Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Öner Günçavdı yazdı: Hukuk tesis edilmeden ekonomi rayına oturur mu?

Herhangi bir iktisadi faaliyete yönelik planlama yapıp hedefler oluştururken, ilk önce o politikaların uygulanacağı kurumsal çerçevenin nasıl bir çerçeve olduğunu ve sınırlarının nasıl belirlendiğini bilmek önemlidir. Zira bu sınırları bilmezseniz eylemlerinizin de sınırlarını oluşturmak mümkün olmaz. Kendi eylemlerinizin sınırlarını, salt kendi kişisel yararlarınızı dikkate alarak belirlediğinizde; toplumsal yararların karşı karşıya gelmesi kaçınılmazdır. Kişisel menfaatlerin toplumsal yararların üzerine tutabilmek ise sürdürülebilir bir durum olmayacaktır. İşte hukuk, kişi ve toplumsal yararlar arasındaki dengeyi sağlamak suretiyle toplumsal refahı optimize etmeyi amaçlamaktadır. Hukukun olmadığı ve bireysel yararların önem kazandığı durumlarda toplumsal faydanın maksimize edilmesi mümkün olmayacaktır. Bu hukuksuzluk aynı zamanda toplumların yoksullaşmasının ve toplumdaki eşitsizliklerin kaynağı olacaktır.

Ekonomi politikalarının belirlenmesi ve uygulanmasında ekonomi-hukuk ilişkisi bakımından ikinci önemli konu ise, ekonomide alınacak kararların “meşruiyetinin” kaynağının ne olacağına karar verilmesidir. Bir eylem ve kararın meşruluğu göreli bir durumu tanımlamakla birlikte, toplumsal açıdan buna karar verilmesi toplum tarafından üzerinde fikir birliğine varılmış birtakım “kriterleri” oluşturmayı gerekli kılar.

Bu aynı zamanda siyasi kararlar neticesinde şekillenecek politikalara meşruiyetin nasıl sağlanacağıyla da ilgilidir.

Ekonomide kaçınılmaz olarak kurallara ihtiyaç vardır. Özellikle de sermaye için. Ekonomisi dünyaya açık olan bir ekonomiyseniz, ülkenizdeki iş pratiklerinin ve bu pratiklere dayanak teşkil eden kuralların diğer ülkelerdekiyle benzer olması istenir. Yabancı sermayeye ihtiyacınız varsa, bu bir o kadar daha zaruridir. Zira yabancılar, kendi geleceğini yatırım yaptığı ülkenin geleceğine tabi kıldıkları bir ortama güven duymak, o ortamda “yabancılık” çekmemek isterler. Bu yüzden kendi ülkelerindeki kurumsal yapılarına ve iş pratiklerine benzer pratiklerin yapıldığı bir ortam onlara güven verir. O yüzden de küreselleşme çağında hem ekonomik politika uygulamaları hem de ülke ekonomilerinin kurumsal yapıları birbirine benzer.

Amaç tamamıyla yabancı sermayeyi evinde hissettirmektir.

Bu bağlamda sermaye için en önemli güvenceyi hukuk oluşturur. Bu yüzden de hukukun evrensel sınırları içinde sermaye için güvence verilmeye çalışılır. Bu güvence, hem ülke içindeki diğer kesimlerle ilişkiler, hem de yabancısı oldukları devletin kendi aleyhlerine yapması olası tasarruflara karşı güvenceleri kapsar.

Ekonomi açısından hukukun bir diğer önemi ise, ekonomide alınan karar ve uygulamalara meşruluk kazandırmasıdır. İnsanlık tarihi boyunca yönetim erkine meşruluk kazandıracak kaynaklar konusunda birçok arayış olmuştur. Bu kaynaklık fonksiyonu bazen ilahi güçlerde aranmış ve o güçlerin iradesini iktidar odaklarına tercüme edecek bir “ruhban bir sınıf” meşruluğun sınırlarını belirler konuma gelmiştir. Bunun en güzel örneği Hristiyanlıktaki “Papalık” kurumudur.

Bir diğer örneği ise, İngiltere’de VIII. Henry ile Roma arasındaki çıkan görüş ayrılığının sonucunda Anglikan Kilisesi’nin kurularak, İngiltere krallarının iktidar erkine yönelik yeni bir meşruluk kaynağının oluşturulmasıdır.

Günümüz Türkiye’sinde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kısmen bu fonksiyonu yerine getirmeye çalışması gözlerden kaçmamaktadır. Bu da ülkemizde son zamanlarda iktidarların özellikle toplumsal hayatı dizayn etme konusunda kendileri için yeni meşruluk kaynakları yaratma çabalarına örnektir. Ancak ülkemizde bu konudaki sorun, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın toplum nezdinde karşı karşıya kaldığı düşük kapsayıcılık ve temsil kabiliyetidir. Geçmişte ise Şeyhülislamlık müessesesi de padişahın yönetim erkine meşruluk sağlayacak dayanak teşkil etmiştir. İktidarın aldığı kararlara insanların “itaat” etmelerini sağlamak, bu kararların meşruluğunu din, gelenek ve göreneklerden gelen kurallara dayandırarak sağlanmıştır; sağlanmaktadır.

Ancak sanayi devrimi sonrası dünyasında iktidar erkleri meşruiyetlerini farklı toplumsal kesimlerle yapılması zaruri hale gelen “toplumsal sözleşmelere” dayandırılmak zorunda kalınmışlardır. Günümüz dünyasında bu toplumsal sözleşme ülkelerin anayasalarıdır. Bu yüzden anayasal rejimler aynı zamanda egemenliğin millette olduğu rejimler olarak 20. yüzyılda yükselişe geçmiştir.

Anayasal rejimlerde her uygulamanın, her bir yasanın, yönetmelik ve tüzüğün kaynağı anayasadır. Bunlardan hiçbiri, anayasada toplumun üzerinde anlaşılmış olduğu hükümlere aykırı olamaz.

Peki, olursa ne olur?

Elbette yapılmış olan toplumsal sözleşme ihlal edilmiş olur. Bunun neticesinde anayasa hükümlerine uymayanların siyasi ve/veya hukuki bir yaptırımla karşılaşmaları gerekir.

Anayasalar ve ondan kaynaklanan yasalar aynı zamanda ülkede iktisadi faaliyetleri yapanların bugün ve gelecekteki hak ve sorumluluklarının sınırlarını belirler. Onların alacakları ekonomik kararların meşruiyet sınırını yasalar oluşturur.

Hukuk sayesinde yatırımcı ve iş insanları kendi faaliyetleri ve yönetim pratikleri bakımından toplum nezdinde “şeffaflık” sağlarlar.

Ama çok daha önemlisi ekonomide “öngörülebilirliğin” de en önemli teminatı hukuktur.

Sermaye açısından geleceğin öngörülebilir olduğu bir iktisadi sistemde “beklenti oluşturabilmenin” kuralları açıkça ortaya konulmuş demektir.

Türkiye gibi kuralların ve kurumsal uygulamaların sıkça değişkenlik gösterdiği bir ekonomide geleceğe yönelik istikrarlı ekonomik beklenti oluşturmak mümkün olmayacaktır.

Tüm bunlardan çok daha önemlisi ve günümüz ekonomilerindeki kurumsal yapıların vazgeçilmez özelliklerinden biri olan “sermaye birikiminin” de meşruluğunu sağlayan hukuktur.

Sanayi devrimi öncesi ülkelerdeki değer üretiminin en önemli kaynağı topraktır ve bu değer el koyabilmek de toprak mülkiyeti üzerinden sağlanabilmektedir. Doğal olarak bu mülkiyetin meşruluğu ilahi güçlere dayanılarak sağlanıyordu. Sanayi devrimiyle birlikte öncelikle değerin kaynağı sermaye sahipliliği ve sermaye birikimi olmaya başladı. Emek özgürleşti ve toprak mülkiyetin verdiği tekel gücünün el koyabileceği değer miktarı da azaldı. Bu durum ekonomik olarak toprak mülkiyetinin önemini ve buna imkân sağlayan ilahi güçlere dayanarak meşruluk arayışını da önemsizleştirdi. Onun yerine özgürleşen emek ve toprak kadar sabit olmayan sermaye sahipleriyle yapılacak toplumsal sözleşmelerin önemi artmaya başladı. Böylece meşruluğun kaynağı göklerden yeryüzüne indi.

En son Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi (AYM) arasında yaşanan kriz ile ülkemizdeki alt mahkemelerin “belli konularda” anaysa hükümlerine uymalarının gerekli görülmediği bir durum ortaya çıkmıştır. Bu kriz sonrası sanki ülkemiz “tercihli hukuk devleti” diyebileceğimiz keyfi bir rejime dönmüş gibi bir algı oluşmuştur.

Dahası, pratikte anayasanın kaynaklık ettiği tüm yasalar geçerliliğini yitirmiş ve ülke genelinde alınan kararlarda bir meşruiyet sorunu oluşmuştur.

Ayrıca bu meşrutiyet sorunu sebebiyle ekonomide ortaya çıkan belirsizlikler geleceğe yönelik beklenti oluşturmayı çok daha zorlaştırmıştır. Hatta imkânsız hale getirmiştir. Bırakın yabancı sermayenin ülkemizde yatırım yapmasını, yerlinin bile geleceğe yönelik uzun erimli beklenti oluşturması zorlaşmıştır.

Böyle fiili olarak hukuk sisteminin tartışmalı olduğu bir ortamda yabancı yatırımcı beklemek aşırı iyimserlik olmaz mı?

Bırakın yabancı sermayenin ülkemiz gelmesini, böyle bir fiili “hukuksuzluk” ortamında sermaye birikimi yapabilmek için yerliler bile yatırım yapabilir mi?

Aslında tüm bu soruların cevabı, en son açıklanan “vergi rekortmenleri” listelerinde bugüne kadar görülmemiş sayıda kimsenin isimlerini saklamak istemesinde gizli.

Sizce neden gizliyorlar?

Yargıtay hâkimleri kendileri bakımından son derecede basit görülebilecek bir itaatsizlik yaparak ekonomide yol açılabilecekleri domino etkilerini hesaplayabilmiş değiller. Dahası bu kararı almadan çok daha önceleri ülkede bozulmuş olan gelir dağılımı ve artan yoksulluğun kendi elleriyle yaratılan anayasal boşluk ve hukuk kriziyle daha da kötüleşeceğini tahmin etmemişlerdir.

Bugün Sayın Mehmet Şimşek ve ekibinin enflasyon ile mücadelede en çok zorlandığı geleceğe yönelik beklentileri yönetmek ve ekonomi yönetime yönelik güveni arttırmak konularında da bu son yaşandığımız “hukuk krizi” olumlu olmamıştır.

Aslında Yargıtay’ın saygıdeğer üyeleri aldıkları bu kararla sadece hukuki manada bir itaatsizliğe imza atmış değiller. Aynı zamanda Türk halkının çok uzun süre katlanacakları büyük ekonomik maliyetlerin doğmasına da yol açmışlardır.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.