Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı: Kimse kimsenin kimsesi değil ya da herkes herkesin her şeyi

Anayasa’nın 51’inci maddesinde düzenleniyor sendikalaşma hakkı. Deniyor ki: “Çalışanlar ve işverenler, üyelerinin çalışma ilişkilerinde, ekonomik ve sosyal hak ve menfaatlerini korumak ve geliştirmek için önceden izin almaksızın sendikalar ve üst kuruluşlar kurma, bunlara serbestçe üye olma ve üyelikten serbestçe çekilme haklarına sahiptir. Hiç kimse bir sendikaya üye olmaya ya da üyelikten ayrılmaya zorlanamaz.”

Öyle mi gerçekten? 

Agrobay işçileri, sendikaya üye olduklarının dördüncü günü işten atıldıklarını anlatıyorlar. Çoğunluğu kadın, aralarında 18 yıldır aynı işletme için çalışanlar var. En az çalışanın ömründen bu işletmeye verdiği zaman 6 yıl. İşveren, sendikalaştıkları gerekçesiyle işten çıkardığı, yani anayasal haklarını ihlal ettiği ilk dördü hariç tüm işçilere Kod 46 uygulamış. Apaçık, düpedüz, katıksız bir hainlik.

Kod 46 ne demek mi?

 “İşçinin, işverenin güvenini kötüye kullanmak, hırsızlık yapmak, işverenin meslek sırlarını ortaya atmak gibi doğruluk ve bağlılığa uymayan davranışlarda bulunması.” Bu kodla işten çıkartıldıysanız tazminatınızı alamıyorsunuz, ta ki işveren Sosyal Güvenlik sisteminde (ilk 10 gün çevrimiçi sayfa üzerinden, 10 gün geçtiyse gidip bizzat Sosyal Güvenlik Merkezi’ne başvurarak) düzeltene kadar. Üçüncü bir yol daha var bu kodun üzerinize attığı çamurdan kurtulmanın. Dava açabilirsiniz… İşten atılmış bir işçiyseniz bilin bakalım neyiniz olmaz böyle bir durumda? Paranız yoktur. Takatiniz yoktur. Çünkü evde çoluk çocuk ekmek beklemektedir, okullar açılacaktır, karnınız acıkacaktır, hastalanacaksınızdır… 

Başka bir tarafı daha var Kod 46’nın. Kod’un tarifinde yazılanla işçilerin yaklaşık bir aydır gazeteciler tarafından derlenip toparlanan ama belli ki kimselerin “enteresan,” “eğlenceli” ya da kendisiyle ilgili bulup izlemediği videolarda anlattıkları hikâyelere bakılırsa patronlar arası bir anlaşmanın varlığına da dalalet ediyor. 

İşçi kadınlardan biri anlatıyor: “Ben burada kendi işimde çalışır gibi çalıştım. Kursağıma haram girer de kanser olurum diye tek bir domates almadım seradan. Ama bize ne güvenli çalışmamız için gereken giysileri verdiler ne promosyonlarımızı. Ne de bayramda seyranda bir hediyelerini gördük.” 

Haziran maaşı ağustosun ortasında yatırılan, onca horgörülen işçinin ana sütü gibi hakkıdır o serada yetiştirdiği domateslerden evine götürmek, o ayrı. Yapmamakla alicenaplık göstermişler, hiç kuşku yok buna. Zira hikâyeye şöyle kabaca bir göz attığınızda bile hırsızın, arsızın kim olduğu açıkça anlaşılıyor. İşçiler bir şeye daha dikkat çekiyorlar: “Bize burada ‘Hatırımız geçer başka yerde de iş bulamazsınız’ diyor yöneticiler.” 

Bu defa teker teker alıntı yapmıyorum videolardan, çünkü gazeteci arkadaşlarımızın Agrobay işçilerinin seslerini duyurmak için onca uğraştıkları röportajları bizzat linklere tıklayıp izlemenizi istirham ediyorum sizden. 

Grev TV’nin üç hafta önce yayınladığı bu röportaj yalnızca 117 kez izlenmiş… 

Ekmek ve Gül’ün 8 gün önce yayınladığı şu röportajın izlenme sayısı ise 124… 

Neden mi izlemelisiniz? Çünkü bu tür işlerin nasılsa izlenmeyeceğini, kimsenin görmeyeceğini,  insanları galeyana getirmeyeceğini, dolayısıyla bir etkisinin olmayacağını bildikleri için de bunca çığrından çıkıyor bu yaratıklar. Yani patronlar işçilerin kimsesizliğine yapıyorlar asıl yatırımlarını. Haksız mı Trendyol İşçileri… Onları da izleyin, onlar da sendikalaştıkları için işten atılıyorlar… 

İlginizi daha bile canlı tutmak için ekleyeyim: O işçilerin anlattıkları sizin hikâyeniz. Hem de her yönden… İzleyin, dinleyin işçilerin anlattıklarını göreceksiniz onların tarımda çalışmaları, üstlerinin başlarının sizinkilere benzememesi, Bergama’da, Kocaoba’da yaşamaları, dillerinin bazı kelimelere dönmemesi ya da şiveleri çizmiyor sizinle bu işçi kadınlar arasındaki sınırı. Sizin, onlarınkinden başka bir kaderiniz olabileceği yanılgısı çiziyor. Yok öyle bir kader… Sera işçisi arkadaşlarımızın anlattıkları tek bir yönüyle değil, her yönüyle hepimizin hikâyesi. İlkiyle başlayayım.

Kod 46 neyin kodu olabilir?

İsterseniz bu diyeceğimin komplo teorisinden ibaret olduğunu düşünün, siz bilirsiniz. Lakin görünen köy de kılavuz istemiyor. Küçük esnaf kafalı büyük işletmelerin, yani kâr edebilmek için ille de işçiden çalması gerektiğine iman eden ve başkaca hiçbir fikirle de bunca deruni bir ilişkisi olmayan mundar yatırımcı zihniyetinin “vizyon”u belli en nihayetinde. Kod 46, “bu işçi sendika işlerine bulaştı, kat’a işe almayasın” anlamına geliyor olmalı kendi aralarındaki iletişimde. “Hırsız” diye damgalıyor işçiyi, çalışamaz, iş bulamaz hale getiriyor. Hakkını aradı, daha iyi koşullarda çalışmak istedi, “işçiyle patron arasındaki kontrat temelli ilişki”de ana sütü gibi hak bir avantajı masaya sürdü diye kötürümleştiriyor. Malum-u aliniz o muhannet patron taifesi katlanamaz öyle hak-hukuk diyen işçilere. Muhannetliklerine halel gelir zira öylelerine denk geldiklerinde. 

Bakın bilmediğiniz hiçbir şey söylemedim buraya kadar. Çok yakından tanıdığımız bir olay örgüsü bu. Patronların kendi aralarında, “işçi sınıfı”nı açlıkla “terbiye etmek” üzere yaptıkları anlaşmanın bir adı da var: “Centilmenlik anlaşması” diyorlar. Kör olasının benim gördüğüm ilk örnekleri, çalışma hayatım o sektörde başladığı için, medyadaydı. Birbirlerine ansiklopedi ciltleriyle, tencerelerle, ucuz porselen takımlarıyla savaş açan patronlar, birinin attığı gazeteciyi işe almazdı. ‘Aman ha, yol olmasın kimselere… O porselen takımlarını iliştirdiğimiz gazetelere basılan haberleri toplayan muhabirler aralarında dayanışıp daha fazla ücret, iş güvencesi, ne bileyim sigorta falan istemesinler.’ Çok geçmeden reklam sektörüne sıçradı. Dizi sektöründe de görülüyor örnekleri. Bankacılık sektörü bu konuda daha evvel sobelenmişti. Görüp görebileceğiniz en çirkef “kardeşlik” sözleşmesidir bu dediğim: “Birbirimizin gözünü oyabiliriz ama işçilere taviz veremeyiz haaaa!” 

Bunun kanunen bir suç olduğunu söylememe gerek var mı? Rekabetin Korunması Hakkında Kanun’un 4’üncü maddesi uyarınca gayet açık bir suç hem de. Rekabet Kurumu arada bir yakalıyor bu türden anlaşma yaptığı anlaşılan şirketleri. Bakın mesela 2021’de 32 şirkete soruşturma açmışlar. Daha geçtiğimiz ay 16 şirkete bu nedenle ceza kesilmiş. Ama sanıyor musunuz ki hepsi yakalanıyor? Olur mu canım? Haberlere tıklayıp şirket isimlerine bakarsanız çoğunun beyaz yakalıların çalıştıkları işletmeler olduğunu görürsünüz. Maden şirketleri yok, tarım şirketleri, inşaat şirketleri yok. Yok oğlu yok yani… Ne diyor işçi arkadaşımız? Şirketin insan kaynakları müdürü diyormuş ki, “benim hatırım yeter, daha da iş bulamazsınız.” 

Bu arada işçilerin tamamı, başka seralarda da çalıştıklarını, böylesini ilk kez gördüklerini anlatıyorlar. Her an canlarına kastedilen bir iş tarifinden bahsediyorum. Onlar serada çalışırken makineler ilaç atıyor mesela bitkilere. İşverenin ve mühendislerin önerdiği önlem, “Yüzünü öbür tarafa dön”den ibaret. Ayaklarında terlikle çalışıyorlar. Eldivenlerini kendilerinin alması gerekiyor. Yaptıkları işin ağırlığı yüzünden hepsinin bellerinde, boyunlarında fıtık var. Çoğu astım hastası. Doktora gittikleri günün ertesinde ücretsiz çalışmak zorunda kalıyorlar. Neden? Çünkü bir günü “boşa” geçirdiler. İş yükünün görece az olduğu zamanlarda ise ücretsiz izne çıkartılıyorlar. Mühendisler sürekli aşağılıyor, tuvalete gitmelerine bile izin verilmiyor. Doğru düzgün yemek çıkmıyor, ama aşçı onlara bağırma hakkı buluyor kendinde: “Evinde daha iyisi mi çıkıyor sanki?” İşbirlikçiliğe bakar mısınız? 

Derken işten atılacaklarını anlıyorlar. Bunun üzerine sendikaya giriyorlar. Hiç değilse “sırtımızı yaslayabileceğimiz bir yer olsun” diye. İşten atılmalarını hızlandırmak dışında bir işe yaramıyor bu. Fabrikanın kapısında nöbet tutmaya başlıyorlar. Tek dertleri bir muhatap bulmak ve haklarını istemek. İşe dönmek de istemiyorlar. Dedikleri şu: Kod46 değişsin, kıdem ve ihbar tazminatlarımızı, içerdeki maaşlarımızı verin, herkes kendi yoluna. Ama yok. Bunun yerine jandarmayla karşı karşıya getiriliyorlar. Agrobay’la birlikte hareket eden güvenlik güçlerinin performansına bakılırsa, bir vaadde bulunuyor bu şirket. Çeşitli türden bağlantılarını kullanarak seracılık sektöründe rahatlık, konfor, işletme kârlılığı marjlarını patronlar lehine yükseltmek. 

Zira işçilerin başvurmadıkları merci yok. Binali Yıldırım’la da konuşmuşlar, Tuncay Özkan’la da… Her ikisi de patronla konuşacaklarını söylemişler. Sonra, ses-seda yok. Sahi niye yok? 

Bu da bütün bu hikâyeyi hepimizin hikâyesi kılan bir başka yönle ilgili. Çağlar Keyder’in Bildiğimiz Tarımın Sonu: Küresel İktidar ve Köylülük kitabından uzunca üç paragraf aktaracağım şimdi size… Dikkatlice okuyun… Agrobay işçilerinin yüz yüze kaldığı kimsesizlikle, sofranıza koyamadığınız sebzelerin, meyvelerin, etin fiyatı arasında doğrudan bir bağlantı olduğunu göreceksiniz. 

“Agrobay, esas olarak inşaat ve sigorta alanlarında faaliyet gösteren ulusal bir şirket olan Bayburt Grup’un alt kuruluşudur. Birkaç sene önce, bu grup tarım ve gıda sektörüne yatırım yapmaya karar verdi. Bu amaçla Agrobay, Dikili’de sebze yetiştirmek için Agrobay şirketini kurdu ve sera yapımına girişti. Elbette sera tesisinin kurulacağı arazinin seçimi rastgele olmadı. Mevsim dışı sebze yetiştiriciliği için yeterince sıcak olmayan bir bölgede, serayı ısıtma maliyetini önemli ölçüde düşürecek bölgedeki yeraltı sıcak su kaynağının mevcudiyeti bu seçimdeki önemli faktörlerin başında geliyordu. Agrobay, 2003’te 60 dönümlük alanda faaliyetlerine başladı ve 2008’de üretim alanını 200 dönüme çıkardı. İçinde paketleme tesisi de olan bu sera, türünün en büyük örneklerinden biridir. Şimdilerde ürün yelpazesini genişleten Agrobay başlarda esas olarak İngiltere, İsviçre ve Romanya’nın dahil olduğu dış pazarlar ve büyük süpermarket zincirleri için domates ve farklı renklerde Kaliforniya dolma biberi üretiyordu. Teknoloji, tohum, gübre ve kimyasallar da dahil olmak üzere Agrobay’ın kullandığı girdilerin çoğu ithaldir. Arazinin mülkiyeti üzerinde köylüler ve belediye arasında bir ihtilaf olduğu için şirket, bizim bölgeyi ziyaret ettiğimiz sıralarda civardaki köylülerin emeğini kullanmıyor; işçilerini diğer yerlerden getirmeyi tercih ediyordu.”

“Bütün bu sürecin yerel ekonomi için önemli sonuçları olmuştur. Köyller daha önce koyunlarını otlattıkları araziden artık yoksun kaldıkları için birçok köylü koyun yetiştiriciliğini bırakmak ya da hayvan yemi kullanarak daha entansif yöntemlere geçmek zorunda kaldı. Köylülerle konuşmalarımızda koyun yetiştiriciliğinden beklentilerin hayli azaldığına tanık olmuştuk; bunda hayvan yemi maliyetlerinin koyunları otlatmaya kıyasla çok yüksek olması ve hayvan yetiştiriciliğine verilen devlet desteğinin 1980’li yıllardan itibaren geniş ölçüde geri çekilmesi sıklıkla dile getiriliyordu. Zeytin üretimi, köylülerin ekonomik olarak hayatta kalabilmek için dayanabilecekleri tek seçenek olarak kalmıştı. Ancak, çoğunluğu küçük toprak sahipleri olduğu için zeytin geliri, köylülerin acil ihtiyaçlarını karşılamaya ucu ucuna yetmekteydi. Sonuç olarak, başta genç erkekler olmak üzere köylülerin çoğu, hane gelirini desteklemek için Dikili’nin merkezindeki hizmet sektöründe geçici işlerde çalışmaya başlamıştı. Kısacası Kocaoba’daki köylülerin en azından bir kısmı için yetiştiricilik anlamlı bir geçinme alternatifi olmaktan yavaş yavaş uzaklaşmaktaydı.” 

“Çeşitli açılardan bakıldığında Kocaoba’da yaşananların istisnai bir durum olduğunu söyleyemeyiz. Burada tartışmaya çalıştığımız gelişmelerin temelinde, Avrupa pazarlarına yönelik yaş ve işlenmiş sebze ve meyve ihracatında önemli bir artışı da beraberinde getiren Türkiye tarımında son dönemlerde kendini gösteren uluslararasılaşma ve sermaye yoğunlaşması eğiliminin yattığı çok açık. Öyle ki bu sürecin bir parçası olsun olmasın Türkiye’de tarımla ilgili hemen hemen herkes bu eğilimin sonuçlarından etkilenmiş gözükmektedir. Örneğin Kocaobalı köylülerin çoğunun geçmişinde ya zeytincilik ya da koyun yetiştiriciliği olduğu düşünülecek olursa, burada yaşayanların küreselleşen tarım ve gıda ağlarının bir parçası olmadıkları kolaylıkla çıkarsanabilir. Buna rağmen, uluslararası yaş sebze-meyve pazarlarında önemli bir aktör olmayı arzulayan ve süpermarket zincirleriyle iş bağlantıları olan ulusal bir şirketin faaliyetleri, Kocaoba ve çevresindeki geleneksel toprak ilişkilerini ciddi şekilde değiştirmek suretiyle, köy sakinlerinin geçim kaynakları üzerinde yıkıcı bir etkiye neden olabilmiştir. Dolayısıyla tartıştığımız örnek öncelikle, bu eğilimin küresel ticaret ve üretim kurum ve süreçleriyle doğrudan ilişkisi olmayan kırsal bölge sakinleri üzerinde bile can alıcı etkileri olduğunu göstermesi açısından önemlidir.” 

Sonra ne mi oluyor? Sonra işte topraklarından koparılan (topraksızlaştırılmayan ama topraktan geçinmesi her yolla engellenen çiftçi) ailelerin çocukları Agrobay’ın sağladığı kadar zalimce koşullarda madenlerde işçi olmaya zorlanıyor. Sonra o madenler çöküyor. Altında kalıp ölüyorlar. Mahkemeler patronları koruyor. Geriye kalanlar içine düştükleri dehşetin etkisinden kurtulmadan daha hayat gailesine kaptırıyor kolunu. Tepegöz misali kapandığı mağarada her birimizden aldığı kurbanları öğüterek semiriyor da semiriyor bu döngüyü tam böylece kuranlar. 

Videoları ve Çağlar Keyder’in yazdıklarını bilerek özetlemedim… İşinizi kolaylaştırmak istemiyorum. Hap gibi bilgilerle bir kanaat edinmenin yeterli olmadığı çok açık. Enine boyuna bilmek, enine boyuna düşünmek, enine boyuna konuşmak zorundayız. Kimsesizliğimize çare bulmanın da birbirimize kimse olmanın da başka yolu yok. 

İşçi arkadaşları dinlerken, Keyder’in elinden geldiğince soğukkanlılıkla yazdıklarını okurken benim yaptığım gibi her cümlede öfkelenin, başınıza o kaynar suyu kimlerin, nasıl döktüğünü, size bu yerli-milli sömürgecilik projesini nasıl pazarladıklarını, ne bileyim Agrobay ABD’ye, Almanya’ya vs. mal satabilsin, ülkeye inşaat şirketlerine peşkeş çekilen döviz girebilsin diye kendinizin, çocuklarınızın nelerden mahrum kaldığını yavaş yavaş, ağır ağır, sindire sindire, biraz da kendi şaşkınlığınıza şaşırarak düşünün istiyorum. 

Sahi neyiz biz?

Türkiye’de toplamda olup biten yeterince çıldırtıcı ama bazı alanlara biraz yakından baktığınızda birlikte tecrübe ettiğimiz şeyin apaçık bir özsömürgeleşme vaziyeti olduğu iyice açığa çıkar. Bu hakikate hafiften uyanmaya başladığınızda, yabancı bir güç tarafından sömürgeleştirilmekten daha da onur kırıcı bir tarafı olduğunu fark ederek çığlık atmak istersiniz. 

Tarım o yakın bakışta canınızı en çok acıtacak alanlardan biridir. Yediğiniz içtiğiniz zehir olur orasını burasını kurcaladıkça. Çünkü kelimenin her anlamıyla ve her türlü zehirlendiğinizi, üstelik bu işe bilerek ya da bilmeyerek bayağı kendinizin de ortak olduğunu görürsünüz. Tarladan başlar sömürü, sizin sofranıza kadar gelir. Bir noktadan sonra o sömürge mekanizmasında yalnız “kurban” değil, “işbirlikçi” de olduğunuzu fark edersiniz. Tam kendinizi bu işten aklayacak mazeretleri bulmaya çalışırken karnınız acıkır. 

İkincisi kentsel dönüşümdür. Daha planlı bir kentte, daha “size benzer” insanlarla yaşama arzunuzun nasıl istismar edildiğini, yeterince düşünmeden ettiğiniz kimi sözlerin bu sömürünün sloganı haline geldiğini görürsünüz. O sitelerin şehrin ufkunu kapatmasında bir miktar sizin de payınız vardır. Sonunda ödemekte olduğunuz astronomik kirayla baş başasınızdır. Hep başkalarının suçudur bu? Öyle midir gerçekten? 

Üçüncüsü iş cinayetleri… Bunlar benim bildiklerim ama aralarında bir hiyerarşi kuruyor da değilim. Bu üçüncüsüne ilişkin bir anekdot anlatarak bitirmek istedim de o yüzden sona yerleştirdim sadece. 

Cumartesi Anneleri/İnsanları’na da zehir edilen Galatasaray Meydanı’nda, iş cinayetinde kaybettiğimiz işçilerin aileleri ve gazetecilerin katıldıkları, Bir Umut Derneği’nin de kolaylaştırıcısı olduğu bir eylem yapıldı yıllarca: Vicdan ve Adalet Nöbeti. O eylemlerden ilkinde, biz “gençler” elimize kayıt cihazı alıp, meydandan geçenlere “işçi misiniz, başınıza böyle bir şey geldi mi, iş cinayeti diye bir şey duydunuz mu?” diye soruyorduk. İki kez yaptım bu soru sorma “eylem”ini bu şekilde. Sonra Vicdan ve Adalet Nöbeti’nin bu parçasından vazgeçtik. Gazetecilerin meydanı bir televizyon stüdyosu gibi kullanarak ailelerle söyleşi yaptıkları bölüm ise bir hayli kez tekrarlandı. Çok acayipti. “İşçi misiniz?” sorusunu yönelttiğim onlarca kişiden hiç biri işçi değildi. İşçi olmadıkları cevabını alıp ne iş yaptıklarını sorduğumda: “Muhasebeciyim, şoförüm, elektrikçiyim, kuaförde çalışıyorum, matbaada çalışıyorum, evlere temizliğe gidiyorum, bankada çalışıyorum, reklam şirketinde müşteri temsilcisiyim” gibi cevaplar alıyordum. Kendi işiniz mi diye soruyordum tabii. Yani kendi hesabınıza mı çalışıyorsunuz? “Yooo hayır, değil tabii.” “Yani işçisiniz…” “Hayır, değilim.” 

Yooo gayet de işçisiniz… Gayet işçiyiz her birimiz. Agrobay ve Trendyol işçilerinin kimsesizliği sizin kimsesizliğiniz. Hepimizin kimsesizliği…

Siyasi partilerimiz yok bizim, parlamentomuz yok, askerimiz, polisimiz yok, mahkemelerimiz, savcılarımız yok. Haklarımızı savunan avukatları, şehirlerimizi savunan plancıları, canımıza nasıl tak ettiğini yazan, gösteren gazetecileri, sinemacıları, aramızda köprüler kurmaya çalışan siyasetçileri sonsuz bir kinle hapseden, rehin tutan bir zorbalıkla karşı karşıyayız. 

Peki ne yapmalıyız? Herkesin, herkese hiç değilse bir şey olma iradesi göstermediği bir yerde kim, ne yapabilir? 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.