Cumhuriyet tarihindeki farklı siyasi düşünceler ve akımlar neler? Cumhuriyet fikri ne kadar yerleşti? Cumhuriyetçilik diye bir yaklaşım var mı? Sağ-sol ve İslamcılıkta cumhuriyetçilik nasıl yankı buluyor?
Ruşen Çakır, Tanıl Bora ile değerlendirdi.
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Cumhuriyet’in 100. yılı kutlu olsun. Cumhuriyet’in 100. yılı nedeniyle düzenlediğimiz programların bu bölümünde, Tanıl Bora ile Türkiye’deki farklı siyâsî düşünceleri ve akımları konuşacağız. Merhaba Tanıl.
Tanıl Bora: Merhabalar Ruşen.
Çakır: Tanıl Bora deyince akla Cereyanlar geliyor. Seninle bunun üzerine bir yayın yapalım.
Bora: Memnûniyetle.
Çakır: Cumhuriyet’in 100. yılına baktığımız zaman, “Cumhuriyet fikri Türkiye’de yerleşti mi, ne kadar yerleşti? Cumhuriyetçilik diye bir yaklaşım var mı? Ya da sağda, solda, Kürt Hareketi’nde, belki İslâmî Hareket’te Cumhuriyet’e bakış nasıl?” Önce bununla başlayalım. Sonra bütün akımlara göz atmaya çalışalım.
Bora: Cumhuriyetçilik, zikrettiğin Cereyanlar kitabımda ayrı bir akım olarak yer almıyor. Genel olarak cumhuriyetçilik bence Türkiye’de zayıf ve zaafları olan bir fikir. Ben cumhuriyetçilikten, eşit ve reşit yurttaşlar toplumu idealini anlıyorum. Eşit ve reşit yurttaşların siyâsette aktif ve âmir olduğu bir toplum idealini anlıyorum. Bu ideale bağlanmak anlamında cumhuriyetçiliko kadar güçlü değil aslında. Daha ziyâde, biraz devletçiliğin – Türkiye Cumhuriyeti Devleti–, biraz milliyetçiliğin, biraz Kemalizm’in ve laisizmin bir yardımcı kuvveti gibi ya da onun bir sıfatı gibi düşünülüyor. Özerk bir fikir olarak cumhuriyetçiliğin yeterince güçlü olmadığını düşünüyorum. Fakat özellikle bugünkü iktidârın, laisizm ve Kemalizm bağlamındaki Cumhuriyet anlayışıyla bir problemi olduğu ve bununla ilgili bir problem algısı, bir muhâlif hareket bünyesinde aktığı için, bu muhâlefet ve eleştirellik içinde, bu sâhici anlamıyla cumhuriyetçilik, kendine belki önümüzdeki zamanlarda bir mecrâ bulabilir diye ümitlenebiliriz.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Ben şahsen kendimi solculuğun yanı sıra uzun bir süredir cumhuriyetçi olarak da görüyorum. Özellikle de eşitlik, kardeşlik, dayanışma ve özgürlük ilkelerinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bunun, birtakım akımlarda dönem dönem öne çıkabildiğini görüyoruz. Ama bâzılarının bunları kullanmak için kullandığını da görüyoruz. Meselâ bir dönem bunu çok yapıp, sonrasında Türkiye’de kutuplaşmayı tırmandıran bir AKP iktidârı da var.
Bora: Senin de kastettiğin anlamda cumhuriyetçilik fikri, Türkiye’de Cumhuriyet reklâmı olarak, en çok sanayi tesisleri, bayrak, bir de bilimsel teknolojik faaliyetler gösteriliyor ya; belki onlardan daha güçlü bir cumhuriyetçilik sahnesi, Gezi protestolarıdır. Yurttaşların reşit özneler olarak ses çıkardıkları, sahneye çıktıkları, Cumhuriyet târihinin en epik hâdiselerinden, cumhuriyetçiliğinen güçlü sahnelerinden biri belki de odur. Cumhuriyetçilik, eşit, reşit yurttaşlar ve yurttaşçılık anlamında kesinlikle benimsenmesi gereken bir ideal. Mevcut Cumhuriyet’le özdeşleşmekle aynı şey değil.
Cumhuriyet deyince tabiî ki akla Mustafa Kemal Atatürk ve Kemalizm geliyor. Onun değişik versiyonları var biliyorsun: Kemalizm, Atatürkçülük, Post-Kemalizm. Bir de Post-Post-Kemalizm çıktı. Son dönemde, laikliğin sekülerlik olarak daha fazla toplumsallaşması diye bir olay var. Yani laiklikten çok, sekülerlik kavramı kullanılır ve benimsenir oldu. Son dönemde farklı kesimlerden insanların Kemalizm’i ya da Atatürkçülüğü değil de, Atatürk’ü sâhiplenmesini görüyoruz. Özellikle 100. yıl bağlamında bunu çok fazla görüyorum. Kemalizmlerdeki dönüşüm nasıl bir grafik izledi?
Bora: Kemalizmlervurgusu bence önemli. Çünkü gerçekten Kemalizm, monoblok ve târih boyunca aynı kalmış bir yapı değil. Erken Cumhuriyet döneminde bile kendi içinde farklı eğilimler, farklı akımlar vardı ve târihsel dönem içinde de farklılaştı; Birçok Kemalizmden söz edilebilir. Sondan başlayarak düşünürsek, senin de değindiğin Post-Post-Kemalizm, şu bağlamda ortaya çıkmış bir tartışma. Aslında bu tartışmanın iki kanalı var; bence bu, konumuz açısından öğretici. Bunlardan birisi, Kemalizmeleştirileri, Kemalizmi uzun yıllar boyunca sorgulamış olmak, bu iktidârın yaptıkları ettikleri netîcesinde, fren yapma ihtiyâcını doğurdu: “Biz Kemalizm’i eleştirmekle galiba yanlış yaptık; fazla ileri gittik” gibi algılanan bir yanı var. Bir de, benim daha çok benimsediğim, “eleştirinin eleştirisi” kavramı çerçevesinde düşünebileceğimiz, Kemalizm eleştirilerinin de eleştirisinin yapılması ve bunun, daha bâzı dönemsel bağlamları, ayrımları gözeten, teferruata daha dikkatle bakan bir çerçeveye oturması, daha nitelikli bir hâle gelmesi gibi bir anlamı var. Şunu kastediyorum: Az evvel bahsettiğin gibi, sekülerlikle, modernlikle ilgili Kemalizmin mîrâsını da sâdece kendi anlattığından ibâret kabul etmemek.Kemalizm eleştirisini aynı zamanda, Türkiye’de modernliğin, laikliğin, sekülerliğin târihini daha eleştirel bir bakışla ele alabilmek gibi bir ufuk olarak düşünüyorum.
Kemalizmsâdece Kemalizm değil.Kemalizmüst başlığı altında aynı torbaya sıkıştırılmış birçok olgu, birçok târihsel deneyim var. O topyekûn Kemalizm kavramı, bunları kendi gerçeklikleri içinde, kendi târihsel bağlamları içinde ele almamızı engelleyebiliyor. Bu bakımdan da bu eleştirinin eleştirisinin yarârı olduğunu, olması gerektiğini düşünüyorum. Çok kolayca her şeyi Kemalizm torbasına tıkıştırmak ve bir kenara atmak, es geçmek ya da çok indirgemeci ve genellemeci formüllerle ele almak, hem bu memleketi anlamayı hem de geleceğe bakmayı kısıtlayan sonuçlara yol açabiliyor.
Bir de şöyle bir husus var: AKP iktidârında, Atatürkçülüğün, Atatürk’ün, Kemalizmin bir resmî ideoloji olarak benimsenmemesiyle berâber söylenen,“Atatürk’ün sivilleşmesi” diye bir olgu var. Katılır mısın? Daha önce devlet eliyle, ordu eliyle, derin devlet eliyle dayatıldığı iddia edilen bir yaklaşımın, doğrudan sivil toplumun bâzı kesimleri tarafından, kimsenin dayatması önermesi olmaksızın, kendi kendine keşfi gibi.
Bora: Böyle bir eğilim aslında çok uzun bir süredir var. Hattâ 1990’lardan beri olduğunu söyleyebiliriz. Hattâ 12 Eylül dönemine kadar uzatabiliriz. 12 Eylül’ün resmî Atatürkçülüğünden tedirgin olan bir alternatif Atatürkçülüğün o zamandan beri bir hatta olduğunu söyleyebiliriz. Ama şu şerhi de düşmek lâzım bence: Bugünkü iktidar da, Kemalizm ve Atatürkçülüğü ya da ondan anlaşılanı değil, Gâzi Mustafa Kemal figürünü pekâlâ benimsiyor ve bu yolda da, giderek daha fazla adımlar attığını gözlüyoruz. Atatürkçüler açısından bu, beklenmedik birtakım komplikasyonlar çıkarabilir. Soruna dönersem, bu tür aşağıdan yukarıya doğru bir Atatürkçülük eğiliminin oluştuğu doğru. Fakat bunun sivil ve demokratik potansiyeliyle ilgili ayrıca tartışmak lâzım.
Şimdi senin esas alanına gelelim: Milliyetçiliğibiraz konuşalım. Milliyetçilik deyince ilk başta Ülkücü Hareket akla geliyor. Ama aslında büyük bir kesimin benimsediği, meselâ Atatürk milliyetçiliği diye bir kavram var, Ülkücü Hareketvar. Meselâ AKP son dönemde bayağı milliyetçi pozisyonlar alabiliyor. Milliyetçilik, bir ideoloji olarak ve hareket olarak, herhalde Türkiye’de her iktidârın bir milliyetçilik iddiası olmuştur, değil mi? Milliyetçiliğidiline dolamayan bir iktidar pek hatırlamıyorum. Belki AKP’nin ilk yılları, ama onun dışında hatırlamıyorum. Sonuçta milliyetçilik deyince akla öncelikle Ülkücü Hareket’in ve MHP’nin geldiği de bir gerçek.
Bora: Doğru. Ama milliyetçiliğin, kendisini milliyetçi olarak tanımlamayı ya da aslî kimliği milliyetçi olmayan akılların büyük çoğunluğunun bünyesine sızmış birtakım zihinsel kalıpları oluşturan, hakîkaten hegemonik diyebileceğimiz bir baskınlığı var. Hani bu sıradan milliyetçilik kavramı var ya; kendisini illâ milliyetçi sloganlarla, bir milliyetçi doktrinini ifâde etmese bile, o kalıplar içinde düşünmekten çıkamayan… Bu anlamda senin dediğin gibi, sâdece iktidarlar değil, istisnâlar dışında kurumsal muhâlefetler de eninde sonunda o veya bu milliyetçilik anlayışının çerçevesi içerisinde hareket ettiler. Meselâ söz gelimi, AKP’nin ilk dönemi, görece milliyetçiliğe mesâfeli olduğu dönemde de, İslâmî terminolojide de yeri olan “müspet milliyetçilik” anlayışını benimsiyordu. Hatta bu, kısmen Özal’ın, daha ziyâde kendini ekonomik terimlerle ve ekonomik kalkınma iddiasıyla ifâde eden, liberal ekonomik milliyetçilikle de bağdaşan bir tarafı vardı.
Ama eninde sonunda, adlandırılsın veya adlandırılmasın, milliyetçiliğin dışına çıkarak siyâset eden, bir şey söyleyen siyâsî akımlar hakîkaten çok istisnâî memlekette. Bu, ülkücü milliyetçi hareketin hem gücü hem güçsüzlüğü. Bir yandan, herkesin adını koyarak veya koymayarak paylaştığı bu zihinsel evrenin telif hakkına sâhip olma iddiasındalar. Bir yandan da, o telif hakkına sâhip olmanın ötesinde, somut bir siyâsî iddia, bir içerik koymak bakımından da, doğrusu çok güçlü değiller. Bence onların yapısal paradoksu burada.
Ülkücü harekete ayrıca bir parantez açalım. Bunu Kemal’le (Can) de çok konuştuk yayınlarımızda. MHP var, İYİ Parti var, Zafer Partisi var, Büyük Birlik Partisi var, Millî Yol Partisi var ve belki de benim şu anda aklıma gelmeyen başka partiler de var. Bunların hepsi MHP’den çıktı. Tabii MHP daha güçlü duruyor, iktidârın bir parçası. Büyük Birlik Partisi de aslında iktidârın parçası, ama çok etkisi yok. Peki, bu nasıl oluyor? Yani bu hareketin nasıl bir dinamiği var ki hem bu kadar parçalanıp hem de hep bir şekilde…
Şöyle söyleyeyim: İktidârın da, muhâlefetin de önemli iki unsuru oluyorlar, yani her yeri kontrol ediyorlar sanki. Biraz basitleştirmiş gibi oluyorum, ama özellikle belli bir târihten sonra, 70’li yıllardan îtibâren “devlette kadrolaşma” meselesi hep söylenir. O zamandan bu zamâna, ülkücülerin devlete ulaşmasının önünde çok fazla bir engel olmadı. Hele şimdi Fethullahçıların tasfiyesinden sonra, tekrar önleri iyice açıldı. Dolayısıyla, meselâ İYİ Parti’ye yakın bir ülkücü, devlete ulaşabiliyor; Zafer Partisi’ne yakın bir ülkücü de ulaşabiliyor; MHP’li zâten ulaşıyor. Böyle garip bir şekilde, Türkiye’deki merkez siyâseti ipotek altına almış gibi bir görünüm var sanki.
Bora: Bunu açıklayabileceğimiz iki etken geliyor aklıma. Birincisi, az evvel de konuştuğumuz, gerçekten milliyetçiliğin her yerde hâzır ve nâzır, zorunlu hareketler teşkil eden, bir zarûrî ideoloji olarak muazzam baskınlığı. İkincisi de, 60’lara kadar uzanan müthiş bir kadrolaşma geleneği var tabiî ki. Neredeyse kesintisiz olarak sürmüş, güçlü bir himâye ile başlamış ve devam etmiş, çok köklü ve güçlü bir kadrolaşma geleneği var.
Şimdi oradan komşu ideolojiye, benim kıta sahanlığıma gelelim ve İslâmcılık diyelim. Seninle yayından önce de, “İslâmcılık bitti mi bitmedi mi?” konusu üzerinde biraz konuştuk. Ben son dönemde bu konuyu, görüştüğüm İslâmcılarla ya da eski İslâmcılarla da konuşuyorum. Gerçekten ilginç bir durum var. Meselâ geçenlerde Ertuğrul Zengin’le, İletişim Yayınları’ndan çıkan Akıncılar kitabı üzerine bir yayın yaptım. O hâlâ İslâmcı bir duruşta. Kitapta dile getirilenlere ve bugün yaşananlara bakılınca iki ayrı dünya gibi geliyor. Hattâ hep, “O günün İslâmcıları bugün olsa çok sıkı muhâlif olurlardı” denilir — ki büyük bir kısmı şimdi iktidârın parçası. Bu, İslâmcılığı etkisiz mi kıldı? Yoksa tam tersine muhâlefetteyken ayrı iktidardayken ayrı olabilen bir ideoloji miydi? “İslâmcılık hâlâ güçlü bir şekilde var, ama iktidarda olduğu için, o eski, bildiğimiz İslâmcılık gibi değil’’ mi diyeceğiz?
Bora: Bana şöyle görünüyor. Aslında bir yandan İslâmcılık hiç de bitmiş gibi görünmüyor. Çünkü bir sürü mahfil var. Hattâ entelektüel canlılık bakımından bakarsan, bir İslâmcılık evreni var. Fakat bir yandan da, senin bahsettiğin o canlı ve hareketli olduğu dönemde, kendi câmiası dışına bir şey söyleme iddiası vardı ve o söz, bir şekilde benimsense de benimsenmese de, kendi dışındaki câmialara ulaşıyordu. En azından bütün dünyaya dâir bir iddiası var gibiydi. Ama şu anda öyle bir şey yok; kendi evreni içinde, kendi arasında konuşuyor.
Bir de siyâsî açıdan şöyle bir noktaya daralmış durumda bence: Hani şöyle bir şiar vardır: “Müslüman bir emir hükmediyorsa, tamam, o İslâmî bir yönetim demektir, gerisini çok fazla kurcalamaya gerek yok.” Buna sığınmış, bu şiardan ibâret ve bir de “zarûret haramı mubah kılar”dan ibâret ve bu anlamda da çok güçlü bir oportünizme sıkışmış durumda siyâsî açıdan. Bize “bitti” dedirten, ufkunun bittiğini söyleten şey bu. Kitle olarak, iç dünyası olarak, nüfus olarak, faaliyet olarak bitmiş değil. Ama dediğim gibi dünyaya söyleyeceği etkili bir söz yok.
Türkiye’de İslâmcılık, milliyetçilik, değişik dönemlerde hep vardı. Osmanlı’nın son yıllarında da vardı; ama son dönemde, Cumhuriyet’in belli bir döneminde, özellikle 60’lar, 70’ler, 80’lerin başına kadar, sol ciddî bir şekilde etkili oldu. Ama sonra solun büyük ölçüde geri çekilmesi ya da uğradığı baskılar sonucu dağılmasıyla berâber, solun küllerinden sanki bir Kürt Hareketi doğdu. Çünkü Kürt Hareketi’nin önde gelen kadroları, zamânında sol hareket içerisinde yer alıyordu. Onun yerini aldı gibi bir görünüm var. Bu görünüm aldatıcı mı?
Bora: Değil aslında. Birincisi, senin dediğin gibi, öyle bir devamlılık ve kökteşlik olduğu için aldatıcı değil. Bir de, mazlumla dayanışma, var olma ve kimlik hakkı tanınmayanların tanınma mücâdelesi, solun yapısal bir meselesi. Bir komşuluk değil bu. Sol açısından, doğrudan doğruya evin içindeki bir mesele. Dolayısıyla, söylediğin bu devamlılık çok doğru.
Biraz spekülatif bir şey söylemek istiyorum: Solun ders çıkarmak açısından bakacağı dönem, 1960-80 dönemidir. Özellikle de en canlı ve güçlü, kitleselleştiği dönem 70’ler. Fakat ders çıkarmak için bakılacak olan şey bu dönemde sâdece pratik, düşünce değil. Düşünce için o Altın Çağ’ın biraz gerisine gitmek gerekiyor. Bana öyle geliyor ki Türkiye’de solun kendi mîrâsının muhâsebesini yaparken, eylem ve pratik olarak o Altın Çağ’ın muhâsebesini yapmak, ama düşünce olarak daha ziyâde, onun daha eskisindeki, 40’lar 50’ler 60’ların düşünce mîrâsına bakılması gerekiyor.
Solun bıraktığı yerden yükselen bir başka hareket de Kadın Hareketi. Tabiî bunu sâdece solla açıklamak çok büyük bir haksızlık olur. Türkiye’de 80 sonrası, solun kendini arayışa geçtiği dönemde, kendini solda tanımlayan birçok kadının kadın hareketine yöneldiklerini gördük; bir anlamda öncüleri oldular. Tabiî bu onlarla başladığı anlamına gelmiyor. Açıkçası, Türkiye’de Sol Hareket’le Kadın Hareketi’ni kıyaslayacak olursak, Kadın Hareketi bence çok daha ileri bir yerde duruyor.
Bora: Katılıyorum. Burada da gerçekten feminizm ve kadın hareketinin özerk varlığı ve özerk târihi var. Fakat aynı zamanda dolaysızca, solun târihiyle birlikte ele alınması gerekir ve ona da tamâmen katılıyorum. Tıpkı senin dediğin gibi, oradan doğduğu için değil ama “sol” diye bir şey varsa, onun temel talepleri ve rûhuyla özdeşleşen bir dâvâ olduğu için orada. Feminizm, özellikle Türkiye’de toplumsal yapıya, resmî târihe, toplumsal târihe, toplumsal ilişkilere, her şeye bakarken, o gözlüğe yeni bir mercek takmak zorunluluğunu öğretti ve öğretmesi gerekiyor — eğer hâlâ öğretmediyse. Sâdece kadın konusuyla ilgili müstakil bir başlık açmanın ötesinde, her meseleye bakışta yeni bir mercek takmak gerektiğini, toplumsal cinsiyet merceği takmak gerektiğini öğretti. O bakımdan, bütünlüklü bir dönüşümü, “devrimci” denebilecek bir düşünsel dönüşümü berâberinde getirdi. Son 20-30 yıldaki fikrî açıdan en tâze müdâhale.
Düşünce târihi senin çok hâkim olduğun bir alan. Ama özel olarak Türkiye’de ve Cumhuriyet dönemindeki siyâsî düşünce târihine hâkim birisi olarak, cereyanlar, akımlar var, bir de Osmanlı’nın sonlarından îtibâren, Türkiye’nin değişik dönemlerine damga vurmuş birtakım düşünürler, sanatçılar var. Meselâ bir Nâzım Hikmet, insanların düşünce hayâtında birçok düşünürden çok daha etkili olmuş birisi bence. Ama onun ötesinde, gerek sağda gerek solda, milliyetçi hareket ve İslâmî hareket içerisinde, hep entelektüel, yalnız kahramanlar olsa da, hep böyle bir şey olmuş. Ama galiba artık pek böyle bir şey kalmadı.
Meselâ ben Âyet ve Slogan kitabımda İslâmcı entelektüellere bir bölüm ayırmıştım ve bayağı altını çizmiştim. Ama şimdi geride hiçbir şey kalmadı. Şimdi imkânlar daha fazla; para var pul var, internet var, sosyal medya var, ama “İslâmcılar ne tartışıyor?” diye bakabileceğin bir yer var mı Tanıl?
Bora: Çok aramak lâzım, evet.
Benim yok. Ya da “Şu kişinin kitabı çıkmış, alıp okuyalım, bakalım ne diyor?” diyeceğimiz yazar da kalmadı.
Bora: Evet, ama bunun cevâbı, “Artık yüksek entelektüel çıkmıyor” değil. Sâdece Türkiye’de değil bütün dünyada güçlü bir anti-entelektüalizm var. Entelektüel faaliyet, entelektüeller, bundan 10-20 yıl önce olduğu kadar saygın değil. Kimse onları o kadar merakla dinlemiyor. Muazzam bir hızla deveran eden müthiş bir söz yığını var ve herkes daha kısa, daha pratik, daha vurucu, daha ilginç, daha eğlenceli bir şey duymak istiyor ve hızla duyup, işitip devam etmek istiyor. Entelektüel etkinlik biraz zaman, biraz mesâfe ister. Kimsenin ona vakti yok. Böyle bir zamanda yaşıyoruz. Bunun da berâberinde getirdiği bayağı bâriz bir anti-entelektüalizm var.
Günümüzün yeni sağına baktığımız zaman, faşizan popülizme baktığımız zaman, onun en önemli unsurlarından biri anti-entelektüalizm. Bunun müthiş bir aşındırıcı etkisi var; bunu da hesaba katmak lâzım. Yani sâdece düşüncenin kendi zayıflığıyla ilgili ya da dediğim gibi, eskisi gibi parlak entelektüeller çıkmamasıyla ilgili bir sorun değil bu; yapısal bir sorun bence.
Peki bu yapısal sorunu da düşündüğümüz zaman, Türkiye’nin yeni yüzyılına ne tür akımlar damga vurur? Yine eski kaldığımız yerden mi devam edeceğiz? Yani milliyetçilik hep olur, Kürt Hareketi hep varlığını sürdürür, Kadın Hareketi güçlenir ya da yoluna devam eder. Sol ne olacak? Sol ayağa kalkabilecek mi?
Bora: Geleceğe dâir gerçekten hiçbir iddialı söz söyleyemiyorum. Ama tabiî ki hiçbir şey yok olmaz; öyle veya böyle, biçim değiştirerek de olsa devam edecek. Bütün dünyada, bir yeni ırkçılık biçimini de alan, bir kültürel ırkçılık biçimini alan, “faşizan popülizm” olarak da tanımlayabileceğimiz bir milliyetçilik kendisini göstermeye devam edecek. Ben, bütün dünya için temel belânın bu olduğunu düşünüyorum. Türkiye için de geçerli bu. Buna karşı bir sözün, muhâlefetin, hayat tarzının, iddianın öyle veya böyle güçlenmesi, uyanması, ayakta durması hakîkaten insanlık sorunu bence. En genel anlamıyla Sol’danben bunu anlıyorum. İllâ belirli bir düşünsel mîrâsa dayanmasından bağımsız olarak, temel meselenin bu olduğunu ve geleceğe dâir bir umut yaratmak; “Nasıl bir dünya istiyoruz, nasıl bir toplum istiyoruz?” ümidini öyle veya böyle büyütmek olduğunu düşünüyorum.
Yeni-Irkçılık dediğin olguda şöyle bir şey görüyorum: Hani sâdece “Sağcılar böyle” diyemiyorsunuz. Meselâ Türkiye’de son yaşanan büyük göç dalgasına verilen tepkilere baktığımda, eskiden bildiğimiz sağcısı, solcusu, İslâmcısı, hattâ kimi durumda bâzı Kürtler… Sanki böyle bir koalisyon olduğunu gözlemliyorum.
Aslında Avrupa’da da böyle. Avrupa’daki yeni sağ hareketler ya da Neo-Nazihareketler, sâdece ve sâdece tescilli sağcıların dönüşmesi değil, başka yerlerden de çok sayıda insan devşiriliyor. Böyle bir olaya karşı, solun ya da İslâmcılığın ya da başka bir şeyin tek başına mücâdele edebilmesi sanki çok mümkün değil gibi.
Bora: Her kim olursa olsun, insanlık ortak paydası dışına birilerini atmaya, birilerini o parantezin dışına çıkarmaya dönük, çok farklı mecrâlardan, çok farklı geçmişlerden gelen, çok farklı söylemlerle kendini ortaya koyan korkunç bir çeşitlilik var. Temel nokta bu. O insanlık ortak paydasının dışına kimseyi çıkartmama irâdesini, o insanlık ortak fikrini bir şekilde güçlü tutmak. Üstelik bu Yeni-Irkçılık, sâdece bu örtülü, sıradan, “Aslında ben ırkçı değilim” gibiifâdelerle kendini ortaya koyan bir cephesi olduğu gibi, bundan hiç sakınmayan, küstahça,“Ne varmış yani?” diye ortaya koyan bir çehre de edinmeye başladı; onu da biliyoruz.
O zaman tekrar başa dönebiliriz. Yeni-Irkçılığa karşı Cumhuriyet fikri aslında iyi bir ortak payda olabilir herhalde. Tabiî Cumhuriyet’ten kasıt, “güçlü devlet” gibi bir sınırı olmayan, otoriter olmayan, kapsayıcı bir Cumhuriyet fikri.
Bora: Evet, ben de ısrarla aynı formülü tekrarlıyorum: “Eşit ve reşit yurttaşlar toplumu” fikri temelinde cumhuriyetçilik. Bu bakımdan gerçekten tâzelenmesi ve yeniden canlanmasını ummamız gereken bir fikir.
Cumhuriyet’le başladık, Cumhuriyet’le bitirelim. Yüzüncü yıl için bir şey demek ister misin? Açıkçası, Cumhuriyet’in 100. yılını görebileceğimi hiç sanmıyordum. Gördüm ve garip bir duygu içerisindeyim. Aslında duygularımdan emin değilim, ama sana sorsam ne dersin?
Bora: Ben de duygularımdan emin değilim. Duygulanmaktan çok düşünmek daha işimize yarar gibi geliyor.
Tanıl, çok sağ ol. Tanıl Bora’yla, Cumhuriyet’in 100. yılında Türkiye’de siyâsî fikirler ve siyâsî hareketleri konuştuk. Kendisine çok teşekkür ediyoruz.
Bora: Benteşekkür ederim.
Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler. Cumhuriyet’in 100. yılı kutlu olsun.