Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı | Türkiye siyasetinin mimetik krizi: Benzeştiren rekabet

Yaklaşık beş hafta önce Berlin’den Bişkek’e taşındım. Bir yıl kadar buralardayım. Çeşitli Dumrullukların peşine düşeceğim. Değişiklik ve kuru soğuk iyi geldi. Tazelendim.

Türkiye’yi üç saat önden takip etmeye alışana kadar hiçbir şeyle ilgilenemedim. İki haftadır, önce göz ucuyla, sonra yine günün birkaç saatini ayırarak izlemeye başladım olup bitenleri. Yalnızca birkaç hafta ara vermeme rağmen ne kadar çok şey unuttuğumu fark ettim. Oysa hiçbir şey değişmemişti. Demek unutmak için fırsat kolluyormuş aklım. Siyasetin simaları, isimleri aklımdan çıkıvermişlerdi. Tuhaf bir hal…

İlk birkaç gün çoğunluğuna “bu adam/kadın hâlâ konuşuyor mu ya hu?” edasıyla baktığımı itiraf ediyorum. Ayrıca neyi niye söyledikleri konusunda spekülasyon yapan kaslarım da eriyip incelmişlerdi. Fakat asıl sorun ekrana dikkatlice bakmıyorsam, mesela bir yandan yemek yapıyor ya da bulaşık yıkıyorsam kimin konuştuğunu çıkaramamamdı. Ne kadar benziyorlar birbirlerine.

Aslında bu çok normal. Aşağı yukarı tamamı sıradan insanlar. Olağanüstü kabiliyetleri ya da başarıları dolayısıyla değil, yerlerini alacak daha nitelikli insanlar siyasete tenezzül etmediği için o makamları işgal ediyorlar. Onları dar anlamdaki gündelik siyasetlerinde ayrıştıran ama geniş ve genel anlamdaki siyasetlerinde birleştiren şey de aynı: Hırsları. Düşünceleri ya da doğrultuları, sıkı sıkıya tutundukları ilkeler, başvurdukları temel referanslar farklı olduğu için rakip değiller birbirlerine. Aksine bu konularda mümkün olduğu kadar birbirlerini taklit ediyorlar. Aynı şey için hırs yüklüler. Güç istiyorlar. Gücü ne için istedikleri konusunda ser verip sır vermiyor değiller… Keşke öyle olsaydı. Kendileri de bilmiyorlar sebebini, yani elde edecekleri güçle ne yapacaklarını. Rakipleri ne yapmak istiyorsa onlar da onu yapacaklar elbette. Herhangi birinden farklı bir şey bekleyenimiz kaldı mı?

Temel meselelerde aralarında önemli farklar olmadığı için de iç sıkıcılıklarını gündelik bazı performanslarla gidermeye çalışıyorlar. Ha tabii her biri kendi performans stilini geliştirmeye, mesela kılığında-kıyafetinde “imza” niteliği taşıyan farklılıklar icat etmeye özen gösteriyor. O ayrı. Seçmenlerinin mümkünse o stil farklılıklarına odaklanmalarını, gerisini çok da karıştırmamalarını; kurguladıkları siyasi söylem içindeki ya da söylemleriyle davranışları arasındaki en bariz tutarsızlıkları bile o stilin sürekliliğine/sürdürülebilirliğine odaklanarak görmezden gelmelerini talep ediyorlar.

Taklidî siyaset

Bu kadarla kalsa iyi, ne yazık ki gerisi de var: Siyaseti topluma, ülkeye, dünyaya, geçmişe ve geleceğe değil de bugüne ve birbirlerine bakarak yaptıkları için yöntemleri, söylemleri, sloganları, kelimeleri, belli durumlar karşısında aldıkları tavırlar, hatta ses tonları, vurguları, jestleri, mimikleri itibariyle de birbirlerine çok benziyorlar.

O kadar benziyorlar ki aklımızın bir tarafı şu ya da bu seçimin sonuçlarının hayatımızı (şu ya da bu yönde, radikal bir biçimde ya da görünürde) değiştirebileceğini, bu nedenle bir tavır almamız gerektiğini tekrar edip dursa da, diğer tarafı “yok be, onlar hakkında kafa yorduğum bir saniyeyi bile hak etmiyorlar” diyor. “Tavır almalı, seçim yapmalısın” diyen taraf, “kendi dertlerine yansınlar” diyen tarafı ikna etme yetisini giderek kaybediyor. Bu hal yaklaşan yerel seçimlerde sandığa giden seçmen sayısını ciddi oranda azaltabilir ya da küçük, anaakımdakilerin önemsememeyi tercih ettiği partiler beklediklerinin üzerinde oy alabilirler.

Aklıma gelen ilk iki tepki bu… Başka şeyler de olabilir… Bilmiyorum. Kim bilir?… Yine de bildiğimiz bir şey var… Ana akımı oluşturan partilerin vitrini değişse bile temelde siyasetlerinde hiçbir şey değişmeyecek. Birbirlerinden farklılaşmak yerine daha çok benzeşecekler. Çünkü siyaset oyununu bizimle değil birbirleriyle oynamayı tercih ediyorlar. Bizden istedikleri şey amigoları, taraftarları, alkışçıları olmamız.

Oysa aralarındaki rekabetin şiddetinden stadyum yıkılayazdığından beri bizim alkışlayacak elimiz, slogan atacak sesimiz, birbirimizin yüzüne bakacak yüzümüz kalmadı. Siyaset topyekûn çürürken biz çözülüyoruz. Bir gün canımıza tak edecek elbette. O gün elimizden ne gelebileceğini ya da gelemeyeceğini kim bilir…

O kaçınılmaz netice hakkında düşünmeyeceğim izninizle. Halet-i ruhiyeme göre değişiyor o tarafa baktığımda gördüklerim. Hem siyasetçilerin birbirlerine bu denli benzemelerinin ortaya koyduğu krizi yeterince anlamadan, kavramadan, bu krizle gereğince uğraşmadan kapanmayacaktır belki tarihin bu faslı.

Benzerlerin rekabeti

Benzerlerin rekabeti deyip duruyordum genel seçimlerden önce. Siyasi rekabeti birbirlerine benzemeyenler arasındaki çekişmeden ibaret görmenin yanıltıcı olabileceğini, senelerdir Türkiye’de ve dünyanın pek çok yerinde siyasi rekabetin esasen sağ içi bir çekişmeden ibaret kaldığını ve asıl sorunun da bu olduğunu söylemeye çalışıyordum. Benzerlerin rekabeti, iki sebeple siyasi rekabetin öbür türlüsünden daha kirli ve tehlikeli geliyor bana. İlki benzerler arasındaki rekabet “bu kimliğin orijinali bendedir” iddiası üzerinden gittiği için tarafları radikalleştiriyor, siyasi alanlarını daraltıyor. Yani sağcılar daha sağcı oluyor, birbirlerinin radikalleşme süreçlerini yürüttükleri rekabet içinde, hem o rekabete rağmen hem de aynı rekabet sayesinde ve karşılıklı olarak onaylıyor ve derinleştiriyorlar. Birbirlerini siyasi müzakerede yine birbirlerine mahkûm ederek siyasetin alanının daralmasına sebep oluyorlar. (AKP-MHP ortaklığı bir açıdan, AKP-YRP çekişmesi başka bir açıdan bu benzeşerek radikalleşme ve birbirinin hareket alanını daraltmanın örnekleri).

Bu türlü rekabetin ikinci bir kötülüğü daha var. Benzemezler arasında, özellikle o benzemezlik ideolojik referanslardan kaynaklanıyorsa şu ya da bu şekilde ilkeleri merkeze alan “bak ben iyiyim çünkü dayandığım ideoloji iyi” şeklinde özetleyebileceğimiz bir yarış oluşma ihtimali var. Oysa benzerler arasındaki rekabette çekişme “ortak iyi” üzerinden sürdüğü için onu katılaştırıyor, hatta “iyi”liği müzakere sürecinde bir referans olmaktan çıkarıyor. Onun yerini giderek anlam alanı daralan ama sivrilen “otantik” kimliğe sahip çıkma, o kimlikten hasıl olan gücü tek başına kullanma yarışı/savaşı alıyor. Buna ilk örnek olarak aklıma nedense İslam öncesinde Kâbe’nin koruyucusu olmak için sık sık birbirinin boğazına sarılan İbrahimoğullarının hikâyesi geliyor. Kaybedenler ölüyor ya da sürgüne gidiyorlar, kalanlar Kâbe’nin bekçisi sıfatıyla kutsal topraklara hükmediyor, oranın haracını yiyorlardı. (Gene öyle oluyor değil mi?)

Partilerin, neredeyse tamamının eş zamanlı olarak sürdürdükleri parodi kıvamında yerel seçim hazırlıkları, benzerlerin rekabetine dayalı siyasetin yarattığı her iki kötü ihtimalin de gerçekleştiğini gösteriyor sanki. Sanki lüzumsuz oldu değil mi? Bu yerel seçim sürecinin bunca bomboş ve zorlamayla ilerlemesinin, tüm siyasi partilerin kendilerinden ümidi kesmiş bir halde ortalıkta salınıp durmalarının ortaya koyduğu apaçık bir gerçek bu.

Mimetik kriz ve günah keçisi

Önemli ve Türkiye’de de iyi bilinen Fransız antropolog René Girard’ın “mimetik kriz” dediği yere gelmiş bulunuyoruz böylece. Girard, benim çok önemsediğim “mimetik teori”nin de kurucusu. Kabaca diyor ki, iştah ve arzu ayrı şeylerdir. İştahın öznesi bedendir, ama arzulamayı birbirimizden öğreniriz. Yani iştahlarımız bireysel, arzularımız kolektiftir. Neyi arzu edeceğimizi, arzu ettiğimiz şeye nasıl ulaşacağımızı çeşitli modelleri taklit ede ede biliriz. Zamanla arzularımız birbirine benzemeye başlar. Arzularımız birbirine benzedikçe biz de benzeriz birbirimize. Tabii arzu edilen o şeylere ulaşma yöntemlerimiz de birbirine benzer (Hımmmm, demek ki bizi hem biz yapan hem de birbirimizden ayıran şey arzularımız ve yöntemlerimiz, durun bakalım nereye gidecek bu akıl yürütme). Zamanla arzu ettiğimiz şey için sürdürdüğümüz rekabet o kadar şiddetlenir ki, arzumuza konu olan şey zarar görür, hatta tamamen ortadan kalkar, ölür. Fakat bu, arzunun ve rekabetin nihayete ermesi anlamına gelmez. Yorgan gitse de kavga bitmez.

Kendisiyle yapılan bir söyleşide bu krizi şöyle anlatıyor Girard. Biraz uzun alıntılayacağım…

“Toplulukların, —arkaik, hatta modern toplulukların bile— tüm toplulukların bir tür taklidî arzu yoluyla tüm toplululuğa bulaşma eğiliminde olan bazı rahatsızlıklara maruz kaldığına dair işaretler var. İki kişi aynı şeyi arzuluyorsa, kısa sürede sayı üçe çıkar. Aynı şeyi üç kişi arzulamaya başladığında topluluğun geri kalanına giderek daha hızlı bulaşır. Derken topluluğu oluşturan insanlar arasındaki farklılıklar ortadan kalkmaya başlar. Benim mimetik kriz dediğim yere böyle ulaışılır. Herkes aynı anda aynı şey için savaşmaktadır. O nesne ortadan kalksa bile, kavga devam eder, çünkü artık birbirlerine takıntılı hale gelmişlerdir. Çatışma büyüyüp tüm topluluğu yok edecek boyuta ulaşabilir.”

Sözün bundan sonrası hem sıkıntılı, hem ürkütücü… “Peki bu tür bir kriz nasıl sona erdirilir?” diye soruyor kendine Girard. Aynı cevabı mimetik krizden bahsettiği her bağlamda tekrarlıyor ki, bu nedenle onu bu alıntıyı yaptığım kitabın başlığında (Conversation with René Girard: Prophet of Envy, Cynthia L. Haven, Bloomsbury Academic, 2020) olduğu gibi “haset” filozofu ya da daha genelde yapıldığı gibi “günah keçi”lerinin savunucusu olarak tanıyoruz. Diyor ki: “Topluluk, kendi içinden birini, bütün bu gidişatın tek sorumlusu olarak görmeye başlar.” Bir kurban aramaya koyulmuştur yani. Şiddetle arzulamak suretiyle yok ettiği şeyi ortadan kaldırmış olmanın “günah”ını bir kişiye/gruba yükleyecek, onu kurban edecek ve böylece kendini temize çekecek, bu esnada yeni bir günah/arzu da edinmiş olacaktır. Dahası da var… Bir kez kurban ritüeli gerçekleştikten sonra, günah keçisi seçilen her kimse o, topluluğun yeni kutsalına dönüşecektir.

Çözüm aşamasını boşverin. Gelin bizi krizimizi tanımaya devam edelim. Herkesin aynı şeyi istemek, o şeyi aynı yöntemle ele geçirmek suretiyle benzeştiği, aynılaştığı ve bu yolla herkesin hep beraber istemekte olduğu şeyi yine hep birlikte yok etmekte olduğu bir kilitlenme hali… Durumumuz budur!

Sizi bilmem ama bu paragrafı yazarken benim gözümün önünden o kadar çok şey geçti ki… En sonunculardan biri Erzincan’daki altın madeninden dağa, taşa, kurda, kuşa, yalnız geleceğe değil geçmişe de yayılan zehir… Liste çok uzun… Yazdım yazdım sildim. Parmaklarım titremeye başladı ama soğuktan değil. Ne olacaktı ki başka? Arzu ettikçe anayasa yapabilmek için gene kendisinin yaptığı bir anayasayı ihlal eden bir iktidar, üstelik sırf canı istediği için ülkeyi her manada katman katman krize sürüklediği halde iktidarda kalacak bir güce sahip… Ve kimse öyle bir güce sahip olmasın diye değil de, böylesi bir güce kendisi sahip olmak arzusuyla yanıp kavrulan çeşitli muhalefetler… Başka ne var elimizde?

Neyse… Yorgan gitti ama kavga bir günah keçisi bulana kadar bitecek gibi görünmüyor. Çoğumuzun siyasete eskisinden daha mesafeli, ironiyle ve hiçbir şey ummaksızın bakmasının adını henüz koymadığımız pek çok sebebi olabilir. Belki de bu mimetik krizi en az zararla atlatmanın bir yolu da seyirci ilgisinin azalmasıdır. Periyodik olarak bu krizi deneyimleyen bir ülkenin yurttaşları olarak kendimizi siyasetin mimetik krizinden uzak durmak suretiyle yeni bir yorgan icat etmekteyizdir belki.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.