Seçime dokuz gün kala iktidar ve muhalefetin seçim kampanyaları nasıl ilerliyor? Seçim gecesi ve sonrasında gerilim yaşanır mı, Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Sokağa çıkmayın” uyarısı ne anlama geliyor? Kılıçdaroğlu’nun vaatleri seçmende karşılık buluyor mu?
Kemal Can ve Ruşen Çakır, Haftaya Bakış’ta haftanın öne çıkan siyasi gelişmelerini yorumluyor.
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can’la yine haftanın öne çıkan olaylarını ele alacağız. Kemal, hoş geldin.
Kemal Can: Hoş bulduk.
Ruşen Çakır: Ben Çarşamba günkü “Adını Koyalım”da yoktum. O programda konuştuğunuz “Seçim yaklaşırken gerginlik ve endîşe yükseliyor mu?” konusunu birlikte biraz konuşalım istiyorum. Hatırlarsan, daha seçim târihi belli değilken bile, hep gergin bir ortam olacağı söyleniyordu. 2015 Haziran-Kasım arasında yaşananlara göndermeler yapılıyordu. Çok şükür ki Adıyaman’daki bir iki tatsızlık dışında çok olağanüstü bir gerginlik olmadı. Şu an yaşanan süreç onun çok uzağında bir şekilde seyrediyor. Şimdi son haftaya kaldı. Siz de “Adını Koyalım”da bu konuyu konuştunuz. İktidar, muhâlefeti, özellikle de Kılıçdaroğlu ve CHP’yi köşeye sıkıştıracak birtakım hamleler yapacağa benziyor. Akıllara, Fethullahçılar’ın çok iyi bildiği ve 17-25 Aralık’ta da yaptığı gibi, kimi terör iltisaklı, kimi Batı’yla alâkalı birtakım kasetlerin ses kayıtları geldi. Meselâ Süleyman Soylu, Altılı Masa toplantılarında alınan kararların, CHP’liÜnal Çeviköztarafından bir AB ülkesinin büyükelçisine götürülüp onaylatıldığını ve bu görüşmeye ilişkin ellerinde ses kaydı olduğunu söylemişti.
Bir de CHP’liler, Kılıçdaroğlu’nun seçim kampanyasını yıpratmak amacıyla iktidârın internet dünyasında birtakım kurmaca ses ve video kayıtlarının üretileceğine dâir ön alıcı birtakım çıkışlar yaptılar. Tabiî teknoloji bu taklit anlamında çok ilerledi; ama herhalde kurmaca olan şeyin kurmaca olduğu anlaşılır diye tahmin ediyorum. Sâhici olan birtakım kayıtların da çok etkili olacağını sanmıyorum. Her şey bir yana, seçime bir hafta kala, 4 gün kala, ya da 2 gün kala yaşanacak olan böyle bir gelişmenin, seçime endeksli olduğunu, oy vermeyi düşünen ya da düşünmeyen herkes anlayacak. Böyle büyük bir şeyler yayınlanacak da, açıklanacak da, diyelim ki yüz binlerce kişi Kılıçdaroğlu’na oy vermekten vazgeçecek gibi bir olayın olma ihtimâlini görmüyorum. Ama iktidârın bu tür arayışlar içerisinde olduğu açık. Bu da, aslında onların nasıl kara propaganda üzerinden bir seçim kampanyası yaptığını ve aslında söyleyecek pek bir şeylerinin kalmadığını gösteriyor.
Kemal Can: İşin şöyle bir tarafı var: Birincisi, dediğin gibi, olayda bir zaman boyutu var. O zaman boyutu da şöyle: Seneler öncesinden, bu seçimin gerilimli olacağı, 2015 seçimine benzer bir atmosferde gidileceği söyleniyordu. Ama şu anda zaman faktörü, kurgusal ya da birtakım dinleme ve benzeri hâdiselerle elde edilmiş birtakım bilgi ya da görüntülerle kara propaganda yapmanın sonuç alması için çok dar bir aralığa sıkışmış durumda. Bahse konu şey, toplam bir hafta içerisinde ne yapılacaksa yapılacak, bundan ne sonuç alınacaksa alınacak. Yani bunlar böyle çok olağanüstü şeyler olup, bir anda her şeyi değiştirecek kuvvetteyse, bunu niye son haftaya bekletirsin ki? Bunu çok önceden yaparsın, seçmenin tavrı da oluşur zâten, “Bu iş koptu bitti” dersin ve son haftaya gayet kendinden emin girersin.
Birkaç spekülasyon yapalım: Ne olabilir? “Daha önce elde bir şey yoktu, yeni bir şey buldular” iddiası olabilir. Ama şimdiye kadar dolaşımda olan şeyler zâten tahmin edilen şeyler. Bunların hiçbiri, belgesi bilgisi olsun diye beklenen tezvîrat değil. Zâten bizzat Cumhurbaşkanı, herhangi bir kanıtı olmaksızın, “Öcalan’ı serbest bırakacaklar. Biz Allah’tan tâlîmat alıyoruz, onlar Kandil’den” diye meydanlarda geziyor. Bunun üstüne koyacağı şey ne olabilir? Ya da, “Batı, beni yenmek için karşıma Kılıçdaroğlu”nu çıkarttı“, hattâ daha önceki iddia: “Erdoğan kazansın diye Kılıçdaroğlu’nun çıkartıldığı” iddiasıydı. Şimdi Erdoğan, “Beni kaybettirmek için bunu çıkarttılar karşıma” diye tersini söylüyor. Böyle de bir ilginç durum var.
Zâten kara propaganda şu anda yapılıyor. Bundan da alabildiği sonuç ne ise gayet sınırlı cereyan ediyor. Hattâ o konuda diğer partiler Kılıçdaroğlu’ndan daha heveskâr biçimde o şeylere cevap üretiyorlar. HDP ve Kürt meselesi üzerinden yürütülen açıklamalara, daha çok İYİ Parti cevap veriyor. Dinle ilgili veya seccâde gibi iddialara diğerleri cevap veriyor. Kılıçdaroğlu da kendi hikâyesini anlatıyor. Kampanya böyle yürüyor.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Burada benim düşündüğüm şey bu hamleyi neden şimdi yapacakları meselesi. Yani “Bu tür bir kara propaganda için yeni bir şeyleri devreye sokmadılar, sokamadılar. Niye son haftaya bıraktılar?” meselesi. Ben iki nedeni olabileceğini düşünüyorum. Birincisi, aslında elde çok kuvvetli bir şey yok. Sâdece bunun lâfını ederek tedirginliği büyütmek için olabilir. Hani hep “Gerilim çıkacak” ya da, “Bunlar bir numara yapacak ve her şey değişecek” beklentisi var ya?
Ruşen Çakır: Üçüncü bir şey daha var: “Hiçbir şey yapamazlarsa da seçimi vermeyecekler”.
Kemal Can: Evet. Sonuçta meselenin üç tâne tedirginlik boyutu var. Dolayısıyla, elde olmayan bir şeyi bile, varmış gibi kullanıp… Hatırlıyorsan, Süleyman Soylu, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde yüzlerce terör iltisaklı çalışanların olduğunu söyledi, İstanbul seçimlerinde sandık kurullarının FETÖ’cü olduğunu da söyledi. Söylemediği şey yok yani. Bunları söylüyor; ama doğru çıkıp çıkmamasıyla da ilgilenmiyor zâten. Nedenlerden biri bu olabilir. Yani elde bir şey yok, varmış gibi davranmak isteniyor. İkincisi, bu tür kara propagandanın, şimdi yürüdüğü düzeyin de aşağısına inerek, uydurulmuş, kurgusal şeyler, hattâ birtakım yasadışı yollarla elde edilmiş, daha önce Cemaat’in kullandığı yöntemlerle elde edilmiş ses kayıtlarının devreye sokulmasının, kendileri için olumlu değil, tam tersi bir etki yaratma ihtimâlinden de endîşe ediyor olabilirler. O yüzden de kullanmıyor olabilirler. Çünkü kara propagandayla, “Onu da yapacaklar, bunu da yapacaklar. Zâten bunlar şöyle…” filan diye genel bir şey söylüyorlar. Ama yarın öbür gün buna bir de hakîkaten kumpas olduğu ortaya çıkabilecek bir şeyler eklerlerse, zâten bu kara propagandanın rahatsız ettiği kendi seçmenlerini bile, tıpkı yerel seçimde olduğu gibi çok alerjik bir yere itebilirler. İstanbul seçimlerinde, “Su faturalarını PKK’lılar getirecek” iddiasından tut, Pontus hikâyesine kadar neler kullanıldı hatırlarsın.
Ruşen Çakır: Bir de, ilginç bir örnek var biliyorsun: 17-25 Aralık’ın tapelerini Kılıçdaroğlu kullandı, hiçbir işine yaramadı. Meselâ o kadar alenîydi ki o hikâyeler, paraları sıfırlamalar… Kılıçdaroğlu bunu büyük bir heyecanla bir seçim yatırımı olarak kullandı, ama hiçbir işine yaramadı.
Kemal Can: Evet. O yüzden ben, bunun çok kuvvetli ve seçimin bütün dengesini, bütün hesapları değiştirecek birtakım hamlelerin ya da buna malzeme olabilecek materyalin elde bulunduğunu değil, bu ihtimâli hep canlı tutarak, son haftadaki o psikolojik eşiğin kırılıp, “Kim kazanıyor?” konusunda seçmenin netleşmesini engelleme çabaları olduğunu düşünüyorum.
Ruşen Çakır: Bir de, CHP adına hazırlanmış birtakım sahte şeyler de yapılabilir. Kılıçdaroğlu’nun sözleri olduğu iddia edilen, “Apo’yu serbest bırakacağız” afişlerini hatırla. Son anda sahte olduğu ortaya çıksa da, bu tür vur-kaç gibi yapılan, üretilmiş prodüksiyonlar olabilir.
Kemal Can: Daha önce başka seçimlerde kullanılmış, internet ve sosyal medya üzerinden kamuoyu oluşturmak için de çok geç aslında; deep fake, ya da o tür işler, tamam, ama özellikle örnek verilen Amerikan seçimleri dâhil pek çok yerde, sosyal medya üzerinden manipülasyonlar yapmak, seçmeni yönlendirmek, etkilemek için bir hafta çok sınırlı bir süre. Ama zâten şu anda yapabildikleri kadarını yapıyorlar. Bence epeyce de yapıldı. Bunun, sâdece iktidar ve muhâlefet aktörleri değil, biraz yan aktörler üzerinden de yürüdüğünü gördük. Ama onlardan da çok büyük bir sonuç çıkmadı.
Ruşen Çakır: Bu “tedirginlikler” meselesi üzerinden biraz daha gidelim.
Kemal Can: Bir şey daha söyleyeyim: Meselâ yine tedirginlik üretmek için kullanılan, Süleyman Soylu’nun “14 Mayıs siyâsî darbe girişimidir” sözü, çok istedikleri gibi sonuç vermedi aslında. Biraz ters tepti. Şimdi hafif hafif, “Biz öyle demiyoruz da, o îmâda değil de, bu yabancıların kumpasıydı” lâflarıyla dönmeye başladı.
Ruşen Çakır: Biden söylemiş.
Kemal Can: Dolayısıyla bu konularda kurdukları strateji çok sağlam olmadığı için… Aslında kurdukları ve sonuç alacaklarına inandıkları düğmeler çalışmıyor. Şu anda bütün düğmelere basıyorlar, ama düğmelerin önemli bir kısmı çalışmıyor; bastığı zaman aynı sonucu vermiyor.
Ruşen Çakır: Geçen hafta Londra’daydım. Oradaki Türkler’le, daha çok finans sektöründe çalışan, üst orta sınıf, 30 ve üstü yaş grubunda kadınlı erkekli bir grupla seçim üzerine sohbet ettik. Ben seçimleri Kılıçdaroğlu’nun kazanmasının çok yüksek ihtimal olduğunu söyledim ve burada konuştuklarımızdan bahsettim. Soruların büyük bir kısmı, hep birtakım kaygılar üzerineydi. “Erdoğan bir şeyler yapar mı?” kaygılarıyla gelen sorulardı. “Yapar mı?” diye sorarken, aslında “Yapar herhalde” diye düşünüyorlar. “Ârıza çıkar mı? Sorun çıkar mı? Gerginlik çıkar mı?’ Ondan sonra da, “Verir mi vermez mi?” meselesi. Bunları söyleyenlerin hemen hemen hepsi de Erdoğan’ın gitmesini istiyor. Ama Erdoğan’ın gitmesini isteyen insanların büyük bir kısmında hâlâ, “Bir şey olacak da, sanki olmayacak” duygusu var. Ben de hemen ilk akla gelen İstanbul seçimi örneğini veriyorum. Burada da o duyguyla söylenmişti. Erdoğan seçimi tekrarlattığı zaman, “Herhalde var bir bildiği” dendi. Sonra açık fark yedi; ama hâlâ, “Kaybetse de vermez” diye düşünenler oldu. Seçimi verdikten sonra bu sefer, “Kayyum mu atayacak?” diye düşünenler oldu. Yani o kaygı bitmiyor.
Bu seçim İstanbul seçiminden çok daha ötede bir şey tabiî. İnsanlar hâlâ “Bir engel çıkar mı? Son anda bir şey olur mu? Muhâlefet son anda parçalanır mı?“ “Seçim ikinci tura kalırsa, çok şey olur, ortalık karışır, gerginlik olur mu?” tedirginliğini yaşıyor. Tabiî ki ayrıca Muharrem İnce ve Sinan Oğan olayı var. Hadi bütün etapları geçiyorsun diyelim, sonra da “Ya seçimi kaybedip de vermezse? Kim, hangi güçler burada etkili olur?” gibi bitmek bilmez engeller çıkartılıyor. Ben de genellikle, “Bunları böyle düşünmenin bir anlamı yok. Türkiye öyle sıradan bir ülke değil, bunları aşar” diye anlatmaya çalışıyorum.
İbrahim Kalın’ın, bir Alman dergisine verdiği röportajda, “Seçim sonuçlarına saygılı olacağız” açıklaması var. Bu cümleyi sarf etmek bile abes aslında; ama insanlar buna haber değeri atfediyor. Bu çok normal, sıradan bir ifâde. Ama özellikle muhâlefet seçmeni o psikolojik eşiği hâlâ aşamamış. Erdoğan destekçileri bile, “Bizim Reis ne yapar ne eder, vermez” duygusuna o kadar sâhip değiller, buna adım gibi eminim.
Kemal Can: Evet, o tahayyül daha zor. Bunun birbirinden epeyce farklı birkaç kaynağı var. Bir tânesi, samîmî bir tedirginlik. Sporda her türlü taraftarlıkta totem yaparsın. Çünkü her spor müsâbakasında bir yenilme ihtimâlin vardır. Karşındakinin seni yenme olasılığı her zaman açık bir olasılıktır ve “Kesin kazanıyorum” havası tedirgin edici bir şeydir. Bunun için de totemler yapılır. Çok uzun süren bir AKP iktidârı döneminin daha yerleşik muhâlif seçmeninde böyle bir samîmî tedirginlik var: “Bu kadar sene defalarca ümitlendik. ‘Acaba bu sefer mi?’ dedik, her seferinde hüsrâna uğradık”. Ben aslında o hüsrânı doğru bulmuyorum. Evet, iktidardan gitmemiş olabilir, ama AKP iktidârı yenilebilirliğini her seferinde göstere göstere geliyor. Hep referans verilen 2015, aslında bu iktidârın yenilebilirliğinin göründüğü şey.
Ruşen Çakır: Aslında yenildiği.
Kemal Can: Herkes o geçen sürede yapabildikleriyle iktidârı geri almasına referans veriyor; ama 2015’in öğrettiği başka bir şey var: Bu iktidar yenilebilir. Dolayısıyla böyle bir tedirginlik var ve ona bağlı olarak, bir rahatlamayı, totemi bozacak şey gibi algılayıp hep frene basmak istiyorlar, böyle bir grup var. Bir başka grup da, senin söylediğin gibi, 20 yıl süren bu iktidârın ve Erdoğan’ın çizdiği portrenin, “Tamam ben kaybettim” deyip çekilmesini tahayyül edemiyor; böyle bir şeyi canlandıramıyor gözünde. Bu aslında, senelerce öğrenilmiş bir çâresizliğin ve yenilgi hissinin ürettiği bir şey. Bir taraftan iktidârın öğrettiği bir şey, bir taraftan da muhâlefetin içselleştirdiği bir şey. “Evet, tamam” deyip, hattâ “Adam kazandı” deyip, Erdoğan’ın çekildiği bir durumu tahayyül edemiyor. Dolayısıyla, “Mutlaka bir şey olur” diyor; ama o “Bir şey”i, “Bir şey yapar” hikâyesini kimse de târif edemiyor. Hep 2015’e referans veriliyor; ama o “bir şey” nedir? İktidârı rahatça bırakmayı tahayyül edemeyenler, “Açıkça, sayısal olarak yenilmiş Erdoğan’ın bırakmamasını nasıl tahayyül ediyorlar?” meselesini pek kuramıyorlar aslında. Onu da anlatabilen kimse yok.
Yurtdışındakiler de öyle. Bunu “Adını Koyalım”da da konuştuk. Türkiye üzerine yazıp çizen, ama genellikle de Türkiye ile ilgili yanlış kaynaklardan bilgi sâhibi olan yabancı gözlemcilerle, onlarla fazla iletişim hâlinde olup, Türkiye’den yurtdışına gitmiş birtakım insanların, böyle ayna etkisiyle birbirini beslediği bir şey var. “Bir şey olur, mutlaka bir şey yapar” düşüncesi. Ama onu kimsenin târif edebildiğini bugüne kadar görmedim. Meselâ o nasıl bir tahayyül? Hani bırakmasını hayal edemiyorsunuz da, yüzde 45’e-51 çıkmış seçimi ne yapacak meselâ? Yerel seçim örneğinde olduğu gibi. Ne yapacak? Bir daha mı seçime gidecek? Bir daha seçime gittiğinde kazanacak mı? Bunun çok fazla cevâbı yok.
Ruşen Çakır: Bunu söylemeden geçemeyeceğim: O senin söylediğin yurtdışı meselesinde, birtakım Fethullahçılar, insanların bu kaygılarını, çok samîmî duygularını bayağı istismar ediyorlar ve daha da tırmandırıyorlar. Bana her gün, birbirinden farklı yerlerden birtakım insanların yurtdışında çektikleri videolar geliyor. “Bak, adam ne anlatıyor? Ne düşünüyorsun bununla ilgili?” diye soruyorlar bana. İzlemeyin bunları. Eskisi gibi kaynakları olduğunu da sanmıyorum. Nereden çıkıyor bunlar? Ama sürekli çıtayı yükseğe çekiyorlar. Bunu kesinlikle iyi niyetle yapmıyorlar. Meselâ bazı tanıdıklarım da var, tamâmen saf bir şekilde, “Şu olur, bu olur” diye böyle bir felaket senaryosu yazıyorlar. Ama zâten Fethullahçılar’ın işi bu ve bayağı zehirliyorlar ortalığı. Birbirinden farklı insanlar, orada anlatılan şeylere çok yatkınlar. Ben izlemiyorum açıkçası; ama tahmin ediyorum ne olduğunu. Belli ki böyle, çok biliyormuş havasında, hani içeriden haber almış gibi, yok “Şöyle olacak”, yok “Böyle olacak” “Zırt olacak, filan olacak” diye anlatıyorlar. Yani olacaksa da zâten onu bu kişilerin bilmesinin imkânı yok. Ama insanları iyice tedirgin ediyorlar.
Buradan şöyle bir şey çıkması da zor Kemal: Meselâ izliyorsun, “Şunu yapacak, bunu yapacak” diye anlatıyor. İyi de, kendi hâlinde bir vatandaş ne yapabilir? “Sandığın başında sabahlasan bile boşuna sabahlıyorsun” gibi bir hava yaratılıyor. O zaman hiç seçime gitmeyelim, oy vermeyelim bâri.
Kemal Can: Aslında bu normal siyâsî süreçlerin işlemezliği üzerine, yani o iktidârın kurduğu anti-siyâset dünyasının başka bir cephesini inşâ ediyorlar. Dünya komploları da böyledir ya: “Sen çâresiz, zavallı bir böceksin. Hiçbir siyâsî müdâhale imkânın da yok. Dev güçler her şeyleri yönetiyorlar. O bastıkları düğmelerle istedikleri zaman istedikleri sonucu alıyorlar; gerisi hikâye”. Bir, bunun zemînini kuran ve kendi varlık gerekçelerini haklılaştıran bir tayfa var, bir de senin söylediğin gibi, daha toksik bir etkiye yönelen, bunu zâten sistematik olarak yapan bir çevre var. Bunun dışında samîmî olarak da bu kaygılardan böyle sonuçlar üretenler var. Bâzen bu tür şeylerden, bâzen bir anket sonucundan, bâzen birinin söylediği lâftan, bâzen Süleyman Soylu’nun lâfındaki bir kinâyeden büyük bir sonuç inşâ edip bu tedirginliği büyütüyorlar.
Ruşen Çakır: Ama öyle deme “bitânem”!
Kemal Can: Senin dediğin çok doğru. Şimdi, “uyanık olmak” diyebileceğin bâzı şeyler var, meselâ: “Seçim güvenliğiyle ilgili hakîkaten hazırlıklı olmak, aktif olmak, önlemler almak lâzım, uyanık olun”. Ama senin dediğin gibi, ne olursa olsun iktidarı bırakmayacak birilerine karşı uyanık olarak ne yapacaksın? İnsanları neye hazırlamış oluyorsun? Uyandırdığın şey ne? Tam tersi, bunun tahayyül edilemez olduğunu, bunun kabul edilemez olduğunu gösterecek bir seçmen irâdesi, ancak bunun cevâbı olabilir. Yani bu tedirginlikten uyanarak bir şey olmaz. Şu, bir sonuçtur: “Bu, benim onların bırakmasını tahayyül edemememden daha olağanüstü bir şeydir ve bunu kimse tahayyül edememelidir”. Politik direncin çizeceği hat burası. Önlem dediği şey de burası.
Eskiden, ne yazık ki muhâlefet aktörleri de bu tür şeylere çok teşneydi ve böyle şeylere fazla tevessül ediyorlardı. Şimdi orada durum daha iyi. Meselâ Kılıçdaroğlu da zaman zaman temas ediyor; ama bunu bir korku ve tedirginlik gerekçesi olarak yapmıyor. “Kafasından böyle şeyler geçirenler olabilir. Hiç aklınıza getirmeyin. Hem tedirgin olmayın; buna pabuç bırakılacak bir durum yok. Hem de bunun olacağını düşünen varsa, boş versin.” Bu bir strateji.
Ruşen Çakır: Buna “Önleyici Savaş” (Preemptive War) diyorlar biliyorsun.
Kemal Can: Gerçi Kılıçdaroğlu, “Sokaklara çıkmayın” gibi bir şey söyledi. “Zafer” gösterileri konusunda bir uyarı yaptı. Tedirginlik oradan da biraz toparlandı; ama o koyulukta bir ifâde değildi diye düşünüyorum.
Ruşen Çakır: Kılıçdaroğlu’nun İzmir mitinginde gördüğümüz neydi? Temel Karamollaoğlu pek öyle değildi ama, Mansur Yavaş, Meral Akşener, Ahmet Davutoğlu, hattâ Ali Babacan da iktidar eleştirisi yapıyorlardı. Kılıçdaroğlu, “Burada 100 bilmem kaç yeni seçmen var” deyip gençlere yönelerek, siyâsî meselelere çok az değindi. Bunu aralarında paylaştıklarını sanmıyorum. Herkes kendince bir şey yapıyor. Diğerleri bu kadar lâf yetiştirmeye çalışırken… Meselâ LGBTİ meselesine Mansur Yavaş ve Meral Akşener sürekli lâf yetiştiriyor. Seccâde meselesine Davutoğlu cevap veriyor. Ama Kılıçdaroğlu bu toplara olabildiğince az giriyor, hattâ hemen hemen hiç değinmiyor. Buna karşılık Erdoğan da sürekli Kılıçdaroğlu’na yükleniyor. Kılıçdaroğlu ise onu hiç muhâtap almıyor. Ben bunun çok başarılı bir strateji olduğunu düşünüyorum.
Meselâ Erdoğan en son uzun bir tweet attı, görmüşsündür. Bu hafta sonu yazısını bunun üzerine yazmayı düşünüyorum. Çok acayip bir metin o. Şöyle diyor: “Her şeyi konuşuyor, ama terör örgütleriyle işbirliği konusunda bir cevap vermiyor”. Yani istiyor ki, “Bırak memura, işçiye şu vaadi, bu vaadi. Ben sana ‘teröristlerle işbirliği yapıyorsun’ diyorum. Sen bana ‘Hayır’ de, ben de sana…” Sanki Erdoğan, Kılıçdaroğlu’nun bu stratejisinden sonra kalakaldı. Daha önce Muharrem İnce’yle güzel oynadı. Daha önceki seçimlerde Kılıçdaroğlu ile de böyle oynadı. Deniz Baykal’la da böyle oynuyordu. Bahçeli ile de. Erdoğan bir şey söylüyordu, onlar ona lâf yetiştirmeye çalışıyorlardı. Erdoğan onlara bir cevap veriyordu. Böyle gidiyordu. Sonuçta seçim kampanyası boyunca hiçbir şey konuşulmuyordu. Kılıçdaroğlu aslında bu stratejiyi kurmayı 2019 yerel seçimlerde öğrendi. Şimdi daha da sıklaştırdı. Meselâ gece saat 01.00’de, “Memurlara maaş en az 21 bin TL olacak” diye çıkıyor. Gece 01.00’de yapıyor bunu. Böyle yaparak bence Erdoğan’ın ayarlarını bozdu. Bu, Erdoğan’ı çok öfkelendiriyor diye düşünüyorum.
Kemal Can: Bâzı siyâsî iletişimciler, Erdoğan’ı hiç muhâtap almamak, ondan hiç bahsetmemek, onun yanlışlarına hiç girmemek, onu yokmuş farz etme stratejisinin doğru olduğunu düşünüyorlar. Bu ifrat- tefrit meselesi. Buradaki anahtar şu bence: Erdoğan’ın söylediklerine değil, yaptıklarına bir şey söyleyerek muhâlefet yapmak. Fark buydu. Onun söylediklerine cevap yetiştirmeye başladığın, onunla polemiğe girdiğin zaman, kaybediyorsun. Ama onun söylediklerini değil, yaptıklarının üzerine konuşarak bir şey yaptığında… Meselâ Kılıçdaroğlu’nun yaptığı kısa videoda olduğu gibi: “Yoksulsanız, bunun sebebi Erdoğan’dır”. Burada Erdoğan’ı muhâtap alıyorsun; ama söylediğini değil yaptığını muhâtap alıyorsun. Bu anahtar çok önemliydi.
Aslında uzunca süre bu problem yaşandı. Onun söylediklerine sürekli cevap vermek. Erdoğan yine de söylüyor. “Bunlar Öcalan’ı serbest bırakacaklar.” “Bunlar Kandil’le işbirliği yapıyorlar.” “Dini, bayrağı, ezanı olmayanlar Bay Kemal’i destekliyor.” Seccâde meselesi üzerinden Kılıçdaroğlu’na sataşmalar… Erdoğan’ın bu söylediklerine cevap verdiğin zaman onun alanına girmiş oluyorsun. Ama yaptıkları var. “Beşli Çete” dediğin zaman, “Enflasyon” dediğin zaman, “Kutuplaştırma” dediğin zaman, Erdoğan’ın yaptıklarını söylemiş oluyorsun. Bence Erdoğan’ı muhatap almamak, ondan hiç bahsetmemek değil, onun yaptıkları ve yol açtıkları üzerinden konuşmak önemli.
Ruşen Çakır. O zaman kendin bir alan yaratmış oluyorsun.
Kemal Can: Evet. O zaman, onun seçmenine de konuşmuş oluyorsun. Çünkü Erdoğan’ın yaptıkları, onun seçmeninin de muhâtap olduğu şeyler. Söyledikleri ise sâdece onu dinleyenlerin…
Ruşen Çakır: Erdoğan gerçek gündemin konuşulmasını istemiyor. Çünkü gerçek gündem ekonomiyse, şuysa buysa, orada kendisinin yetersizlikleri, yanlışları var. Dolayısıyla başka bir gündemle, bir polemik gündemi yaratmaya çalışıyor. O da böyle, âfâkî, kanıtlanması mümkün olmayan, kanıtlansa bile ne işe yaradığı belli olmayan şeyler ve orada bir alan açmaya çalışıyor. Kılıçdaroğlu, bir süredir nihâyet gerçek gündemin içerisinde. Ama muhâtap olarak da Erdoğan’ı değil, toplumu alıyor. Erdoğan’ın yaptıklarını eleştirse bile, bunu yaparken Erdoğan’a değil halka sesleniyor. O söylediğin kısa videoda, “Ey Erdoğan! Bu halkı sen yoksullaştırdın” demiyor. “Siz yoksulsanız, bunun nedeni Erdoğan’dır” diyor. Bu ikisi arasında çok ciddî bir fark olduğu kanısındayım.
Kemal Can: Evet, çünkü çok önemli bir şey. Söylenenle yapılan arasındaki ilişki, Erdoğan’ın becerdiği şey. Erdoğan’ın değil aslında, bütün popülist demagojinin dayandığı şey, sözle yapılan arasındaki bağlantıyı, o neden-sonuç ilişkisini kopartmak. Yani yapmakta olduğu şeyi, başka bir şey olarak anlatabilme becerisi. Ne yapıyor aslında? Yoksulların bütün verilerde aldıkları pay düşüyor. Ama bu tarafa geçip, elitler ve halk arasında halktan tarafa bir şey yaptığı iddiasını koyabiliyor. Başarabildiği şey, sözüyle eylemi arasındaki neden-sonuç ilişkisini bozmak. Sen buraya tam tersi bir yerden girip, onun söyledikleri üzerinden değil, yaptıkları üzerinden konuşmaya başladığında, onu muhâtap alıyorsun. “Gerçek gündemi konuşmuyor, başka alanlara kaydırıyor” meselesinde de çok konuştuk bunu. Meselâ orada da hep, “Sâdece ekonomi konuşun, gerisi boş” deniyor ya? O da doğru değil. Çünkü yaptıkları arasında, kutuplaştırma, adâletsizlik, özgürlüklerde geri gidilmesi, İstanbul Sözleşmesi… bunların hepsi gündemi bozan şeyler değil, tam tersine gündem olan şeyler. Ama burada, onun bunu nasıl söylediği üzerinden ona cevap yetiştirmek değil, onun yaptığı üzerinden ona yüklenmek bambaşka bir sonuç veriyor.
Bu farklılaşma, yani diğer aktörlerle Kılıçdaroğlu farklılaşmasında planlanmış bir işbölümü yok, ama galiba şöyle bir taraf var: O aktörlerin hepsi, eski tarz, Erdoğan’ın çizdiği sınırlarda önemli süre geçirdikleri için, şimdi kendilerini büyük ölçüde ona mecbur hissediyorlar. Çünkü daha önce, onun şimdi kullandığı ve kullanabileceği önceden düşünülen argümanları gerekçe yaparak, birtakım politik pozisyonları pazarlık hâline getirdiler. Onun için, şimdi daha fazla cevap verme ihtiyâcı duyuyorlar. Bu mecbûriyete biraz da kendi kendilerini soktular.
Ruşen Çakır: Tamam da, orada, özellikle AKP’den kopan partilerin, hâlâ kendi geçmişleriyle tam hesaplaşmamış olmaları gerçeği de ortada duruyor. Bugün Erdoğan’a lâf yetiştirmek, sağlıklı bir özeleştiri yaptığın anlamına gelmiyor. Bugünkü Erdoğan’ı eleştiriyorlar. Ama kendilerinin de parçası oldukları bir süreci eleştirmekten geri durdukları için de, belli bir yerde tıkanıp duruyorlar. Zâten o konu tekrar tekrar gündeme geliyor. Neyse o konuyu daha fazla uzatmayalım.
Biz yarın İstanbul Maltepe’deki mitingde olacağız.
Kemal Can: Evet, bir de oraya bakacağız.
Ruşen Çakır: Yarınki, Millet İttifâkı’nın ikinci büyük mitingi var. Haftaya Cuma da Ankara’da son miting var; onu da izleyeceğiz.
Kemal Can: Yani Millet İttifâkı olarak çıkacakları son miting. Muhtemelen yapacakları başka mitingler de olabilir.
Ruşen Çakır: Evet, birlikte yapacakları son miting olacak; onu da izleyeceğiz. Pazar günü de, Cumhur İttifâkı ya da AK Parti’nin mitingi var, Yeşilköy’de, Millet Bahçesi’nde.
Kemal Can: İzmir’deki gibi yani. Birinde tersi olmuştu. Erdoğan’ın mitingi ertesi gündü. Aslında Millet İttifâkı ile aynı gündü, sonradan değiştirildi.
Ruşen Çakır: Evet, değiştirdiler. Yarın miting alanından birkaç saatlik uzun bir yayın yapacağız. Orada da tekrar görüşürüz. Şimdilik burada noktayı koyalım Kemal. “Haftaya Bakış”ı burada noktalıyoruz. Haftaya tekrar görüşmek üzere, iyi günler.