Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ayşe Çavdar yazdı: Gençlik korkusu* ya da Türkiye İran oldu mu?

Ne çok atıldı o slogan değil mi? Her çığrıldığında da sinirler gerildi. Kimisi “yok ya hu, Türkiye neden İran olsun, hem onlar şöyle biz böyle” diye izah etti neden Türkiye’nin İran olmayacağını. Kimisi, Türkiye’de İslamcıların ipleri ele almaları durumunda her şeyin İran’dan bile kötü olabileceğini söyledi.

Ortak noktalar ve farklılıklar sıralandı, farklılıklar daha çoktu. En bir mühimi de bugünkü İran İslam Cumhuriyeti topraklarına hükmeden devletlerle, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti topraklarına hükmeden devletler arasındaki ezeli ve şimdilik ebedi görünen bir düşmanlık olmasıydı. O düşmanlık tarihin bilinen en eski çağlarına kadar uzanıyordu. Hem de hangi “millet”in hangi dine göre hükmettiğinden bağımsız olarak. Ara ara Anadolu’ya hükmeden devletlerin haracını topladıkları halklarla İran’daki devletin ya da Anadolu’ya hükmeden devletlerle İran’daki halkların ortak bir dil kurar gibi olduğu da vakiydi. Ama her seferinde ağır kıyımlarla bitmişti o işler de.

Son yakınlık İran’daki İslamcı ihtilali yapanlarla Türkiye’deki kimi İslamcı gruplar arasında —aslında bir nevi fantazileme düzeyinde— kuruldu ama şimdi o gruplar ve kişilerden kimileri iktidar bloğunun içinde olsalar da o yakınlık jeostratejik kimi bariyerler nedeniyle dile gelmez halde, hatta kimse hatırlamasın diye elinden geleni yapanlar var. Bir zamanlar kitaplarını ezberledikleri Ali Şeriati’ye bile düşmanlık besliyor çoğu zamane İslamcı. Devletlû dile uyum sağladıkça –“devlet aklı”nı kuşandıkça mı demeliydim yoksa— mezhep farkı galebe çaldı. Her iki devletin benzer gayelerle karşı cephelerde giriştikleri Suriye macerası da zemini oldu o kopuşun.

İran’da olup bitenin “devrim”selliği bir dönem pek çoklarına olduğu gibi bana da heyecan vermiyor değildi. O heyecanı, mevzuyu ateşte yanandan dinlememekten kaynaklanan cehaletimize borçluyduk. Kendi gariban maceramı söyleyip geçeyim. İran’da olan şeyin neyin nesi olduğuna 1995 yazında Ankara’da yapılan bir konferansta karar verdim. Yanlış hatırlamıyorsam Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlediği, yani Refah Partisi’nin ev sahipliği yaptığı bir “ümmet barışı” buluşmasıydı. Pek bir heyecanlanarak gitmiştim. 20 yaşımdayım henüz. Şeriati okuyorum böyle kitapları çiziktirerek, kenarlarına notlar alarak, boşluklarda paragrafları tamamlayarak. Coca Cola’yı da boykot ediyorum (hâlâ ediyorum). Koştur koştur gittim konferansa. İlk oturum pek heyecanlıydı. Ama ilk molada şaşkın bir hayal kırıklığına evrildi heyecan. Çocukça bir sebebi vardı hayal kırıklığının, ama rica edeceğim, henüz 20 yaşımı bile doldurmamışım bu vaka yaşanırken, o kadar olsun. Kostümleri içinde pek karizmatik görünen mollalar verilen ilk molada ana sütü için memeye yapışan bebeler gibi Coca Cola şişelerine yapışmışlardı. Hiç abartmıyorum kıtlıktan çıkmış gibi kola içiyorlardı. Çaya, kahveye, ayrana kimsenin yüz verdiği yoktu. Lanet içeceğin İran’da yasak olduğunu biliyordum. Demek kendilerinin de seçkini oldukları rejimin koyduğu yasağı delmek için fırsat kolluyorlardı. Ne kadar da zayıf nefisli insanlardı onlar böyle? Benim için İran’da olan şeyi “devrim” diye anma evresi böylece sona erdi.

Çok geçmedi bir vesileyle İranlı bir genç kadınla tanıştım, benden birkaç yaş büyüktü. İyi arkadaş olduk, hatta bir dönem ev de paylaştık. O epeyce anlattı bana mevzunun arka planını. Güne Hafız Divanı’ndan niyet tutarak başlamayı da ondan öğrendim. Ders verir gibi anlatmıyordu, beni bir şeylerden vazgeçirmeye de çalışmıyordu. Çoktan vazgeçmiştim dediğim gibi. Bahsettiğim konferanstan sonra hiçbir “charm”ı kalmamıştı İran’ın gözümde, canım arkadaşımın vazgeçirmesi gereken bir şey yoktu yani. Çocukluğumuzu, ailelerimizi, büyüdüğümüz yerleri, okullarımızı vs konuşurken birimizin arka planında Türkiye vardı, diğerinin İran… Hem çok benziyordu hikâyeler hem de hiç benzemiyordu.

Shahram Khosravi.

İki-üç hafta önce İranlı bir antropologun, Shahram Khosravi’nin ülkesinde yaptığı etnografik çalışmalardan hareketle yazdığı kitapları okumaya başladım. Yaptığım bir işi nasıl tamamlayacağımı bilemediğim için uzatıp duruyorum, rehber arıyorum kendime. Derdim o. Khosravi’nin yazdıklarını okurken yine aynı his uyandı içimde. Anlattığı hikâyeler, benim anlatmak istediklerime hem çok benziyor, hem hiç benzemiyor.

İki kitap

Khosravi, bugün en çok bahsedeceğim kitabını üzerine kurduğu etnografik araştırmayı 2000’lerin ilk yarısında yapmış. Şöyle bir düşünce 2000’lerde Türkiye ile İran arasındaki benzerliklerin hayli azaldığı söylenebilir. Öte yandan Türkiye’nin son on yılında iki ülkenin birbirlerine giderek daha çok benzedikleri de iddia edilebilir. Birbirlerine benzedikçe, resmi dile yansımasa da resmi ellerle yaygınlaştırılan düşmanlık söyleminin de artmakta olduğuna da dikkatinizi çekmek isterim. Ve fakat bu iki ülkeyi birbirlerine benzeştiren şey sadece dinden ibaretmiş gibi gelmiyor bana. Daha çok saklamak üzere dinin işe koşulduğu başka bir vaziyet bu benzerliğin sebebi. Yekten söyleyeyim: Her iki ülke de kendi gençlerinden, yani geleceğinden korkuyor. Bu korku, her iki ülkede de giderek derinleşen ama sonunda topyekûn yaşanacak bir felaketi çağırdığı da apaçık ceberrutlaşmanın temel kaynağı.

Yazının bundan sonrasında ağırlıklı olarak Shahram Khosravi’nin anlattıklarını aktaracağım. Böylece birlikte karar verebiliriz Türkiye’nin İran olup olmadığına. Daha önemlisi “düşman kardeşler” olarak adlandırılabilecek, birbirlerine benzerlikleri oranında düşmanlıkları katmerlenen bu iki ülkeye ne olduğu sorusunu cevaplamaya çalışırız belki.

Önce Shahram Khosravi’den bahsedeyim kısaca, çünkü rehberimiz o olacak İran’ın yakın tarihine yapacağımız bu gezide. İran’da İslamcılar yönetimi ele geçirdiğinde henüz 13 yaşındaymış Khosravi. İsfahan’da yaşıyormuş ailesiyle birlikte. Kitaplardan birinde (daha az bahsedeceğim Precarius Lives: Waiting and Hope in Iran — Güvencesiz Hayatlar: İran’da beklemek ve Umut’ta University of Pennsylvania Press, 2017, bundan böyle PC), İran sokaklarının o günden bu yana nasıl değiştiğini, aslında pek de değişmediğini, anlatırken ihtilal anıyla ilgili bir anısına başvuruyor.

Okuldaymış yaşıtları gibi. Müdür anons geçip okulların belirsiz bir zamana kadar tatil edildiğini, bütün öğrencilerin doğruca evlerine dönmeleri gerektiğini söylemiş. Çocuk Shahram da çıkmış okuldan ve bir meydanda Şah’a yönelik protestolara katılmış. Derken sivil kıyafetli polisler, resmi hiçbir işaret taşımayan arabalarla kalabalığın arasına dalmış ve önlerine gelene ellerinden gelen her türlü şiddetle saldırmışlar. Kolundaki, sırtındaki ağrıları hâlâ hatırlıyor Shahram Khosravi.

Bu anıyı 2009’da “nerede benim oyum?” diye bağıran genç bir kadın hakkında hissettiği karışık duyguları tarif ederken hatırlıyor. Aradan geçen yıllarda, İran-Irak savaşı esnasında askerlik yapmamak için ülkeyi terk etmiş, önce Pakistan’a gitmiş, oradan Batı’ya geçmiş ve genç bir etnograf olarak hem Batı’daki göçmen İranlılara hem İran halkına dair pek çok çalışma yapmış. Bugün artık alanında tanınan, önemli bir antropolog, Stockholm Üniversitesi’nde profesör.

2009’da yine bir saha araştırması esnasında, gözlerinin önünde genç bir kadın, rejime muhalif olduğunu gösteren yeşil bilekliği ve zorunlu olarak örttüğü başörtüsünün altından fırlayan saçlarıyla meydanın bir ucundaki protestocu kalabalığa kavuşmak üzere karşıdan karşıya geçiyor.

“O görüntüyle meydanı zarar görmeden geçmesi imkânsızdı. Bir an, adımlarımı hızlandırıp onu tutmak, daha ileri gitmemesini ya da en azından bilekliğini çıkarmasını söylemek geçti aklımdan. Ama yapmadım. Yapamadım. Bu onun günüydü, onun protestosuydu. Muhtemelen çok uzun zamandır bugünü bekliyordu. Yıllar boyunca gençliğini, yaşama biçimini her ifade ettiğinde karşılaştığı polis zorbalığına, eğitimde ve profesyonel hayattaki cinsiyet eşitsizliğine, kamusal alanda cinslerin birbirinden katı biçimde ayrıldığı düzene bugünler için sabretmişti. Sonuçta kendinden emin adımlarla, ellerinde coplarla bekleşen orta yaşlı adamlara doğru yürüyüp gitti.” (PC, s. 122)

Shahram Khosrevi’nin tam o anda İslamcı ihtilalin yapıldığı günleri hatırlamasının sebebini diğer kitaptan (Young and Defiant in Tehran – Tahran’da, Genç ve İsyankâr, University of Pennsylvania Press, 2008, bundan böyle YD) bir alıntıyla aktarmaya çalışayım:

“Temmuz 2001 sonunda, yargıyı kontrol eden muhafazakâr güçler, bir ay önceki seçimlerde zafer kazanan, ancak hiçbir gücü olmayan reformist Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi’nin yeniden seçilmesine tepki olarak, yeni bir kitlesel dayak dalgası (bunu birazdan açacağım) başlattılar. Hatemi, gençlerin desteğiyle zafer kazanmıştı, fakat iç ve dış siyasete hakim olan muhafazakâr güçler karşısında etkisizdi. Simon (saha çalışmasını yaparken karşılaştığı gençlerden biri, elbette tüm gençlerin isimlerini değiştirerek aktarıyor anekdotları) şöyle dedi: ‘Hatemi’yi seçtik ve onlar (muhafazakâr yargı) bizi bunun için cezalandırıyor.’”

Çöken “dindar nesil” projeleri

Khosravi, YD’de İran’da ihtilalden sonra statükoyu belirleyen muhafazakâr güçlerin evvela kalabalık bir “dindar nesil” yetiştirmek için uğraş verdiklerini, bunun için doğum kontrolünü zorlaştırıp aksine kalabalık aileleri teşvik ettiklerini anlatıyor. Ancak ülkenin ekonomik koşulları böyle bir nesli beslemeye ve yarattıkları ideolojik atmosfer de o nesli rejimin devamına ikna etmeye yetmedi. Mollalar bunu anladıklarında gençlik-karşıtı bir siyaset takip etmeye başladı.

PL’da adını “gençlik korkusu” (ephebiphobia) koyduğu bu siyasetin iki temel kaynağı olduğunu anlatıyor her Khosravi iki kitapta da. Biri Şii İslam etos’unun yas, suçluluk ve öfke merkezli bir hissiyat bileşimi üzerine kurulmuş olması. Diğeri ve asıl önemlisi, rejimin ikna ediciliğinin her kuşakta daha da zayıflaması. Bu nedenle İran’da devlet seçkinlerinin gözünde gençler, sadece genç oldukları için suçlular, tabii eğer gönüllü olarak “basij” olmuyor ya da rejime olan sadakatlerini her an canları pahasına ispat edecekleri başka bir yol tutturmuyorlarsa.

Basij, rejimin ideolojisini ve hedeflerini destekleyen gönüllü milis güçlerine verilen genel isim. Basij’ler üniversite sınavlarından iş bulma süreçlerine kadar pek çok konuda ayrıcalığa peşin peşin sahip oluyor. Fakat galiba en önemlisi, devletin sıkı sıkıya kendiyle sınırlaması gereken şiddet tekelini bulundukları her yere taşıdıkları için sahip oldukları, hiç de “saygınlık” denemeyecek bir tür “sosyal sermaye”ye sahip olmaları. Khosravi onları rejimin “panopticon” cihazının aksamı olarak tarif ediyor. Devletin mahalledeki, sokaktaki, kahvedeki, hatta çoğu zaman evin içindeki, yatak odasındaki uzantıları. Başörtüsü zorunluluğuna karşı gösterilerde asıl çatışmanın basijlerle geriye kalan gençler arasında olmasını rejimin kendi elleriyle yarattığı bir kuşak içi çatışma olarak da görebiliriz buradan hareketle. Bundan ibaret değil elbette mevzu, ama basijlerin varlığı sokağı, mahalleleri, aileleri bölüp birbirinden şüpheye düşüren çok önemli bir etken.

Fakat İran rejiminin gençlere reva gördüğü horlama ve şiddet bundan ibaret değil. Her iki kitapta da gençliği tarif etmek üzere kullanılan kimi kelimelere dikkat çekiyor Khosravi. PL’nin üçüncü bölümünden biraz atlaya atlaya aktaracağım:

Javan (yavan diye okuyun) ‘genç’e karşılık kullanılan Farsça kelime ve ‘javani’ ‘genç’ ve ‘gençlik’ anlamına geliyor. İran toplumunun gençliğe yaklaşımı muğlak. Bir yandan javani hayatın bereketli, dinamik ve masum bir dönemini tarif etmek için kullanılıyor, ki bu dönem güzelliğin, fırsatların mevsimi olarak da görülüyor. Öte yandan, gençlik aynı zamanda, insanın düşüncesizlik ve cehaletle malûl, ve bu nedenle günaha ve suça en açık olduğu dönem olarak görülüyor (s.90). …(Gençlik hakkında) yaygınlıkla kullanılan kelimelerden bazıları bi dard (dertsiz, gailesiz), bi arman (ideolojisiz), bi hoviyat (hüviyetsiz, kimliksiz), bi rishe (köksüz), bi hadaf (hedefsiz, amaçsız), bi khial (umursamaz), bi farhang (kültürsüz, kaba), bi band o bar (aidiyet yoksunu). ‘Bi’önekiyle başlayan bütün bu kelimeler genç kuşağın ‘nitelik’ten yoksun (liyakatsiz) görüldüğüne işaret ediyor. Bu nedenle, yani gençler ‘liyakatsiz’ oldukları için işlere dahil de edilmemeliler (diye öneriyor rejim) (s.94).”

Bunlar, rejimin gençlikten duyduğu korkunun ve kendi genç kuşaklarına karşı yürüttüğü psikolojik ve fiziksel harbin dilsel boyutunu resmeden bazı örnekler. Genç düşmanlığının ve gençliğe açılan savaşın bir de performans boyutu var. Fakat ötesine geçmeden hatırlatayım. İran rejiminin savaş açtığı bu kuşak ihtilal sonrasında doğanlardan oluşuyor. Rejim ihtilal öncesinde doğan kuşaklarla hâlâ bir rabıta kurabilirken, kendi yarattığı koşullarda doğup büyüyen ve kendi okullarında eğitim alan, özellikle şehirli kuşaklara karşı net bir düşmanlık siyaseti yürütüyor. Khosravi’nin anlattığı İran manzarasını ve rejimin bu savaşta hangi silahlara başvurduğunu göz önünde bulundurduğumuzda gayet tanıdık ve hiç enteresan olmayan bir tablo çıkıyor karşımıza. Statükoyu elinde tutanlar, kendi başarısızlıklarının, çürümüşlüklerinin, ülkeyi felaketten felakete sürükleyişlerinin faturasını bu başarısızlığı, çürümüşlüğü ve yarattıkları felaketleri yüzlerine haykıran genç kuşaklara kesmeye çalışıyorlar. Bu savaş(lar), kanlı bir(er) kendini kandırma girişiminden başka hiçbir şey değil. İşbirlikçileri ise imtiyaz lolipoplarıyla ağızlarını kapayıp dillerini tatlandırdıkları dindar orta sınıflarla basijler.

Performans olarak genç düşmanlığı

İran rejiminin İran gençliğine karşı yürüttüğü savaşın sokak performansına dönüştüğü pek çok araç var. Khosravi, hedefe ulaşıp ulaşmadıklarını da hesaba katarak her birini ayrıntılı olarak tarif ediyor özellikle YD’de. Ben yalnızca ikisine değineyim ki yazı uzamasın. İlki “kültürel suçlar.”

“Kültürel suç ‘jorm-e farhangi’ ihtilal sonrası Ceza Kanunu’nda İslami kuralların çiğnendiği (öne sürülen suçları) tanımlamak üzere kullanılan yeni bir terim. Bu tür suçlar Müslüman toplumun ‘kolektif hassasiyetlerinin’ ihlali olarak görülüyor ve çoğunlukla yaptırım olarak fiziksel ceza yöntemlerine başvuruluyor. Rejim, bu suçlara karışanları kategorize ederken sınıf ve etnik kökenden ziyade yaş etkenini vurguluyor. …gençliğin temsil ettiği kolektif kültürel deneyim, kültür ve suçun merkezi bir kesişimi olarak görülüyor. Teokrasinin kaygıları, uygulamada gençlik kültürünün kriminalize edilmesine yol açan ‘ahlaki panik’ yoluyla ifade ediliyor.” (YD, s.14)

Karşı cinsten biriyle selamlaşmak da, yol ortasında aklınıza gelen bir şeyin sizi gülümsetmesi de, yüksek sesle konuşmak da, parkta arkadaşlarınızla su savaşı yapmak da, birine laf atmak da ‘kültürel suç’ olarak görülebiliyor. Kültürel suçlara teşebbüs edenler çoğunlukla topluca ve gözler önünde kırbaçlanıyor. Yalnız bununla kalmıyor tabii, teknolojiden de yararlanıyor rejim. Kırbaç cezalarının verildiği “tören”ler kaydedilip hem televizyonlarda hem de sosyal medyada yayınlanıyor. Bu cezalara en çok çarptırılanlar ise işçi sınıfından bekâr erkekler. Bekârlığın kendisi bizatihi suça teşebbüs olarak görülüyor çünkü. Üniversite için Tahran’a gelen genç erkek ve kadınların deneyimlerini aktarıyor PC’de Khosravi. Ev sahipleri bekâr erkek ve kadınların peşine düşüp bir “açık”larını yakaladıklarında kirayı iki-üç katına çıkartarak rejimin dağıttığı ekmekten paylarına düşeni artırma yolunu seçebiliyorlar mesela. Yani rejimin genç düşmanlığı yüzünden yarattığı baskı ortamı kimseyi ahlaklı falan kılmıyor. Aksine ahlaki çürümeyi ayyuka çıkartıyor. “Ahlaki panik” de rejimin ve işbirlikçilerinin işledikleri suçun mazereti haline geliyor.

İkinci performans ve suçta işbirliği alanı ise babalarla ilgili.

“Şeriatla desteklenen İran Medeni Kanunu babaların çocuklarını fiziksel olarak cezalandırmalarına izin veriyor. Medeni Kanun’un 1179’uncu maddesine göre ‘Ebeveynler çocuklarını belirlenen sınır dairesinde cezalandırabilirler’ deniyor. Ancak ortada belirlenmiş bir sınır yok. Ceza Kanunu’nun 220’nci maddesi daha da ileri gidiyor: ‘Babanın ya da babanın babasının çocuğu öldürmesi durumunda kısas aranmayacaktır.’ (Yani baba ya da babanın babası cezalandırılmaz). Öldürdüğü kişinin mirasçılarına kan parası öder.’” (YD, 27)

Khosravi’ye göre babanın devleti, devletin babayı bunca güçlendirdiği bu düzenin arkasında gayet tanıdık bir ideoloji var: Tasavvuftaki mürşit/mürit ilişkisi: “Bu ilişki gücü yaşlı olana veren kuşaksal bir hiyerarşi yaratır, öğrencileri hocalara mutlak itaate zorlayan bir anlayıştır. Mürşit usta, mürit öğrencidir. Usta tasavvufta pir, yani yaşlı erkektir. Hayatta doğru yolu bulmak isteyen herkesin bir ustaya, bir pir’e ihtiyacı vardır. Piri olmayan biri ‘meyvesiz ağaç gibidir.’ …İran’daki ‘müşfik kuvvet,’ günah işlemenin yalnız ilahi kanunu ihlali etmek olmadığını, günah işleyenin ‘iyi’liğine de (sıhhat anlamındaki iyilik) mugayyir olduğunu vurgular. Siyasi söylemde ‘kültürel işgal’i kınamak üzere üretilen pek çok metafor da sağlıkla ilgilidir:’ enjeksiyon,’ ‘tecavüz,’ ‘gençlik enerjisinin heba edilmesi,’ ‘zehir,’ ‘uyuşturucu.’ …(YD, 27-28)

Devamında ve diğer kitapta, bunca genç düşmanlığının altında gençliğin söz “dinlemezliği, düşüncesizliği, hoyratlığı” nedeniyle “millet”in toplam sağlığını bozacak hastalıkların taşıyıcısı olarak görülmesinin yattığına dikkat çekiyor Khosravi. Kestirmeden söyleyeyim gitsin: Genç(lik) düşmanlığının sebebi rejimin gençleri, hem de kendisinden başka rejim görmemiş gençleri hastalık yayan, bu nedenle ortadan kaldırılması yani aslında infazı gerekli varlıklar olarak görmesi. Böyle olduğu için de gerisi hikâye… Bulunur bir sebep, başını mı açtın, şarkı mı söyledin, birini mi öptün, sesin mi yüksek çıktı, gözünün üstünde kaşın mı var, o da ne sen yoksa nefes mi alıyorsun?

Görece erken dönemleri ele aldıkları (2000’ler ve 2010’ların ilk yarısı), son mevzularla, özellikle başörtüsü zorunluluğu karşıtı gösterileri içermedikleri için yayıncıların dikkatini çekeceğini sanmıyorum Khosravi’nin kitaplarının. Fakat mevzu dün başlamadı. İran’daki rejimin daha kurulurken çökmeye başladığının en birincil kanıtı genç(lik) düşmanlığı. Rejim, kendi çocuklarını kendisine, kurallarına, hassasiyetlerine ikna edemeyeceğini, çünkü ortada ikna olunacak bir şey kalmadığını gayet iyi biliyor.

Suyun başını tutanların hayatlarıyla geriye kalanların sürdüğü hayatlar arasındaki uçurumlar aşılamayacak denli derinleştikçe şiddetin dozu artacak, İslami “hassasiyet”lerin alanı genişleyecek. Çünkü İslam tam olarak bu işlerine yarıyor, İslam’a sarılmalarının sebebi ona inanmaları değil, aksine inançsızlıkları ölçüsünde gaddarlaşıyorlar. O uçurumun varlığını bir şekilde unutturmaları, unutmayanların gözlerine de kanlı perdeler çekmeleri gerekiyor. İslam’a da bu işlerine yaradığı için sarılıyorlar. Buradan da anlıyoruz ki aslında en az umurlarında olan şey İslam… Onların umurlarında olmayan, bu hallerine tanık olan çoluğun çocuğun niye umurunda olsun?…

Yalnız rejim ve taraftarları değil, rejimin Batılı rakipleri ve düşmanları da bütün bunların temelinde gençlerin Batılılaşma arzusu olduğunu düşünüyorlar. Bunun bir adı da var İran’da, “gharbzadegi.” Batı hastalığına tutulmuş demek. Bence hem rejim taraftarları hem de rejimin Batılı rakipleri boşuna halleniyorlar. Gayet açık bir şekilde sekülerleşiyor genç kuşaklar, olan bundan ibaret. Bu hali ifade edebilecekleri yerin Batı olduğunu düşündükleri için de biletlerini oraya doğru kestirmek istiyorlar. Fakat ne Khosravi’nin anlattığı İran’da ne Türkiye’de İslam’la rejimin yan yanalığının getirdiği çürümeye olan itirazın, direnişin Batı’yla ilgisi var. Azıcık aklı, izanı, vicdanı olan herkesin gördüğünü saklamanın bir yolu da yok. Şiddetin artan dozu “hasta”nın kim olduğunu da, neyi saklamaya çalıştığını da ayan beyan ortaya koyuyor.

*Ephebiphobia, birazdan bahsedeceğim Precarious Lives adlı kitabın üçüncü bölümünün de başlığı. Gençlerden ve gençlikten korkma, onlara karşı olumsuz tutum takınma halini tarif eder. Yunanca “ephebos” ve “phobia” kelimesinden türemiş bu terim. Uygulamalı olarak ne anlama geldiğini ise Shahram Khosravi’den yapacağım İran alıntılarında göreceksiniz.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.