AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, cuma namazı çıkışı açıklamalarda bulundu. Erdoğan, Suriye ile ilişkilerin yeniden kurulmaması için hiçbir sebebin olmadığını söyleyerek, iki ülkenin geçmişteki ilişkilerini hatırlattı, “Nasıl ki biz Suriye’yle ilişkilerimizi çok çok canlı tuttuysak, geçmişte ailece görüşmelere varıncaya kadar biliyorsunuz Sayın Esed’le biz bu görüşmeleri yaptık” dedi.
CHP lideri Özgür Özel erken seçim istediğini açıkladı. Özel, 1,5 yıl sonra erken seçimin olabileceğini söyleyerek, “Bana kalırsa gelecek ay olsun istiyorum seçim” dedi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın normalleşme tartışmalarıyla ilgili açıklamalarına da değinen Özel, “Kimse muhalefetten yumuşama beklemesin. Muhalefet görevini yapacak” diye konuştu. Özel, Erdoğan’ın, MHP lideri Devlet Bahçeli’ye mesaj verdiğini söyledi, “MHP, AKP’nin bu ülkeye yaşattığı her şeyin ortağıdır. AKP de bugünkü ekonomik krizin müsebbibidir. Çözemiyorlarsa vatandaş daha fazla sabretmez, halkın iktidarı kurulur. Bizim 22 yılın sonunda AKP ile yürüyecek yolumuz olamaz” dedi.
Eski Ülkü Ocakları Genel Başkanı Sinan Ateş’in öldürülmesiyle ilgili davanın ilk duruşması 1 Temmuz’da gerçekleşecek.
Günlerdir İYİ Parti’den istifa edeceği iddia edilen Ankara Milletvekili Koray Aydın, X hesabından yayımladığı açıklamayla partisinden ayrıldığını duyurdu.
Haftaya Bakış’ta Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel Sinan Ateş davasının Cumhur İttifakı’na etkilerini, erken seçim açıklamalarını, İYİ Parti’de son yaşananları değerlendirdi.
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can ve Kadri Gürsel’le yine haftanın olaylarını konuşacağız. Merhaba arkadaşlar. Bugün bayağı haber ve konuşulacak konular var. Hattâ bugün tâze haberler de geldi. Erdoğan’ın Suriye hakkındaki mesajı hesapta yoktu. “Biz Suriye’nin iç işlerine tabiî ki karışmayız, ne işimiz var?” dedi biliyorsunuz. Esad’la tekrar âilece görüşebileceğini söyledi.
Bir de Mehmet Şimşek’in sosyal medya hesabından paylaştığı “Başardık” mesajı var. OECD bünyesindeki Mâlî Eylem Görev Gücü (FATF), kara para aklama ve terörizmin finansmanıyla mücâdele politikalarında eksikleri olduğu için Türkiye’yi 2021 yılında gri listeye almıştı. Şimdi Türkiye gri listeden çıkarıldı. Bu konu üzerine bayağı bir muhabbet kopuyor. Mehmet Şimşek’in bu açıklamasının hemen ardından elektriğe yapılan %38 zam açıklaması gelince, üzerine tuz-biber oldu.
İsterseniz önce Mehmet Şimşek ve Yalçın Karatepe görüşmesiyle başlayalım. Görüşme 4 saat 15 dakika sürdü. Yalçın Karatepe, özellikle dört konuyu; asgarî ücret zammı, emekli maaşlarında artış, vergide adâlet ve çiftçilere tarımsal destek konularını gündeme getirdiğini söyledi ve sonuçta, “Acı reçeteyi vatandaşa çıkaran anlayışlarında bir değişim emâresi görmedik” açıklamasını yaptı. Bu açıklama üzerine, AK Partililer bayağı rahatsız oldular. Peş peşe, önce Ömer Çelik, sonra Faruk Çelik, sonra Mehmet Şimşek açıklama yaptılar. En son, Erdoğan çarşamba günkü grup toplantısında, muhâlefetin bu normalleşmeyi yanlış anladığını söyledi. Mehmet Şimşek ve Yalçın Karatepe görüşmesiyle başlayalım. Benim aklıma şu geliyor: Biliyorsunuz, Kılıçdaroğlu döneminde, devletin bâzı kurumlarının kapısına gidip randevu alamayıp geri dönme ve korsan baskın gibi şeyler vardı. Şimdi Özgür Özel dönemiyle birlikte, bakanlar randevu veriyor. Benim bildiğim, dördüncü bakan görüşmesi bu. İlk olarak Dışişleri Bakanı’yla görüşülmüştü. Sonra Çevre ve Şehircilik Bakanı’yla, sonra İçişleri Bakanı’yla görüşüldü. Onlar o kadar fazla ilgi çekmedi. Ama bu son görüşme çok fazla ilgi çekti. CHP bunu bir tür propaganda vesîlesi olarak kullandı. Galiba o yüzden rahatsız oldular. Erdoğan’ın, “Normalleşme derken, biz zâten normaliz. Muhâlefeti normalleştirmeye çalışıyoruz” lâfı çok anlamlı. Ne diyorsun Kadri? Muhâlefet “normalleşir” mi?
Kadri Gürsel: Burada bir Türkçe tartışması var sanıyorum. Normalleşmek işteş fiil değil bildiğim kadarıyla. Yani normalleşmek için iki taraf gerekmiyor. Bir taraf tek başına kendi kendine de normalleşebilir. “Hadi gel normalleşelim” diyerek karşılıklı yapılan bir şey değil. Öpüşmek, sevişmek, tokalaşmak gibi işteş fiil değil bu. İçerik îtibâriyle ben “normalleşme” kavramına katılmıyorum, ama politik olarak çok da yanlış yapıldığı kanaatinde değilim. İçerik olarak, bir otokratın normalleşmesi, bir otoriter rejimin normalleşmesi beklenemez. Bir otoriter rejimden beklenen şey normalleşme olamaz. Ancak otoriter bir rejim değiştirilir yerine demokrasi getirilir. Normalleşme budur. Eğer Cumhuriyet Halk Partisi, yeni Genel Merkez, 2007-2008’den beri AKP ve Erdoğan tarafından, yani bu iktidar tarafından yaratılan kavga atmosferinden halkta ciddî bir sıkıntı, bir bunalma duygusu oluştuğunu tespit etmişse, buna karşın, seçimde de bir oy geçişkenliğini uygun ortam olarak tespit edip, halkın bu beklentisine muhâlefet olarak bir cevap verme arzusu geliştirmiş olabilirler. Yoksa bence, “normalleşme” çok sakat ve hatâlı bir kavram; fakat evet, bir siyâsî karşılığı var. Zâten siyâset de çelişkileri yönetme sanatı. Bence bu “normalleşme” kavramıyla, CHP’nin en azından ciddî bir kazanım elde ettiğini düşünüyorum. Çünkü iktidârı rahatsız ediyor. İşte bugün, Semih Yalçın’ın tehditleri var.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Ruşen Çakır: Semih Yalçın’ın en son attığı tweet’i söylüyorsun, değil mi?
Kadri Gürsel: Evet.Uzun bir açıklama var. En sonda Özgür Özel’e, “Sonunda senin başına çuval geçirecekler” gibi bir ifâde kullanıyor. “Çuval örmek” mi? Yoksa Amerika’yı mı kastediyor? Ne olduğu anlaşılmıyor.
Ruşen Çakır: Benim aklıma ne geldi biliyor musun? Bu, Semih Yalçın’ın ilk yaptığı değil. Kemal daha iyi bilir. Sürekli birtakım konularda böyle açıklamalar yapıyor. Gençler bilmez. Körfez Savaşı öncesi, Saddam’ın sözcüsü Es-Sahaf vardı, CNN’e konuşurdu. Semih Yalçın’ı ona benzetiyorum ben. O da böyle şeyler yapardı. “Böyle diyorlar. Halbuki biz bu kadar güçlüyüz, güçlüyüz, güçlüyüz” derdi.
Kadri Gürsel: Atar tutardı yani.
Ruşen Çakır: Evet. Belâgatti.
Kadri Gürsel: Popüler birisi olmuştu.
Ruşen Çakır: Yumuşamadan ya da normalleşmeden en çok rahatsız olan MHP. Bunu çok açık gösteriyorlar.
Kadri Gürsel: CHP’nin böyle bir reaksiyon vermesi, “Biz aslında kavga istemiyoruz. Millet bu kavgadan bıktıysa, biz işimizi kavgasız halledeceğiz” gibi bir izlenim vermekse, evet, siyâseten bir karşılığı var gerçekten. Ama şimdi iktidar, “yumuşama” diye bir kavram ortaya attı, “Seçimden sonra yumuşama” diye bir siyâset hattı belirledi. Yumuşamadan beklediği de herhalde “Cumhuriyet Halk Partisi bize karşı sert muhâlefet yapmazsa onların normalleşmekten beklediği neyse, bir miktarını karşılar gibi yapalım bâri. Karşılıklı iki tarafın da memnun kalacağı bir siyâsî zemin oluşsun” gibi bir politika kurguladılar. Ama bence artık normalleşmede Mehmet Şimşek çok aşırıya kaçtı. Mehmet Şimşek’in Yalçın Karatepe’yle oturup 4 saat 15 dakika konuşması gerçekten anormal bir durum. Normal bir ilişki tarzı da değil bu. İktidar ve muhâlefet arasında 4 saat 15 dakikalık görüşme, normal bir ilişki olamaz. Burada oturup politikalarını anlatıyorlar, yoksa Türkiye’yi kurtardıkları da yok aslında. Yalçın Karatepe politika yapıyor, “Emeklilere zam yapın. Asgarî ücreti artırın” diyerek taleplerini ileri sürüyor. Mehmet Şimşek de herhalde, “Yapamayız. Bunu yaparsak enflasyon fırlar” diyor. Görüşmenin 4 saat 15 dakika olması AKP’yi rahatsız etmiş olmalı. Bu konuda bir koordinasyon eksikliği olduğu açık. Ben, bu normalleşme bâbında yapacakları görüşmelerde, “Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer” misâli, artık iki kere düşünecekleri, ince eleyip sık dokuyacakları kanaatindeyim.
Bir de tabiî, ekonomi iktidârın en başarısız olduğu konu. Halkın menfaatleri açısından baktığımızda başarılı olduğu bir konu yok, ama en başarısız olduğu konu ekonomi ve 4 saat 15 dakika görüşülüyor. Normalleşme konusunda belki de bugüne kadar katedilen yolun sonuna gelindiği izlenimi doğdu bende. Bundan sonra taraflar bu normalleşme ve yumuşama dedikleri şeyden nasıl bir kazanım elde etmeyi umacaklar göreceğiz.
Ruşen Çakır: Kemal, seninle devam edelim. Bu konuyu erken seçim bağlamında konuşmaya devam edeceğiz. Çünkü Özgür Özel erken seçimi sık sık dile getirmeye başladı. Kemal, sen ne diyorsun? Siz bu normalleşme-yumuşama konusunu dünkü “Açık Oturum”da tartıştınız, ama belli ki Erdoğan gelinen noktadan çok memnun değil. Bunda biraz Bahçeli’nin, MHP’nin îtirazları da etkili olabilir. Ama Kadri’nin söylediğine ben de katılıyorum. Mehmet Şimşek görüşmesi ve özellikle sonradan CHP’nin bunu kullanması, bir anlamda bundan bayağı istifâde etmesi, ayarlarını bozmuş gibi. Ne dersin?
Kadri Gürsel: Mehmet Şimşek’in 4 saat 15 dakika görüşmesi ciddî bir zaaf işâreti. Gerçekten o masada mahkûm oyuncu olarak kaldığını görüyorum. Bu konuda uyarılmamış belli ki. Özür dilerim, Kemal’den süre çalmak istemiyorum, ama burada hem uyarılmamış hem bunun koordinasyonu yapılmamış bence. Genel olarak AKP makinesinin ve Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi denen o makinenin iyi çalışmadığını da gösteriyor.
Ruşen Çakır: CHP’nin gelişi, sanki daha yukarıdaki bir makam onları teftişe gelmiş gibi bir intibâ uyandırdı bende.
Kadri Gürsel: Evet. IMF ile görüşürsen 4 saat 15 dakika görüşürsün. Yalçın Karatepe IMF değil ki.
Ruşen Çakır: Kemal, sen ne dersin?
Kemal Can: Bence buradaki problem, Mehmet Şimşek’in siyâsetçi olmamasıyla ilgili bir şey. Bildiğimiz üzere Mehmet Şimşek, daha önceki AKP görevinde de, şimdiki görevinde de, temel kariyerinde de, bir siyâsetçi olmaktan çok, genellikle dışarıdaki muhâtaplarla ilişki kurmuş, zâten kariyerini de yurtdışında yapmış bir teknokrat aslında. Dolayısıyla, bence Erdoğan’ın kafasındaki ya da bu normalleşme hikâyesinin kendisindeki politik incelikleri süzebilmiş değil. Karşısında aynı kavramlarla konuştuğu bir iktisat hocası var. Anlaşılan uzatmışlar sohbeti. Benim anladığım bu.
Erdoğan’ın rahatsızlığı meselesine gelirsek: Bunu Mehmet Şimşek görüşmesiyle bağlamak çok isâbetli gelmiyor bana. Çünkü Erdoğan, Mehmet Şimşek görüşmesinden daha önce bu hazımsızlık çıkışını yapmıştı zâten. Çünkü CHP, iktidar seçmeni nezdinde de kendi siyâsî meşrûiyetini güçlendirecek bir hamle olarak değerlendiriyor bunu. Meselâ iktidar medyasında bile kendine yer buluyor. Özgür Özel’in konuşmalarına yer veriliyor ya da onun görüşmeleri üzerinden yorumlar yapılıyor. Bu bile CHP açısından avantajlı bir şey.
İkinci bir tarafı var. Taktik siyâset açısından, CHP bu görüşmelere iktidar ittifâkını bozucu bir unsur olarak yaklaşıyor. Yani bu, bir süredir AKP içerisinde de pişirilen, “MHP ile AKP’nin arasını bozmak” ya da “MHP yükünden AKP’yi kurtarmak” gibi tuhaf bir taktik hamlenin de parçası olarak işliyor. Dolayısıyla bu ikisine vurgu yapan çıkışlar olduğunda da rahatsızlık beyan ediliyor karşıdan. Bunun da çok anlaşılmaz olmadığını düşünüyorum. Genel resimden, yani, biraz önce Ruşen’in de söylediği “Normalleşmeden Erdoğan zararlı çıktı ve bundan çok rahatsız” tespitine katılmıyorum. Böyle bir resim yok. Toplama baktığımızda, zâten bu sürecin bu kadar çok uzamasını mümkün kılan şey, herkesin kendi cephesinden, kendi ajandasına göre, kendi ihtiyaçlarına göre bir fayda tedârik ediyor olması. Bu bilanço negatife döndüğünde, başka bir şeyleri konuşacak oluruz, onlar da başka şeyleri söyleyecek olurlar. Zâten o zaman da netîcelenir hâdise.
Ama şu anda ben “CHP faydalanıyor, AKP bundan zararlı çıkıyor” gibi bir hesaplamanın çok isâbetli olmadığını düşünüyorum. Evet, biraz önce söylediğim gibi, CHP’nin avantajlı çıktığı taraflar var. Bir kere “muhâtap alınmak” gibi çok temel bir şeyi değiştirmiş görünüyor. Bu, seçmen nezdinde de önemli etkiler yaratabilir. Ama bunu ihtimal opsiyonunu koyarak söylüyorum. Bu %100 böyle sonuç verdi mi vermedi mi bilmiyoruz. İkincisi, dediğim gibi görünürlük, gündemdeki etki bakımından önemli sonuçlar alıyor. Ama tabiî birtakım problemleri de var.
Diğer cepheye dönüp baktığımızda, Erdoğan’ın kayıp hânesinde ne var? 31 Mart’ta zâten ne kaybedecekse kaybetmiş. Varsayımsal olarak, bu kayıplarını bir “normalleşme” gündemiyle biraz hafifletmek; biraz da günah keçisi olarak MHP’yi –kendisi işâret etmese bile birilerinin işâret etmesinden faydalanarak–, aslında yapmadığı pek çok şeyin müsebbibi olarak MHP’nin gösterilmesinden dolayı eleştirileri ve üzerindeki yükü hafifletmek Erdoğan’ın kazancı. Çünkü hatırlarsanız, 3 Mayıs’taki Özel-Erdoğan görüşmesinden sonra stüdyoda birlikte yaptığımız yayında, Erdoğan ilk kez yumuşamadan, normalleşmeden bahsettiğinde, o gün ben “Burada Erdoğan kendini kastetmiyor. Yumuşamaya benim ihtiyâcım var. Normalleşecek olanlar da muhâlefet. Aslında bunu söylüyor” demiştim. Şimdi sonunda Erdoğan bunu kendi ağzından da söyledi. Bunu “Ben bilmiştim” demek için söylemiyorum. Başından îtibâren durumun âşikâr olduğunu göstermek için söylüyorum. Bu gizli saklı bir gündem, bir ajanda değildi. Gizli yapmadı bunu Erdoğan. Daha ilk andan îtibâren, “Türkiye’nin buna ihtiyâcı var” dediği şey: “Kutuplaştırmayı ben yaptım. Kutuplaştırmanın devâmındaki üstüme gelmeyi durdurun ki burada bir normalleşme olsun. Benim bu ese ihtiyâcım var. Ekonominin de ihtiyâcı var.” Üstelik sadece Erdoğan değil, ekonominin memnunları da buna destek verdiler.
Hatırlarsınız, yine geçen haftalarda 90’lar örneğini vermiştim. 90’ların başında kurulan DYP-SHP hükûmetine, ekonomi çevrelerinin büyük bir baskıyla, “Uzlaşma hükûmeti”, “Ekonominin yeni bir uzlaşmaya ihtiyacı var” hikâyesi anlatıldığını, bundan da siyâs olarak pozitif bir sonuç çıkmadığını anlatmıştım. Yine benzer bir gündemin içindeyiz. Bu yüzden ben, “Bu taktik bir hamle, kim kazanıyor kim kaybediyor?” yerine, meselenin başka türlü ele alınması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü görünen resim tam öyle değil. Şu da bana çok fazla iddialı geliyor: “Normalleşme dendikçe MHP’nin ayağına basılıyor. O da bağırıyor” gibi bir şey var. MHP’nin her çıkışının normalleşmeyle ilgili olduğu iddiası da bana abartılı geliyor. Bu normalleşme gündeminin, kaçınılmaz olarak MHP’yi bir tür şeytanlaştıran, sanki “Erdoğan hiçbir şey yapmamış, Erdoğan’ın bir günâhı da yok, ne olduysa bu MHP’nin yüzünden olmuş” gibi bir hâle bürünmesi, tamam, bir yere kadar tolere edilebilir bir şeydi. Hattâ MHP bunu gönüllü olarak da üstleniyordu. Çünkü o, “Kırmızı çizgileri biz çiziyoruz” havasını atmak için işe yarar bir şeydi. Ama bu işin biraz dozunun artması ve AKP içerisinde, bunu bir politik etkinlik meselesi olarak bayağı köpürten bir ekibin fazla öne çıkması rahatsızlığı büyüttü. Reaksiyon da, Bahçeli’nin, “İyi o zaman, gidin kurun ittifâkınızı, biz engelsek” restiyle sonuçlandı. Zâten Erdoğan da geçen hafta grup toplantısına çıkıp, “Ortağımıza yapılmış olan bir saldırı bana yapılmış saldırıdır” dedi ve konuyu kapattı. Ama nedense konu kapanmıyor. Çünkü başta söylediğim gibi, herkesin bu normalleşmeyle ilgili bir hesâbı var. Birbirlerine sövüp, tekme tokat dövüşmedikçe, “Öyle diyorlar ama, arkasında başka şeyler dönüyor”, “Aslında Erdoğan öyle dedi ama, Bahçeli’yi eylemeye çalışıyor” diyerek bunun seksen tane te’vil gayretiyle karşılandığını görüyoruz.
Bu normalleşme, gayet açık biçimde iki tarafın da –CHP ve Erdoğan’ı kastediyorum. AKP’yi bile değil, doğrudan Erdoğan’ı kastediyorum– gayet ihtiyaçları çerçevesinde yürüyen ve herkesin kendi ajandasında kurduğu ihtiyaç karşılıklarını şimdilik karşılayan bir süreç olarak işliyor. Bundan ne zarar görüyor? Yine siyâset erteleniyor Türkiye’de. Siyâset yine yapılmaz bir şey oluyor. Şu anda iki taraf da en kolay siyâseti yapıyor. Erdoğan zâten hiçbir şey yapmayarak, birtakım vehimleri, beklentileri, birtakım köşe yazarlarının üfürüklerini, sanki yapmış ya da bir program hâline getirmiş gibi muamele görüyor. “Tek Adam” eleştirisinden sıyrılması yetmiyor, bir de iki dudağının arasından çıkacak lâf beklenen asıl adam hâline tekrar dönüşüyor. Büyük bir yenilgiden çıkmış bir aktörden bahsediyoruz. Ama şu anda ana muhâlefet bile, “Erdoğan ne yapacak? Ortağını itecek mi itmeyecek mi?” üzerine kurulmuş bir strateji üzerinden yürüyor.
Sâdece Osman Kavala meselesi bile… Dünkü “Açık Oturum”da, artık dayanamadığım için sordum. “Bahçeli engel oluyor” diye birtakım yorumlar yapılıyor. Osman Kavala’yı hapse kim attı? Daha iki hafta önce İspanya’da gazeteciyi kim azarladı? Birdenbire, Erdoğan aslında bu kutuplaştırmanın tarafı değil de her şeyin müsebbibi nasıl Bahçeli oldu? Aslında Bahçeli’nin verdiği reaksiyonların arkasında gizli bilgiler, ezoterik göndermeler değil, dümdüz söyledikleri üzerinden okunduğunda, AKP’nin içerisinde birilerinin, iktidar içi bir kapışmanın parçası hâline getirilmeye verdiği bir reaksiyon var ve Erdoğan’ın burada aldığı bir tavır var. Şimdi sanki bu yokmuş gibi davranılması ve tartışılması tuhaf. O yüzden, “Erdoğan bu işe girdi ama pişman oldu. Çok da zararlı çıktı. CHP de büyük, başarılı bir siyâsî hamle yaptı” gibi şeylerin fazla abartılı olduğunu düşünüyorum. Meselâ Mehmet Şimşek görüşmesinde 4 saat değil de 20 dakika konuşsalardı ne olacaktı ki zâten? Bu hakîkaten, CHP’nin tam da böyle kullanacağı, AKP’nin tam da böyle reaksiyon vereceği bir şeydi. Ne olacaktı? Yalçın Karatepe söyledi diye, “Tamam, biz emekliye maaş artışı veriyoruz” mu diyecekti? Bunu bekleyen birileri mi vardı?
Ruşen Çakır: Orada şöyle bir husus var. Bu demin söylediğim, “Yukarıdan teftişe gelmiş adam” gibi, daha üst otorite gibi görünümden rahatsızlık var.
Kemal Can: Bu imajlara çok fazla rol biçiyoruz.
Ruşen Çakır: Peş peşe açıklamalar yapıyor adamlar. Önce Ömer Çelik, arkasından Faruk Çelik.
Kemal Can: Yapıyorlar çünkü iki taraf da kullanıyor bunu. Yapmak zorunda zâten.
Ruşen Çakır: İşte onu diyorum, rahatsız olmuş belli ki.
Kemal Can: Bence, bu beklenmedik bir şey değil, onu söylemek istiyorum. “Bu olsun, biz de bunu söyleyelim” diye yapılmış bir iş.
Ruşen Çakır: Daha önceki bakanlarla görüşmelerde hiçbir şey olmadığı için, bunun da öyle “dostlar alışverişte görsün” olacağını düşünmüşlerdi. Neyse, şu erken seçimle devam edelim. Sen siyâset yapılmadığını söyledin, ama Özgür Özel, artık zorla da olsa erken seçimi telaffuz etmeye başladı. Üstelik zaman da veriyor. En son “Bir buçuk yıl” dedi. Hattâ Erdoğan’ın yeniden aday olabilmesi için “Erken seçim lâzım zâten” diyor. Bir anlamda Erdoğan’a kıyak yapıyormuş gibi yapıyor. Erken seçim telaffuzu başladı. Tabiî bu çok âfâkî bir konu. Çünkü normalinden 6 ay önce yapılsa da erken seçim olur. Ama insanların beklentisi, Özgür Özel’in de dediği gibi 1,5 yıl, yani 2025 sonu 2026 başları gibi. Böyle bir yere doğru gidiyor olabilir miyiz Kadri? Yoksa mecbûriyetten söylenmiş bir şey mi?
Kadri Gürsel: Bu soruna şimdilik net bir yanıt vermek zor. Yılmaz Özdil’le olan “bidon kafalı” lâfı atışması, Yılmaz Özdil’in ona verdiği, “Niye erken seçim istemiyorsun? Birinci parti oldun, hâlâ erken seçim istemiyorsun” şeklindeki etkili çıkışlarına verdiği cevap. Bunun üzerine gelen bir şey. Zamanlamaya bakmak lâzım. Özgür Özel erken seçim konusunu neden sonra gündeme getirmek durumunda kaldı gibi gözüküyor. Ama söyledikleri de haksız değil. Aslında Özgür Özel’in ortaya koyduğu tablo, Meclis aritmetiği açısından söylediği şey haksız değil. Erken seçim isteyebilir. Ama erken seçimi gündeme getirip, bütün siyâsetini erken seçim üzerine kurmak için, neden biraz daha zamana ihtiyâcı olduğunu veya zamânın geçmesi gerektiğini de açıkladı Özgür Özel. “Halkın böyle bir isteği varsa bunun karşısında kimse duramaz” dedi. Vallahi çok rahat durur. Türkiye’de bir otoriter rejim var. Özgür Özel’in ısrarla ve inatla, Türkiye’de sanki dört başı mâmur bir demokrasi varmış da Erdoğan söz ve eylemleriyle bu demokrasiye zarar veriyormuş gibi bir tablo sunmasını ben açıkçası yadırgıyorum.
Bunun dışında, erken seçim mantığı açısından baktığımız zaman, Türkiye’de erken seçimi isteyecek olan güç olarak, şu aşamada MHP’yi görüyorum. Daha önce de böyle oldu, bugün de böyle. Ya MHP olacaktır ya da Adalet ve Kalkınma Partisi olacaktır. MHP erken seçim istediği zaman, yanına diğerlerinin de katılması lâzım. Netîcede 360 oyu bulması gerekiyor. İkisi de birlikte yapamıyorlar, bu çok doğal bir şey.
Buradan hareketle Özgür Özel bir buçuk yıl sonrası için Cumhurbaşkanı’na, “Eğer siz aday olursanız bunu destekleriz. Ama daha da uzatırsanız, öne alınmış seçim yaparsanız, normal zamandan 3 ay, 5 ay önce seçim yaparsanız, biz bunu desteklemeyiz” dedi. Yani şunu demeye getirdi: “Biz erken seçimi destekleriz. Parlamento erken seçime götürür ülkeyi. O zaman sizin de aday olma şansınız olur. Yoksa aday olma şansını size vermeyiz, destek vermeyiz.” Erken seçimin Türkiye açısından şu an sâhici ve yaklaşan bir ihtimal olduğunu, bir seçim ihtimâlinin büyüdüğünü, Cumhuriyet Halk Partisi’nin içine bakarak da biraz anlıyorum. Cumhuriyet Halk Partisi’nin içindeki çekişmeler, adaylık çekişmeleri, yerel seçim sonrasında alevlenen adaylık çekişmeleri, hiç de öyle 4 yıl sonra yapılacak olan bir seçim için, 4 yıllık sürede tarafların yıpranmayı göze alacak kadar gözlerini kararttıkları bir ortamda olduğumuzu bana söylemiyor. Tam tersine, gerçekten de taraflar kendi medyalarını da kullanarak birbirlerini yıpratmaya çalışıyorlar. Özgür Özel’e yönelik eleştirilerin önemli bir kısmının Cumhuriyet Halk Partisi içindeki çekişmenin yansıması olduğu kanaatindeyim. Burada, faydalanılan medya figürleri de var. Bu açıdan baktığımızda, bir erken seçim tartışmasının Türkiye’nin gündeminde olması ve kalması iyi bir şey. İktidar, bir yıl kadar bir süre içinde ekonomiyi düzeltemezse, Türkiye’de siyâsî aktörlerin arzusu dışında, kamuoyunun da baskısıyla, bir erken seçimin gündeme geleceğini, tartışılacağını düşünüyorum. Dediğim gibi, Milliyetçi Hareket Partisi burada anahtar rol oynayacaktır.
Sinan Ateş davasına gelince…
Ruşen Çakır: Onu bilâhare konuşacağız Kadri.
Kadri Gürsel: Peki. Erken seçim konusu şu: Cumhur İttifâkı dağılırsa, ülke erken seçime gider. Bu kadar basit. Devlet Bahçeli sağlık nedenleriyle siyâseti bırakmak zorunda kalırsa, ülke erken seçime gider. Ama onun dışında, bu iktidar, hâlâ sâhip olduğu seçmen desteğiyle, elindeki araçlarla, erken seçim talebini göğüsleyecek ve bunu zamâna yayacak bir güce sâhip. Ben, Özgür Özel’in biraz da baskı altında kalarak böyle konuştuğu kanaatindeyim. Bunun ötesinde, ülkede siyâsette önemli bir değişiklik ya da bir kırılma yaşandığı takdirde erken seçim tartışmasının gerçek olarak, etiyle buduyla gündeme geleceğini öngörebiliriz. Şu anki tartışma, aslında biraz da Cumhuriyet Halk Partisi’ndeki adaylık tartışmalarının, adaylık rekabetinin bir ürünü olarak karşımıza çıkıyor.
Ruşen Çakır: Kemal, sana sormadan önce erken seçim hakkında bir şeyler söyleyeceğim. Bir kere aritmetik bir şey var. Erdoğan istemezse ya da Cumhur İttifâkı istemezse erken seçime gidilemiyor. Ya Erdoğan söyleyecek ya Meclis söyleyecek. Sonuç olarak burada da muhâlefetin bir gücü yok. Ama Kadri’nin söylediği husus önemli. Hattâ Özgür Özel de bir yerde, “Devlet Bahçeli ülkeyi erken seçime götürmeyi iyi bilir” dedi. Açıkçası ben, MHP’nin erken seçim gibi bir arayışı, beklentisi olacağını, bundan bir çıkar umacağını sanmıyorum. Ama Kadri’nin dediği gibi, Özgür Özel, “Çok istediniz, tamam, erken seçimse erken seçim” demek durumunda kaldı gibi geliyor bana. Ama ülkenin bir yıl içinde seçime gideceğini ben de pek sanmıyorum. Tabiî olağanüstü hususlar olmazsa.
Kemal Can: Bugün galiba biraz menfî günümdeyim.
Kadri Gürsel: Haksız değilsin.
Kemal Can: Erken seçim meselesinin siyâseti canlandıran değil, tam tersine, biraz boğmak için oluşmuş bir gündeme evrilme ihtimâlini daha yüksek görüyorum. Daha önce de konuştuk; bu erken seçim meselesi taktik bir mesele — daha doğrusu erken seçim talebi. Erken seçimin olup olmaması, senin söylediğin gibi, başka aritmetik meselelerle ilgili ama, erken seçim talebini bir politik talep olarak öne çıkartmak taktik bir mesele. Şu anda erken seçim tartışması, “Böyle bir talebin zemini var mı ya da bu doğru bir politik hamle mi?” kısmında cereyan etmiyor. Yılmaz Özdil polemiğinde de öyleydi. Sanki muhâlefet etmekle eşdeğer ya da oradaki inisiyatifi kullanmakla ilgili tek seçenekmiş gibi. Yani iktidâra muhâlefet etmek ya da siyâset üretmek için seçimi talep etmekten başka bir yol olmadığı varsayımından yola çıkıyor.
Ama Türkiye’de, özellikle son 20 yılda çok bâriz biçimde gördük ki, siyâset, seçimle birlikte hareketlenmiyor. Tam tersine, siyâset, biraz önce Kadri’nin işâret ettiği gibi, hem partilerin pozisyon alması hem partilerin içindeki aday ya da ekiplerin pozisyon alması üzerine kurulan son derece taktik bir meseleye dönüştüğü için, seçimler siyâsete alan açmıyorlar. Tam tersine, siyâseti boğan bir işlev görüyorlar. Ve AKP ve Erdoğan seçimi hep böyle kullandı. Kaba bir sonuç skorunu, her seferinde muhâlefetin ve ülkenin kafasına vurdu ve buradan bir güç devşirerek kendi iktidârını pekiştirdi. Ama buna karşılık, seçimleri siyâsetin derinleşmesini engelleyecek bir unsur olarak da kullandı. Bu yüzden baş döndürücü bir seçim trafiği var aslında. Yirmi yıldır tek başına iktidar olduğu bir ülkede niye bu kadar çok seçim yapılır? Çünkü seçimler bunu mümkün kılan bir mekanizmaya dönüşmüş durumda.
Dolayısıyla şimdi biraz şuna ihtiyaç var: İster taban geçişkenliği deyin ister var olan ama kendini çok net biçimde açığa vurmayan iktidar blokundaki çözülme deyin, ister kutuplaştırmanın çok bağlayıcı bir unsur olmaktan çıkması deyin, ister konjonktürel etkileri dikkate alın, 2024 resminin bize gösterdiği, şu anda siyâsetin derinleşmesi ve biraz önce konuştuğumuz gibi, normalleşmenin bir politik talebe dönüşüp iktidârı değiştirme dinamiğini yakalamasıyla ilgili bir şey. Yani, “Hadi bir daha yarışa çıkalım. Bu olmadı, bir daha deneyelim” denklemi, bir politik derinlik üretmiyor. Bu mesele açısından hem Özgür Özel’i bu tartışmanın içine çeken ve CHP’nin içinden ya da periferisinden doğan bu erken seçim tartışmaları, bugün gelinen noktada bunu köpürtmeye çalışan çevreler, aslında tam da, bu normalleşme hafif tavsayıp, kolay siyâset fonksiyonunu kaybedince, onun yerine koyabilecekleri bir boş hamle, bir boş gündem daha üretmenin parçası olabilir. Böyle bir risk taşıyor.
Ayrıca bir başka şey daha söyleyeyim. Türkiye’de erken seçimlerin çok büyük bir kısmı için, belki de hepsi için şu söylenebilir: Ben kamuoyu baskısıyla gidilmiş bir erken seçim hatırlamıyorum. Genellikle politik krize giren aktörlerin, kendisi için en elverişli olduğunu düşündüğü ya da 2002 seçiminde olduğu gibi –MHP’nin öne çıktığı ve Bahçeli’nin verdiği karar gibi– hakîkaten siyâsî zeminin tamâmen yenilenmesiyle ilgili daha aktör bazlı müdâhalelerde erken seçim kararları alınıyor. “Toplumda büyük bir baskı oluşuyor. İktidar artık dayanamıyor ve erken seçime gidiyor…” Ben böyle bir seçim pek hatırlamıyorum. Genellikle bir şey tasarlanıyor, bir formül ortaya çıkıyor. Onun kendisi için avantajlı olacağını düşünenler ya da o hamleyi aşmak isteyenler bu kapıyı zorluyorlar.
Aritmetik tabloda da şu andaki dengenin içerisinde, Cumhur İttifâkı iktidârının devâmı MHP’nin önceliği gibi duruyor. Bence MHP’nin Cumhur İttifâkı’ndaki en önemli kozu, oy oranı ya da Meclis’teki sayısal ağırlığı ya da devlet içinde örgütlenmesi yanında, aynı zamanda, bu seçim kozunu da elinde tutuyor olması. Çünkü aritmetik olarak öyle olmasa bile, Cumhur İttifâkı’nın kimyasının değişmesi… Herkes, “Erdoğan Bahçeli’yi sırtından atacak ya da MHP yükünden kurtulacak” mantığıyla davranıyor. Ama tersinden baktığımızda, bu ittifâkın bozulmasının siyâsî dengede yaratacağı türbülans, MHP’den gelecek bir hamleyle olursa, bu çok daha sarsıcı olabilir. Bugün MHP’nin sâdece iktidar ittifâkının içinde olması dolayısıyla, kendi dışında duran, ama her an yeniden kazanabileceği bir potansiyel var. 90’ların, daha kıyılara yayılmış, daha seküler milliyetçi taban, kimi Zafer Partisi’nde kimi İYİ Parti’de –artık ne kaldıysa–, kimi CHP’de olan, hattâ AKP’nin içinde de bir kısmı gömülü olan bir oyu var. AKP, öyle sırttan attığı MHP’yi %10’luk bir şey olarak görürse, “Bloktan %10 atıyorum, yerine de başka bir %10 bulabilirim” mantığıyla bir aritmetik düşünüyorsa, çok yanlış bir matematik denklem olur.
Ruşen Çakır: Kemal, istersen buradan Sinan Ateş meselesine geçelim. Koray Aydın dün İYİ Parti’den istifâ etti, hiçbir şey olmadı. Acâyip bir durum. Bu hafta İYİ Parti konuşalım bile demedik, değil mi? Garip bir durum var. Bir parti böyle yavaş yavaş eriyor. Anladığım kadarıyla, partinin kurucularının %60-70’i şu anda İYİ Parti’de değil. İlk kurucularının zâten hemen hemen hiçbirisi değil: Ümit Özdağ, Koray Aydın… Meral Akşener partide var mı yok mu o da belli değil.
Kemal Can: İYİ Parti’yi kuran Sinan Oğan, başta var gibiydi, sonra olmadı. Ana aktörlerden Ümit Özdağ kendi partisine gitti. Meral Akşener genel başkanlıktan ayrıldı. Şimdi Koray Aydın istifâ etti. Aslında “Plana sadâkat devam ediyor” mantığıyla bakarsak, kısa bir fonksiyon icrâ eden ve sonra kendini imhâ eden bir parti gibi. Ve bunu yapan da Meral Akşener oldu.
Ruşen Çakır: “Görevimiz Tehlike” dizisinde kendi kendini imhâ eden teyp vardı, ona benzedi. Neyse, Sinan Ateş konusuna geçelim. Kemal, sen bu konuya daha fazla hâkim olduğun için seninle devam edelim.
Alican Uludağ’ın DW Türkçe’deki (Deutsche Welle) “20 maddede Sinan Ateş Cinayetinin Anatomisi” başlıklı yazısını okudum. Sinan Ateş cinâyeti öncesinde yaşananlar, sonrasında ortaya çıkan bilgiler, soruşturmadaki gelişmeler gerçekten çok düzgün toparlanmış. Bu 20 maddeyi okuduğunuzda, her bir yerinden Ülkü Ocakları ve MHP bağlantısı çıkıyor. Bir de ilginç bir şekilde, şüpheliler, Sinan Ateş’in yurtdışından dönüp dönmediğini, adres ve telefon bilgilerini eski bir MİT görevlisi, Cinâyet Büro Âmiri, ülkücü polislerden alıyorlar — ki bu çok acı. Böyle acâyip bir mekanizma kurulmuş. Bütün taşların altından birtakım siyâsî bağlantılar çıkıyor. İddianâmede her şey var, ama siyâsî bağlantı olduğu konusunda bir şey yok tabiî. Sonuçta olayı, tetikçinin, “Husûmetim vardı” demesine kilitleyecekler gibi görünüyor.
Erdoğan’ın Ayşe Ateş ve kızlarını kabul etmesiyle, sanki bir şeyler değişebilir diye düşünüldü; ama anlaşılan, bir şekilde onların gönüllerini aldı. Ama Erdoğan grup konuşmasında çok netti. “Birisine yapılan saldırı hepimize yapılmıştır” derken bence esas olarak Sinan Ateş meselesini kastediyordu. Pazartesi günü Sinan Ateş Dâvâsı var. Özgür Özel oraya gidecek. MHP avukatları da gidecek, ama neden gidecekler orası biraz karışık. Çünkü dâvâya müdâhil değiller. Ama gazeteci Yavuz Selim Demirağ, Ülkü Ocakları’nın Adliye’ye gelerek CHP’yi engellemeye çalışacaklarını söylemişti; pazartesi günü orada bir şeyler olma ihtimâlinin olduğunu da bir kenara not edelim. Aslında pazartesi günü bir anlamda Cumhur İttifâkı test edilecek. İlk günden îtibâren, iddianâmede bir değişiklik olmayacağına göre, şu an îtibâriyle burada MHP’nin istediği oluyor gibi bir hava var. Tabiî dâvâ bir günde bitmeyeceği için, sonra nasıl gelişir bilemiyorum. Fakat şu hâliyle bakıldığı zaman, Bahçeli’nin çıkışı, Erdoğan’ın cevâbı, sonra yine görüşmeleri, sanki Sinan Ateş meselesi, husûmete kitlenmiş gibi gözüküyor. Dolayısıyla Cumhur İttifâkı’nı en azından şu aşamada etkileme ihtimâli yok sanki. Ne dersin Kemal?
Kemal Can: Zâten Sinan Ateş cinâyetini, başlangıcından îtibâren bahsettiğin süreci tâkip eden pek çok gazeteci oldu ve senin de söylediğin gibi gerçekten iyi işler çıkardılar. Bu ilişkiler ağı başından îtibâren çok gizli saklı değildi, ortadaydı. Ama orada kritik olan şey, bunların hiçbirinin iddianâmeye yansımamış olması. Dolayısıyla temel iddia, AKP’nin, Sinan Ateş Dâvâsı’nı MHP’ye karşı bir koz olarak kullanıp kullanmayacağı üzerine bir siyâsî tartışmaya evrildi. Bütün o süreçte, Bahçeli’nin açıklamaları, birtakım spekülasyonlar, karşılıklı restleşmeler de hep bunun üzerinden yürüdü. Muhâlefet, özellikle son dönemde CHP, ittifâkın zayıf karnı diye düşündükleri için ya da hakîkaten AKP’nin böyle bir şey yapacağı varsayımına yüklenerek, hattâ Erdoğan’ın böyle bir şeyin işâretini verdiği kulisleri yayıldı. Fakat son açıklamalar ve ortada gördüğümüz şey hem iddianâmenin niteliği hem Erdoğan’ın gruptaki konuşması, hem de şu anda AKP milletvekili olan Tuğrul Türkeş’in bir süre önce yaptığı paylaşımı bir tarafa koyduğumuzda, bu dâvâ buradan yeniden dönebilir mi, ittifak içi bir pazarlığın kozu hâline dönüşebilir mi bilemiyoruz. Tabiî her zaman her şey olabilir; ama şu andaki göstergeler, gördüğümüz şeyler bize bunun çok güçlü bir olasılık olduğunu göstermiyor. Ayrıca, o dâvâda birtakım arbedeler olabileceğine ilişkin iddialar için de, bildiğim kadarıyla Devlet Bahçeli grup konuşmasında, oraya kimsenin gitmeyeceğini, sâdece avukatlarının orada olacaklarını açıkladı. Bunun nedeni olarak da, bu dâvâ üzerinden MHP’nin yıpratılmasına neden olacak spekülasyonlara engel olmak ya da bunun siyâsî bir süreç değil hukukî bir süreç olarak işlemesinin gözetimi için orada olacaklarını söyledi. Şimdi aksi bir durum olur mu olmaz mı bilmiyorum. Ama şu andaki tablo ve Erdoğan’ın tutumu, bize, AKP’nin Sinan Ateş Dâvâsı üzerinden MHP’yi sıkıştırmak gibi bir hamlenin içerisinde olduğunu düşündürtmüyor. Buna niyet eden, bunun olması için belki biraz çaba harcamış birtakım kesimler olduğunu biliyoruz AKP içerisinde. Ama onların Erdoğan’ı bunu yapmaya iknâ edebildiğinin hiçbir işâretine sâhip değiliz.
Cumhur İttifâkı çatlayabilir. Zâten Cumhur İttifâkı kurulduğu andan îtibâren pek çok gerilimi içinde barındıran, problemleri olan bir ilişki. Ama dâvânın başlayacağı aşamada, hani hep söylendiği gibi, “Her şey esas buradan kırılacak” durumuna gelmedik. Muhtemelen Özgür Özel ve Sinan Ateş’in âilesiyle eşi, dâvâ sürerken bunu gündem hâline getirmeye devam edecekler. Bu gündem tartışmaları tansiyonu biraz daha yükseltebilir. Ama bunun, AKP’nin tavrını değiştirecek bir yere varacağı konusunda bir izlenim edinmediğimi söylemek zorundayım.
Ruşen Çakır: Ama tabii ki dâvâ sürdüğü müddetçe, Erdoğan’ın elinde bir potansiyel kart olarak duracağını varsayacağız ve birileri bunu kullanmak isteyecek. Aslında bu dâvâ, MHP ile kavga etmek isteyen birisi için çok elverişli. Kadri, sen ne dersin?
Kadri Gürsel: Öyle tabiî. Ben Sinan Ateş Dâvâsı’nın, bir noktada Cumhur İttifâkı’nda –eğer şartlar olgunlaşmışsa– bir dağılma ânı ve erken seçim için pekâlâ kullanılmaya çok müsâit olduğunu düşünüyorum. Zâten Erdoğan’ın da baskı altında olduğu görülüyor. Baskı altında olmasa zâten Sinan Ateş’in âilesini kabul etmezdi, onlarla fotoğraf vermezdi. Belli ki o da Sinan Ateş konusunda bir baskı altında.
Sinan Ateş konusunda zâten Kemal etraflıca konuştu. Ben önceki tartışma konularımızla alâkalı olarak iki farklı husus belirtmek istiyorum. Aslında keşke bana söz hakkı geldiğinde söyleseydim, ama şimdi söyleyeyim. Bu erken seçim tartışmalarının nereden doğduğu husûsuna bir açıklık getirmek lâzım. Bu aslında Cumhuriyet Halk Partisi içindeki iktidar kavgalarının sonucu olan bir tartışma; bunun adını koymak gerekiyor. Yani ne iktidârın ne diğer muhâlefetin… Zâten “diğer muhâlefet” diye bir şey de yok aslında. Ana muhâlefet var, bir de Kürt muhâlefeti olarak DEM Parti var. Böyle bir tablo yaşıyoruz. Diğer partilerin hiçbirinin gerçek anlamda muhâlefeti temsil ettiği veya güçlü bir temsil sağladığını söylemek mümkün değil.
Biliyorsunuz 4-8 Eylül 2024 târihlerinde Cumhuriyet Halk Partisi’nin tüzük kurultayı yapılacak. Bu tüzük kurultayının seçimli bir kurultaya dönüşebileceği iddiası var. Bunun karşısında, bu iddiayı yalanlayan bâzı çevreler olduğu söyleniyor. Ama kimse açık kimliğiyle konuşmuyor. Diğer taraftan da her konuşmasında sürekli, “Ben Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanıyım” diyen bir Özgür Özel var. Kendisi de bunu sürekli tekrarladığının farkında mı bilmiyorum. Belli ki burada bir rahatsızlık var. Ve artık son noktada Özgür Özel şunu söylemek zorunda kaldı: “Eğer 2023 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Mansur Yavaş ya da İmamoğlu aday olsaydı, şimdi Erdoğan cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmuyor olacaktı”. Tabiî insanlar bu sözleri geriye dönük, Kılıçdaroğlu’na yönelik olarak okudu. Evet, Kılıçdaroğlu biraz fazla müdâhil olabiliyor. Çünkü Cumhuriyet Halk Partisi’nde Kılıçdaroğlu’nu bu kavganın içine şiddetle çekmek isteyen bir güç var. Zâten Kılıçdaroğlu da isteksiz değil. Ama asıl burada Özgür Özel’in, “Mansur Yavaş ve İmamoğlu’ndan birisi” demesi, Cumhuriyet Halk Partisi’ndeki bir taraf açısından rahatsız edici. Ben, Özgür Özel’in bunu belirtmesinden sonra daha da fazla saldırı altında kalabileceğini düşünüyorum veya kalmıştır da. Bu açılardan baktığımızda, Özgür Özel de bir yerde artık gardını almak zorunda kaldı ve erken seçim konusunda bir tutum beyânında bulundu ve bu tartışmayı göğüslemek zorunda kaldı. Cumhuriyet Halk Partisi tüzük kurultayına giderken, erken seçim tartışmalarının aslında aday konusunun bir netliğe kavuşması için yapıldığı izlenimini uyandırıyor bende.
Meral Akşener konusuna da değineceğim. Meral Akşener ve İYİ Parti hakkında, yakın geçmişe, 3-6 Mart 2023 krizi öncesine kadar yazdığım yazılar ve televizyonda belirttiğim olumlu görüşler hakkında özeleştiri veriyorum. Çok özeleştiri istiyorlarsa, buyrun bir özeleştiri. Gerçekten de Meral Akşener’in İYİ Parti’sinin, en başta, 2023’te yapılan seçimlerin tekrar iktidar tarafından kazanılmasını kurgulayan, bu kurgu içinde yer alan ve buna hizmet eden bir parti olduğu çok açık ortaya çıktı. Ben inanamıyorum buna. Meral Akşener’in, Saray’a çıkıp Erdoğan’la o tuhaf görüşmeyi yapması, daha sonra o tuhaf saç modeliyle o fotoğrafı vermesi… Sanki eski Meral Akşener gitmiş, bir başkası gelmiş gibi bir fotoğraf vermesi karşısında, Koray Aydın’ın istifâsı dışında İYİ Parti’nin bu kadar tepkisiz kalmasına inanamıyorum. “Millet İttifâkı değil de Altılı Masa yanlış kuruldu. Millet İttifâkı ikili olarak devam etmeliydi” diyen bâzı apolitik siyâsetbilimcilerin de görüşlerinin ne kadar mesnetsiz olduğunu ortaya koyuyor. Bu konuda ben de özeleştiri veriyorum. Bütün bu olanlara baktığımız zaman, demek ki Cumhuriyet Halk Partisi hiçbir şekilde İYİ Parti ile bir ittifak ilişkisine girmemeliymiş sonucu çıkıyor.
Ruşen Çakır: İYİ Parti yerel seçime “hür ve müstakil” girince CHP’nin önü açıldı. İYİ Parti destek vermiş olsaydı, hattâ Muharrem İnce bile destek vermiş olsaydı, “Bu oyları benim sâyemde aldı” diyeceklerdi, o şansları da ellerinden gitti.
Kadri Gürsel: Netîcede şu noktadayız: İYİ Parti ve en başta Meral Akşener, en başta kendi toplumsal politik tabanına ihânet etmiş oldu. “İhânet” sözcüğü ağır bir sözcük, ama bunu kullanmak zorundayım. Saray’a çıkıp ne görüştüğünü açıklamadıkça bu yafta onların alnına yapışmış olarak kalır. Zâten ne görüştüğünü açıklamasına da aslında gerek yok, olan biten çok belli. Koray Aydın meselesine de bu açıdan bakmak lâzım belki. Günübirlik gündelik tartışmalar içinde bu böyle gidiyor geliyor, içinden çıkamıyoruz; ama benim açımdan artık kafamda çok net. Ben komplo teorilerine prim vermem. Fakat Meral Akşener’in bir komplo içinde olduğunu artık bu noktada görebiliyorum. Geçmişe doğru gittiğimizde, “kazanacak aday” söyleminin ne zaman başladığının, bu komplonun kronolojisi açısından önemli bir veri teşkil ettiği kanaatindeyim.
Ruşen Çakır: Kadri, Esad-Erdoğan görüşmesi olursa bayağı konuşacak şey olur aslında, değil mi?
Kadri Gürsel: Olur tabiî. “Katil Esed”den “Sayın Esed”e geldik, çok normal aslında bu. Türkiye’nin bugün dünyadaki ve bölgesindeki konumu açısından baktığımızda, Türkiye gerçekten bir yer bulma, yer inşâ etme mücâdelesi verdi, fakat bunu kaybetti. Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra oldu bu. Soğuk Savaş’ın bitiminden beri 30 yıl geçti; bunun 20 yıldan fazlası AKP ile geçti. AKP’nin ve Erdoğan’ın yönettiği ve dış politikasını uyguladığı Türkiye’nin bugün geldiği nokta, yersiz yurtsuz, dış politikada kendini yitirmiş bir ülke aslında. Bu da tabiî ki acıklı bir durum. Ama konuşulacaksa da konuşulmalıdır, buna da “Hayır” diyemeyiz. Elbette kimsenin îtiraz edecek hâli yok. Fakat, “Reis yine ne güzel kıvırdı, ne güzel çalım attı. İşte dış politika budur. Yine başardı. Dün ‘Emevî Câmii’nde namaz kılacağız’ dedikleri adam da gelip Reis’le konuşmak zorunda kaldı. İşte biz bu kadar büyüğüz” diye bâzı propagandalara başlayacaklarsa, artık bu millet de bunu yemez — ben bu kanaatte değilim. Sâdece, “Komşularımızla iyi geçinelim, yaralarımızı saralım bâri” diyebileceğimiz bir noktadayız.
Ama mesele sâdece Esed değil tabii. Bugün dünyada yeni bir Soğuk Savaş konuşuluyor ve Türkiye bu yeni Soğuk Savaş’ın herhangi bir yerinde değil. Avrupa Birliği’nin gündeminde yok. Batı ittifâkının hiçbir şekilde gündeminde yok. Eskiden olumsuz gündem de oluşturabiliyordu, artık Türkiye’nin olumsuz gündem oluşturabilecek mecâli ve kapasitesi kalmadı. “Sayın Esed” belki bu mânâda olumlu bir gündem, ama acıklı bir olumlu gündem olarak kullanılabilir diye düşünüyorum.
Ruşen Çakır: Evet Kemal, senin söyleyeceğin bir şey var mı?… Sesin kapalı.
Kadri Gürsel: Ben dudak okudum, “Hayır, demiyorum” diyor.
Kemal Can: Hayır, bir şey bir şey demiyorum, bir haber değeri de görmüyorum. Diğer manevralara, dönüşlere bakınca, hani o Sisi’lere, Birleşik Arap Emirlikleri’ne filan baktığımızda, bu daha da önce olabilirdi.
Ruşen Çakır: Asıl fatura buradaydı Kemal. Her iki ülke de ne büyük fatura ödedi.
Kemal Can: Fatura büyük, evet. Ben lâf etmek açısından söylüyorum.
Ruşen Çakır: Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudî Arabistan’la olan hikâyedeki fatura daha başkaydı. Ama burada milyonlarca insanın hayâtı söz konusu oldu. Türkiye iç savaşta muhâlefete bu açık desteği vermese, kapıları sonuna kadar açmasa, yani hem Türkiye’ye gelenler hem de Suriye’ye giriş yapan cihadcılar, şu bu olmasa, bu kadar büyük bir fatura olmayacaktı.
Kadri Gürsel: Fatura konusunda saydıkların eksik kaldı bence, daha fazlasını da söyleyebiliriz. Hem Irak’ı hem Suriye’yi etkiledi bunun faturası. Amerika’yı ve Rusya’yı bölgeye dâvet etti ve bölgedeler şu an. Rusya güney komşumuz oldu ve Türkiye’de çok kanlı hâdiseler yaşandı bunun sonucunda. Türkiye’nin sınır güvenliği ortadan kalktı. Tüm Cumhuriyet tarihi boyunca 2 milyon Türkçe konuşan ya da Müslüman Balkan göçmeni almış olan Türkiye, 10 yıl gibi kısa bir sürede, şu andaki sayıları milyonlarla ifâde edilen, Türkçe konuşmayan Arap ve Afgan göçüne mâruz kaldı. Erdoğan Esed’le oturup konuşsa –ki Esed konuşmayacaktır; “Önce askerlerini çek” diyecektir Erdoğan’a–, Türkiye bundan ne kazanacak? Açıkçası, şu anki durumun devâmının güvence altına alınması dışında bir şey de kazanamayacak. Çünkü Amerika Birleşik Devletleri zâten orada duracak. Şimdi herkes Trump’ın gelişini bekliyor. Eğer Trump seçilirse başka bir denklem oluşacak, o zaman bakacağız artık. Zâten çok fazla bir süre de kalmadı. Şu an Suriye’deki durum, bastırılmış ve zincirlenmiş bir çatışma. Rusya’nın ve Amerika’nın orada bir denge oluşturduğunu görüyoruz. Türkiye de kendi sınırlarının güvenliği açısından orada askerlerini tutuyor ve tutmak zorunda kalacak. AKP yönetimi, Erdoğan ve Davutoğlu ikilisi, Türkiye’nin önümüzdeki iki neslini meşgul edecek olan bir târihsel kriz armağan etti bize. Bunun da altını çizmek ve asla unutmamak gerekiyor.
Ruşen Çakır: Kemal?
Kemal Can: Zâten Erdoğan, bugünkü konuşmasında, “İç işlerine karışmak aklımızdan geçmez, toprak bütünlüğü” filan gibi lâflar ederken, Kadri’nin de söylediği gibi, bir ülkenin toprağında asker bulundurur ve bulundurmak zorunda olurken, bir kısmını fiilî olarak yönetiyorken, “Ben senin iç işlerine karışmam, oturalım konuşalım” demenin zorlukları var. Ayrıca Kadri altını çizdi zâten: Bunu onunla konuşmasının bir karşılığı da yok. Erdoğan’ın bu çıkışının bir sonuca dönük olup olmadığından da emin değilim. Yani bir niyetle ileri sürülmüş bir şey değil. Sâdece, bu normalleşme gündemine bir de uluslararası pencere açmak ve olmayan seçeneklerini çoğaltıyormuş görüntüsü yaratmakla ilgili olduğunu düşünüyorum. Ama bu, sonuç alınabilecek bir aşamayı ve problemin kendi yarattığı etkiyi… Daha önce CHP de “Esad’la görüşerek bu meseleyi çözeceğiz” diye çok kez söylemişti. Ben bunun da çok gerçekçi olmadığını düşünüyorum. Çünkü Suriye’de yaratılan kriz, Türkiye’nin de önemli dahli olan, uluslararası önemli bir başlık olarak ve büyük bir belâ olarak ortada duruyor. Yani bütün Ortadoğu’yla ilgili böyle bir problem var ve bu problemin, onunla bununla görüşerek çözülebilirlik sınırını geçtiğini düşünüyorum. Daha fazlasını söyleyecek bir şey görmüyorum burada.
Erken seçim konusunda bir şey daha eklemek istiyorum. Biraz önce “Erken seçim, gündemi, siyâseti boğmaya doğru bir etki yaratabilir” demiştim. Bunun, yeniden, siyâsî içeriği son derece zayıf, kişisel ve ekipsel bir rekabetin parçasına dönüştürmeye elverişli bir mesele olmasındandı. Kadri daha açık ifade ettiği için ben de ona benzer bir şeyi kastettiğimi eklemek isterim.
Ruşen Çakır: Evet, “Haftaya Bakış”ı burada noktalayalım… Kadri Gürsel ve Kemal Can’a çok teşekkürler. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler.