onu rahat bırakmayacağını biliyoruz zâten. Daha önce birçok insan Erdoğan’ın kendilerini özgür bırakmayacağını bile bile görevi kabul ettiler. Meselâ Lütfü Elvan ve Naci Ağbal da öyleydi. Onlar çok kısa süre içerisinde gördüler. Buradaki mesele şu: Erdoğan’ın bu isimleri yalancıktan da olsa çağırması ve o isimlerin bu sefer kapıyı kapatmış olmaları. Naci Ağbal ve Lütfü Elvan kabul etmişti meselâ. Hattâ bu çok konuşulmuştu. 

Kemal Can: Erdoğan böyle yaparak, “reddedilemeyecek lider” vasfını kaybediyor. İstifâ edilmiyor ya? Ancak o görevden affediyor. 

Ruşen Çakır: Evet, bu çok önemli. Hele Mehmet Şimşek olayında, demin söylediğim gibi, gazeteciler çağrılıyor, önce haber sızdırılıyor filan, bayağı bir mizansen kurgulanıyor orada. Bir gösteri yapılacaktı onu yaptırmadı. Daha önce de söyledim: Mehmet Şimşek’i takdir etmek lâzım, helâl olsun yani, ne cesâret varmış. Bayağı riskli bir şey yaptı. Yeniden Refah meselesinde de, biliyorsunuz Binali Yıldırım konuştu. Sonra, “Sâdece nezâket ziyâretinde bulunuldu, başka bir şey konuşulmadı” diye açıklandı. Sonuçta ne oldu?  Fatih Erbakan barajı aşamayacağını bile bile, ikinci tura kalamayacağını bile bile, Erdoğan’ın karşısına aday olarak çıktı. Çünkü orada çok ciddî bir şey var. Dün Can Selçuki ile yaptığım yayında Can Selçuki bunun, start-up’larla, yani yeni kurulan şirketlerle tekeller arasındaki ilişki gibi olduğunu söylemişti. Tekeller start-up’ları yutmaya çalışır. Ama bazı start-uplar, “Bu tekellerin durumu çok parlak değil, biraz dişimi sıkayım, sonra o çökerse istifâde edip büyüyeyim” der.

Şimdi şöyle bir senaryoyu düşünün: AKP seçime giriyor, Erdoğan kazanamıyor, AKP büyük bir yenilgi alıyor ve Türkiye’de yeni bir dönem başlıyor. Bir çözülme olacaksa, AKP’den umudunu kesenlerin gidebileceği adresler nereler olabilir? İşte, Yeniden Refah orada Erdoğan sonrası dönem için pozisyon alıyor. Ama “Bn bir iki bakanlık alayım. Belki Cumhurbaşkanı Yardımcılığı alırım” deyip yatırım yapabilirdi. Ama Erdoğan kaybettiği zaman o da kaybetmiş olacaktı. Yani Yeniden Refah, kısa zamanda hiç de azımsanmayacak bir başarı gösterdi. Özellikle Saadet Partisi’nin CHP ile ittifak yapmasından rahatsız olan İslâmcılar’ın ilgi gösterdiği, aşı karşıtlığı, eşcinsel karşıtlığı gibi çok aşırı sağ popülizm temalarla güçlenen ve belki de geleceği olan bir parti söz konusu. Şimdi burada Erdoğan’la birlikte kaybetme riskini niye alsın? Ama şu hâliyle bakıldığında, insanlar, “Tamam, elinden geleni yaptı” diyecekler. Diyelim ki Fatih Erbakan 100 bin imzâyı topladı. Seçimlerde de 200 bin ya da 500 bin oy aldı. “Bakalım nasıl devam edecek?” diye sorarız. Ama Erdoğan’la berâber seçime girmesi hâlinde, Erdoğan’la berâber kaybedecek. Birtakım insanlar Erdoğan’la birlikte kaybetmek istemiyor. 

Şu anda çok bir çözülme gözükmüyor, ama meselâ bâzı göstergeler var. Aday adaylığına başvuru sayısında, geçtiğimiz 5 yıl önceye kıyasla çok büyük bir düşüş varmış AKP’de. Buna karşılık, CHP’de ve İYİ Parti’de de artış görünüyor. Bu zâten kimin ilgi gösterdiğine dâir işin rengini gösteriyor.  Şu hâliyle bakıldığı zaman, moral üstünlük net bir şekilde muhâlefetin elinde. Şimdi, bugünkü Emek ve Özgürlük İttifâkı’nın tavrı üzerinden sıkıştırmaya çalışacaklar; ama bence o çok bir işe yaramayacak. Hattâ tam tersi bir şey olacak. Kılıçdaroğlu’nun kazanabilirliği, kazanamaz adaydan kazanacak adaya dönüştü. Aritmetik olarak baktığımız zaman, HDP’nin ya da Emek ve Özgürlük İttifâkı’nın da desteğiyle, Kılıçdaroğlu’nun rakam olarak Erdoğan’dan önde olduğu artık net bir şekilde ortaya çıkıyor. Bunun üzerinden biraz yürüyecekler, muhâlefeti parçalamaya çalışacaklar. Erdoğan artık yeni bir insan, yeni bir parti katamıyor. Onca zaman muhâlefetle, “beş benzemez”,  “altı benzemez” falan diye dalga geçtiler; şimdi kendileri, benzemeyenleri toplamaya çalışıyor ama toplayamıyorlar. Anavatan Partisi ve Demokratik Sol Parti’nin de Cumhur İttifâkı’nda olacağı söyleniyor. Anavatan Partisi de bildiğimiz Anavatan Partisi değilmiş. O kendini feshetmiş, yerine daha sonra kurulan bir partiymiş. Adı var kendi yok olan bu partiler girer mi girmez mi diye kimsenin çok umursayacağını sanmıyorum. Şu hâliyle, AKP-MHP-Büyük Birlik Partisi olarak bu seçime bayağı ölgün bir şekilde giriyorlar ve kesinlikle bir rahatlık söz konusu değil. 

Edgar Şar: Tabiî bir de HÜDA PAR meselesi ve “Erdoğan bundan etkilenir mi?” olayı var. Ayşe’ye söz vermeden önce, Ruşen Abi’nin söyledikleriyle ilgili bir iki yorum eklemek istiyorum. Bugün, Yeniden Refah Partisi’nin Genel Başkan Yardımcısı Doğan Aydal’ın Nagehan Alçı ile bir röportajını gördüm. Doğan Aydal, Yeniden Refah’ın Cumhur İttifâkı’na katılmasının bir nevi sözcüsü gibiydi; bütün televizyonlarda gördük kendisini. Kısacası şunu söylüyor Doğan Aydal — ben Nagehan Alçı’nın yazısını okudum, meâlen söyleyeyim: “Cumhur İttifâkı’na katılım süreci oluyor gibiydi, biz de anlamadık neden olmadığını. Hattâ canlı olarak yayınlanan basın toplantısına kadar, ne karar vereceğini bize de söylemedi”. Zâten TRT’nin filan da yayına bağlanmasından belli, kimseye bir şey söylememiş belli ki. Bir de, diyor ki Doğan Aydal: “Pazar akşamı Genel Başkan biriyle toplantıdaydı. O toplantıdan sonra iş değişti”. Çok önemli değil, ama şunun için soruyorum. Ruşen Abi, Yeniden Refah’ın Erdoğan’la berâber kaybetmek istemediğini söylüyor. Bir de şimdi bu yazıya bakıyoruz: Partinin içinde birileri katılmak, birileri katılmamak istedi herhalde. Meselâ ben şöyle düşünmüştüm — Ruşen Abi’den biraz ayrılan bir yorumum var burada: Eğer Yeniden Refah Cumhur İttifâkı’na girseydi ve Erdoğan seçimi kaybetseydi, Yeniden Refah’ın belki 2-3 milletvekili olacaktı. Normal şartlarda tek başına yapamayacağı bir şey. Seçime iki ay kala katılmasından dolayı, bu 20 yıllık iktidârın enkazı da Yeniden Refah’tan sorulmazdı diye düşünüyorum. Hattâ kendisi aradan sıyrılabilirdi. “Biz zâten yeni iktidâra, yani Kılıçdaroğlu’na, yıkılmakta olan AK Parti’den bile daha iyi bir muhâlefet yapacağız” diyerek, normalde kendi başına kazanamayacağı milletvekilini de kazanmış olurdu. Bence buydu katılmasının motivasyonu.

Ama şunu görmüş olabilir — ki orada Ruşen Abi’nin dediği çok önemli hâle geliyor: Bâzı anketlerde göründü mü görünmedi mi bilmiyorum, ama sanki o % 3 denilen potansiyeli, belki Cumhur İttifâkı’na katılarak sağlayamayacağını görmüş olabilir Erbakan. Bu belki Saadet Partisi’nin işine yarardı; çünkü Cumhur İttifâkı’na gitse bile tabanını götüremeyecekti muhtemelen — ki bunu araştırmacılar da söylüyor. Hattâ bu son anda katılmama karârında bunun etkisi olduğunu söyleyenler de var. Ne dersin Ayşe?

Ayşe Çavdar: Birkaç ay önce böyle bir tartışma gündeme gelmişti zâten. “Cumhurbaşkanlığı seçimi 2. tura kalırsa Yeniden Refah Partisi Tayyip Erdoğan’a destek verir mi?” tartışması yapılmıştı. Ve o zaman da tabandan îtiraz gelmişti. Erbakan da, “Hayır, öyle bir şey yapmayacağız, tabanımız istemiyor” diye kendisi bizzat açıklamak zorunda kalmıştı. Tabiî ki içeride bunu isteyenler olabilir. Milletvekili olmak isteyenler, kendileri olmak istemeseler bile, “Milletvekilimiz de olsun” diyenler vardır. Hattâ belki AKP’nin herhangi bir şekilde seçimi kaybetmeyeceğine inanmayanlar olabilir. Ama son tahlilde, Yeniden Refah’ın nereden oy aldığına ve hangi sâiklerle oy aldığına bakarsanız, Yeniden Refah kadar AKP’den kopuşlardan beslenen başka bir parti olmadığını görüyoruz aslında. AKP’den diğer kopuşlara bakıyoruz. Yani DEVA Partisi’ne, Gelecek Partisi’ne, Saadet Partisi’ne bakıyoruz, onların insicamlarını görüyoruz — yalnızca partilerden değil, kopan oylardan bahsediyorum. AKP’deki dindar kopmuşlardan en çok beslenen partinin Yeniden Refah Partisi olduğunu görüyoruz. 

Dolayısıyla, bu kopuştan şuna iknâ olmuş olmalı Yeniden Refah: “Tamam, bu parti dağılıyor artık…” Edgar, senin düşündüğünün aksine, hem Ruşen’e hem Kemal’e katılıyorum. Ben de Can Selçuki’yi dinledim. Buradan hâsıl olacak, “Batan geminin mallarına kim daha çok nasıl talip olabilir?”in hesâbına yönelik bir durum varmış gibi geliyor Yeniden Refah’ta. Şuna da dikkatinizi çekerim: Sâdece reddetmedi, olabilecek en çok zarârı verebileceği şekilde reddetti. Mehmet Şimşek vakası başka. Hani AKP’nin kendisinden, AKP kurmaylarının partiden ve Erdoğan’ın karizmasından beklentilerinin ötesinde, bir de böyle bir oyalanma, bir umut verme durumu –Mehmet Şimşek’te yoktu, ama Yeniden Refah’ta vardı– içeride bir tartışmayı alevlendirme, yani 6284’ün tartışılması, kadınların kendilerinden ve partinin bütün siyâseti içerisindeki konumlarından, değerlerinden endîşe ve şüphe edecekleri türde bir tartışmanın yapılması ve bunun ardından Yeniden Refah’ın “Yok, olmuyor” demesi… İçeriye bir tür bomba bırakarak ayrıldı. Çünkü aslında Yeniden Refah’la görüşmesinin öncesindeki, bu ittifak görüşmesinin öncesindeki gibi değil artık. Kemal’in söylediği gibi, bu sâdece reddedilen olma vasfından… Evet, o var ve çok önemli. Bütün gücüne ve karizmasına, şusuna busuna rağmen, Erdoğan ve onun partisi AKP, artık reddedilen birisi. Ama Yeniden Refah’ın yaptığı şey sâdece reddetmek değil; bir de içerideki çatışma hatlarını göstermek. O çatışma hatları, İslâmcılığın ya da AKP’nin temsil ettiği siyâsetin en zayıf karınlarından bir tânesi. O, İslâmcılık’la başka bir şeylerin karışımı: “Muhâfazakârlık istiyoruz, âile istiyoruz, dindarlık istiyoruz. Bu istediğimiz partiyi kadınlara taşıtıyoruz, sonra o kadınları tekrar evlerine göndermek istiyoruz. Bunu nasıl yapacağız? Çünkü erkekler bundan memnun değiller. Bu da bizim toplam siyâsetimizle, ideolojimizle çelişen bir şey. Bir de, sâdece toplam siyâsetimizle çelişmiyor, biz bunu radikalleştirdik. Belki başında öyle değildi ama kutuplaştırmak için, saflarımızı sıklaştırmak için, –Kemal’in bayıldığı kelimeyle– konsolidasyonu sağlamak için, biz bunu iyice radikalleştirdik, şimdi de ayağımıza dolaşıyor”. 

Dolayısıyla şu anda biz aslında sâdece bir siyâsî partinin çöküşüne bakmıyoruz. Bu reddedilen ve içerideki tartışmaları da… Dedikodu dışında, AKP içindeki hangi tartışmayı ne zamandır duyuyorduk ki biz? AKP içerisinde herhangi bir konuda herhangi bir tartışma olduğunu, tarafların, “Partinin içerisinde şöyle de bir çelişki var” deyip isimler zikrederek konuştuğunu bilebiliyor muyduk son 6-7 senedir, hattâ belki 10 senedir? Bilemiyorduk. Şimdi tekrar oraya geldik. AKP de bir şekilde kendini siyâsete açmış oldu diyelim. Oradaki siyâsetlerde farklılıklarını dile getirir oldu — bu da mevzûnun ironisi. 

Ama asıl söylemek istediğim şu: Mesele sâdece AKP değil; çok daha genel anlamda bir siyâset tarzının çökmeyeyazdığını, kaybedeyazdığını, infilâk etmekte olduğunu, aslında infilâk da değil kendi içine çökerek, bir şekilde helâk olduğunu görüyoruz belki de şu anda.  Bu siyâset tarzının parçalarından, ögelerinden bir tânesi muhâfazakârlıksa –ki en başta “muhâfazakâr demokrasi” diye başlamıştı o. Yalçın Aktan mıydı o lâfı îcat eden? Ruşen’i bilemeyeceğim ama, sen hatırlarsın Kemal–, sonra oradan nasıl kaydı? AKP, muhâfazakâr demokrasiden bu “radikal bir muhâfazakâr” söylemine, neyi tâkip ederek, neyin izinde geldi? Mutlak bir pragmatizm, ama mutlak bir pragmatizm. Yani: “Onunla da ittifak yaparım, bununla da konuşurum. Bugün Kürtler’le iyi anlaşırım, yarın onlara kendi şehirlerini zehir ederim, dar ederim. Bugün masaya oturduğumu yarın kriminal îlân ederim”. Bunların hepsi, kendisi için gerekli olan durumu tespit edip, “Bu durumu şöyle yaratırım” diyerek, partinin içerisine ya da etrâfına sürekli insanlar alıp, gruplar alıp, aktörler alıp, sonra da onları kustuğu, harcadığı türde bir pragmatizmdi. Yani: “Benim işime ne yarar? Şu yarar. O zaman şimdi böyle yapabilirim”.

Edgar Şar: Tam bu noktada, aslında Kemal Abi’nin söylediği o “reddedilemezliğin” artık bir târih olması… hattâ başka bir kelime, “dayanılamazlık”, “dayanılamaz” bir teklif gibi. 

Ayşe Çavdar: Hani Godfather (Baba) filminde, “Sana reddedemeyeceğin bir teklif yapacağım” hikâyesindeki gibi.

Edgar Şar: Evet. Onun bütün tekliflerinin reddedilemez olması, tılsımlı olması gibi bir durum. Ama bunu kullanınca şöyle oluyor çünkü: Yeniden Refah, AK Parti’nin duygularıyla mı oynadı? Zâten katılmayacağı bir şeyi, sırf karşılayamasınlar diye çok şart koşarak, bir de üstüne üstlük içini de karıştırmış olarak, en sonunda buluşmaya çağırıp, tokadı basıp gidince duygularıyla mı oynamış oldu? Yoksa aslında yürüyen bir müzâkere vardı ve AK Parti artık bunu karşılayamadı, o zaman “Biz de gelmeyiz” mi dediler? Bu ikisi arasında fark var çünkü.

Ayşe Çavdar: Bence daha organik bir şey oldu. Parti yönetimi, hattâ Fatih Erbakan ne isterse istesin, muhâfazakâr seçmenle AKP arasında bir tür meydan okuma hâli oldu. O 30 maddenin içerisindeki hem ekonomiyle ilgili maddeler, hem de… Acaba sen mi söylemiştin? Medyascope’ta izlemiştim, birisi, “AKP ekonomiyle ilgili mevzûları da yapamaz ki” demişti. Kadınlarla ilgili mevzûyu bir yolunu bulur yapar, ama asıl yapamayacağı şey bunlar. Dolayısıyla bence şöyle gerçekleşti: O 30 madde bir tür meydan okuma hâlinde çıktı. Bir de, o 30 madde nasıl sızdırıldı, etrâfa nasıl yayıldı? O da ayrı bir hikâye. Çünkü iki taraf da bu sızdırma meselesini birbirine atıyor, öyle de bir tuhaflık var orada. Bir meydan okuma hâli var; ama aslında kendine dönük de bir meydan okuma: “Acaba gerçekten istediğimi yaptırabiliyor muyum şu aşamadan sonra?” hâli. Yeniden Refah Partisi’nin kendi seçmeniyle arasındaki ilişkiden bahsediyorum, o yüzden söyledim. Çünkü birkaç ay önce, “Seçim ikinci tura kalırsa Erdoğan’a destek verir miyiz?” diye sordu, ama “Hayır” cevâbını aldı oradan. O tür bir meydan okuma ve sonra da AKP’ye bir meydan okuma: “Mâdem muhâfazakârsın, mâdem her şeyi toplayacaksın, mâdem beni de istiyorsun, buyur, bunları yapabiliyor musun bakalım?” Oradan alınan ilk cevap da bir meydan okuma: “Tamam, bizde bir sorun yok, bakalım siz halledebilecek misiniz?” öyle demişti. Yani “Bu maddelerde bir sorun yok” cevâbının geldiğini Yeniden Refahlılar söylemişti. Sonra 6284 mevzûu patladı birdenbire. Dolayısıyla bu bence planlanmış değil, hani “Ben şöyle bir şey yapayım da onları köşeye sıkıştırayım” gibi bir şey değil. Tamâmen bir siyâsî meydan okumaydı. En son zirveye geldiği noktada da kararı verdi ve bıçağını sapladı. Bu bence Millî Görüş’ün siyâsî taktiklerine de gayet uygun bir şey bu arada. Bence olan şey bu. Ama dediğim gibi, planlanmış bir süreçten bahsetmiyorum. Sonuçta ortaya çıkan şey, bir taktik strateji yarışı ve bir karşılıklı meydan okuma. 

Bütün bu hikâye bize, belli türde bir siyâsetin, hem içerik hem yol yordam değiştirdiğini hem de kendi içine doğru çökmesinin sonuna ulaştığımızı gösteriyor. Bunun özel bir adı var bence. Buna “muhâfazakar pragmatizm” diyelim. Çünkü herhangi bir siyâsî pragmatizmden farklı bir pragmatizmden bahsediyoruz. Yani muhâfazakar değerler üzerinden yapılan bir tür pragmatizm. Sonuçta 20 yıl boyunca şâhit olduk ki, o değerleri başkalarıyla… Bütün bir muhâfazakârlığı tek bir aktör olarak düşünürsek –hatta o aktörün adına da Erdoğan diyebiliriz–, en sonunda, kendisine yaklaşılamaz, kendisiyle konuşulamaz, herhangi bir mevzûnun kendisiyle müzakere edilemeyeceği, dolayısıyla birlikte siyâset yapılamaz, birlikte yol yürünemez biri hâline getirdi kendisini. 

Şimdi “Avatar” hikâyesinden tekrar gideyim. Bu yalnızca Erdoğan’a olan bir şey değil, onun çevresindekilere de olan bir şey. Tek tek muhâfazakâr aktörleri, hattâ belki tek tek muhâfazakar seçmenleri de, kendi sosyal ve siyâsal çevrelerinden, birlikte iş yapabilecekleri, dolayısıyla pragmatizmlerini hayâta geçirebilecekleri, pragmatik kararlar alabilecekleri çevrelerden ve siyâsetlerden soyutlamış, yalnızlaştırılmış bir târihsel süreçten bahsediyoruz. Ben biraz daha geniş bir perspektiften bakıp söylüyorum bunu. Şu anda ne olduğuyla ilgili değil, 20 yılda ne olduğuyla ilgili ve bundan sonra biz muhâfazakârlıktan bahsettiğimizde, neden bahsedeceğimizle ilgili. Bu seçim süreci ve geçiş süreci, bu muhâfazakâr aktörlerin de kendilerini yeniden târif ettikleri süreçler olacak dolayısıyla. Kampanya süreci de öyle. Sonuçta, meselâ Davutoğlu’nun, Temel Karamollaoğlu’nun, şimdiye kadar Kılıçdaroğlu’nun adaylığı sürecinde nasıl bir rol oynadığı, onların bütün bir kampanyaya nasıl katkıda bulundukları, AKP’yi AKP yapıp bugüne kadar taşıyan ve sonuçta da başlarına çöken, yani AKP’nin kendi içine çökerken başlarına çöktüğü insanların yeniden kendilerine bir siyâsî alan, bir toplumsal alan bulması anlamına gelecek; onunla ilgili yöntemlerin yarıştığı bir yer olacak. Yeniden Refah’a oradan bakarsak, Yeniden Refah, neredeyse o seçmenin fabrika ayarlarına döndüğü başka bir yeri târif ediyor. “Bakalım ne kadar dönecek?” diye de kendilerini denemiş olacaklar.  

Fazla uzatmadan şu ironiyi de ekleyeyim. Özellikle AKP ve dindar muhâfazakâr söylemin iddiası hep şu oldu: “Biz hep dışlandık, hep ötelendik. Siyâsetten dışlandık, ekonomiden dışlandık, şundan bundan dışlandık”. Şimdi, 20 yılın sonunda, bütün o “Ötekiler bizi dışladı” meselesinin, dönüp orada kendini izole ederek dışlamaya dönüştüğüne de tanık oluyoruz esâsında. Onu dışlayanların siyâset yapamaz hâle gelmesi için, siyâsetin alanını daralttı. O daracık siyâsetin içerisinde artık kendisi de hareket alanı bulamaz hâle geldi. Dolayısıyla, elimizde uzun yıllar üzerinde konuşacağımız bir siyâsî iflâs vakası var.  Çünkü iflâs eden yalnızca Erdoğan ya da onun etrâfındaki aktörler değil. Toplam bir siyâseti, o siyâsetin işâret ettiği tüm değerleri, tüm yöntemleri, tüm yol ve yordamları bütün zaaflarıyla ortaya koymuş ve neredeyse dokunulmaması, olmaması gereken bir şeye dönüştürmüş bir siyâsetten bahsediyoruz. Tabiî bu söylediklerim şu ân îtibâriyle geçerli. Bir taraftan bunu söylerken, bunun aritmetik karşılığının, fiilî karşılığının ne olduğunu da seçimlerde göreceğiz. 

Edgar Şar: Çok teşekkürler Ayşe. İkinci tura Ruşen Abi’yle başlayayım. Çünkü ilk konuşan kişi olarak Kemal Abi’nin daha sonra bizim yaptığımız tartışmada da söyleyecek şeyleri oluyor. İkinci sırada konuşmayı tercih eder belki diye düşündüm. 

Şimdi muhâlefete geçiyoruz. “Seçimin ikinci tura kalıp kalmayacağını belirleyen faktörler nelerdir?” diye baktığımız zaman, en önemli faktör, HDP’nin aday çıkarıp çıkarmayacağıydı. Bugün îtibâriyle, HDP’nin Kılıçdaroğlu’nu destekleyeceğini biliyoruz. Dolayısıyla en önemli faktör ortadan kalktı. Ama hâlen %100 “Kalmaz” diyemiyoruz. İki aktör var: Muharrem İnce ve Fatih Erbakan. Muharrem İnce hep şunu söylüyor: “Ne iktidar ne muhâlefet, ikisi de değil”. Bunu deyip birilerini kendisine çekmeye çalışanlar, seçimi ikinci tura götürmeye çalışmak üzerinden bir şey yapacaklar. İkinci tura kendilerinin kalamayacağı kesin. Muharrem İnce bu konuda çok farklı açıklamalar yapsa da, ben kendi adıma yüzde yüz diyebilirim. Erbakan’ın da, aslında Cumhur İttifâkı’na gitmeyecek olan tabanı, eğer Erbakan Cumhur İttifâkı’na katılsaydı, Saadet Partisi’ne gidebilirdi. Şimdi bağımsız bir alan oluşması, ister istemez “Ne iktidar ne muhâlefet” anlatısını güçlendirebilir. 

Benzer bir şey Muharrem İnce için de geçerli ve Muharrem İnce dün de Habertürk’teydi. Ben de konuşmasının sâdece bir iki kısmına baktım. Orada da şunu söylüyor gibi: “Benim Altılı Masa ile sorunum, orada Davutoğlu ve Babacan’ın olması. İYİ Parti, CHP ve ben olsak, müthiş bir yenilik yapardık” gibi bir ifâde kullanıyor genel olarak. Bunun hâricinde bir sürü şey söylüyor da, konuşmaya değer tarafı bu. Dolayısıyla bu iki faktör seçimi ikinci tura bırakır mı Ruşen Abi? 

Ruşen Çakır: Edgar, senin sorunda çok önemli bir husus var, o da bilerek ya da bilmeyerek Sinan Oğan’ı seçimin kaderini etkileyebilecek bir figür olarak zikretmedin.

Edgar Şar: Bilmeyerek. 

Ruşen Çakır: Bir kere bu başlı başına önemli bir olay. Yakın bir zamana kadar biz Ümit Özdağ’ı konuşuyorduk; Ümit Özdağ’ın siyâseti nasıl karıştırdığını, Mansur Yavaş adını ortaya atarak Mansur Yavaş’ı da nasıl zor durumda bıraktığını…  Anketlerde de Ümit Özdağ ve Zafer Partisi bayağı yükselen bir güç gibiydi. Ama artık değil. Şimdi 100 bin imzâyı toplar mı? Herhalde toplar. Ama seçimi ikinci tura bıraktırabilir mi? Hiç sanmıyorum. Özellikle Sinan Oğan için konuşuyorum. 

Diğerlerine gelince: İlk başta, ben de Muharrem İnce’nin bir şansı olacağını düşünmüyordum. Ama peş peşe gelen kamuoyu araştırmalarında –ki içlerinde güvendiklerim de var– partisinin ama esas olarak cumhurbaşkanı adayı olarak kendisinin bir tırmanış içerisinde olduğu görülyor. Bu şu an îtibâriyle bir realite. Tabiî seçim gününe kadar bunu koruyabilir mi? Artırması biraz zor sanki, ama azalma ihtimâlinin daha yüksek olduğunu, yine Can Selçuki’yi referans vererek söyleyeyim. Kılıçdaroğlu ve Erdoğan’ın kampanyalarının egemen olacağı bir ortamda, Muharrem İnce’nin ve diğerlerinin sesleri çok fazla çıkmayabilir. Bu çok anlaşılır bir şey. Şu hâliyle bakıldığı zaman, Muharrem İnce seçime girerse, galiba seçim ikinci tura kalıyor. Fakat bütün bu yüksek perdeden konuşmalarına rağmen, hep bir açık kapı bırakıyor sanki. Zâten Meral Akşener de kendisinin ittifâka dâhil olmasının iyi bir fikir olabileceğini söyledi. Muharrem İnce, “Onları istemiyorum, ama bunlarla birlikte olabilirim” diyor. Seçime 53 gün kala, bir yılı aşkın süredir var olan Masa’ya, “O masa öyle kurulmamalı, böyle kurulmalı’ demenin bir âlemi yok; aslında o da biliyor bunu. Bir ihtimal, Muharrem İnce bir şekilde Kılıçdaroğlu lehine adaylığını koymayabilir.

Edgar Şar: Bu arada şunu da hatırlatayım: Deniz Zeyrek, Kılıçdaroğlu ile konuşmuş, bugünkü yazısında vardı. Kılıçdaroğlu’na Memleket Partisi lideri Muharrem İnce’nin adaylık meselesini sormuş. Kılıçdaroğlu, “Diğer partiler gibi Memleket Partisi’ne de gideceğim. Arkadaşlarımız ziyâret için başvuracaklar. Uygun görürlerse belirlenen târihte gitmek istiyorum” cevâbını vermiş.

Ruşen Çakır: Biliyorum. Görüşeceğini zâten biliyoruz. Ama târihi belli olmadı. Hattâ bugün olabilirdi, ama olmadı anladığım kadarıyla, daha sonraya kalacak. Ama bu hafta bitmeden görüşebilir. O görüşmeyi Muharrem İnce’nin de istediği kesin; ama görüşme nasıl olur, nasıl biter bilemiyoruz. Meselâ HDP ile olan görüşme mutlu sonla sonuçlandı, ama onu biliyorduk. Şimdikinde tam emin değiliz. Ama anlaşma olma ihtimâlinin daha yüksek olduğu kanısındayım. Muharrem İnce’nin söylediği bir söz var biliyorsunuz: “İkinci tura kalırsak, Kılıçdaroğlu’nun oyları bana gelir, ama benim oylarım Kılıçdaroğlu’na gider mi emin değilim” diyor. Aslında onda çok da haksız değil gibi. Çünkü Muharrem İnce’nin oyunu bu kadar artırmasının en önemli nedenlerinden birisi bence, “Kılıçdaroğlu kazanabilir aday değil” argümanıyla Mansur Yavaş ya da Ekrem İmamoğlu’nun öne sürülmesi oldu. Sonuçta Kılıçdaroğlu aday olunca, onun aday olmasının doğru olmadığını, seçilemeyeceğini düşünenlerin bir kısmı Muharrem İnce’ye yönelmişe benziyor. Konuştuğum birtakım kamuoyu araştırmacıları da bunu böyle olduğunu, daha çok İYİ Parti ve CHP’den, bir de en önemlisi, ilk kez oy kullanacak seçmenden olduğunu söylüyorlar. 

Yeniden Refah Partisi’nin katılması durumunda, yine de kapıyı açık bırakalım. Fatih Erbakan aday olmak için imzâ topluyor, ama pekâlâ Fatih Erbakan seçime az bir zaman kala adaylıktan vazgeçebilir. Benim konuştuğum bâzı CHP’liler bu ihtimâli hiç yabana atmıyorlar. “Bu bir danışıklı dövüş olabilir, son anda tekrar adaylıktan çekilebilir” diyorlar. Ama şimdi o kadar net tavırlar aldı ki biraz zor gibi. Fatih Erbakan’ın katılması durumunda ikinci tura kalır mı? Orada esas olarak Erdoğan’ın oylarının etkileneceğini düşünüyorum. Fatih Erbakan seçime katılmazsa Erdoğan’ın oyu artar; katılırsa Erdoğan’ın oyu azalır. 

Burada ikinci tura kalmayı esas belirleyecek olan, önde giden adayın oyunda azalma olup olmayacağı. Şu hâliyle bakıldığı zaman, aritmetik olarak Kılıçdaroğlu’nun önde olduğunu görüyoruz; hangi partilerden oluştuğuna bakıyoruz. Emek ve Özgürlük İttifâkı’nı da kattık. Dolayısıyla, an îtibâriyle kazanma ihtimâli en yüksek aday Kılıçdaroğlu. Açıkçası, Muharrem İnce aday olarak katılırsa, Kılıçdaroğlu’na gidecek oyların bir kısmını alacaksa, ikinci tura kalır ve o ikinci turun arasındaki süre içerisinde, Erdoğan elinden gelenin de fazlasını yapmaya çalışacaktır, öyle tahmin ediyorum. Ama benim gördüğüm kadarıyla –kulis bilgilerine sâhip değilim Kemal, merak etme; sâdece akıl yürütüyorum–, Muharrem İnce bir şekilde anlaşıp aday olmaktan vazgeçerse, ilk turda bu iş Kılıçdaroğlu lehine bitebilir. İkinci tura kaldıktan sonra, kalırsa eğer, o zaman işler biraz daha karışır. Yine tabiî ki önde olan adayın şansı daha yüksek olur. Burada tabiî en önemli husus, Emek ve Özgürlük İttifâkı’nın, beklediğimiz gibi davranması… Ama bunu da bozmak için çok uğraştılar. Her ne kadar “Bunlar PKK ile anlaşıyor” deseler de, bir taraftan da, iktidar çevreleri HDP’nin kendi adayını çıkartması için ellerinden geleni yaptı, ama başarılı olamadılar, bunu gördük. 

Sonuçta ortaya çıkan tablo, Selahattin Demirtaş’ın, “Yürü Bay Kemal! Yürü Millet İttifâkı! Yürü Emek ve Özgürlük İttifâkı!” tweet’inde anlattığı şey şu anda yaşanıyor. Bence seçimin kaderini esas olarak belirleyen hamle bu oldu. Dün ben izlemedim, ama izleyenler söylüyor; Muharrem İnce, “HDP de aday çıkaracak ve ikinci tura kesin kalacak” demiş. HDP aday çıkartmadı. Kendisi çıkarsa, aday olmakta ısrar ederse, ikinci tura kalma ihtimâlini hiç yabana atmamak lâzım. Ama dediğim gibi, kendisinin aday olmama ihtimâlinin, daha doğrusu adaylıktan vazgeçme ihtimâlinin daha yüksek olacağını ve birinci turda bu işin bitmesini bekliyorum.

Edgar Şar: “Muharrem İnce Ruşen Abi’yi iknâ etti ikinci tura bırakacağı konusunda” diyecektim. Ama son cümlesinde tam da iknâ etmemiş görünüyor. Kemal Abi’ye geçmeden şunu söyleyeyim: Dün izlediğim kısmıyla, Fatih Altaylı ile Muharrem İnce arasında şöyle bir diyalog oldu: Fatih Altay ona varsayımsal bir durum söyledi ve dedi ki: “Varsayalım ki Kemal Bey %48 aldı, Erdoğan %43 aldı. Siz de %5 aldınız ve seçim bu sebeple ikinci tura kaldı”. Yani, Muharrem İnce’nin % 3-5 arası alıp, seçimin az bir farkla ikinci tura kalmasına sebep olması gibi bir durum oldu diyelim. “İnsan içine çıkamazsınız, biliyorsunuz değil mi?” gibi bir ifâdesi var Fatih Altaylı’nın. Muharrem İnce de, “Biliyorum. Ama ben öyle olmayacağını düşünüyorum” dedi. Muhâlefetten çok daha fazla alıp öyle ikinci tura bırakacağını söylüyor. Bence Muharrem İnce’nin çekilip çekilmemesinin belirleyicisi bu olacak. Eğer oylarının bu civarda kalacağını görürse, bu “İnsan içine çıkıp çıkamama” durumundan kaçınıp adaylıktan vazgeçebilir.

Bence burada stratejiler oynanıyor. Ben Kemal Kılıçdaroğlu’nun Muharrem İnce’yi ziyâret edeceğini söylerken stratejisinin şu olduğunu görüyorum: “Herkesi ziyâret ettiğim gibi, onu da ederim”. Ama Muharrem İnce’nin dünkü konuşmasında, çok fazla talebi olur gibi duruyor. Yani bakanlık, şu bu vs. değil; bütün bu süreçte, Kılıçdaroğlu’nun “ayağına gelmesi” ve onu iknâ etmeye çalışmasını bile Muharrem İnce’nin çok daha farklı şekilde çerçeveleyeceğini düşünüyorum basında. Dolayısıyla bana şöyle bir yaklaşım varmış gibi geliyor Kılıçdaroğlu’nda: “Ben gideyim, elimden geleni yapmış gözükeyim…” Çünkü günün sonunda, Muharrem İnce ya da Kılıçdaroğlu arasında giden gelen oylarda seçmen şuna bakacak: Kim bu işin kazanması için elinden geleni yapıyor? Şu an Muharrem İnce, “Ben her şeye açığım, ama bana gelen yok. Benim bir destekçi kitlem var, onlara bütün gün Twitter’da saydırıyorlar. Onların oyunu hiç istemiyorlar. Adaylık benim hakkım değil mi kardeşim?” gibi, böyle bir yarı mağdur yarı da hakkını kullanan bir halde. Şimdi Kemal Kılıçdaroğlu onu ziyâret ederek, “hakkını veren” ve onu iknâ etme çabası gösteren bir görüntü sunmaya çalışacak bence. Seçmenin bir kısmı Kemal Kılıçdaroğlu’nun kazanacağına, ama Muharrem İnce’nin buna engel olacağı konusunda iknâ olursa, bence Muharrem İnce en sonunda çekilecek. Kemal Abi, sen denklemi nasıl kuruyorsun? 

Kemal Can: Ben yine bir benzeştirmeyle gideyim. Hatırlarsan, daha önce yaşanan krizin öncesinde de, Kılıçdaroğlu için şöyle bir hatâ işâret ediliyordu: “Kılıçdaroğlu neden gidip Akşener’i iknâ etmiyor? İknâ etmesi lâzım, çünkü onun öne sürdüğü argümanlar çok kuvvetli. Sâhiden seçimin kaybedilmesine neden olabilir”. Bunun doğru bir tarafı vardı; çünkü aynı masada oturuyorlardı. Şimdi, aynı masada oturmayan, hattâ muhâlefete kaybettirme iddiasıyla ortada bulunan bir aktörden bahsediyoruz. Onunla görüşülmesi herhangi bir siyâsî aktörü yok saymamak açısından ve çizdiği portre açısından bir gereklilik; ama Muharrem İnce’nin yapabileceklerinden duyulan endîşeyle bu pazarlığın kabul edilmesi ise, yapılabilecek en ciddî hatâ. Bunun ortasında bir denge üretilmesi ihtiyâcı var ve doğru tavır da, yok saymamak, temas etmek. Ama bu temâsın, bu şantajın zorunlu sonucu hâlinde algılanmaması, kabul edilmemesi, öyle görünmemesi gerekiyor. Çünkü oyun bozmak, şantaj ya da başıbozuk tepki toplayarak siyâsî zemin tutanlar, küçümsenince değil, önemsenince büyürler. Bu sâdece “çok mühim, çok lüzumlu adam” demek değil. “Çok tehlikeli bir şey yaratabilir. Oyun bozucu yeteneği var ya da arkasında öyle bir destek var” intibâını büyüten bir faktör.

Bunun bir benzerini Zafer Partisi örneğinde gördük. Ama depremde ve daha sonraki hamlelerinde bunun böyle olmadığını da gördük. “Göçmen meselesini arkasına alacak, muhâlefetteki rahatsızlıkları arkasına toplayacak ve çok ciddî bir mesele olacak” dendi. Hattâ hatırlanırsa, bu kriz öncesinde, İYİ Parti üzerindeki Zafer Partisi riski dolayımıyla birtakım argümanlar kuruluyordu: “Zafer Partisi o kadar mühim bir tepkiyi toparlıyor ki, İYİ Parti mecbûren bu konulardaki hassâsiyetini büyütmek zorunda kalıyor”. Tekrar söylüyorum: Bu tür aktörler, oyun bozmak, şantaj, başıbozuk tepkileri toplamak için, etrâfında “Bunun yaratabileceği etki büyük” iddiası üretebildikleri sürece bir varlık gösterebiliyorlar. Bunun en uzun, en çarpıcı örneğini, 2000’lerin başında AKP iktidârının öncesinde Cem Uzan’da gördük. Cem Uzan % 7 oy alarak AKP iktidârının önemli kolaylaştırıcılarından biri oldu. Çünkü bu başıbozuk tepki önemsendi, ciddîye alındı. Çünkü orada çok ciddî bir merkez çöküşü hâdisesi yaşanıyordu ve önemseniyordu. 

Ama bugün gelinen kritik noktada, bu iddia edilen argümanların çok geçerli olmadığını gördük. Ruşen birtakım anketlere referans veriyor, ama hatırlayalım: Bu anketler, manipülatif ya da rakamlarla oynamış demiyorum; ama kriz öncesinde de yaşadığımız ve anketlere dayalı olarak ortaya konulan iddialar, anketlerin ölçtüğünü tartışmayan, sorgulamayan şeyler. Yani anketler, bu tür üretilmiş önemleri yansıtabilirler. Pek çok insan, “Bu önemli bir faktör, bunu dikkate almak gerekir” diye düşünebilir. Onun kazanabileceği ihtimâline fazla inandırılabilir. Bu inandırılmanın sonucunda da, bâzı anketlerden böyle sonuçlar çıkar. Krizden önceki anketler yanlış değildi. Ama kriz ortaya çıktıktan sonra bu anketlerin doğru ölçmediği, başka bir şeyi ölçtüğü anlaşıldı. Şimdi de benzer bir durumla karşı karşıyayız. Şimdi, “Muharrem İnce ortaya çıkar aday olursa, ikinci tur garanti” gibi bir argüman ileri sürülüyor. Bunu anketlerle de doğrulama ihtimalleri var, ama bu anketler gerçek doğrulamayı taşımıyor. Bu riski büyüttüğümüz sürece, bunu söyleyenlerin bunu kullanması arttığı sürece anketlerden böyle sonuçlar çıkar. Ama taşlar yerine oturup, tablonun hiç de öyle gelişmediği, trendin en azından muhâlefet ittifâkının toparlanmasına doğru devam ettiği bir tabloda, %2’den %3’e veya %4’e çıkmış ya da bir ankette %5 görünmüş birinin, birdenbire alternatif hâline geleceğini düşünmüyorum. 

Zâten şöyle bir tuhaflık var: Meselâ Muharrem İnce mâdem insanlar için çok önemli bir seçenek, niye aylardır %1 bile görünmüyordu bu adam? Partisini kurmuş dolaşıyor. Karşılığı olmayan; hangi sınıfsal ya da toplumsal kesimi temsil ettiğini, hangi iddiayı temsil ettiğini, hangi çözüm formülünü önerdiği, bunu hangi kadroyla yapacağını söylemeyen, hattâ kendisinin kadrosu olduğunu bile henüz bilmediğini söyleyen birinden bahsediyoruz. Kendi katıldığı programda, simülasyon olarak yaptığı hesapların matematik tutarlılığı olmayan birini görüyoruz. Diyor ki: “Ben %25 alırım, öteki %35 alır, diğeri de % 40 alır, seçim ikinci tura kalır ve ben kazanırım”. Ama sen ikinci tura kalamıyorsun ki bu hesapla! Yani nasıl bir hesap bu? Yere göğe konulamayan genç seçmen birdenbire burada bir zekâ keşfediyor. Nasıl oluyor ben bunu anlamıyorum. 

Ama tekrar söylüyorum; bu işin arkasında şöyle bir şey var: Muhâlefet İttifâkı’nı, altılıdan dokuzluya çıkartmak, 2+1 insan katmakla ilgili bir tarafı var bu işin. Başka bir yenilgiyi, başka bir minderde tekrar başka bir şeye dönüştürmenin argümanlarının da bu işe karıştığını düşünüyorum açıkçası. Kitabın ortasından söylemiş olayım bunu. Bunun hiç de öyle hafif bir şey olmadığını, başka işâretlerle de örtüştüğünü düşünüyorum. Bâzı birlikte görünmeler, bâzı birlikte duramamalardan, reklam kampanyalarından slogan kardeşliğine kadar pek çok şeyde bunun emârelerini görüyoruz.

Şimdi gelelim Zafer Partisi ve Sinan Oğan meselesine. Orada da, depremle birlikte ve mülteci sorunun üzerinden büyük bir ivme yakalayacak ve muhâlefetin rahatsız seçmenini toplayacak bir potansiyelin çok büyük bir etki yaratamayacağını, hattâ depremde çok elverişli gibi görünen bu manipülasyonun çok ters teptiğini gördük. Üstüne bir de Muharrem İnce’yi de içine alarak bir blok olma imkânı da elden gidince ve Mansur Yavaş argümanını kullanmanın da çok sonuç vermeyeceği görülünce, o iş birdenbire sönümlendi, ama sonuçta bir faktör olarak hâlâ devrede. 

Bir de Fatih Erbakan meselesine gelelim: Diyelim ki 100 bin imzâyı topladı ve aday oldu. Ben Fatih Erbakan’a oy verecek %1-1,5, 2 neyse, o seçmenin zâten aslında Kılıçdaroğlu’nun adaylığını destekleyecek bir seçmen olmadığını düşünüyorum. En fazlası, Erdoğan için sandığa gitmeyecek bir seçmeni bu konuda garantilemiş hâle getirir. Yani çok kaba bir hesapla, diyelim ki toplam potansiyeli % 3. İki puan Cumhur İttifâkı’na zarar verecekse, Saadet Partisi’ne gitmeyeceği durdurarak, 1 puan Millet İttifâkı’na zarar verebilir. Yani devrede olduğunda da, katkı olarak Cumhur İttifâkı’na daha fazla zarar verir. Katılmadığında da, en fazla o seçmen sandığa gitmemiş olur. Sandığa gitmeyen seçmenin de, Yeniden Refah Partisi seçmeni olduğu için Millet İttifâkı’ndan alacağı bir şey yoktur. 

Ben, “Çok adayla mutlaka ikinci tura kalıyor’’ argümanını, şu andaki bâzı veriler bunu doğrulasa bile, çok isâbetli bir siyâsî analiz olarak değerlendirmiyorum. Çünkü aslında Muharrem İnce’nin en büyük problemi zâten, ana hedefini, en yakın hedefini ikinci tur olarak koyması. Aslında birinci turda kazanamayacağı kesin olan aday Erdoğan. İkinci turu hedeflediğini söylüyorsan, “Muhâlefetin adayının ilk turda kazanmasını engelliyorum” hedefini koymuş olursun. Bu çok açık bir şey. Yani “Benim seçmenim daha sonra Erdoğan’a da oy verebilir, onu bilemem” sözlerini okumaya falan gerek yok. Bu hedefi koyduğunuz anda… Çünkü ikinci tura kalacağını söyleyen anketler dâhil bütün anketlerde, birinci turda artık kesinlikle kazanamayacak olan adayın Erdoğan olduğu net. Kazanabilirliği olan aday Kılıçdaroğlu. “İkinci tura kesin kalıyor ve ben bunun için uğraşacağım” dediğiniz anda, zâten Kılıçdaroğlu’nun birinci turda kazanmasının önündeki takoz olmayı bir siyâsî hedef olarak koyuyorsunuz demektir. 

Edgar Şar: Zâten onun ötesine gidiyor. “Kazansa bile bunlar yönetemez” dediği andan îtibâren, sen, oradaki bütün bir siyâsal yapıya muhâlefetini yapıyorsun demektir.

Kemal Can: İnsaf etmek lâzım. Tamam, belki yönetemezliği olabilir de, “Yönetemez” dediği ekip, “Benim kadrom, henüz benim kadrom olduğundan habersiz” diyen birinin, 6 parti ve öyle ya da böyle bilmem ne kadar yıllık siyâsî deneyim, özellikle ekonomi ve birtakım temel alanlarda ciddî kadrolara sâhip olan ve önemli birkaç program açıklamış bir ekibin vasıflarını ve yeterliliklerini test etmesi biraz tartışmalı bir şey. Zâten sonuçta bütün performansı da, kendisinin hazırcevap olduğunu zanneden, ama her verdiği cevapla aslında kendini yalanlayan bir retorikle devam ediyor.

Edgar Şar: Galiba orada şöyle bir şey var: “Ben hangi motivasyonla ortaya çıkarsam, kendi adaylığımı ve ikinci tur hedefimi meşrûlaştırabilirim?” sorusunun cevâbı haftadan haftaya değişiyor. Artık kazanabilirler de, çünkü HDP aday çıkarmayacak. Ama bu sefer de, “Yönetemezler”, “Libya tezkeresinde anlaşamazlar”, “Davutoğlu bilmem ne der” gibi, her hafta değişiyor o cevap.

Kemal Can: Evet. Dolayısıyla ben bunun artan bir potansiyel toparlanma gerekçesi oluşturduğunu… Muharrem İnce’nin, “Ben kazanacağım. İlk turu geçeceğim, ikinci tura kalacağım” iddiasının, “sonra kazanacağım” iddiasının da, “Peki, tam olarak sana bu desteği kim verdiği için kazanacaksın?” sorusuna bir cevâbı olmadığı gibi, bu ikinci turla ilgili tartışmada, Muharrem İnce’nin şu anda 3-4, bâzı anketlerde 5 çıkan oyunun, neden geçen sürede artacağının cevâbını, bu analizleri yapan ve bu varsayımları ileri sürenler tarafından çok cevaplanacağını zannetmiyorum. Kim onlar meselâ? Muharrem İnce’nin, şöyle ya da böyle, Kılıçdaroğlu aday oldu diye büyük gürültü çıkartacağına inanan, ama kriz sırasında nedense o gürültüyü duymadığımız birilerinin var olduğunu, bunların çok kalabalık ve etkili olduğunu kabul edelim. İşte şimdi ölçtüğünüz şey bu. Bu niye mesela %15, % 30 olacak? Ne olacak da olacak? Bunun cevâbını verebilmiş kimseyi duymuş değilim. 

Bir de Ruşen’in kulis meselesini söyleyeceğim. Ben kulislere her zaman ihtiyatlı bakmayı düşünen biriyim. Ama artık bu seçim sürecinde ve geldiğimiz noktada ihtiyatla bakmıyorum. Kesinlikle bakmamak, duyduğunuz anda en uzağa kadar kaçmanız gereken bir şey olduğunu düşünüyorum kulisleri. 

Ruşen Çakır: Hatta Saray çevresinden, “Sızdırma kulis haberlerimiz artık işe yaramıyor, daha fazla sızdırmayalım” diye bir kulis var. 

Kemal Can: Hayır ya, hani, “Bu dediklerim yorum değil. Birinci elden duyumlar” diyen insanlar vardı ya? Onların hepsinin argümanları çöktüğü gibi, zâten başından îtibâren, mümkün olan en uzağa kadar kaçmak gereken şeyler olduğunu da öğrenmiş oldum. 

Ruşen Çakır: Bu arada Koray Aydın’ın, “Muharrem İnce’ye cumhurbaşkanı yardımcılığı teklif edilebilir” dediğini duymuş muydunuz?

Kemal Can: Tamam. Ben kulis değil ama kehânetlerde bulunuyorum demek ki. “Altılıyı dokuza nasıl çıkartırız?” Orada parmak sayısıyla oluyor ya her şey? Parmakları artırınca ne olacak?

Edgar Şar: Orada Muharrem İnce’nin işini zorlaştıran şöyle bir şey var: Biraz önce Kemal Abi’nin de söylediği gibi, kendisinin bu çıkışını meşrûlaştırmak için kullandığı argümanlardan ve sürekli değişen, sürekli kendini yalanlayan argümanlardan bir tânesi de şuydu: “Bunlar herkese birer yardımcılık verip meseleyi öyle çözdüler”. Şimdi kendisi, bunun üstüne bir yardımcılık teklif edilirse kabul edebilir mi? Edebilir tabiî, niye etmesin? Ama bir dahaki argümanı, bugün HDP’nin karârından sonra bu sefer de, HDP’nin Kılıçdaroğlu’nu desteklemesinin çok yanlış bir şey olduğu ve o sebeple Kılıçdaroğlu’nun mutlaka ilk turda kazanmaması gerektiğini söyleyen bir noktaya da gidebilir.

Bugün 70 dakikayı hedefliyorduk, 73 dakika oldu bile. Ayşe’ye söz vermeden bunu söyleyerek bir baskı yaratmak amacım asla yok, yanlış anlaşılmasın. 

Ayşe Çavdar: Öyle bir baskı aracı ortaya koyduğunu gayet iyi anladım. Ben zâten kısa konuşmayı planlıyorum, üzgünüm. Bir mevzûya haber değeri veren şeyler, herkesi ilgilendirmesi, ünlülerle ilgili olması, enteresan olmasıdır. Bence Muharrem İnce’yi bu kadar konuşmamızın sebebi ilginç olması. Enteresan bir durum var ortada. Şöyle ilginç: Hani Reha Muhtar’ın haber bültenleri vardı, hatırlıyor musunuz? Başında bir siyâsî haber dinlerdiniz, bültenin yarısı boyunca da tuhaf tuhaf şeyler çıkartırdı. Bu da ona benzer bir şey.

Ben Muharrem İnce’ye baktığımda, daha doğrusu bütün tartışmaya baktığımda, seçmen bu işlerden ne anladığını, bu seçimde ne yapmak istediğin, Altılı Masa’ya ne anlam verdiğini, AKP’ye ne anlam verdiğini bize sürekli söylüyor. Akşener’le başlayan o 4 günlük kriz esnâsında İYİP’ten 30 bin kişi istifâ etmiş. Bu haberi de İYİ Parti Grup Başkanvekili Erhan Usta verdi. O arada, CHP’ye ve diğer partilere giden seçmen baskısının haddi hesâbı yok. Yani toparlamak zorunda kaldılar. Seçmen ne yapmak istediğini çok iyi biliyor ve Muharrem İnce de bunu okumamakta ısrar ediyor. İşine gelmiyor çünkü okumak. Var bir derdi. Yani tanınmak istiyor, önem verilmek istiyor, kıymet verilmek, değer verilmek istiyor. Ve böyle bir ortamda bunu yapabileceği bir şey olduğunu düşünüyor. Açık söylemek gerekirse, ben, Kılıçdaroğlu’nun nezâketen görüşmesi gerektiğini bile düşünmüyorum. Çünkü biz onun hakkında konuştukça, insanlar onun hakkında tweet attıkça, birtakım insanlar ona “Yapma, etme” dedikçe, sürekli olarak elini artırıyor. Hani sosyal medyada kendilerine küfredilse bile kendilerinden bahsedilmesini isteyen tipler vardır ya? Hattâ küfredilerek bahsedilmesi, sürekli negatif şeyler söylenmesi, bahsedilme heveslerini daha bile artırır ve daha tuhaf şeyler söylemeye başlarlar. İnce de biraz bunu hatırlatıyor bana. Sâdece Muharrem İnce’de değil, bu yeni alternatif sağ partilerin tamâmında, meselâ Ümit Özdağ’da gözlemlediğim şey böyleydi. Kezâ aşı karşıtlığı hikâyesinde ve kadın meselesinde Yeniden Refah’ın tavrı. Bir de verili bir durum var yahu. Kadınların elde ettikleri kazanımlar var. Buna böyle cepheden şey yapmak, gündemde olmanın getirdiği bir haz. Onun bir güce ne zaman nasıl tercüme edileceği bile belirsiz — hele şu durumda. Muharrem İnce’nin bir stratejisi varsa bile, orada başarısızlığa uğramak üzere. Çünkü gördükçe elini yükseltme hikâyesi bir yere kadar işe yarayabilir. Çünkü seçmenin derdi ortada. %3 ile konuşuyor bu adam. Bâzılarında %7’ye falan çıktığı anketler varmış, çok komik. Kim yapmış bu anketleri çok merak ediyorum.

İnce’nin stratejisi tamâmen, “Abi, ben de varım, ben de buradayım. Unuttunuz mu beni? Unutmayın sakın beni. Bak oradan şey gönderirseniz buradan çıkarım” filan diyen birinin siyâsî stratejisi. Şu anda istediği kadar dünya iyisi yönetecek ekibi olsa bile, sonuçta siyâsî stratejisi bu olan birinden ne bekleyebilirsiniz? Bana diyebilirsiniz ki: “ABD’de Trump vardı; o da böyle birisiydi, adam başkan oldu”. Arkasında koca bir Cumhuriyetçi Parti vardı çünkü. Orada başka bir şeyden bahsediyoruz. Muharrem İnce bize şunu söylüyor: “Bir tâne seçim otobüsüm var. Makam arabam bile yok. Bu koşullar altında %3 alıyorum. Yapabildiğim hiçbir şey de yok. Ne yapacağım? İşte, ülkeyi yöneteceğim”.  Pardon, “Ülkeyi yöneteceğim” demiyor, “Seçimi ikinci tura bırakacağım” diyor. Kemal az önce onun hesâbını yaptı. Seçimi ikinci tura bıraktığında, büyük bir ihtimalle kendisi ikinci turda yarışan aday da olamayacak. Dolayısıyla, “Ben size zarar veririm…”

Edgar Şar: Dün bunu Fatih Altaylı söyleyince, Muharrem İnce dedi ki: “Belli olmaz. Belki birinci ya da ikinci aday çekilir”.

Ayşe Çavdar: Tabiî, tabiî. Biz Muharrem İnce’yle ilgili, gerçekten hepimizi ilgilendirdiği için konuşmuyoruz. Belirleyici bir rolü olduğu için de konuşmuyoruz. Biz Muharrem İnce’yi ilginç bulduğumuz için konuşuyoruz. Konuştuğumuz için de, o ilginç olduğu için de, ondan konuştuğumuz her durumda onun stratejisine bir şekilde katkıda bulunuyoruz. Ona yapılan her saldırı da onun stratejisine katkıda bulunuyor. Bu, medyanın kaçınamadığı dezavantajlarından birisi. Ama seçmen, İnce’nin de okuyamadığı seçmen var, zamânında Akşener’in de okuyamadığı seçmen var. Okuyamama konusunda Akşener’in kaldığı yerden devam eden İnce’nin, her ikisinin de göremediği şey şu: Seçmen çok kararlı bu defâ. Seçmen muhâlefete rağmen, muhâlefetteki toplam aktörlere rağmen seçim kazandırmakta kararlı. Çünkü burada bir ölüm kalım meselesi olduğunu seçmen görüyor, muhâlefet değil. 

Şimdi gelecek haftalarda listeleri konuşacağız; genel müdürlükler, bakanlıklar paylaşılacak. Biz oralarda, gene mîdemiz kalka kalka, herkesin aslında kendi derdinde olduğunu göreceğiz. Yıllardır ekonomik buhran yaşayan, üzerine 11 şehir yıkılmış bir ülkede, bu seçimi can havliyle götürmeye çalışan tek bir aktör var: O da seçmen. Bir gün de onu konuşalım gerçekten. Onun kararlılığını, eğilimlerini nasıl, ne yolla ifâde ettiğini, ne türlü yeni sözler söylediğini ve o sözleri söyleme şekillerini nereden bulup çıkardığını konuşalım. Çünkü aktörlere baktığımızda, biz aylardır, neredeyse Altılı Masa kurulduğundan beri, meselâ “muhâfazakâr seçmen” diye bir şey îcat ettiler, hepimiz ona çalışıyoruz. “Bu adam nasıl iyi hisseder de muhâlefete geçer, muhâlefette kendisine bir karşılık bulur?” diye konuşuyoruz. Muhâfazakâr seçmenin dağılımına bakıyoruz; seçimde son sözü söyleyecek olan muhâfazakâr seçmen değil. Geçmiş olsun. Az önce birinci turda muhâfazakâr seçmenin vaziyetini söyledim. Tamâmen kendi sosyal ve siyâsal çevresinden izole edilmiş bir seçmen. Muhâfazakâr seçmeni, hakkında konuşa konuşa getirip koyduğumuz yer böyle bir yer. Herkesin konuştuğu yerden bahsediyorum.

Ya Akşener’in “kazanamaz aday” hikayesi? Ne kadar zaman tartıştık biz o “kazanamaz aday” mevzûunu? Artık yani boğazımıza kadar gelmişti; neredeyse programa çıkmak istemiyorduk bunu konuşmamak için. Eh o da bitti. O sorunu kim çözdü? Seçmen çözdü. Şimdi de Muharrem İnce’yi konuşuyoruz ve aynı yerden konuşuyoruz. Dediğim gibi, adam enteresan olduğu için konuşuyoruz. Reha Muhtar’ın haber bülteni olsaydı da oraya çıksaydı keşke. İroni ile söylüyorum tabiî. Reha Muhtar haber bülteni filan yapmasın. Söyleyeceklerim bu kadar.

Edgar Şar: Bana öyle geliyor ki Muharrem İnce’nin özellikle o otobüs söylemi, “Paramız yok” filan demesi, aslında dünyada çeşitli örneklerini gördüğümüz popülist bir hitap şekli. Bunun karşılığı şöyle oluyor: Şu ya da bu şekilde –bunun çok sebebi olabilir, homojen değil bence– kendisinin temsil edilmediğini düşünen bir kitle oraya yönelebiliyor. Muharrem İnce bir önceki seçimde de, “%30’u ben aldım. Partimden şu kadar fazla aldım. Ben aldım, az daha yeniyordum, penaltı kaçırdım” duruşuyla… Yani hep “ben, ben, ben”, hep ona yapılmış gibi görüyor. Bu bence ne onun kişiliğiyle ilgiliydi ne de bugün aldığı %3, %5 neyse, aslında onun kişiliğiyle ilgili değil. Burada Millet İttifâkı’nın yapması gereken, şu ya da bu nedenle hâlen temsil edemediği o % 35’e hitap etmek. Bence bu. 

Ayşe Çavdar: Edgar, bu söylediğinde küçük bir îtirazım var. Meselâ Sinan Oğan için söyleyebiliriz bunu. Ülkücüler her yere dağıldılar ya? Bütün siyâsî partilerde, istisnâsız ya ülkücüler ya da eski ülkücüler varlar. Sinan Oğan da o ekibin içerisinden biri. Yani bir ideolojik angajmanı var adamın. Hiç beğenmediğimiz bir angajman, ama var. Muharrem İnce, kendisini hangi açıdan, hangi ittifakta ya da partide temsil edilmediğini düşünen hangi seçmeni temsil edebilir ki?

Edgar Şar: Popülizmin tanımı o zâten. Tanımında var. Hiçbir ideolojik şey yok. O koşullar konjonktürel olarak onu öne çıkarıyor.

Ayşe Çavdar: O bile değil. İlginçlik orada zâten. Bitiriyorum Ruşen. Aldım mesajını, hemen bitiriyorum. Orada bile adam, yas ortamında, on binlerce kişinin öldüğü bir depremden sâdece birkaç hafta sonra kalçasını kıvırarak yaptığı bir dansla insanların ilgisini çekti. Olay bu. İlginç hâle geldiği yer burası. Sonra da o kadar yüzüne gözüne bulaştı ki, parti teşkilâtlarına dönüp, “Gençler dans etsin, siz dans etmeyin” dedi. Bence haber değeri olan şey buydu. Ondan beri haber değeri olan bir şey yok. Ondan beri haber değeri olan şey, bizim onun hakkında konuşuyor olmamız. Bence sormamız gereken soru bu: “Biz niye konuşuyoruz bu adam hakkında bu kadar?”

Edgar Şar: Ruşen Abi’yi çok provoke ettik söze girsin diye, ama programı bitirme isteği daha ağır bastı belli ki. Yine 70 dakikayı geçtik, 85 dakika oldu, ama bizi izleyen herkese çok teşekkür ederim. Kemal Can, Ayşe Çavdar ve Ruşen Çakır sizlere de teşekkürler. Herkese iyi akşamlar. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.