Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ali Hakan Altınay yazdı: En son bayram ne zamandı?

Kamusal alanda mücadeleyi önceleyenlerle, muhabbeti önceleyenler arasında bir fark olduğu kanısındayım. Bu hafta bu farka odaklanmayı öneriyorum. Muhabbet ile mücadeleyi önceleyenler arasında aslen bir mizaç farkı olduğunu ve mizaç farklarının doğru-yanlış nitelemelerine uygun olmadığını düşünüyor olabilirsiniz… Bu durumda haksız olduğunuzu söylemek kolay değildir. İdeal olanı önemsemek ile yapılabilir olanı önemsemek arasındaki fark da aslen bir mizaç farkı. Bazılarımız mümkün olanın tek belirleyici olmasını içine sindirmeyip ideal olanın da önemli olduğu kanısında. Mümkün değilse ideal olanın önemli olmadığı kanısında olanlar da kendilerinden aynı derecede emin. Ben her şeye rağmen bu tercihleri, mizaç farklılıklarını irdelemekte aydınlatıcı, berraklaştırıcı bir fayda görüyorum. Umarım yazının sonunda sizi de ikna edebilirim. 

Hayatta muhabbete de mücadeleye de gerek var diyebilirsiniz… Bu yanlış olmaz ama biraz eksik olabilir. Benim tezim aslolanın muhabbet olduğu, mücadelenin işlevinin muhabbetin (yeniden) tesisinden ibaret olduğu ve mücadelenin bir alışkanlık, ilk akla gelen vites haline gelmemesi gerektiği. 

Mücadele seçeneğinin en sık gündeme geldiği bağlamlar sınıf mücadelesi, milli mücadele ya da hak mücadelesi olsa gerek. Gelin üçünü de biraz açalım: Sınıf mücadelesi, Marksist paradigmada merkezi bir kavram. Temel varsayım sınıflar arasında çözülemez çelişkiler olduğu ve amansız bir mücadelenin kaçınılmaz ve hatta yararlı olduğu. Mesela bu önermeyi ciddiye alan Hindistan Komünist Partisi, Hindistan’da gübre kullanımı yaygınlaştığında ve köylülerin verimi ve dolayısıyla geliri arttığında çelişkilerin keskinleşmesinin önüne geçildiği ve sosyalist devrim öksüz kaldığı için gübre kullanımının yaygınlaşmasına karşıydı. Hindistan Komünist Partisi açısından ilerlemenin tek yolu sınıf mücadelesi ve devrimdi. Halbuki tarih bize başka ilerleme yolları olduğunu gösteriyor. Şimdilerde eşitlikleriyle bilinen İsveç sadece 19. yüzyılda Avrupa’nın en eşitsiz ülkelerinden biriydi. O kadar ki, verdiğiniz vergiye göre oyunuzun ağırlığının belirlendiği İsveç yerel seçimlerinde bölgenin en zengin insanının tek başına belediye başkanını belirleyebildiği olağanüstü eşitsiz yerler vardı 19. yüzyıl İsveç’inde. Bir yüzyıl sonra ise İsveç devrim falan da yaşamadan bugün bildiğimiz İsveç haline gelebildi. 

Milli mücadelenin meşruiyetini sorgulamak sınıf mücadelesinin gerekliliğini sorgulamaktan daha zor. Binlerce kilometre öteden savaş gemilerine binip gelen genç erkekler sınırlarınızı geçip size silah doğrultuyorsa onları muhabbete davet etmek bir seçenek olamaz. 1915 Mart’ında Çanakkale’deki durum buydu. Mustafa Kemal Atatürk’ün “Size savaşmayı değil ölmeyi emrediyorum” komutu mücadelenin yaşamsallığı, kaçınılmazlığı konusundaki en su götürmez kanıt olsa gerek. Lakin bir kez saldırganlar etkisiz kılındığında aynı Atatürk, “Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve rahat uyuyacaklardır. Onlar bu topraklarda canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır” diyecek olağanüstü alicenaplığı da göstermiştir. Avustralyalı, İngiliz, Yeni Zelandalı askerlerin mezarlıkları bugün hâlâ Gelibolu Yarımadası’ndadır. Bekçi vs. olmamasına rağmen bu ülkenin insanları o mezarlıklara Atatürk’ün çizdiği gönlü geniş çerçeve içinde yaklaşır. Aynı Atatürk sadece 20 yıl önce ülkesine saldırmış Bulgar, Sırp ve Yunanlılarla bir tür Avrupa Birliği (AB) nüvesi olan Balkan Birliği’ne öncülük yapabilmiştir (Sevgili Oğuz Demiralp edebiyat analizlerine ek olarak bu meseleyi de yazsa ne kadar aydınlatıcı olur).

Atatürk’ü sadece Milli Mücadele kahramanı olarak anlatmak isteyenler Batı üstünlükçülüğünün, savaşın bedelinin en dolaysız şahidinin niçin ve nasıl böyle alicenap adımlar atabildiğini bize pek anlatmazlar. Acaba Atatürk “Davaya değil sevdaya geldik” diye Yunus Emre irfanından feyz alan, olumlu her şeyin mayasında muhabbet olduğuna inanıyor olabilir mi?

Gelelim hak mücadelesine. Amerika’daki siyahların yaşadığı zulmü en azından Hollywood filmlerinden biliyoruz. Linç edilen, türlü aşağılanmaya maruz kalan siyahların sert mücadele etmek için çok nedeni vardı. Ama o mücadelenin önderi Martin Luther King için Beloved community (Muhabbetperver Toplum) fikriyatı ve sevgi, mücadelenin vazgeçilmez kerterizleriydi. 16th Street Baptist Church’e beyaz ırkçıların attığı yangın bombası dört küçücük kız çocuğunun yanarak ölmesine sebep olduğunda, King “Biz beyaz kardeşlerimize inanmaktan vazgeçmeyeceğiz” diyebildi ve sonunda da kazandı. King’den bir yüzyıl önce köleliği sonlandırabilmek için kanlı bir iç savaşı göze alan Abraham Lincoln birisini sevmiyorsa, onu daha iyi tanıması gerektiğine inanan birisiydi. Üstün bir hak mücadelesi veren Hrant Dink kocaman yüreği ve muhabbetin yararına, gerekliliğine sarsılmaz bir inancı vardı. Tam da o yüzden Türklüğe hakaret suçlamasını çok ağır, kabul edilmez bir töhmet olarak yaşadı. 

Birmingham’deki 16. Cadde Baptist Kilisesi’ne atılan bomba sonucu dört kız çocuğu hayatını kaybetmişti.

Kritik mesele mücadelenin amaç mı araç mı olduğu konusundaki inancımız. Tabii ki mücadeleye ihtiyaç duyulduğunda mücadele etmemenin sorumluluklarımıza ihanet anlamına geleceği durumlar var. Ama Mark Twain’in dediği gibi elinizde sadece çekiç varsa, her şey size çivi gibi görünmeye başlar. Mücadele geçicidir, muhabbet kalıcıdır. Mücadele kullanım sınırları, şekli temkinli şekilde belirlenmesi gereken istisnai bir haldir. Temel vitesimiz muhabbet olmalı çünkü aslen hepimiz biriz, hiçbir çelişki çözülmez değil; muhabbet en mucizevi insanlık hali ve korunmaya değer her şey ancak iyi niyet ve muhabbet ile inşa edilir. 

Gelelim güzel memleketimize ve siyasetteki mücadele-muhabbet dengesine. Cezaevi koşulları bilgisayar ve internet içermiyor. O nedenle hızlı ve kesin bir kelime sayımı yapabilecek imkandan yoksunum ama eğer Meclis çatısı altında yapılan konuşmaları tarayabilecek olsaydık mücadele dilinin muhabbetten en az 10, belki 100 kez daha sık kullanıldığını görürdük. Sizce bunda bir gariplik yok mu? Rakip partilerin, siyasetçilerin birbirleri hakkında söyleyebilecek tek bir güzel sözünün, takdir edilebilecek tek bir adımının ya da fikrinin olmamasını sahiden yadırgamıyor muyuz? Hakkını yemek istemem, CHP Grup Başkanı Özgür Özel, Numan Kurtulmuş için “Eğer tarafsız bir yönetim sergilerse, biz de iki yıl sonra kendisine oy verebiliriz” dedi. Bir olasılık olarak bile bunun dillendirilmesi bence değerli. Keşke her yıl sonunda tüm partilerin diğer partilerde takdir ettikleri bir şeyi dillendirmek gibi bir geleneğimiz olsa.

Erich Fromm’un, Amitav Ghosh’un ve sair bilge sesin anlattığı üzere molasız, soluksuz, devamlı mücadelenin korku; korkunun zulüm; zulmün nefret; nefretin de daha çok nefret, zulüm ve korku üretmesi kaçınılmaz. Bu kısır döngüyü kırmayı önemsemeyen, nasıl kıracağımızı anlatmayan herhangi bir anlatıyı kendi adıma makbul bir anlatı yapamayacağım. Birçok toplum mücadeleye ara verilen, muhabbet örüntülerinin güçlendirildiği, onarıldığı bayram gibi, festival, jübile, karnaval gibi dönemler yaratıyor. Biz ise çok uzun zamandır muhabbeti ihmal ettik, kin ve zulüm sarmalında takılıp kaldık. Sahi son sahici bayramımız ne zamandı? Cumhuriyet’in 100. yılı bir bayram içerebilecek mi?

e-mail: haltinay@globalcivics.net

Mektup adresi:
Ali Hakan Altınay
Silivri Ceza İnfaz Kurumları Kampüsü
Semizkumlar Mah. Çanta Cad. No: 162
Silivri Kapalı Cezaevi (9 no’lu Cezaevi), Koğuş: A47
İstanbul

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.