Biz çocukken Vehbi Koç’a acırdık, biliyor musun? Ama hüzünlü maceralarını dinleyip merhamet ettiğimiz o Vehbi Koç senin bildiğin merhum sanayici değildi. Hatta ismi bile biraz farklıydı, biz onu Fehbikoç yapmıştık. Tam olarak hatırlayamıyorum ama onunla ilgili en az otuz efsane duyduğuma yemin edebilirim. Duyduklarımın hepsi de bu masal kahramanının gelmiş geçmiş en zengin adam olmasına rağmen mutsuz bir hayat sürdüğü fikri üzerineydi. İlkokul son sınıfta onun gerçekte yaşayan biri olduğunu öğrendiğim zaman büyük bir şaşkınlık yaşayacaktım. Çünkü Fehbikoç, bizim taşra dünyamızda Karacaoğlan, Zaloğlu Rüstem, İskender-i Zülkareyn, Sohrab gibi masalsı bir figürdü. Onun hikâyelerinin tamamında zenginliğin nasıl bir felaket, kötü kader olduğu teması hakimdi.
Sıcak yaz aylarında küçük abimle evimizin arkasındaki derenin başındaki iki taşa oturur ayaklarımızı suya sarkıtırdık. Dere başında kayısı, erik ve dut yerken en çok konuştuğumuz konu Fehbikoç olurdu o yıllarda. Bize anlatılan bütün bilgileri alt üst eden, paradigmanın en temel bileşenlerini sorgulatan bir acayip kahramandı o. Müthiş zengin olmasına rağmen yakasını mutsuzluktan bir türlü kurtaramayan, kederli ve belki de hayatının bütün seçimlerinden pişman biri…
“Yine bir gün Fehbikoç, fabrikalarından birini ziyaret ettiğinde bir grup amelenin, yer sofrasının etrafında oturup neşeyle yemek yediğini görmüş. Ameleler onu fark edince sofraya davet etmişler ama Fehbikoç sadece oturmuş, onların lezzetli yemekleri yiyişini seyretmiş. Amelelerden biri dayanamamış, ‘Beyim soframız fakir ama lezzeti yerindedir, çekinmeyin bize şeref verin, iki lokma da siz yiyin’ deyince Fehbikoç hüzünle gülümsemiş, ‘Ben bunların hiçbirini yiyemem ki. Sadece zeytin ve ekmek yiyebiliyorum, yoksa buracıkta ölürüm’ demiş. Öyle bir hastalığı varmış ki Fehbikoç’un, zeytin ve ekmek haricinde ağzına bir lokma koyduğu anda kıvrana kıvrana ölürmüş. Ameleler bunu duyunca üzülmüş, yemeği kesmişler. Ama Fehbikoç, ‘Lütfen yemenize devam edin aziz evlatlarım, sizin yemeklerden aldığınız tat yüzünüze, gülüşünüze yansıyor, o da bana yetiyor. Siz yedikçe ben zevk alıyorum. Beni bu zevkten mahrum etmeyin ne olur, yiyin, için eğlenin, beni yok sayın’ demiş.”
“Peki ya kaysı da mı yiyemiyormuş?” diyordum küçük abime. Benden iki yaş büyük olduğu için okula başlamıştı. Hayata dair her şey orada öğreniliyordu. Anlamaya cesaret bile edemeyeceğin nice karmaşık şey… Fehbikoç’un hastalığının adını bile biliyordu ama pek çok şeyi bana söylemiyordu. “Okula başlayınca öğreneceksin, şimdi söylersem kafan karışır” diyerek geçiştirirdi. Hayattaki ilk kılavuzum İsmet abim, dik dik yüzüme baktı ve “Oğlum anlamıyor musun ya, tadı olan hiçbir şeyi yiyemiyormuş. Sadece zeytin ve ekmek” dedi.
“Peki ne diye o kadar çok para kazanıyormuş ki?” dediğimde de elindeki kayısıyı ikiye böldü, çekirdeğini özenle ayıklayıp dereye attıktan sonra bana baktı, şöyle dedi: “Kaderi oğlum, Fehbikoç para kazanmaya mecburmuş.”
“Neden?”
“Okulda anlatırlar, ben şimdi söylersem kafan karışır” dedi İsmet abim.
“Bence çok saçma, insan kayısı falan yiyemiyorsa neden para kazanır ki?”
Bir an önce okula gidip bu karmaşık şeyleri anlamak için can atıyordum. Neden bir insan para kazanmaya mecbur olurmuş? Üstelik zeytin ve ekmekten başka bir şey yiyemiyorsa… Zeytinden nefret ederdim, ağızda yarattığı o paslı tat, acı bile değildi tam olarak. Dünyanın en kişiliksiz tadı olsa gerekti. Çamur gibi bir şeydi zeytin dediğin.
Derenin dingin suyuna baktım, sabah, öğle ve akşam yemeklerinde zeytin yediğimi hayal ettim. Sonra yatıp uyuyorum, uyanınca yeniden zeytin yiyorum, öğle yemeği için sofraya oturuyorum, yine zeytin yiyorum, akşam yine, ertesi gün, sonraki gün, sonraki gün… Bütün hayatım boyunca zeytin yiyorum. Kavun, incir, şeker, dut, pekmez, kayısı yasak; bunlar beni öldürüyormuş! Telaşla elimdeki olgun kayısıyı ağzıma tıktım ve gözümden yaşlar boşaldı. Fehbikoç için ağladığım o ikindiyi unuttum gitti sonra. Okula başlayınca da sorularımın hiçbirinin cevabını alamadım. Hâlâ da bir insanın neden para kazanmaya mecbur olabileceğini bilmiyorum doğrusunu istersen.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Ne için para kazanmayı arzular insan? Para kazanınca kayısıyı daha mı iyi tadar mesela? Okudukları kitapları daha mı iyi anlarlar? Daha mı çok sevilirler, daha mı coşkuyla severler, müziği daha mı derinden hissederler? Tıpkı dingin akan dereye bakar gibi bakıyorum senin hayatına kardeş. Bir daire satın alıyorsun, sonra bir tane daha alıyorsun, sonra bir tane daha, bir tane daha… Her tapuyu cebine koyduğunda aynı heyecanı yaşıyor musun sahiden? Her bir dairede oturmanın tadı farklı mı peki? Altın varakla kaplı bir koltuk, bir iskemleden daha mı fazla keyif veriyor sana? Sohbet daha mı anlamlı oluyor öyle bir koltukta otururken? Sürdüğün arabanın beygir gücünün artması gideceğin yeri daha mı güzel yapıyor? Yoksa yolculuk mu daha heyecan verici oluyor? Kullandığın telefon üst model olunca daha mı anlamlı sohbetler yapıyorsun? Nasıl doyumsuz bir varlık oldun sen ya? Hiç mi Fehbikoç’un mesellerinden ders çıkarmazsın? Yaşadığın hayata, dostluklarına, okuduklarına, insanlara biraz daha özen göstersene. Acaba biz Fehbikoç hikâyeleriyle büyüdüğümüz için mi kendi garibanlığımıza saygı duymayı öğrendik? Senin bu doyumsuz ihtirasın Fehbikoç hikayelerini bilmeyişinden mi kaynaklı yoksa? Bizi mi kandırdılar, seni mi? Kim ötekinin kaderini yaşıyor?
Bunların cevabını hâlâ bilmiyorum ama Fehbikoç için gözyaşı dökmek bana çok şey kattı. Başkaları için gözyaşı dökmenin değerini öğrendim en azından ama artık yaş, kemâli geçti ve başkalarının para kazanmaya mecbur oluşları beni çok etkilemiyor. Hüzünlü de gelmiyor. Hastalıklı bir tutkudan başka bir şey değil kazanma hırsı. Her kazancın karşısında bir kaybın olduğunu anladım çünkü. Bu gezegende hiçbir şey karşılıksız değil. Bir avuç toprak bile… Ki o bu gezegenin özetidir.
Kazanmaya, yenmeye, biriktirmeye odaklanmış hayatlara acımıyorum ama içten içe orada bir yoksunluk hali olduğunu da biliyorum. Zeytin yemek değil, mesele çok daha karmaşık. Hayatı yalnızca kazandıkların zannetme saplantısı. Hayat bazen kaybettiklerindir. Hatta galiba ekseri öyle… Biz kaybettiğimiz kadarız, kazandığımız değil. Zaten zeytinle de barıştım zaman içinde. Hayat boyu yalnızca zeytin yiyebilecek kadar… Lüks ciplerde oturup neden hâlâ mutlu olamadığımı sorgulayarak sağa sola bulaşan biri olmadığım için çok memnunum. Fehbikoç bize çok şey öğretti. Ona döktüğüm gözyaşları helal olsun. Sorun şu ki bu ülkede fakir çocukları zenginlere acıyarak büyütüldü ama zengin çocukları fakirliği yalnızca kendi romantik fantezileriyle tanımlayıp uzak durma içgüdüsüyle donatıldı.
“Peki” demiştim İsmet abime, “şimdi Fehbikoç da bizim için üzülüyor mudur?”
İsmet abim göz kuyruğundan baktı baktı ve dedi ki: “Okula gidince alırsın cevabı. Şimdi söylersem kafan karışır.”
Sonra okula gittim. Orada hiçbir sorumun cevabını alamadım. Okulda bana soru sormamayı öğrettiler çünkü. Aradan yarım asırdan fazla zaman geçti. Hayatın derin bir anlamı olup olmadığını hâlâ bilmiyorum ama eğer varsa o anlam cevaplanmamış sorularda kaldı.
Şimdi Fehbikoç’un yaşında bir adam olarak merak etmeyi sürdürüyorum. Acaba Fehbikoç da bizim için gözyaşı dökmüş müydü? Bazen diyorum ki kendi kendime, “Eğer bizim için gözyaşı dökse belki kayısı da yiyebilecekti.”
Neyse, kaysı da zeytin de lezzetli nimetler. İkisinden de yiyebilmeli herkes. Ama birlikte gitmiyorlar, ben denedim, yorma kendini.