Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ruşen Çakır’ın konuğu Diler Bulut: Türkiye’de linç kültürü

Linç nedir? Linç kavramı ne zamandan beri hayatımızda? Türkiye’de linç kültürü hangi boyutta?

Diler Bulut, İletişim Yayınları’ndan çıkan kitabı Linç, Toplum ve Devlet’i ve Türkiye’deki linç kavramını örneklerle Ruşen Çakır’a anlattı. Bulut, kitabında Türkiye’de linç olgusunu, gerek sosyolojik açıdan, gerek devlet rejimi açısından analiz ediyor. Hukuki pratiğe, faillerin ve mağdurların algılarına, açıklama ve meşrulaştırma biçimlerine eğiliyor.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. Linç konusunu konuşacağız. Türkiye’de linci konuşacağız. Bu konuda çok yeni çıkmış bir kitap var ve bu kitap aslında bir doktora tezi. Diler Bulut’un Linç, Toplum ve Devlet (İletişim Yay, Ocak 2024) kitabı. Diler Bulut stüdyoda konuğumuz. Hoş geldiniz.

Diler Bulut: Hoş bulduk.

Çok yeni, Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji bölümünde 2023’te kabul edilmiş bir tez ve hızlı bir şekilde de kitaplaşmış. Öncelikle tebrik ederim. Şunu sormak istiyorum: Bu zor bir konu, neden böyle bir konuyu çalışmak istediniz? Yani özellikle Türkiye gibi bir yerde çok karşılığı da olan bir çalışma, ama bir yığın da riski var sanki.

Diler Bulut: Elbette. Öncelikle ben de dâvetiniz için teşekkür ederek başlayayım. Bir kişisel sebebi olduğunu söyleyemem. Sosyolojik bir meraktan ortaya çıktığını söyleyebilirim. Benim üniversite yıllarım 2000’li yılların başlarına denk geliyor ve o târihten îtibâren biraz böyle linç olaylarını haberlerde, gazetelerde gördüğümde hep şunu fark ediyordum: Belli bir şablonu tekrar ediyor linçler. Haber verilirken de kamuoyunda ele alınırken de, işte, “Bu vahşi, barbar, medeniyet dışı bir şiddet eylemi”. Ama bir taraftan da hep tekrar ediyor. Öfkeli kalabalıkların, kontrolsüzce hareket eden öfkeli kalabalıkların eylemi olarak tanımlanıyor. İşte, kınanıyor, kabul edilemez varsayılıyor; ama böyle görüş ufkumuza bir doğa olayıymış gibi girip sonra çıkıyor. Ve sanki biz bir yenisi gelene kadar onu unutuyoruz. Çok dayanılacak görüntüler de değil. İzlemesi de çok kolay değil. Kısaca o vahşet, şiddet anlarına bakıp sonra kafamızı çeviriyoruz. Ama bu sürekli tekrar ediyor. Resmî söylemde, kamuoyunda da bu olay daha çok münferit, tek seferlik, birbiriyle ilişkisiz konularmış gibi tartışılıyor. Ama şunu düşündüm ben bir süre sonra bu haberleri tâkip ede ede: “Peki niye o zaman bu kadar tekrar ediyor, bu kadar sebepsiz ve tek başınaysa?” ya da “O halde belli kalıpları tekrar ediyor, belli zihniyet yapılarına, târihsel anlatılara, belli toplumsal kabullere dayanıyor olabilir mi” sorusunu sordum.Bu soruyu sorarken de az önce siz de söylediniz, evet, zor bir konu. Türkiye’de de çok çalışılan bir konu değil açıkçası. Belki bu zorluktan kaynaklanıyor çok çalışılamaması. Bir kısmı akademi dışı üretimler var. Daha ağırlıklı olarak teorik tartışmaların yapıldığı bir hat. Bir de üniversitelerde yüksek lisans, doktora tezleri. O da ağırlıklı olarak sosyal medya linçlerine odaklanıyor. Benim fark ettiğim, bu alanda çok konuşulmayan bir alan diye gözlemlediğim kısımsa linç edenler ve lince uğrayanların kimler olduğu.Bunlar niye bu şiddete mâruz kalıyorlar ya da linç edenler niye bu eylemi yapıyorlar? Gerekçeleri ne? Hangi sebebe dayanıyorlar? Bunu nasıl açıklıyorlar? Ya da ne tür yaptırımlarla karşı karşıya kalıyorlar? Biraz buna bakmak. Aslında biraz daha sosyolojik bir bakışla içeriden bakmaya çalıştım taraflar ne diyor diye. Çok kolay olduğunu söyleyemem. Orada da nasıl bir yol, yöntem izlemeliyim diye uzun yıllar düşündüm aslında. Çalışma belki kısa sürede kitaplaştı ve yazıldı; ama benim bu konuyla ilgili çalışma sürem, 10 yıla yakın bir süreden bahsedebiliyorum. Nereden ulaşabilirim, nasıl konuşabilirim? İşte, linç edenler bu konuyla ilgili bir şey söylerler mi? Ya da “Mağdurlar konuşurlar mı?” sorusunu sordum.Mağdur tarafına ulaşmak biraz daha kolay. Onlar daha kendilerini ifâde ediyorlar; ama sanıklar açısından ulaşılabilirlik çok kolay değil. Onun için de en uygun malzemenin, materyalin dâvâ dosyaları olduğunu düşündüm. Doğrudan konuşma imkânımız yok, ama mahkemede onların verdiği ifâdeler, onların zihniyet yapılarını, bakış açılarını, gerekçelendirmelerini yansıtır diye düşündüm. Esas sorun da aslında biraz böyle şiddet taraflarıyla konuşulabilir mi, tartışılabilir mi, sorgulayabilir miyiz gibi bir niyetle ortaya çıktı.

Şimdi linç denince tabiî ilk akla gelen Amerika Birleşik Devletleri, orada siyâhîlere karşı yapılan, özellikle asılmaları, idâm edilmeleri vs. diye geliyor. Ama bunun herhalde bir târihi var ve kavramın gelişmesi belki daha geriye gidiyordur. Bu konsept nasıl giriyor dünyanın gündemine?

Diler Bulut: Elbette, yani adına linç demeden önce de işte Roma’da, belki Antik Yunan’da, Orta Çağ’da linç benzeri şiddet eylemlerinin olduğundan bahsediliyor. Ama linci tam bir kavram olarak bu hâliyle kullanacaksak, lincin modern bir kavram olduğunu söylemeliyiz. Niye modern? Onu da tanıma dönerek bakmak gerekiyor. Çünkü bir lincin gerçekleşmesi için bir devlet yapısının, bir yasal yapının, yani hukukla belirlenmiş sınırları olan bir devletin olması gerekiyor. Ve o devlete karşı çıkan, onun adâlet anlayışına karşı kendi adâletini tesis etme iddiasında olan bir kitlenin olmasıgerekiyor. O bakımdan linç, modern devletin bir organı ya da unsuru diye söyleyebiliriz. 

Sonuçta kendi adâletini tesis etmek istiyorlar. Kendilerini mağdur görüyorlar, birilerini suçlu görüyorlar değil mi? Senaryo genellikle böyle.

Diler Bulut: Evet, gerekçelendirmede genellikle böyle bir işleyiş var. Yani: “Benim hakkım yeniyor, benim üstünlüğüm elimden alınacak, imtiyazlı konumumu kaybedeceğim, ayrıcalıklarımdan mahrum olacağım. Yeni gelenler” –ya da işte bu azınlıklar kimse düşman olarak addettiği– “benim alanımı, sınırımı, âidiyetimi bozacak, yıkacak, tahrip edecek” gibi bir kaygıyla, evet, genel olarak da bir mağdûriyet anlatısının eşlik ettiği bir kaygıyla hareket ediyorlar.

Ama sonuçta linci yapanlar, hem linci yapabilmeleri için sayıca kalabalıklar; ama o bulundukları toplumsal ortamda da çoğunlukta olanların sayıca az olanlara yönelik bir faaliyeti.

Diler Bulut: Evet, tamâmen aslında eşitsiz bir şiddet eylemi. Yani linci tanımlarsak, aslında biraz belki tanımdan gidersek daha açıklayıcı olur. Linç bir kitle eylemi; ama her kitle eylemi linç olmak zorunda değil. Kitle eylemlerinden linci ayıran şey; lincin bir şiddet barındırması içinde, kendisinin çoğunluğu temsil ettiği düşüncesiyle kitlenin onun dışında kalanlara yönelttiği yasadışı şiddet linç. Bu şekilde çerçeveleyip tanımladığımız zaman, zâten aslında çoğunluğun, biz olanın bizden olmayana yönelik dışlayıcı tüm pratikleri, yok sayıcı, ayrıştırıcı tüm pratikleri de linç bağlamında değerlendirilebilir. O bakımdan kavrama ilişkin tanımlamalarda da çeşitlilik var ve çok geniş bir aralıkta düşünülmesi gerekiyor zannediyorum. 

Şimdi aklıma… Tam Türkçe’de nasıl deniyor? Pogrom var bir de. 

Diler Bulut: Evet.

O da benzer bir şey, ama sanki linçten daha farklı, daha organize, daha bir kurumlar üzerinden giden bir şey mi?

Diler Bulut: Evet, öyle tanımlanıyor. Yani o kavramlar Türkçe’de özellikle çok çok ayrılmış değil, ama “pogrom” dediğimizde benim aklıma 1934’te Yahudilere yönelmiş olan Trakya olayları ya da Rumlara yönelmiş olan 6-7 Eylül olayları; bunlar pogrom diye tâbir ediliyor. Ama pogrom tanımı kendi içinde belli linçleri de barındırabiliyor. Yani kitle şiddeti farklı farklı türleri olsa da meselâ genelde içinde belli linç pratikleri, kitlenin ufak ufak yaptığı linç eylemlerine rastlıyoruz. Ama Cumhuriyet târihi üzerinden bir linç okuması yaptığımızda, meselâ 6-7 Eylül’ü genelde literatürde…

Kahramanmaraş katliamı da…

Diler Bulut: Onları da söyleyeceğim, ama belki karakterleri, nitelikleri biraz farklı. Meselâ 6-7 Eylül 1955 olayları pogrom diye sayılıyor; ama içinde linçleri barındırıyor. Kezâ Trakya olayları da öyle. 80’lere geldiğimizde özellikle, 78 Maraş ve 80’deki Çorum olaylarını düşündüğümüzde, evet onlar bâriz linç örnekleri. Orada biraz politik bir yön var. Yani Alevîlere yönelmiş, Kürt Alevîlere Maraş’ta belki; Çorum’da Alevîlere yönelmiş, ülkücülerden ve sağcılardan taraf bir durum var. Ve aslında bu iki olayın yine az önce söylediğiniz gibi belki organize, yönlendirilmiş olaylar olabileceğine yönelik iddialar var ve buradaki mesele aslında bu iki olayın 12 Eylül’ü öncelediği varsayılıyor. Çok yakın bir zaman öncesinde yapılıyor ve aslında bir nevi, darbeye hazırlık niteliği taşıdığı söyleniyor. En belirgin linç örneklerinden birini sayarsak, Türkiye târihini düşündüğümde, herhalde herkesin aklına Sivas gelecektir. 1993’te Sivas’ta Madımak Oteli’nde, içinde insanların olduğu, aydınların, yazarların olduğu şekilde otelin ateşe verilmesi olayı tam bir linç örneği. Ama genelde okuduklarımdan benim gördüğüm, doğrudan linç çok kullanılmıyor bu eylemler için. İşte katliam, kıyım, olay gibi ifâdeler ya da pogrom gibi ifâdeler kullanılıyor; ama bence bunların hepsinin kendi içerisinde linç niteliği taşıyan eylemler barındırdığını söyleyebilirim. Sivas’ı meselâ canlı yayında saatlerce izlediğimizi hatırlıyordur herkes. Sivas bir yandan da yargılamanın nasıl yapıldığı, çok uzun sürdüğü, etkin bir yargılama yapılıp yapılmadığının kamuoyu gündeminde de çok tartışıldığı bir dâvâ olması açısından da bence linçte simge bir dâvâ.

Şimdi sizin kitapta ele aldığınız bâzı örnekler var. Bu örneklerin her biri farklı. Birisinde Roman vatandaşlar hedef alınıyor, birisinde Kürt hedef alınıyor, birisinde tamâmen gündelik hayatta köpeğini gezdiren birisi hedef alınıyor gibi birbirinden farklı olaylar var ve bu da bunun ne kadar sıradanlaştığını gösteriyor. Ama en çok öne çıkan herhalde 1984’te PKK’nın saldırılarının başlamasından sonra, Kürtlere yönelik, Kürt vatandaşlara yönelik ülkenin özellikle batı bölgelerinde –ama sâdece batıyla sınırlı değil– değişik vesîlelerle, şehit haberleriyle, yani bu tür birtakım terör eylemlerinin ardından yaşanan şeyler var. Bunların bir çetelesi tutulmuş durumda mı?

Diler Bulut: Bir çetelesi tutulmuş durumda değil maalesef. Benim yaptığım çalışma da aslında sadece bir kesit alıyor. Yani 2000’lerden günümüze linci biraz tartışmaya çalıştım. Türkiye’de Cumhuriyet’ten bu yana lincin târihi çalışılmaya kalkılsa, bayağı kapsamlı ve güç bir çalışma olur herhalde.Böyle bir çalışma yok. Ama benim az önce saydığım çizgiden taşırsam, 93 Sivas’tan sonra, 2000’lerde bir, sizin söylediğiniz çizgide, özellikle Kürtlere yönelik bir linç furyasının arttığını söyleyebilirim. Hattâ sürekli devâm eden, ama sürekli tekrâr eden ve özellikle belli bir yıldan sonra hep yukarıya doğru ivme kazanan bir Kürtlere yönelik linç hâli var. Son yıllarda da bu, içine Suriyelileri de almaya başladı. Şimdi Suriyelilere yönelik linçlerin de kamuoyunda olduğundan bahsedebiliriz. Ama linç ele alınırken, işte ben beş vakaya yer verdim, beş dâvâ dosyasına yer verdim. Bunların dördü politik sâiklerle yapılmış linçler.İşte az önce söylediniz; bir tânesi Romanlara yönelik bir linç, iki tânesi Kürtlere yönelmiş bir linç gibi. Ama bir örnek –ki ısrarla çalışmada ona yer vermek için çok uğraştım– politik bir sâike dayanmayan bir linç.Yani sokakta, yaşadığı mahallede köpeğini gezdirirken, işte iki kişi –daha çok sayıda kişi aslında, ama yargılamaya iki kişi yansımış– tarafından saldırıya uğrayıp, dövülüp, işte kaburgası kırılıp, köpeği öldürülen bir kişinin yaşadığı linç. O olaya dışarıdan baktığınız zaman, kavga görünümü var aslında. Çok anlamanız mümkün olmuyor. İki taraf kavga ediyormuş, orada biri zarar görmüş gibi. Ama biraz deşip, söylemleri, ifâdeleri analiz ettiğinizde, “Burada bâriz bir linç var” diyorsunuz.

Ne gerekçeyle yapmışlar?

Diler Bulut: Ne gerekçeyle yapıyorlar? Oradaki olayda, kişinin eve uygunsuz bir vakitte yaşı küçük bir kızı zorla soktuğu gerekçesiyle. İşte, “mahallenin namusunu bozuyor”, işte, “oradaki turistlere, gelen geçene sarkıntılık ediyor” iddiasıyla böyle bir linç başlatılıyor. 

Nâmus yani.

Diler Bulut: Nâmus iddiası aslında. Mahallenin nâmusunu koruma iddiası ortaya çıkıyor. Mağdurun da lincin nesnesi olmasının sebebini bekâr, tek başına yaşayan bir yetişkin olmasına bağlıyor.Yani o âile kurumunun tam içinde olmaması, tek başına yaşıyor olması gibi gerekçeleri… Yani farklı bir yaşam tarzının kendisini şiddetin nesnesi kıldığından bahsediyor. Bu aralık önemli; çünkü ben dâvâ dosyalarına bakmadan önce, 2000-2014 yılları arasında linç vakalarını gazetelerden bir taradım. Çünkü temel bir varsayım var. 2000’li yıllarla birlikte Türkiye’de linç artıyor. Gerçekten doğru mu sorusuna dayandım ve kendim biraz ölçmeye çalıştım. Evet, bu varsayım doğrulanıyor, bu hipotez doğrulanıyor. Türkiye’de 2000’li yıllarla birlikte linçte belirgin bir artış var. Bu artışta içerik ne aslında? Bir tânesi şöyle bir ayrım: Linç girişimleri ve linç diye ayırabiliriz. Linç öldürme eyleminin kendisini bizzat tanımlıyor. Amerika’da da işte hâlâ Oxford İngilizce sözlükte de Türkçe sözlükte de linci açtığınız zaman, asarak, taş ya da sopalarla birini öldürmek diye tanımlıyor. Ama artık günümüz kullanımında bir şeyin linç olması için illâki öldürme gerekmiyor. Linç girişimlerinin bütününü de linç olarak sayıyoruz. Bunun içinde neler olabilir? Yaralama olabilir, psikolojik olarak zarar verme olabilir, travma deneyimi yaşatmak olabilir, zorunlu göçe, yerinden etmeye yol açmak olabilir. Son yıllarda sıklıkla konuştuğumuz sosyal medya linçlerinde, işte, îtibarsızlaştırma, insan içine çıkamama, değersizleştirme gibi durumlar da yine lincin unsurları. Bunlar da birer linç olarak sayılıyor. Şimdi benim baktığım durumda 351 vaka saydım ben; 14 yıllık süreçte gerçekleşmiş linçler. Bunların %5’i ölümle sonuçlanmış, %95’i linç girişimi düzeyinde kalmış, herhangi bir ölüm yok, ama başka türlü zarar verme boyutunda. Bir de linç türleri arasında bir ayrım var. Sizin söylediğinize yanıt olur ve bunun önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü Türkiye’de linç ele alınırken biraz da politik, sâdece politik çerçeveden bakılarak ele alınıyor. Konu genellikle biraz bu çerçeveden değerlendiriliyor. Elbette ki politik bir veçhesi var ve bu önemsiz değil demiyorum; ama bir taraftan da gündelik yaşamda sürekli devam eden başka türlü linçler de var. Bunların arasında bir ilişki var mı, bunlar niye oluyor sorusu çok sorulmuyor. Meselâ işte az önce Türkiye’deki linç târihinden örnekler saydığımda da hepsi politik sebepler. Ama o târih içinde âdî bir linç örneğinden hiç bahsetmiyoruz, o çok hesâba katılmıyor.Ben de acaba böyle bir şey var mı sorusuna da baktım ve yaptığım ölçümde %50’sinin âdî motivasyonlu linçler %50’sinin politik linçler olduğunu gördüm. Yani gündelik hayatta, meselâ bir mahallede hırsızlık yaptığı ya da cinâyet zanlısı olduğu gerekçesiyle, birine tâciz ya da tecâvüz ettiği gerekçesiyle, çocuğa saldırdığı gerekçesiyle ya da mahalledeki bir yaşlıya zarar verdiği gerekçesiyle ya da sağlık çalışanlarının –hasta yakınları tarafından yapılıyor bu linçler genelde– etkin, yerinde müdâhale etmediği için, hastası yaralandığı ve öldüğü için ya da trafik kazâlarında kazaya karışan tarafların birbirini linç ettiği olaylar hiç az değil ve sürekli devamediyor. 2000-2004 yılları arasında yaptığım sayımda da ben bunu gördüm. O hep düz bir çizgide artarak devam ediyor, ama hep varlığını koruyor. Ama 2005’ten îtibâren politik linçlerde ciddî bir artış olduğunu net olarak söyleyebiliriz. 

Burada önemli hususlardan birisi cezâlandırılması ya da cezâsız bırakılması hususu. Benim gördüğüm kadarıyla, özellikle siyâsî linçlerde birtakım soruşturmalar oluyor, birtakım gözaltılar oluyor; ama böyle kamuoyuna gösterecek şekilde, bir de hani ibret olsun diye verilmiş cezâlar pek görmedim. Genellikle hoş tutuluyorlar gibi bir algı var bende. Yanılıyor muyum? 

Diler Bulut: Şimdi linç konusunu ele aldığımız zaman, hukukî zeminde zâten hemen bir cezâsızlık tartışması devreye giriyor. Buna yönelik belli noktalar var. İlk eleştirilerden bir tânesi şu ki; Türk Cezâ Kanunu’nda müstakil bir linç suçu yok. Başka cezâ hükümleri doğrultusunda yargılanıyor. İşte, ölüm olduysa kasten öldürme, yaralama varsa yaralama, onun dışında belki hürriyetinden yoksun bırakma, nitelikli yağma, mala zarar verme, toplantı, gösteri yürüyüşlerine aykırılık gibi sebeplerle dâvâlar ya da konut dokunulmazlığını ihlâl gibi, eğer bir konuta, işyerine ya da eve saldırı yapıldıysa, bu tarz dâvâlardan, bu tarz suç hükümlerinden yargılamalar yapılıyor. Mağdur tarafları ya da aslında bu konuda lince uğrayan tarafların talebi de aslında bu tarz bir cezâ hükmü ayrı ayrı ele alınmasından ziyâde, “Ya müstakil bir linç suçu tanımlansın ya da linç insanlığa karşı suçlar kapsamına alınsın” diye talepler var. Ortak kanaat şu –ki bu ortak kanaatler genelde politik linçlerden türetiliyor– yeterli sayıda kişinin yargılanmadığı söyleniyor. Yargılanmış olsa bile etkin bir yargılama yapılmadığı: İşte, cezâlar yetersiz olabilir, dâvâlar farklı farklı yerlere taşınabilir, çok uzun sürebilir gibi eleştiriler var. Adâlet talebinin karşılanmadığı, bunun bir şekilde sağlanamadığı ve linç edenlerin de yargılandığı bir mekanizma cezâsızlık fikrini akla getiriyor ve tartışılır kılıyor. Cezasızlığı tanımlarsak; bir tarafıyla aslında ağır insan hakkı ihlâli yapmış kişilerin, fâillerin herhangi bir cezâî, hukukî, idârî soruşturmayla karşı karşıya kalmaması hâline cezâsızlık diyoruz. Ama cezâsızlık sâdece bu değil; aynı zamanda, soruşturma ya da kovuşturma açıldığı hallerde de etkin bir yargılanmanın yapılmaması, adâletin yine sağlanamamış olması ya da hüküm, cezâ verilmiş olsa da bu cezânın infaz edilememiş olması gibi meseleler de yine cezâsızlık çerçevesinde tartışılıyor. Linci düşündüğümüz zaman benim gördüğüm, gözlemlediğim, daha bu ikinci saydığım kısma denk geliyor. Evet, bir şekilde linç yargılanıyor, yargılanmıyor değil. Ben bunu dâvâ dosyalarını incelediğimde de gördüm. Ama eksikler var, ya da ne biçimde yargılanıyor o ayrı bir tartışma konusu. Ama linç hukuk dâiresine bir biçimde dâhil oluyor, dâhil ediliyor. Buradaki meselede, benim ele aldığım en azından beş dâvâ üzerinden söylersem, çeşitli suçlamalar yapılmış, yani lince karışanların çeşitli suçlamalarla karşı karşıya kaldığını söyleyebiliriz. Ama çok sayıda insan lince katılıyor; fakat az sayıda insan mahkemeye taşınıyor. Meselâ Selendi’de bunu net olarak görmüştüm. Neredeyse 1500 kişilik bir kalabalıktan bahsediliyor.

Romanlara yönelik. 

Diler Bulut: Romanlara yönelik, evet, Selendi’de, Manisa’da gerçekleşen olayda. Ve sonrasında ciddî bir göçe yol açıyor zâten bu durum. Romanlar oradan Gördes’e taşınmak durumunda kalıyor. 1500 kişinin katıldığı söyleniyor; ama 85 sanık mahkemede sanık sıfatıyla yargılanıyor. Bunların 37’si cezâ alıyor, diğerleri beraat ya da cezâ ertelemesi durumlarıyla karşı karşıya. Çok ağır cezâlar var mı? Meselâ halkı kin ve düşmanlığa tahrikten 6 sanığa cezâ verilmiş. Toplantı, gösteri yürüyüşlerine muhâlefetten –belki yine linçle ilişkili düşünülebilir diyesöylüyorum– çoğuna beraat verilmiş, 46’sına.

Burada mağdurlar, hayâtını kaybeden ya da yaralanan var mı?

Diler Bulut: Şöyle söyleyeyim; Selendi’de böyle bir kayıp, ölüm yok. Benim ele aldığım dâvâların sâdece bir tânesinde ölümlü vaka, 2014 yılında İzmir’de gerçekleşen dâvâ, bu Kobani protestoları esnâsında gerçekleşen ölümlü bir linç var. Onun dışında ele aldığım tüm dâvâlar linç girişimi düzeyinde dâvâlar. Selendi’ye tekrar dönersem, en çok cezânın nitelikli mala zarar vermeden dolayı verildiğini görüyorum. Kırşehir’de de kezâ aynı şekilde. Linçlerin yaşandığı çok sayıda yerin haritasını da koydum ben kitaba; böyle bir hat izleyerek gidiyor. 

Evet, biz Kırşehir’dekinin videosunu yayınlamıştık Medyascope’ta. Çok ürkütücüydü ve gayet rahat bir şekilde insanlar uzun bir süre o kitapçıyı, her türlü yağma da var, yakıp yıktılar vs.. Acayip göstere göstere yaptılar ve herhalde hâtıra olarak da kendilerini çektiler. Acayip bir olaydı yani. 

Diler Bulut: Evet, 9 tâne işletmenin, işyerinin, siyâsî partinin, avukatlık bürosunun, kitabevinin yakıldığı, yıkıldığı bir eylemlilik dizisi aslında. Dâvâ sürecinde de bu dâvâların hepsi ayrı ayrı açılıyor, 8 dâvâ. Sonra avukatlar bunları birleştirmeye çalışıyorlar, sonunda birleştiriliyor dâvâlar. Orada da 88 sanık yargılanmış dâvâlarda. 35’inin cezâ aldığını görüyoruz. Yine burada da gördüğüm en çok cezâ, yine mala zarar verme, zarârın biraz maddî odaklı olduğu ve oranın tazmîniyle giderilebileceğine yönelik bir durum var. Diğer 3 vaka, bu ilk iki saydığım Romanlara yönelik Selendi linci ve Kırşehir’deki linç hem politik sâiklerle yapılan bir linç hem de çok büyük kitlesellikler barındıran bir linç. Ama diğer sayacağım bu İzmir, İstanbul’daki köpekli adam dâvâsı ve Muğla’daki dâvâlar biraz daha küçük çaplı dâvâlar, belki daha az kitlesel. Meselâ İzmir’deki dâvâda öldürme var ve yargılama doğrudan kasten öldürme şeklinde yapılıyor. 4 sanıktan biri beraat ediyor, diğerleri 18 yılı aşkın cezâlar alıyorlar. Ama onun dışında başka birine herhangi bir cezâlandırma yok; çünkü o da aslında bir eylemin içinde gerçekleşen bir durum, sâdece 4 kişi ölümden sorumlu tutuluyor, ama başka hiç kimse yargılanmıyor. Yine İstanbul’da köpekli adam dâvâsında da 2 sanık var. Burada bir sanık hem mağdur hem sanık olarak yargılanıyor. 

“Beni dövdü” diyor.

Diler Bulut: Evet. “O da beni dövdü, biz kavga ettik. O bana zarar verdi, ben ona zarar verdim” diyor. Oradaki mağdur cezâ almıyor, beraat ediyor. O 2 sanık da yaralamadan 3 yıla yakın bir cezâ alarak süreci tamamlıyor. Başka bir suçlama zâten yok. 

Peki insanlar, dâvâ dosyalarında sanıklar kendilerini savunurken, “Ben olay yerinde yoktum” mu diyor, yoksa “Bilerek yapmadım, kalabalığa uydum” vs. mi diyorlar?

Diler Bulut: Şimdi “Orada yoktum” deme imkânının çok olmadığı haller zannediyorum. İşte, kamera kayıtlarıyla başka şeylerle kanıtlanıyor ya da mağdurların, başka tanıkların ifâdeleri de var. Çünkü orada tanık ifâdelerine rastlıyoruz. Ama belli gerekçelendirmeler var. Kuşkusuz bu kişiler cezâ almamak ya da daha az cezâ almak için belli gerekçeleri ortaya koyabiliyorlar. Belki o mahkemenin kendi doğasıyla ilgili bir şey de olabilir. Ama onun dışında başka gerekçeler ortaya koyuyorlar — ki ben bunun linci anlamak açısından önemli olduğunu düşündüm. Yani o gerekçelerden en temeli, meselâ sorumluluğu inkâr etmek. Yani “Evet, oradaydım, ama niye oradaydım? Orada olmamın bir sebebi var sonuçta. Sâdece ben orada değildim, bir sürü insan oradaydı. Sâdece ben yapmadım. Bir kolektif içindeydim. Bir suçluluk ya da sorumluluk varsa hepimizi kapsıyor olması lâzım. Sâdece benim sanık olarak burada bulunmam doğru değil” diyor ya da savunamıyorsa da politik linçlerde sorumluluğu belki devletle paylaşma gibi bir şey. “Ben çağrılı olarak geldim. Burada teröre lânet mitingleri yapılıyordu. Ben de o izinli eyleme katıldım. Şimdi ben niye sanık olarak yargılanıyorum?” gibi bir savunma hâli var. Ama sorumluluğu inkârın çok kapsayıcı bir gerekçelendirme olduğunu düşünüyorum. Hep sorumluluğu başkasına atma. Bu bâzen mağduru suçlama şeklinde olabiliyor, başka şekillerde olabiliyor; ama sorumluluğu inkâr etme en belirgin bir şey, dışa devretme. Bu bâzen alkol de olabiliyor; “Alkol almıştım. Alkollüydüm, ne yaptığımı bilmiyordum. Baktım kalabalığı gördüm bayrak sallıyorlar, ben de aralarına katıldım” gibi bir gerekçeyle ortaya çıkabiliyor. Bir tânesi resmî makamları arkasına alıyor eyleminin gerekçesi olarak. Az önce de söyledim: “Evet, ben çağrılı olarak gittim. Bu izinli bir eylemdi” ya da “Şehit cenâzemiz vardı. Tâziye evinden çıktım. O duyguyla o coşkuyla hareket ettim. Bunda tuhaf ne var? Şehitlerimi korumak, savunmak ya da vatanımı savunmak için yaptım. Teröre hepimiz karşı değil miyiz?” gibi bir savunmayla ortaya çıkıyor. Bu özellikle Selendi ve Kırşehir dâvâlarında sıklıkla rastladığım bir şey. Ama buradaki ilişki ve bağlantı, hükûmetle, mevcut iktidarla, herhangi bir siyâsî parti ya da oluşumla olmaktan ziyâde doğrudan devletle. Söylemlerin hepsini “Devletle ilişkiliydim” gibi kuruyor, o şekilde tanımlıyor. O önemli bir işâret olabilir diye düşündüm. Bir diğeri, yaptığı davranışın çok da zararlı olmadığını düşünüyor.

Bir de şöyle şeyler biliyorum; meselâ Maraş katliamı neydi, bir sinemaya bilmem ne yapıldı. İşte yıllar önce Çanakkale’de Kürtlere yönelik bir şey vardı. Keçiye tecâvüz iddiası gibi ya da aslında nefret suçu kapsamına girmesi söz konusu olan, sırf Alevî ya da Kürt ya da Roman olduğu için o kişilere yapılırken, ama bir gerekçe olarak, “Bizim çocuğumuza bilmem ne yaptı”… hattâ cinsel istismar iddiaları da var ya da bayağı, “Çocuğumuzu dövdü” denildiği de oluyor. Değil mi? 

Diler Bulut: Evet, çok çok önemli bir nokta. Aslında linç kavramının kendinden olan bir şey. Linci tanımlarken bunu söylemek önemli. Genelde linç edenlerin en temel pratiklerinden biri bir suçlu îlân etmek. Yani “Ben bir suça karıştığı için bir Roman’ı dövdüm” diyor. “Tecâvüze kalkıştığı için saldırdım” diyor — ki  bu pratik Türkiye’yle sınırlı bir şey de değil. Amerika’da da meselâ linç örneklerine baktığımız zaman, siyâhîlere yönelik şiddette şu anlatılıyor meselâ; “Evin beyaz hanımına tecâvüz ettiği için linç ettik biz, siyah olduğu için etmedik ki” gibi. Yani suçlulaştırma, kriminalize etme meselesi her türlü linçte var olan bir şey. Yani meseleyi politik bir zeminden ya da daha geniş taraflı bir perspektiften algılamak yerine, âdî bir olaya indirgeyerek değerlendirmek, belki küçük bir hâle getirmek ya da basitleştirmek gibi bir eğilim zâten tüm linçlerin hepsinde var olan bir mekanizma. 

Şimdi şeyi soracağım da cevâbını biliyorum: İnsanların lince ne kadar eğilimli olduğunu sosyal medyanın hayâtımıza girmesiyle çok net bir şekilde gördük. Yani ben şu an meselâ bugün îtibâriyle Fethullahçıların lincine mâruz kalmış durumdayım dün yaptığım yayından dolayı. Ama daha önce, işte, A partisine yakın olanlar, B partisine, yani meselâ bütün partilerin taraftarlarının lincine uğradım Allah için. Tabiî ben artık alıştım, ama özellikle kadınlara, kadın gazetecilere yönelik çok büyük işler yapılıyor. Büyük bir tahammülsüzlük var. Aslında bir anlamda şu oldu galiba: Sosyal medya nasıl bir gerçeklik içerisinde yaşadığımızı gösterdi. 

Diler Bulut: Evet, belki bir de sosyal medyada zâten çok yaygın linçler. Biraz daha herhalde yapması kolay, yani icrâ etmesi daha kolay bir eylem olarak düşünülüyor. Hem de bir anonim karakteri var. Ne kadar açık olsanız da, yani oradan, bir klavyenin arkasından, bir telefondan rahatlıkla yazabiliyorsunuz. O bakımdan daha kolay yapılabilir, daha kolay ulaşılabilir olduğu için, evet, son derece yaygın olarak sosyal medyada linçleri görüyoruz. Ama buraya bir şerh düşmek istiyorum. Evet, bu bir gerçek ve insanların hayatlarını etkiliyor; ama bir taraftan da bu eğilimin, yani sosyal medyada linç meselesinin basitleştirilebileceğini de düşünüyorum. Meselâ sıklıkla benim bu konuyu çalışırken gördüğüm bir şey; “Linçlenmek pahasına söylüyorum. Linç yiyeceğim ama bunu söylüyorum” gibi çok basit, yani “Bu bardak çok kötüymüş, bunu almayın. Bu bardağı alanlar beni linç edecek” gibi biraz daha aslında lincin esas anlamından, içeriğinden bağımsızlaştırarak her şeyi linç gibi sunan, biraz sulandıran bir eğilimi de var sosyal medyanın. Belki buraya dikkat ederek bu konuya bakmak lâzım. Ben bu konuyla ilgili biraz çalışmıştım bu alanı biraz tararken. Oradaki mekanizmanın da sokaktaki linçten çok farklı işlemediğini düşünüyorum. Yani bir biz/onlar ayrımı var, kendi cemaatini koruma, kollama ya da o cemaate âit kılma etkisi var ve oradan düşman gördüğüne çok kolaylıkla, hiç sorgulamadan, “Ya, belki onu dememiştir, onu yapmamıştır. Belki de o kişi o değildir” demeden çok kolaylıkla kendi âidiyetini, kendi “biz”ini tanımlamak için aslında –“öteki” biraz da “biz”i kurmak için var olan bir yapıdır ya– çok rahatlıkla hareket ediyor. O bakımdan sokaktaki linç mekanizmasıyla çok farklı değil yapısı. 

Orada da tabiî şöyle bir şey var; organizasyon boyutu da hepsinde olmasa bile çok var. Bu da aslında toplumsal alanda gerçek hayatta yaşanan linçlerin de birçoğunda, meselâ şimdi Kırşehir’de yaşanan olaylarda bir organizasyon yok gibi gözüküyor; ama pekâlâ da olabilir. Yani bunun organizasyon olması için birilerinin gece oturup, krokiler çizip bir şey yapması gerekmiyor. Ama birilerinin –sosyal medyada öyle oluyor çünkü–, gerçek kimliğiyle birisi sizi hedef gösterdiğinde o kişinin belli bir şeyi varsa, birçok anonim onun peşine takılabiliyor. Buralarda da muhtemelen, o dosyalara ne derece yansıyor bilmiyorum ama, birtakım yerel kanaat önderlerinin ya da abilerin… genellikle erkekler yapıyor değil mi? 

Diler Bulut: Evet, yani linç bir erkek eylemi, onu söyleyebiliriz. Yani arada çok nâdir kadın katılanlar var — ki sanıklar arasında benim gördüğüm dâvâlarda çok az sayıda kadın var. Ama lincin bir erkek eylemi olduğunu net olarak söyleyebiliriz. Tüm icrâ biçimleri erkek. 

Sizinle yayına girmeden önce bir Erzurum olayını söylemiştim. Şimdi yayın sırasında hatırladım. Erzurumlu Naim Hoca, büyük bir PKK saldırısı ardından yapılacak olan, Kürtlere yönelik çok kitlesel bir linci engellemişti. Çok büyük bir olay olmuştu, gerçekten çok takdire şâyan. Sonra hayâtını kaybetti, vefat etti. O olay meselâ Türkiye’de lincin, linç pek karalanmıyor ama linç engellemenin bu kadar olumlu anlamda gösterilmiş olması aslında çok da iyi bir şey. Şu anda, yakın zamanda pek görmedik herhalde. 

Diler Bulut: Evet, yani ben 2000’li yıllara baktığımda böyle bir örnek hiçbir şekilde duymadım. Böyle bir zihniyetin ya da böyle bir örneğin sanıklar açısından kullanıldığını söyleyebilirim. Meselâ genelde dâvâlarda şöyle bir savunma var: “Ben yardım etmek için oradaydım. Ben linci durdurmak için resmî görevlilerle berâber hareket ettim. Ben onu yaptım, ama niye yaptım? Çünkü ben aslında iyi niyetlerle linç edilenleri korumak amacıyla yaptım” diyen sanıklar var, ama söylemlerinin çok doğru olduğu zâten mahkemece de uygun görülmemiş kişiler. O bakımdan resmî makamları arkasına alma meselesinde böyle bir boyut da var yani: “Ben sizinle birlikte hareket ettim. Durdurmaya çalıştım”. Ama gündelik hayatta, bu dâvâların hiçbirinde kimsenin aktif olarak durdurmaya yönelik bir eylemine ben rastlamadım.

Son olarak, bir ara bahsettiniz, Suriyeliler meselesi dediniz. Daha genelleştirirsek sığınmacılar diyelim. Birtakım olaylar oldu. Şu anda ilk aklıma gelen Ankara’da olmuştu, başka yerlerde de oldu. Ama açıkçası, olumsuz anlamda çok büyük bir potansiyeli var ama, çünkü milyonlarca değil mi insan sayısı ve bayağı yükselen bir karşıtlık da var siyâsî partilerin gündemine girmiş. Meselâ depremde böyle bir şey olur gibi oldu hatırlıyorsunuz. Yani Suriyeliler yağma yapıyor falan gibi şeyler oldu. Hâlâ çok şükür ki Türkiye bu olayı yaşamıyor; ama çok korkutucu bir potansiyel var burada. 

Diler Bulut: Evet, bence de var. Bu biraz lincin yine kendisiyle ilgili. Linci tanımlarken genelde şu da söyleniyor: Linç bir kriz semptomu. Yani bir çatışma, bir toplumsal dönüşüm, bir savaş, iç savaş ya da çatışmanın ardından ya da önemli göç hareketleri ve dönüşümleri ardından toplum tepkisi olarak linç ortaya çıkıyor. Meselâ Kürtlere yönelik 2000’lerdeki linçleri de biraz o çerçevede değerlendirebiliriz. Çünkü linçler ağırlıklı olarak 2000’li yıllarda kıyı şeridine taşınıyor. En çok lincin olduğu bölgeler Marmara, Akdeniz ve Ege bölgeleri. Bu aynı zamanda Kürt nüfusun göçle geldiği yerler. Aslında o bakımdan linci ele alırken kitleler bunu güdümlü yapıyor mu organize yapıyor mu tartışmaları bir tarafa, bir taraftan da bir temas, bir karşılaşma hâliyle lincin ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Yani Kürtler 90’larda, belki 80’lerde, evet, belki yine bir düşmandı, bir ayrılıkçı unsurdu, bizi bozan bir unsurdu; ama uzaktaydı. Ama 2000’lerle birlikte artık yan yanayız, karşı karşıyayız, bir aradayız. Temas ediyoruz ve “O benim ayrıcalığımı, üstünlüğümü ya da haklarımın bir kısmını paylaşmaya niyetleniyor, benim haklarımı gasp ediyor” gibi bir algı.

İşimi alıyor.

Diler Bulut: “İşimi elimden alıyor, daha az ücret almama yol açıyor” gibi…

Kiraları artırıyor.

Diler Bulut: Ya da kiraları artırıyor gibi düşünceler… Son zamanlarda ben o kalıbın, şablonun Suriyeliler için de ya da işte göçmenler, sığınmacılar diyelim genel olarak, onlar için de işletilmeye başladığını düşünüyorum. O bakımdan bir çatışma, bir toplumsal dönüşüm ardından zâten her zaman bir linç furyasıyla karşılaşma riskimiz var. 

Çok teşekkürler. Diler Bulut’la Linç, Toplum ve Devlet, bir doktora aslında; ama kitap hâliyleİletişim Yayınları’ndan çıktı. Bunu konuştuk. Çok hassas bir konu, zor bir konu ve kötü bir olay, evet çok kötü bir olay. Çok teşekkürler. İzleyicilerimize de teşekkür edelim ve Medyascope’u desteklemeye devam etmelerini kendilerinden ricâ edelim. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.