Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (185): İslamcılar ve solcuların Filistin rekabeti & 6. yılında İYİ Parti’nin rakibi hâlâ MHP mi?

Hamas-İsrail savaşı 13 gündür sürüyor. İsrail’den gelen işaretler artık kara harekâtına çok kısa bir süre kaldığını gösteriyor. Savaşta can kaybı artarken pek çok ülkede Filistin’e destek mitingleri düzenleniyor. İstanbul’daki İsrail Başkonsolosluğu önünde siyasi partilerin, derneklerin ve çeşitli sivil toplum örgütlerinin çağrısı ile toplanan İslami dernekler ve solcu gruplar ayrı ayrı İsrail’i protesto ederken Filistin’e destek mesajları verdi.

İYİ Parti altıncı yaşını kutluyor. İyi Parti Medya İlişkileri Başkanı ve Parti Sözcüsü, Ankara Milletvekili, TBMM Dışişleri Komisyonu üyesi Kürşat Zorlu, yarın düzenleyecekleri 6. Kuruluş Yıl Dönümü programını, Gazze’de yaşanan katliam ve Milli Yas sebebiyle 28 Ekim 2023 Cumartesi gününe erteledi. İYİ Parti kuruluşundan bu güne nereye geldi?

Ruşen Çakır ve Kemal Can, Haftaya Bakış’ta yorumladı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınız ve Kemal Can’la, her hafta olduğu gibi haftanın öne çıkan olaylarını yorumlayacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen. 

Ruşen Çakır: Dünyanın ve Türkiye’nin gündemi tabiî ki Filistin ve Gazze. İsrail’in kara harekâtı yapması bekleniyor hâlâ. Geçen hafta yaptığımız yayında da kara harekâtı beklendiğini konuşmuştuk. Olmaz inşallah diyorum, ama olacağı kesin gibi. Ne zaman olacağı ne kadar süreceği belli değil tabiî. Bu arada çok önemli ve acı bir olay yaşandı. Gazze’deki El Ehli BaptistHastanesi’nde meydana gelen patlamada 500’e yakın kişi hayâtını kaybetti. Yaşanan tam bir katliam. Olay, tam da Amerikan Başkanı Biden’ın İsrail’e ve Ürdün’e gideceği günden bir gün önce yaşandı. Hastâne saldırısı sonrasında, Biden’ın İsrail’den sonra katılacağı Ürdün ziyâreti iptal oldu. Ürdün’de yapılması planlanan dörtlü zirvede Biden’ın görüşeceği isimler, hastâneye saldırı sonrasında Biden’la görüşmeyi reddettiler. Dolayısıyla Biden sâdece İsrail’de kaldı ve açık bir şekilde İsrail’e sâhip çıktı. Katliamdan da İsrail’i değil, diğer tarafı sorumlu tuttu. Burada pozisyonu çok net. 

Katliamla berâber, dünyada, uluslararası kamuoyunda, İsrail yanlısı destek biraz daha azalır gibi oldu. Ama İsrail’in hâlâ, “Biz yapmadık onlar yaptı” iddiasının Batı medyasında bayağı yaygın olduğunu görüyoruz, bunu da kabul etmek lâzım. Bu katliama nasıl cevap verilecek? Nasıl olacak? Siviller ne olacak? Sivil kayıpları çok fazla önemsemedikleri zâten hastâne katliamında ortaya çıktı. 

Olayın dünya boyutunu bir kenara koyup Türkiye boyutuna bakalım Kemal. Bugün Erdoğan’ın cuma namazı sonrası birtakım açıklamalar yapmasını bekledim. Ben görmedim. Hattâ arkadaşlara da sordum; böyle bir açıklama yok. Senin karşına çıktı mı bir açıklama? 

Kemal Can: Hayır. Şu saate kadar rastlamadım.  

Ruşen Çakır: Normalde, Erdoğan cuma günleri neredeyse rutin olarak Cuma namazını Türkiye’deyse değişik câmilerde kılar, en kötü ihtimalle Külliye’deki câmide kılıp gazetecilere de bir şeyler söyler. Bu sefer olmadı; namazını kılıp kılmadığını bilmiyorum, ama basına, kamuoyuna yönelik mesajlar vermedi. Aslında Erdoğan’ın zor bir durumda olduğunu düşünüyorum. Çünkü şu âna kadar İsrail’le bir yumuşama sürecine girmişti Türkiye. Özellikle enerji alanında Doğu Akdeniz’de birtakım işbirlikleri düşüncesi vardı. Bu nedenle Erdoğan, ilk Hamas saldırısının ardından iki tarafı da îtidâle çağıran temkinli bir çıkış yapmıştı. Ama sonra çok etkili konuşmalar yapmadı. Hastâne katliamını çok net bir şekilde kınadı; bundan İsrail’i sorumlu tuttu. 

Hatırlarsan, Şimon Peres gibi, İsrail’in bu konulardaki en ılımlı bilinen isimlerinden birisine “One Minute” ayarı çekmiş bir Erdoğan’ın –ki o zaman başbakandı–, şimdi böyle bir olayda bu kadar tutuk olması, işe çok fazla girmemesi ilginç. Hattâ Ahmet Davutoğlu da bunu bayağı kullanmaya çalışıyor, görüyorsundur. En son yaptığı grup toplantısında da, “Ben o ‘One Minute’ diyen Erdoğan’ı özlüyorum” diyerek, aslında provokatif bir çıkış da yaptı.

Bir diğer husus da, İstanbul’daki İsrail Başkonsolosluğu önündeki protesto eylemleri. Önce sol sosyalist gruplar, birtakım meslek odaları, sivil toplum örgütleri, İsrail’i katliam nedeniyle protesto ettiler. Onlar bitirdikten bir süre sonra, İslâmcıların protestosu başladı. Hattâ birisinin bitirmesi ve ötekisinin başlaması arasında karşılaşmalar da oldu. Karşılaşmalar sırasında da îmâ yoluyla da olsa karşılıklı birtakım sloganlar ya da tekbirler getirildi, biliyorsun. Meselâ “Yaşasın Filistin Halk Kurtuluş Cephesi” diye slogan atmak gibi… Gerçi Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin artık eski etkisi kalmadı; ama solun gözünde, özellikle sosyalist solun gözünde önemli bir örgüt. Bu aslında Hamas’a karşı birilerini desteklemek gibi. Diğer grup ise tekbir getirdi. 

1 Mart tezkeresini hatırlarsın. Orada, İslâmcılarla solcular berâber eylemler yapmışlardı. Çok daha kritik bir konuydu ve tavır alması daha zor bir konuydu aslında. Burada her iki taraf da katliamı İsrail’in yaptığı, İsrail’in Filistin konusunda haksız olduğu üzerine aynı görüşteler, ama birlikte hareket etmiyorlar. Örneğin, Boğaziçi Üniversitesi’nde yapılan protestolarda, bir tarafta rektörlüğün desteklediği eylem oluyor ve eyleme katılanlara hiçbir şey olmuyor. Ama sol gruplar protesto için toplandıkları zaman hemen Çevik Kuvvet geliyor. Türkiye’deki kutuplaşmanın Filistin meselesine de yansıdığını gördük. Böyle ilginç bir durum da oldu. Aslında başından beri bu böyleydi, ama gösterilerle berâber daha da netleşti. 

Son olarak şunu söyleyeyim: Filistin sorununun târih boyunca zirve noktalarından birini yaşıyoruz. Çok büyük çapta bir olay yaşanıyor. Savaş dışında, aynı anda bu kadar İsraillinin hayâtını kaybettiği bir olay çok olmadı. Hattâ daha çok, savaşlarda askerler öldü. Burada ise daha çok, siviller öldü. Ardından, İsrail’in Gazze’deki sivillere yönelik saldırısı geldi. Bütün bunlara rağmen, Türkiye’deki protestolar, gösteriler bana çok zayıf geldi. Çok daha hafif olaylarda, İsrail Başkonsolosluğu önünde çok daha güçlü protestolar yapıldığını biliyorum. Bu da ilginç ve üzerinde tartışılması gereken bir durum bence. 

Kemal Can: Ben sondan başlayayım. Ama bu dünya meselesiyle ilgili de birkaç şey söyleyeceğim. Ama sondan başlayayım; senin söylediğin noktadan başlayarak geriye doğru gideyim: Türkiye gibi, özellikle muhâfazakâr kamuoyunda ya da 20 yıldır iktidarda olan partinin seçmenleri arasında, sanki çok duyarlı olunduğu varsayılan, sık sık çeşitli vesîlelerle gündeme getirilen bir meselede, gerçekten çok târihî ve kritik bir eşikteyiz.  Üstelik o eşiğin de daha başındayız. O “zirve” diye târif ettiğin şey, olmuş bitmiş ve onun etkilerini yaşıyor değiliz. Daha başlıyor. Zâten bugün, yapılması düşünülen kara harekâtına birer birer Batı’dan onaylar da geliyor ve galiba harekâtın artık eli kulağında olduğu söyleniyor. Bunu ayrıca konuşuruz. 

Genel kamuoyunun ve özellikle İslâmcı, muhâfazakâr, dindar ya da AKP’ye yakın seçmen grubunun hâkim olduğu topluluklar içerisinde, bu olayın, bütün dünyada, çeşitli ülkelerde ve özellikle de Müslüman olmayan ülkelerde yarattığı kadar büyük tepkiler ve büyük gösterilerle kendini ifâde eden protestolar görülmedi. Hastâne saldırısının hemen ardından, en yoğun hareketlilik o gece oldu. Konsolosluk ya da Büyükelçilik önünde, kimi zaman polisin gazlı müdâhalesiyle İslâmcıların da tanıştığı bâzı gösteriler oldu, ama çok hızlı biçimde tavsadı ve yatıştı. Hattâ o günlerde, basın toplantısı benzeri hamlelerle, çok yüksek perdeden, sanki “Biz de protestolara başlıyoruz ve bunu giderek yükselteceğiz” havası veren bir eşikten, birdenbire, sanki olay olmuş bitmiş, geçmiş, sâdece hatırlanan kötü bir hâdise gibi kenara konmuş gibi bir yatışma hâli var — özellikle de senin söylediğin gibi İslâmcı kamuoyunda. Ama bunu biliyoruz; bu, ilginç ve şaşırtıcı değil. Senin de söylediğin gibi, bu konunun Erdoğan’ın sessizliğiyle doğrudan bir bağlantısı var. Yani Erdoğan sessiz kalmayıp Cuma çıkışında veya başka bir yerlerde, öyle çok sert iddialar ortaya atmadan, bildik birkaç cümle etmiş olsa, bir tür, “Siz de kendinizi gösterin” tâlîmâtını vermiş olsa, muhtemelen daha organize birtakım gösteriler görürdük.  

Ama o sessizlikle bu sâkinliğin buluştuğu bir nokta var. Çünkü daha önce seninle bu İslâmî cemaatler ya da İslâmcılık konusunu konuştuğumuzda değindiğimizi hatırlıyorum: Artık, iktidardan bağımsız, kendini bağımsız olarak ifâde edebilen bir hareket pek yok. En bağımsız olanların bile, bir gözlerinin iktidârın pozisyonunda olduğu, iktidârı fazla zora sokmanın arzu edilmediği, hattâ büyük ölçüde de onunla paralel davranmaya özen gösterilen bir tutum var. Dediğin gibi, burada, daha reel politikanın içerisinde, Yeniden Refah Partisi, Saadet Partisi ya da Davutoğlu gibi aktörler biraz daha pozisyon almaya, hamle yapmaya çalışıyorlar ya da çok rahatsız etmeden, iktidarı îmâen sıkıştırmaya çalışıyorlar. Ama bu, gerçekten kuvvetli bir reaksiyon hâline dönüşmüş değil.

Bence buradaki çok önemli faktörlerden birisi, henüz dünyadaki dengenin nasıl davranılması gerektiği ya da hangi davranışın avantajlı olduğu konusunda, Erdoğan’a, AKP iktidârına tam olarak bir rota göstermiyor olması. Bunun bir benzerini Ukrayna hâdisesinden sonra da görmüştük. Türkiye genellikle, ortada, iki tarafa da bir şeyler diyormuş gibi yapan, çoğu zaman da bâzıları tarafından “en doğru tavır” filan gibi alkışlanan, ama çok ortadan, îtidâle çağıran açıklamalarla durumu idâre ediyor. Süreç biraz şekillenmeye başladığında, herkesin pozisyonlarını netleştirdiği bir hal aldığında, biraz daha aktif davranmaya başlıyor. 

İsrail’le normalleşme sürecine girilmiş bir noktadayken, birdenbire akut bir kriz patladı. Erdoğan burada çok yüksek bir reaksiyon verip daha sonra gelişecek olaylarda pozisyon kaybetmek istemiyor, dolayısıyla da şu anda bir sessizlik içerisinde. Ama şunu unutmayalım: Bu aslında bütün Müslüman ülkeler için genelleştirilebilir. Evet, bâzı yerlerde kamuoylarında çok güçlü reaksiyonlar verildi. Hattâ bâzı yerlerde İsrail büyükelçilikleri ya da konsolosluklarına fiilî saldırılar da gerçekleşti. Ama meselâ Ukrayna hâdisesinde olduğu gibi ya da bu tür savaş ve çatışma durumlarında hemen devreye sokulan, taraf ülkeleri sâdece bir niyet olarak îtidâle çağırmak değil, zorlamak için yapılan birtakım otomatik hareketler var. Meselâ ambargolar ya da ambargo îmâlı birtakım çıkışlar. Onlar ne kadar sonuç veriyor, ayrı tartışma. 

Sen programı açarken, “İsrail’in kara harekâtını bekliyoruz” dedin. Bunu söylemek zorunda kalmak bile çok önemli bir şey. Kara harekâtı, saldırının hemen sonrasında ilk gündeme gelen konulardan biriydi ve dünya kamuoyu, 7 Ekim’den îtibâren her gün, “Ne zaman olacak, ne zaman olacak?” diye bir beklenti içinde. Ama hiç kimse, özellikle kurumsal siyâset, devletler, bunu durdurmak, büyük bir fâciaya yol açabilecek, açık bir soykırıma dönüşebilecek, hukuksuz ve insanlıktan uzak bir eylemi durdurmak için hiçbir şey yapmıyor; hattâ bunu yapacaklarına ilişkin bir îmâda bile bulunmuyor. Tam tersine, en başta Biden olmak üzere Batı dünyası İsrail’in arkasında çok net bir pozisyon aldı ve İsrail’in olduğundan daha güçlü olarak bölgede etkili olması için ellerinden geleni yapacaklarını söyledi. Kamuoylarıyla ayrışma pahasına, özellikle Biden, kendisini seçen koalisyonun bâzı kanatlarıyla riskli bir gerilimi göze alarak, böyle fazla ileri, fazla uluorta bir pozisyon açıkladı. 

Kezâ Avrupa, benzer biçimde. Avrupa’da başka partiler ve kamuoyları daha farklı bir reaksiyon gösterse bile, devlet yönetimleri perspektifinden baktığımızda, Batı devletlerinden, bu krizi, bu söylenen gidişâtı durduracak, engelleyebilecek, bu gidişâtın risklerini ortadan kaldırabilecek bir müdâhale niyetinin olmadığını görüyoruz. Tam tersine, birtakım zamanlama ve stratejik gerekçelerle, erteleme, biraz uzatma gibi oyalamalar olmasına rağmen, baştan îtibâren bu rotanın, yani İsrail’in –kendilerinin tarifiyle– meşrû cevap hakkı konusunda en uç, ne hukuk tanıyan ne evrensel kaidelerini dikkate alan ne de temel insanlık değerlerini gözeten bir tutum içinde olacaklarını çok bâriz bir şekilde gösterdi. 

Şimdi bu tarafa dönelim: Müslüman ülkelerin herhangi birinden de, şu âna kadar benzer bir talebin geldiğini görmedim. Meselâ İsrail’le normalleşmeyi durdurduklarını açıkladılar; ama İsrail’i ve onu destekleyen ülkeleri, daha önemli, onları sıkıştıracak ambargo veya benzeri yaptırımlarla başka türlü davranmaya itebilecek ne ortak ne tek tek açıklamalar duymuyoruz. Yani Müslüman ülkeler cephesinden baktığımızda, Türkiye’nin ya da Erdoğan’ın sessizlikte yalnız olmadığını görüyoruz. 

Ruşen Çakır: Burada bir araya gireyim Kemal. Mısır ile Ürdün ve Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas, Biden’la konuşmayı reddetti. Mısır, Filistin sorununu görüşmek üzere yarın Kahire’de bir barış zirvesi düzenliyor. O zirvede bir şeyler yapılmaya çalışılacak. Ama kimler katılacak, nasıl katılacak, ne tür temsiller olacak şu anda çok belli değil. Yani “Oradan bir karar çıkacak ve dengeler değişecek” demek mümkün değil; ama yine de bir inisiyatif alma çabası var. Hattâ ilk haberde, Erdoğan’ın da gideceği söylenmişti. Ama bugün gördüğüm yenilenmiş haberde Türkiye’den bahsetmiyor. Ama meselâ İtalya, Yunanistan gibi genellikle Doğu Akdeniz ülkelerini kapsayan bir şey. Bunun çok fazla bir sonuç getirmeyeceği belli; ama en azından bir şeyler yapılıyor gibi. Türkiye, bu anlamda onu da yapmıyor.

Kemal Can: Evet, ama meselâ programı açarken söylediğin gibi, kara harekâtı dediğin şey, şimdiye kadar yaşadığımız zirvenin birkaç misli sonuçlar doğurabilecek bir gelişme yaratacak; pek çok uzman bu konuda birleşiyor. Kara harekâtı başlayıp Gazze işgal edildiğinde, bu çok büyük insânî dramlara yol açacak, çok ciddî kayıplar söz konusu olacak. Dolayısıyla bu konuda bizde, bir şeyler yapıyormuş gibi, “dostlar alışverişte görsün” mantığıyla, ya da öyle olmasa bile, “Kendimizi de fazla sıkıntıya sokmadan bir şeyler yapalım” mantığıyla hareket etmekten daha fazlasına ihtiyaç var. Tıpkı, âcil sonuç almak ve bu süreci en azından şu an îtibâriyle durdurmak, bir ateşkes yaratmak, ateşkes imkânının sonrasında da günlerdir abluka altında olan Gazze’ye yardımların ulaşması, ama saldırı olmayan bir koşulda yardımların ulaşması… Çünkü kara harekâtı gündemdeyken ve saldırılar devam ederken, o yardımların ulaşmasının olumlu sonuçlar vermesi imkânsız. 

Meselâ ilk gece Gazze’deki hastâneye saldırıldı. “Kim saldırdı?” — “İsrail saldırdı.” Onun için gösteriler yapıldı, tamam. Sonradan ne oldu? Türkiye’de teyakkuza geçen, o çok hassas olan, kendisini sokağa atan insanlar neye iknâ oldular? “İsrail yapmamış” diye iknâ oldukları için mi geri çekildiler ve protestoların dozu düştü? Yoksa İsrail saldırılarını mı kesti?  İsrail, daha dün bir kiliseyi vurdu ve hâlâ bombalamaya devam ediyor. Yani karşılıklı olarak çatışmanın devam ettiği ve Lübnan sınırına da yayıldığı yolunda işâretler var. Yani İsrail saldırısını azaltmış değil. 

Dolayısıyla sâdece İsrail, yıllardır sürdürdüğü bu saldırganlığı hastâneyle somutlayarak… Yani “Hastâneye saldırdıysa İsrail kötü, saldırmadıysa yaptığı her şey meşru” mu oldu da her şey birdenbire yatıştı. Benzer bir şey Hamas saldırısı sırasında da olmuştu. Anlık bir resmin, sanki bütün mesele ondan ibâretmiş gibi, o anlık resmin verdiği dehşete göre her şeyin tanımlandığı bir durum var. Çok açık bir şey var: İsrail’in, neredeyse her gün bir veya daha çok Filistinli öldürerek 20 yıldır sürdürdüğü düzenli bir şiddeti var. Bu düzenli süren şiddetin bu kadar kanıksandığı, ancak anlık, bir anda, bir saldırının kim tarafından yapıldığına göre haklıyı haksıza ayırabileceğimiz bir tablo varmış gibi davranmak, en hafifinden riyakârlık, sahtekârlık ya da açık kötülük. Dolayısıyla o gece bu vahşi saldırı nedeniyle harekete geçenler, 20 yıldır sürmekte olan saldırılarla ilgili niye harekette değiller? 

Genellikle, uluslararası meselelerle ilgili tepkilerde, çeşitli ülkelerde, tepkiye neden olan ülkeyi tel’in etmek, bâzen onun bayrağını yakmak, lânetler yağdırmak şeklinde, tâbir yerindeyse öfkesini boşaltma hâli var. Ama bu tür gösterilerin bir de rasyonel amacı var. Bu tür gösteriler, kendi ülkesindeki iktidar üzerinde kamuoyu baskısını oluşturarak, o iktidarların bu süreçte bu sorunla ilgili daha aktif, daha doğru tavır almasını sağlamak içindir. Hattâ İsrail’de ya da çeşitli ülkelerdeki Yahudi toplumunun, olayın hemen sonrasında gösterdiği, Netanyahu iktidârına ve İsrail Devleti’nin yönetimine karşı net bir tavır alıp onu suçlayabilme duruşunu, diğer ülkelerde, bu konuda çok duyarlı olduğu iddiasındaki Müslüman ülkelerde görmüyoruz. 

Türkiye’ye, senin bahsettiğin solcular-sağcılar meselesine gelirsek: “Filistin Dâvâsı’nı ilk kim sâhipleniyordu, kim hangi aşamadan sonra sâhiplendi?” konusunda da bir tartışma var. Senin de biraz önce birkaç örneğini verdiğin gibi, birtakım solcular Filistin eylemi yapmaya kalktığında, yine polisin şiddetine uğruyorlar. Ama öbür taraftan, birtakım rektörlük ya da kamu kuruluşlarının destek ve himâyesinde, birtakım başka grupların kontrollü eylemlerine müsâmaha gösteriliyor. Meselâ Cumartesi Anneleri, Anayasa Mahkemesi karârına rağmen Galatasaray Meydanı’na çıkamazken, çeşitli İslâmcı gruplar, Taksim’de ya da başka meydanlarda yürüyüşler düzenleyebiliyorlar. 

Burada şöyle bir durum var: Filistin meselesinin kim tarafından daha çok sâhiplenildiği meselesine, bir de şu pencereden bakmak lâzım: Filistin meselesine nasıl bakarak sâhip çıkılıyor? Sağcılar ve daha çok muhâfazakâr kamuoyu ve İslâmcıların Filistin dâvâsına, Filistin halkının bir meselesi olarak değil, bir İslâm dâvâsı olarak baktığını, dinsel bir perspektifle, bir dinsel çatışma hâdisesi olarak baktığını görüyoruz. Meselâ Kudüs mitinglerinin özelliği, “Filistinlilerin elinden alınmış Kudüs” meselesi değil, İslâm’ın kontrolünde olmayan, “Müslümanların elinde olmayan Kudüs” meselesinin daha önde olduğunu ve meselenin dinsel bir mesele olarak alındığını görüyoruz. Yerinden edilmiş mülteciler, hakları gasp edilmiş bir halk ya da sürekli zulüm ve şiddet gören çok büyük bir insan topluluğunun, büyük bir insânî meselesi olarak ya da uluslararası hukuka aykırı pek çok eylemin meşrû cevap gerekçesiyle yapılabildiği bir güç gösterisi alanı olduğu için, bir emperyalist çatışma sahnesi olduğu için karşı çıkmakla, antisemitist reflekslerle ve bir din dâvâsı olarak karşı çıkmak arasında çok büyük bir fark var. 

Türkiye’de Filistin dâvâsı, bir İslâm dâvâsı olarak değil, bir özgürlük dâvâsı olarak kodlandığı zamanlarda, Türkiye solu, tıpkı dünya solu gibi, her zaman bu dâvâyla yakın ilişki içinde oldu. Evet, o zamanlar İslâmcılar birtakım Kudüs mitingleri filan yapıyorlardı belki; ama Filistin dâvâsının mitingi değildi bunlar; antisemitik, Anti-Batı bir refleksi, bir öfke potansiyeli olarak canlı tutmak içindi. Ne zamanki Filistin meselesi birtakım dinî örgütlerin temsiline daha âit bir hâle geldi, o zaman İslâmcılar Filistin meselesiyle, hattâ Filistinlilerle daha doğrudan ilişki kurmaya başladılar. Dolayısıyla böyle bir fark yaşandı.

Bugün de, bence bakış penceresinde, hâlâ soldan ve dünyanın pek çok ülkesinde eylemlerle kendilerini gösteren İsrail karşıtı, Filistin’i destekleyen eylemlerde gördüğümüz tablo, bunun bir özgürlük meselesi, bir hak meselesi, bir insanlık ve yerlerinden edilmiş halkın hakları meselesi olarak konumlanmasıyla, bir din savaşının sahnesi olarak kurgulanması arasında bir fark var. İkincisinde, karşılıklı vahşetin, her zaman, birbirinin şiddetini meşrûlaştıran ve birbirini ötekileştirmekte en uzağa kadar iten, hattâ insan saymayan, dolayısıyla imhâsını hak gören bir sertleşmeye yöneliyor. Bu tür çatışma alanları, bu karşılıklı çarpık meşrûiyet döngüsü yüzünden, sürekli birbirini besleyen bir çıkışsızlığı ve bu döngünün devâmından memnun olanların iktidârını sağlamlaştırıyor. Yani Netanyahu nasıl tırmandıysa, Hamas da öbür tarafta tırmanıyor. Çünkü her taraf, karşı tarafın şiddetinin keskinliğini meşrûiyet gerekçesi sayarak, daha yüksek bir şiddeti kendine hak görüyor ve bu her hamle, karşısında da aynısını yaratıyor; aslında aynısını yaratmasını istiyor. 7 Ekim’de olduğu gibi, bir barış şenliğinde, bir müzik festivalindeki günahsız genç insanların öldürülmesi, aslında tam da istedikleri şey. Çünkü onu göstererek, bugün yaptıkları şiddeti meşrûlaştırabiliyorlar. Bu döngünün kırılması için, bu çatışmaların nasıl târif edildiği, bir çatışmaya sâdece karşı çıkıyor olmanın, “insanlar çatışması” demenin yetmediği, o çatışmanın doğru târif edilmesi ve o çatışmanın nesine îtiraz edildiği ve o çatışmanın neden olduğu konusunda da bir şeyler söylemek gerekiyor. O yüzden o dalgalanma görülüyor. Birdenbire çok büyük bir reaksiyon varmış gibi bir hava oluşuyor, iki gün sonra birdenbire bir yerden, “Bir sâkin olun, durun bakalım” işâreti geliyor ve o işâret hemen karşılık buluyor. Ve birdenbire, sanki olay bitmiş, İsrail saldırılarını kesmiş, sanki bir ya da iki gün içerisinde Gazze’ye girmeyecekmiş gibi bir sessizlik hâkim oluyor. Ama bunlar beklenmedik değil, şaşırtıcı hiç değil. 

Ruşen Çakır: Bu meseleyi epeyce konuşmaya devam edeceğiz gibi görünüyor. Çünkü her halükârda kara harekâtı olacak ve bayağı sürecek gözüküyor. Zâten İsrailliler de sürekli olarak bunu söylüyorlar. 

Kemal, istersen diğer konuya geçelim: İYİ Parti 25 Ekim’de 6. yaşına basacak. Bu hafta sonu bir kutlama yapacaklardı, ama Gazze saldırısı nedeniyle bir dahaki hafta sonuna bıraktılar. İYİ Parti hakkında çok konuştuk; kurulduğundan beri de konuşuyoruz. Ama en son, Meral Akşener’in Ankara’da TOGO Kuleleri’nde, Sinan Aygün’ün ev sâhipliğinde, Cemil Çiçek ve Abdülkadir Aksu ile buluşması var. Akşener’in yanında Oktay Vural da var. Bu acayip bir buluşma. Bir kere orada böyle bir buluşmayı yapmış olmaları başlı başına bir şey. 

Kemal Can: Şimdi böyle “acayip bir şey” filan diyorsun ama, Meral Akşener seni ilk gördüğünde, “Senden izin mi alacaktım? Senden izin almadığım için kusura bakma” diyecek. 

Ruşen Çakır: Yok canım, tabii ki benden izin almayacak. 

Kemal Can: Ama daha dün, bunu soran gazeteciye bu cevâbı verdi.

Ruşen Çakır: Tamam ama, ben de ona ‘’Bunu sormak için sizden izin alacak değilim’’ diyeceğim. Yani ben Sinan Aygün’ü tanımam. Sen Ankaralı olarak daha iyi tanırsın herhalde. Ama Abdülkadir Aksu’yu kısmen, Cemil Çiçek’i iyi tanırım. Cemil Çiçek, eski TBMM Başkanı ve Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişâre Kurulu üyesi. Abdülkadir Aksu’nun şu anda aktif bir görevi yok, ama bir kamu bankasında yönetim kurulu başkanlığı var. Bu iki isim, çekirdekten Türk-İslâm sentezcisi ve Türk sağının derin isimleri. İkisi de değişik dönemlerde çok kritik görevler üstlenmiş kişiler. Böyle isimlerle kamusal bir yerde buluşmak, ister istemez spekülasyon getirecek. Yani tamâmen sohbet için bir buluşma da yapılmış olabilir. Ama bu isimleri yan yana görünce… 

Bir de o isimlerin arasında Oktay Vural var. Biliyorsun, Oktay Vural uzun bir süre siyâsetten uzak kaldı. Haziran 2023’te yapılan Kurultay’da İYİ Parti’ye katılan az sayıdaki isimden birisi ve hemen partide bir nevi ikinci isim gibi bir konuma geldi. Yanılmıyorsam Siyâsî İşlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı oldu. Ama hakîkaten bu isimlerin bir araya gelmesi… İddialara göre Akşener, Sinan Aygün’e Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı teklif etmiş o da reddetmiş. Ben bunların olacağını sanmıyorum. Ama bu haftaki grup toplantısında Meral Akşener’in yaptığı konuşmada, “Ortalıkta sırtlanlar var, ama korkmuyoruz. Çünkü onlarla baş edecek bozkurtlarım var” cümlesi vardı meselâ. Bu “Bozkurtlar” lâfını telaffuz etmek… Bunlar boş şeyler değil.  Sonuçta, İYİ Parti döndü dolaştı tekrar Türk sağının o milliyetçi, mukaddesatçı ayağında bir yerlere doğru yerleşiyor gibi. Ne dersin?

Kemal Can: TOGO Kuleleri buluşmasının bir veçhesi daha var. Görüşmenin yapıldığı binâ, Mansur Yavaş’la Sinan Aygün arasında bir gerilim konusu. Çünkü TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi, Melih Gökçek zamânında yapılan TOGO Kuleleri inşaatını, îmar planı değişikliğinin kamu yarârına aykırı olduğu gerekçesiyle yargıya taşımış ve binâ mühürlenmediği için ABB’ye dâvâ açmıştı. 2019 yerel seçimlerinden sonra göreve gelen Mansur Yavaş binâyı mühürledi ve yıkım için ihâle açtı. Ancak mahkeme yürütmeyi durdurma kararı verdi, hukukî süreç devam ediyor. Yani TOGO Kuleleri dâvâ konusu olan bir yer. Yani o isimlerin özelliklerinden öte, mekânın da böyle bir problemi var. Meselâ hatırlıyorum, Recep Tayyip Erdoğan, bayağı eski bir zamanda, hattâ o zaman belki başbakan bile değildi, İstanbul’da, belediyeyle çekişmeli olan sorunlu bir otel binâsı vardı. Orada yapılan bir toplantıya, mekânın problemli bir yer olduğu iddiasıyla gitmeyi reddetmişti. 

Bunu şu nedenle söylüyorum: Hem bu görüşmeyi yapmak hem de özellikle o binâda yapmanın bir başka tarafı da var.

Ruşen Çakır: Sembolik de olsa bir anlamı var.

Kemal Can: Evet, bir sürü yerde görüşebilirler. Bir yandan da, bu görüşme aşırı gizli de yapılmamış. Bir tür, bilinsin de istenmiş ve birtakım işâretler de içeriyor diye düşünüyorum. Çünkü bunu hiç kimsenin haberi olmayacak biçimde organize etmeleri hiç zor değil. Bu isimler bu tür şeylere de gayet alışık. Dolayısıyla bu işte biraz öyle bir taraf var.

Şimdi bunun iki cephesi var. Birincisini senin söylediğinden devamla söyleyeyim. İki seçimdir, 2018 ve şimdi 2023 seçiminde, İYİ Parti’nin, kendisi için iddia ettiği politik zeminle, tutunduğu ve tutunabileceği zemin arasında önemli bir açı oluştu. Aslında bu açı başından îtibâren vardı. Çünkü İYİ Parti, zaman zaman iddia edildiği gibi, “Türkiye’de birtakım çevreler toplandılar, bir siyâsî boşluk târif ettiler ve çeşitli kesimler o boşluğa hamle etmek için uzun bir taban çalışması sonrasında bir parti inşâ ettiler” şeklinde ortaya çıkmadı; bunu hepimiz biliyoruz. MHP’de genel başkanlık yarışının devâmı olan bir olağanüstü kongre talebinin sonrasında, Devlet Bahçeli, iktidârın resmî ya da gayri resmî ortağı olmanın ve yargıdaki gücün avantajlarını kullanarak, bu süreci iktidar destekli biçimde durdurup, bu sürecin etkili aktörlerini partiden tasfiye etmeyi başardı. 

O süreç içerisinde, şimdi İYİ Parti’de olan isimlerin önemli bir kısmı; Koray Aydın, Meral Akşener, şimdi nerede olduğunu bilmediğim, ama en azından ikinci turda Erdoğan’ı desteklediğini bildiğimiz Sinan Oğan ve şimdi Zafer Partisi’nin başında olan Ümit Özdağ, genel başkan adayı olarak, olağanüstü kongrede Bahçeli’nin karşısına çıkmak için başlattıkları bir süreçte, mecbûren partileştiler. Sonra bu partiye bir siyâsî taban, bir de oldukça muğlak bir ideolojik rota tâyin edildi. Ama hani, “Bir parti kurduk. Buna da bir taban târifi lâzım, bir de siyâsî strateji lâzım” diye îmal edilen şeyle oluşan şey arasında bir fark var. İYİ Parti, iki seçimde de %10 barajını geçemeyerek, ama daha önemlisi MHP’yi geçemeyerek, asıl tıkandığı duvarın ne olduğunu sanıyorum idrak etti. 

Ama orada da çok ciddî başka bir açmazı var: Artık anketler biraz gözden düştü belki ama, son yapılan çalışmalarda bu trendin, yani MHP’nin oy artışının devam ettiği, İYİ Parti’nin de oy kaybının devam ettiği görülüyor. Dolayısıyla o duvarın yarattığı baraj aşılabilir bir baraj gibi görünmüyor İYİ Parti açısından. O senin söylediğin “Bozkurtlara hamle etmek” meselesi, İYİ Parti’yi MHP’nin milliyetçilikteki rakibi, hep kaçındığı, hep olmak istemediği, yenilginin neredeyse kesin olduğu bir mücâdeleye girmeme niyetinin çok dışına çıktıklarını sanmıyorum. Sâdece tutunmak için, tabanın tutabilecekleri kilit kesimlerini, yani “seküler milliyetçi” diye târif edilen kesimlerini tutmak için bir geçici oda yaratmaya çalışıyorlar. Çünkü bu hâliyle, ister Meclis komisyonlarında bâzı örneklerini görmeye başladığımız gibi… Meselâ, Meclis’te Çocuk Hakları Alt Komisyonu’nda zırhlı araçların çarpması sonucu ölen çocukların araştırılması önerisine, komisyondaki İYİ Partili bir milletvekilinin, “O çocuklar emniyet güçlerine taş atarken mi zırhlı araç altında kalmış?” sorusunu sorması gibi, kendini artık tutamayan, şimdiye kadar ittifak özellikleri nedeniyle birazcık tutmaya çalıştıkları şeyin dışa vurduğu örnekleri bir kenara bıraksak bile, bugün artık Meral Akşener’in konuşmalarında da önümüze gelen şey, yeni bir strateji îmal etmek değil aslında. Ya da bu saatten sonra İYİ Parti, milliyetçilikte MHP’de eskiden yapamadığı yarışa girip kazanabilecek bir pozisyonda değil. Ama başka bir şey târif etme imkânı da yok. O iki arada kalmışlık aynen devam ediyor. Bu da agresyon olarak dışa vuruyor. Meral Akşener, kendisi için çok sinirlendiği parmak sallamayı, neredeyse parmağını hiç indirmeden devam ettiriyor; eski ortaklarına, eski genel başkanlarına, şunlara bunlara ve şimdi artık gazetecilere doğru yayılarak devam ediyor.

Ama bence, özellikle yerel seçim performansına kadar, bir tür, sağlam tutmak, en azından tutabildiği kadar tabanın bir kısmını tutmak ve mümkünse, bazı alanlarda lokal birtakım ittifaklarla varlık göstermek gibi bir geçici strateji söz konusu. Onun da nasıl sonuç vereceğini hep birlikte göreceğiz. Açıkçası, İYİ Parti, altıncı yılında çok pırıltılı bir kutlama yapacak bir noktada değil.

Ruşen Çakır: Evet Kemal, noktayı koyalım. “Haftaya Bakış”ı böyle sonlandıralım. Haftaya tekrar buluşmak üzere deyip, izleyicilere teşekkür edelim. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.