Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel ile Haftaya Bakış (225): Instagram’a erişim engeli | Haniye suikastı sonrası Ortadoğu | AYM’den Atalay kararı

Türkiye’de Instagram kullanıcıları, 2 Ağustos Cuma sabahı itibarıyla platforma erişemiyor. Bilgi Teknolojileri Kurumu’nun (BTK) açıklamasına göre erişim engeli getirildi. Medyascope‘un BTK yetkililerinden edindiği bilgiye göre Instagram “Atatürk’e hakaret”, “kumara ve uyuşturucuya yönlendirme”, “çocuğa yönelik cinsel istismar” ve benzeri katalog suçlar nedeniyle kapatıldı.

Hamas lideri İsmail Haniye, İran’ın başkenti Tahran’da düzenlenen saldırı sonucu öldürüldü. Hamas, saldırının İsrail tarafından düzenlendiğini açıkladı.

AYM’nin TİP Hatay Milletvekili Can Atalay’ın TBMM Genel Kurulu’nda Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin kararı okunarak milletvekilliğinin düşürülmesine ilişkin kararının gerekçesi Resmî Gazete’de yayımlandı. AYM, Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşmesinin yok hükmünde olduğunu açıkladı.

Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel Haftaya Bakış’ta son yaşananları değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can ve Kadri Gürsel’le yine haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Arkadaşlar, merhaba.

Kemal Can: Merhaba.

Kadri Gürsel: Merhabalar.

Ruşen Çakır: Konuşacağımız epeyce konu vardı. Sabah kalktık, Instagram kapanmış; herkes onu konuşuyor. Ben çok Instagram’cı değilim, çok az kullanıyorum, ama çok büyük bir ilgi olduğunu biliyorum. Her şey bir yana, Instagram’ın ciddî bir ticârî yönü var. Bâzı açıklamalara göre, 1 günlük kapanmadan dolayı 1,5 milyar TL’lik iş hacminin zarar gördüğünü söyleyenler var. Ama tabiî bu olayın sâdece bir kısmı. Onun dışında, Cumhurbaşkanı da “Hayırlı Cumalar” diye Instagram hikâyesi paylaşmış, gördünüz mü? Sonra apar topar silmişler. Böyle bir erişim engeli ne zamandır olmuyordu. En son 6 Şubat depreminde Twitter yavaşlatılmıştı. Gezi zamânı çok alışmıştık. Darbe girişimi zamanlarında da olmuştu böyle şeyler. Facebook ve Twitter ya da yeni adıyla X platformu ile kıyaslandığında, Instagram en az politik olan yerlerden birisi. Fahrettin Altun’un, Instagram’ın Haniye konusunda uyguladığı sansürü eleştiren bir açıklaması oldu. Bu paylaşımının ardından erişime engellenince böyle yorumlandı. Ama sonra adını açıklamayan bâzı yetkililer, çocuklara yönelik cinsel istismar, kumar teşviki gibi “katalog suçlar” nedeniyle olduğunu söylediler. 

Bugün Ulaştırma Bakan Yardımcısı bir açıklama yaptı. Çok acâyip ve uzun bir açıklama. Instagram’ın adı geçmiyor ve açıklamada eskiden beri söylenilen şeyler var: “Onların kuralıyla yapmayız. Bizim değerlerimize saygı göstermek zorundalar. Türkiye’de bir ofis açmıyorlar. Sahte ofisler açıyorlar”. O ofis hikâyesi de şöyle biliyorsunuz: Burada ofis açtıracak; Türk vatandaşları temsilci olacak; Türk vatandaşları üzerinden o kurumlara bir tür gözdağı verecekler. Instagram yöneticileri de buna yanaşmıyor. Bakan Yardımcısı yaptığı açıklamada Instagram’a neden erişim engeli getirdiğini söylemiyor. Ama “katalog suçlar” göndermesi var. Olay sâhipsiz kaldı. Neredeyse gün bitecek, “Şu nedenle kapattık” diye çok açık ve net bir açıklama yapılmadı. Kemal, seninle başlayalım. Ne diyorsun? 

Kemal Can: “Çok zamandır böyle olmuyordu” dedin; ama bir sürü küçük küçük şeyler oldu aslında. Wikipedia’nın, Twitter’ın toptan kapatıldığı zamanlar gibi kapatmalar olmadı; ama en kritiği, deprem zamânında sadece sosyal medyayı değil, bant daraltarak interneti yavaşlattılar ve internet erişimini sekteye uğratacak hamleler yaptılar. Dediğin gibi tam olarak niye yaptıkları belirsiz. Biraz âmiyâne tâbirle söyleyeyim: Delikanlı gibi niye yaptıklarını da söylemiyorlar. Aslında galiba Fahrettin Altun’un daha önce yaptığı paylaşımla bir ilgisi var bu işin. Çünkü Bakan Yardımcısı’nın açıklamasında da, “çifte standart”, “bizim değerlerimiz” gibi göndermeler oldu. “Batı, Gazze meselesinde de olduğu gibi birtakım sınırlamalar getiriyor. Sansür uygulamaları getiriyor. İfâde özgürlüğüne iddia ettikleri gibi çok alan açmıyorlar. Bizim de –tâbiri yerindeyse– elimiz armut toplamıyor. Bunu tam da bu yüzden yaptık” demek istiyor. Yani bunu bir yaptırım gibi…

Ruşen Çakır: Sözünü keseceğim. Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Abdülkadir Uraloğlu şimdi bir açıklama yapmış. Onu bir okuyayım. Diyor ki: “Kuralları ve toplumsal hassâsiyetleri dikkate almadıkları takdirde biz de müdâhale ederiz. Kendilerini uyardık, karşılık bulmadı. Görüşmeler sürüyor. Eksiklikler giderilince erişim açılır”. Devletle görüşmeler başlamış. “Bizim kurallarımıza uymadılar” diyor. Ama hâlâ tam olarak, “Biz şu nedenle bunu yaptık” diye bir açıklama gelmiyor. 

Kemal Can: Bu, Bakan Yardımcısı’nın yaptığı açıklamayı teyit eden, devam ettiren bir açıklama. “Böyle şeyler yaparsanız biz de karşılığını gösteririz” diyorlar; ama bunu bir yaptırım gibi… Çünkü bunun ticârî sonuçları olur. Instagram’ın, kendi kuralları içerisinde bâzı şeyleri sınırlamasına cevâben, bir ülkenin içindeki erişimi kapatmaya kalkması, başka ticârî tartışmaları ve belki diplomatik ya da hukukî meseleleri gündeme getirir. Biraz önce senin okuduğun gerekçede de olan, daha önce başka sosyal medya şirketlerine de uygulanan bahâneleri ileri sürerek, “Biz bunu niye yaptık, siz anlayın. Bunu anlamanız lâzım” anlamına gelecek bir çıkış yapıyorlar. Aslında şuna cesâret edemedikleri anlaşılıyor: Bu kuruluşu karşılarına alarak, “Mâdem ki siz İsmail Haniye’nin öldürülmesiyle ilgili birtakım paylaşımlara filtre koydunuz, o zaman biz de sizin buradaki varlığınızı engelliyoruz” diyemiyorlar; bunu demek başka sıkıntılar yaratacağı için. Ama fiilen bir şey yapıyorlar. 

Aslında bu, Türkiye’de çok yaşadığımız bir şey. Kural koyarak, bunu hukuka uydurarak, bir kritere bağlayarak değil, fiilî durum yaratarak hâdiselere müdâhale edilmesine biz alıştık. “Alıştık” derken, çok gördük anlamında söylüyorum. Burada yapılan iş, bence Fahrettin Altun’un ilk paylaşımındaki yas îlânıyla paralel yapılan bir çıkıştı. Ama bunu ne kadar uzatacaklar, ne kadar ileriye taşıyacaklar, bu vesîleyle talep ettikleri birtakım şeylerle ilgili ne kadar mesâfe alacaklar göreceğiz. Sosyal medya meselesinde zâten Bakan Yardımcısı’nın ilk açıklamasında vardı: “Değerlerimize ve bizim kurallarımıza göre oluşan bir sosyal medya tanzim etmek istiyoruz” diyor. Dolayısıyla bu konuda, bu alanda faaliyet gösteren kuruluşları hizâya sokmakla, bunu kullanan insanların iletişim haklarını böyle keyfî, habersiz, birdenbire kesmek aynı şey değil. Çok basit bir yolu var: Bu iddia ettikleri gibi birtakım problemler varsa, anlaşamadıkları bürokratik bir şey söz konusuysa, bunun prosedürü açık. Önceden îlân edersiniz; “Şöyle şöyle problemler var. Dolayısıyla bu halledilmedikçe şu vâdede bu erişimle ilgili sıkıntılar doğabilir. Biz bu konuda şöyle yaptırımlar yapacağız” denebilir. İnsanlar da buna göre pozisyonlarını alırlar. O platformdan ayrılırlar, ayrılmazlar, kendi önlemlerini alırlar. Ama böyle yapılmıyor. İddia edildiği gibi, şu ya da bu nedenle, siyâsî, bürokratik ya da ekonomik bir gerekçeyle o kuruluşu cezâlandırmak istiyorlarsa… Sonuçta sosyal medya dediğimiz şey tıpkı telefon gibi, tıpkı ulaşım gibi, insanların kullandığı bir şey. Siz bu alanlara bu keyfîlikte müdâhale edemezsiniz. 

Daha önce internet için de yaptılar. Oradaki mesele daha da acâyipti. Üstelik deprem gibi kritik bir anda yaptılar. Bu tamâmen tek tek insanların iletişim haklarıyla ilgili bir şey. Dolayısıyla şirketle meselesini gerekçe göstererek, insanların iletişimine getirdiği kısıtlamaların açıklanabilir tarafı yok. Bu ilk kez olmadı, son kez de olmayacak. Artık bu kuralsızlık ve keyfîlik böyle işliyor. Olay bu sabah cereyan etti, ama yapılan açıklamalarda hâlâ tam olarak ne olduğu, niye olduğunun cevâbı ve açıklaması yapılmış değil.

Ruşen Çakır: Kadri, Kemal’in bıraktığı yerden devam edelim. Instagram, milyonlarca insanın hem dostlarıyla iletişim kurmak amacıyla, ama aynı zamanda ticârî faaliyet anlamında da kullanılan bir sosyal mecrâ.  Bir de şirketlerin, kurumların halkla ilişkiler alanı olarak da kullanılıyor, bu açıdan da önemli. Meselâ şimdi gördüm, yasağa rağmen Millî Eğitim Bakanlığı ve Sağlık Bakanlığı Instagram’dan paylaşım yapmış. Herhalde VPN üzerinden bağlanıyorlar. Böyle bir şeyi şu ya da bu nedenle yasakladığı zaman, milyonlarca insanı rahatsız ediyor. Uluslararası alanda da, “Helâl olsun Türkiye’ye! Bak değerlerini korumak için Instagram’ı kapatmış” diyen kimse yoktur herhalde. En fazla, insanlar gülüp geçiyordur. Bütün bu şeye rağmen nedir bu inat? Nasıl açıklayabiliriz?

Kadri Gürsel: Aslında açıklamak için elimizde çok veri yok. Fakat bâzı bulgulardan hareketle bunu yapabiliyoruz ancak. Meselâ Fahrettin Altun’a isnat edilen, Haniye’nin öldürülmesine yönelik tepkilerin Instagram tarafından engellenmesi ve böyle bir suçlamanın hemen ardından Türkiye’de Instagram’ın engellenmesi. Bunun böyle olmadığına dâir İletişim Başkanlığı ya da Fahrettin Altun’un kişisel hesaplarından herhangi bir açıklama yapılmadı. Bu bugüne kadar gördüğümüz en keyfî, en lâubâli uygulama. Instagram ilk kez oluyor da, YouTube ve Twitter yasakları Türkiye’nin çok keyfî yönetildiğini gösteren olaylardı. Ama bu yasak artık keyfîliğin ötesine geçti. Buna keyfîlik demek yetmiyor, bu lâubâlilik. Bu karârın bir karşılığı, bir açıklaması olması lâzım. Aslında açıklaması var ve ben bunu doğru kabul ediyorum. Buyursunlar, yalanlasınlar: “Hayır, biz Haniye’nin ölümüne Türkiye’de Instagram hesapları üzerinden gösterilen tepkilerin Instagram tarafından engellenmesi üzerine Instagram’ı kapatmış değiliz. Ondan dolayı değil.” O zaman neden kapattınız? Bunun nedenlerini en azından daha önceki Twitter ve YouTube yasaklarında biliyorduk. 

2014’te Twitter yaklaşık bir ay süreyle engellendi. O zamanlar “Fuat Avni”, “Haramzade”, “Başçalan” gibi FETÖ hesaplarının faaliyetinin engellenmesi amacıyla yapılıyordu. Daha sonra 2015’te, Çağlayan’daki Adliye baskınında Savcı Kiraz’ın rehin tutulmasıyla ilgili görüntülerin kaldırılması talebinin karşılanmaması nedeniyle Twitter ve YouTube yeniden kapatıldı. 6 Şubat depreminde gerçekten çok büyük bir sorumsuzluk, hattâ suç noktasına varan bir sorumsuzluk ortaya konuldu ve Twitter yavaşlatıldı. Binlerce, on binlerce insan enkaz altındayken belki yanlarında telefonları vardı ve Twitter’ı engellemiş oldular. Şimdi de böyle bir engelle karşı karşıyayız. Ben bu olayın Hamas ve Haniye’nin başına gelenlerle alâkalı olduğunu düşünüyorum. 

Bizim açımızdan şöyle bir husus var: Türkiye’yi yönetenler gerçekten ciddî bir psikolojik buhran geçiriyor. Ben bunu artık bir psikolojik bozukluk, psikolojik nedenleri olan bir siyâsî davranış bozukluğu olarak görüyorum. Gösterilen tepki son derece hırçın bir tepki. Daha önceki yasaklarla bunu kıyasladığımızda, fark da şuradan kaynaklanıyor. Daha önceki yasaklar, iktidardakileri rahatsız eden bâzı içeriklerin kaldırılması yönündeydi. O talebi ileri sürerek yasaklar getirilmişti. Burada ise, iktidar mensupları ve çevresi, kendi koydukları içeriklerin Instagram tarafından engellenmesini protesto ederek böyle bir yasağı getirmiş oluyorlar. Ya da şu âna kadar bir yalanlama olmadığı için böyle varsaymak zorundayız. Sükût ikrardan gelir netîcede. Diğer taraftan, “Bu iddiaları ciddîye almıyoruz” deme lüksüne ve sorumsuzluğuna da sâhip değiller. Çünkü zâten uluslararası medya, bu yasağın Hamas ve Haniye’nin öldürülmesine yönelik tepkilerin Instagram tarafından engellenmesi sonucunda getirildiğini yazdı, çizdi, gösterdi. Bunlar iddia olarak dahi ortaya atılsa, bunun hemen yalanlanması lâzım. 

Şöyle bir psikolojik siyâsî davranış bozukluğuyla karşı karşıyayız. Aslında bu çok uzun yıllardır var, ülkemizi yöneten siyâsal İslâmcıların davranışlarına yansıyor. O da şu: Türkiye’nin dışındaki, hâricimizdeki bâzı sorunları içselleştirmek, bunları bir iç sorun, sanki kendi sorunuymuş gibi yaşamak ve öyle davranmak, Türkiye’nin gerçek iç sorunlarını ise dışsallaştırmak, dış nedenlere bağlamak. Türkiye’nin içinde meydana gelen bazı hâdiselere böyle tepkiler gösterilmiyor. Ama dışarıda yaşanan bâzı hâdiselere, özellikle de söz konusu olan İhvan kaynaklı birtakım olaylara, sanki kendimiz yaşamışız gibi tepki veriyoruz. Mısır’da 3 Temmuz 2013’teki darbe, sanki Türkiye’deki iktidâra karşı yapılmış gibi yaşandı. İçselleştirildi. Haniye sûikastı de böyle içselleştiriliyor. İzlenen Hamas odaklı dış politika da öyle. Bu yasak bize aynı zamanda psikoanalitik köklerine de inme fırsatını doğuruyor. 

Sonuçta sosyal medya kullanımının hangi seviyelere geldiği, insanlar için ne kadar vazgeçilmez olduğu, sosyal medya erişiminin yasaklanmasının insanlarda nasıl bir öfke ve rahatsızlık doğuracağını da öngörememenin, bilememenin, anlayamamanın getirdiği bir şey bu aynı zamanda. Velev ki Instagram engelliyor olsun: Başta Fahrettin Altun’un söylediklerini, diğer iktidar mensupları veya iktidar medyası mensuplarının, trollerinin söylediklerini kısmen engellemiş olsun. İktidârın elinde muazzam siyâsal iletişim imkânları var. Burada hemen ilk tepki Instagram’ı yasaklamak oluyor. Çünkü bunun ardında ciddî bir ideolojik ve kültürel çatışma var. Bu iktidârın siyâsî kültür ve ideoloji hattında, Batı ile girmiş olduğu ciddî bir kavga ve çatışma var. Aslında makas giderek açılıyor. Ben yine, “Instagram’ın Haniye’nin öldürülmesine yönelik protestoları engellediği” varsayımından hareketle konuşuyorum. “Instagram neden böyle davranıyor? Niye engelliyor acaba?” diye bir soru sormak lâzım. Bunun tek açıklaması var. Hamas hem Avrupa Birliği tarafından hem Amerika Birleşik Devletleri tarafından hem de Avrupa Birliği’nden ayrılmış olan Büyük Britanya tarafından terör örgütü olarak görülüyor. Bizimkilerin yapmış olduğu açıklamalar ise doğrudan terör propagandası olarak sınıflandırılıyor. Bu bir gerçeklik. Bu bir tespit. Bunu saptamak zorundayız. Makas çok açılmış durumda. Kapansın, kapanmasın bilemiyorum. O, Türkiye’deki iktidar değişimiyle alâkalı bir şey. İktidar değişmesi de yetmiyor; belki rejim değişir, iktidar değişir, devlet dönüşür. O zaman belki yeni bir Türkiye doğar. Ama şimdilik böyle devam ediyoruz.  Fakat bu tür çelişkilerin ustaca yönetilmesi lâzım. Ben iktidârın kendisini aşırı hırçın davranarak, âdeta kendini kaybederek, nedenini de doğru dürüst anlatamadığı, bunun siyâsal iletişimini de yapamadığı tuhaf, acâyip durumlara düşürdüğünü görüyorum uluslararası platformda. Bu son Instagram yasağı da en trajik ve komik örneklerinden biri. Yarın öbür gün “Bunun Haniye olayı ile bir alâkası yok” diyebilirler. Neyle alâkası var? Paldır küldür Instagram’ı yasaklama, Türkiye’deki milyonlarca Instagram kullanıcısının haklarının hiçe sayılması –ki sosyal medyaya erişim bir haktır günümüz dünyasında–, böyle bir zorbalıkla, böyle bir lâubâlilikle bu hakkın engellenmesi, vatandaşa karşı ne büyük bir sorumsuzluktur! Ne büyük bir vurdumduymazlık ve kayıtsızlıktır! Bu birikim ve rahatsızlıklar, günün sonunda siyâsî sonuçların doğmasına katkıda bulunuyor. Bu da onların sorunu. Sonuçlarıyla yüz yüze gelirler elbette günün birinde.

Ruşen Çakır: Evet, şimdi Instagram’ın kapanmasına neden olduğunu varsaydığımız –açıklama yapılmadığı için– İsmail Haniye olayına gelelim. Olay çok büyük. Sâdece Haniye değil, onun öncesinde çok önemli bir Hizbullah Komutanı, Fuat Şükr de Beyrut’ta öldürüldü. Haniye’nin öldürülmesi başlı başına bir olay. Ama Tahran’da, Cumhurbaşkanı’nın yemin töreninin gecesinde, Devrim Muhâfızları’nın koruması altındaki bir binâda öldürülmüş olması acâyip bir şey. Bölgesel savaş çıkacak mı çıkmayacak mı? Bunlar çok büyük tartışmalar. Burada çok çarpıcı olan, bizi daha fazla ilgilendiren yönü, Erdoğan’ın, Haniye öldürülmeden önce Rize’de söylediği, “Karabağ’a girdiğimiz gibi, Libya’ya girdiğimiz gibi, oraya da gireriz” demesi. İsrailliler tepki gösterdi. Bu sözler Arap medyasında, Batı medyasında bayağı da bir yer buldu. O lâfın üzerine Türkiye kalakaldı. Yas îlânı, açıklamalar, şunlar bunlar… Türkiye, bölgesel savaş olma ihtimâline karşı bir şey yapabilecek durumda mı? Instagram’ıyasaklamak dışında Erdoğan ne yapabilir ya da Türkiye ne yapabilir? Kamuoyu bunu ne derece önemsiyor? Bir de o var: Yas îlân edildi. İnsanlar büyük bir coşkuyla bu yasa katılmadı. Haniye’yi şehit olarak görüp buna inananlar var tabiî ki. Ama ülkenin büyük bir kısmının bu konuyu çok yakından tâkip ettiğini de çok sanmıyorum. Kemal, ne dersin?

Kemal Can: Bu sûikastlar zincirinde iki hâdise üst üste geldi. Ama onun öncesi de var. İran’da birkaç önemli sûikast ve saldırı yapılmıştı. İsrail Gazze’deki o ölçüsüz, kontrolsüz, hattâ zaman zaman bir tür katliam ya da soykırım özellikleri taşıyan saldırısının yanında, hem bölgedeki ülkeleri hem de onların vekâletiyle savaşı yürüten birtakım örgütlerin önemli unsurlarını, nokta hedefler olarak vurarak iki şeyi göstermeye çalışıyor: Birincisi, kendi yapabilirlik kapasitesini, gücünü göstermek istiyor; ikincisi ve bence daha önemli olanı, başta İran olmak üzere, karşısındaki aktörlerin zayıflığını, onları ağır biçimde küçük düşürerek göstermeye çalışıyor. Hamas’ın lideri öldürüldü; ama öldürüldüğü yer ve nasıl öldürüldüğü konusunda tartışmalar cereyan ediyor. Önce bir füze saldırısı denilmişti. Ama sonra bir istihbârat faaliyetiyle kaldığı yere önceden yerleştirilen bir bombayla öldürüldüğü iddiası ortaya atıldı. Bütün bunlar sâdece Hamas’a dönük bir nokta saldırı hâdisesi olmanın ötesinde, Hamas’la ilişkide olan pek çok ülkeyi ve özellikle de sûikastın yapıldığı nokta olan İran’ı sıkıntıya sokmak –hem küçük düşürmek hem de güçsüz göstermek– gibi bir amaç yürütüyor. Aslında Netanyahu’nun ABD’de Kongre’de kendini ayakta alkışlatarak konuşma yapması da bunun bir parçasıydı. Bunu Ukrayna hâdisesinde de yaşadık. Artık dünya ölçeğinde, gücü yeten bir şey yaptığında, onu durdurabilecek mekanizmaların, kuralların ve kurumların bulunmadığı, işlemediği, kavramların anlamsızlaştığı, bu tür herkesçe paylaşılan kriterlerin ortadan kalktığı bir zeminde yaşıyoruz. 

Biraz önce Türkiye’de yaşadığımız hâdise olarak keyfîlik, çifte standart meselesini konuştuk ya? Aslında bunun dünya ölçeğindeki bir versiyonu bu. Çünkü o konuda da ağır bir çifte standart söz konusu. Bu konudaki tartışmanın zemini açısından da, bu olayın yol açacağı olası gelişmeler açısından da bir eşitsizlik var. Güç merkezleri aslında bu eşitsizliğe oynuyorlar; bunu göstermeye çalışıyorlar. Türkiye’nin çok sınırlı sayıda ülkeyle berâber yas îlân etmeye kalkması, aslında politik olarak bu iktidârın, uluslararası alanda almak istediği pozisyonun ya da oynamak istediği rolün, bir ülke kimliğine dönüştürülmesi hâdisesi. Bu yasın ne kadar kişiyi ilgilendirdiğini söyledin. Ayrıca şöyle bir şey var: Tamam, Türkiye bir terör örgütü olarak tanımadı Hamas’ı, öyle târif etmiyor. Ama pek çok ülke açısından böyle kabul edilen bir durum. Dolayısıyla böyle bir yas îlânını ülke adına yapmak ve ülkenin bir bütün olarak Filistin Dâvâsı’nın değil Hamas’ın arkasında yer aldığını îlân etmek –çok tuhaf bir benzetme gibi gelebilir– tıpkı maçta bozkurt işâretinin millî bir sembol olup olmadığı gibi bir tartışmayı da gündeme getiriyor. Galiba bâzı siyâsîler de bu konuda birkaç açıklama yaptılar. Tâbir yerindeyse, “Kime sordunuz da yas îlân ettiniz?” ya da “Türkiye’nin hangi millî meselesi olduğu için bu yas îlân edildi?” Tamam, birtakım dost ülkelerin büyük kayıplara uğraması karşısında yas îlân edilebilir. Ama bu yasın îlânıyla ilgili tartışmanın da siyâsî bir boyutu var. 

İşin bölgesel gerilim açısından önemli sonuçlarından biri, bir süredir sistemli olarak başta İran’ın, küçük düşürülmeye, güçsüz gösterilmeye daha ne kadar tahammül göstereceği ya da Hizbullah ve Hamas gibi yapıların, İsrail’in bir anlamda uluslararası destek de alarak, gücünü göstermek ve onu durduracak hiç kimsenin olmadığını işâret eden tutumuna nasıl cevap verebileceği, hâdisenin ne kadar yayılacağının ölçüsünü belirleyecek. Ama bu yayılmanın içerisinde, Türkiye, bu sembolik yas îlânı, Instagram’ı kapatmak gibi hamlelerin daha ilerisine geçecek bir pozisyon alma noktasında değil. Galiba bu yüzden bu tür sembolik işleri daha çok yükseltiyor. “İsrail’e gireriz” demek “Şam’da namaz kılmaya gideriz” gibi, bir süre sonra herkesin unuttuğu, öylesine söylenmiş, içeriye söylenmiş, dışarıya söylenmemiş sözler. Biraz önce Kadri, “Dış meseleleri içeride, iç meseleleri dışarıda tartışmaya açmak” konusuna değindi. Bu da öyle bir şey. Erdoğan “İsrail’e gireriz” lâfını İsrail’e değil de Türkiye’ye söylediği için önemsiz gibi görünüyor. Çok da üzerine gidilmiyor. Çünkü normal şartlarda “İsrail’e gireriz” diyen bir ülke liderine İsrail’den çok daha yüksek cevap verilmesi beklenir — en azından sözel düzeyde. Ama öyle bir cevap gelmediğini görüyorum. Aslında söylenirken bile fazla ciddîye alınmadığını, çünkü Türkiye’nin böyle bir yeteneğinin ya da böyle bir pozisyon arayışının olmadığını düşünüyorum. Bu bölgesel genişleme riski, bu ölçüsüzlüğün ve tâbir yerindeyse mahallenin kabadayısı gibi, “Var mı bana yan bakan? Kim durduracak beni?” siyâseti yürüten İsrail’in, ne kadar daha bu fütursuzluğu sürdüreceği, dünyanın da ne kadar süre bunu seyretmeye devam edeceğiyle ilgili.

Ruşen Çakır: Kadri, sana da bu konuda görüşlerini sorarken bir şeyi eklemek istiyorum. Sen de gördün mü bilmiyorum, bâzı iktidar yanlıları, son dönemde alenen dile getirdikleri İran karşıtlıklarını –mezhep üzerinden, Suriye üzerinden gelişti biliyorsun– bu dönemde bayağı kullanmaya başladılar. Hattâ İran’ın burada çok ciddî karizması çizildi, ilk defa olmuyor bu. Daha önce Kasım Süleymanî’nin, nükleer fizikçi Fahrizâde’nin öldürülmesinde de oldu bu. Bir taraftan böyle bir şey var. Konuyla alâkasız gibi gözüküyor, ama bence çok alâkalı. Çünkü bu olay büyük ölçüde İran üzerinden okunuyor artık. Şimdi, İran’ın misillemesinin ne olacağını merak ediyoruz. İran aslında bir tür varlık savaşı yürütüyor. “Varlık savaşı” demekten kastim, ülke olarak değilse bile “rejim”in varlık savaşı. Türkiye’de birileri Haniye’nin öldürülmesine üzülüyor olabilir, ama İran’ın böyle ciddî bir yara almasına da çok îtiraz etmiyorlar sanki. Ne dersin?

Kadri Gürsel: Türkiye’deki siyâsal İslâmcıların mezhepleri, İran’daki hâkim Şiî mezhebinden farklı. Sünnî ve ağırlıklı olarak da Hanefî. Öyle bir perspektiften de bakıyorlar dünyaya. Bir Şiî-Sünnî çatışması ekseninden de okuyorlar aslında bölge jeopolitiğini. Böyle bir rekabet elbette var aralarında. Türkiye ve İran arasındaki jeopolitik rekabetin, sâdece mezhep ekseni veya siyâsallaşmış mezhep, siyâsallaşmış İslâmlar ekseninde açıklanması tabiî ki mümkün değil. Türkiye’de laik bir iktidar olsa, Türkiye Cumhuriyeti laik bir devlet de olsa, bu rekabet bölgesel düzeyde yine de farklı tonlarda farklı üslûplarla yaşanmaya devam edecekti. Burada İran’ın, İran Devrimi’nden bu yana yaptığı, istikrarsızlık yansıtmaktır. İstikrarsızlık ihraç etmektir. Şiî toplulukları örgütleyerek, onları siyâsallaştırarak, kendi rejiminin bekasının temînâtını onlar üzerinden de inşâ etme arayışı içinde. 

İsrail’in durumu ise iki açıdan özetlenebilir: Özellikle Likud Partisi eksenli İsrail, 1987’deki ilk intifadadan bu yana, Filistin direnişini bölmek, Filistin direnişinin İslâmlaşmasını sağlamak için ciddî stratejik bir çaba içerisinde. Bu çabada da başarılı oldu. 2000’lerin başında II. İntifada’da Şaron tarafından kışkırtılarak yapıldı bu. Kışkırtarak, sonunda Filistin direnişini bölmeyi başardı, FKÖ’nün Gazze’deki örgütlenmesini târumar etti. Ardından 2005’te Şaron, ülkeyi yönetmesine engel olan hastalığından önce, İsrail’in Gazze’den tek taraflı olarak çekilmesini sağlayarak, aslında FKÖ’nün ipini çekti. Hamas, Gazze’yi önce seçimlerle, ardından FKÖ’ye karşı yaptığı darbe yoluyla ele geçirdi. Böyle olunca da 2001’deki 11 Eylül saldırısı sonrası, dünyada silâhlı mücâdele yürüten İslâmcı hareketlere olan bakış, neredeyse artık onların terörizmle özdeşleştirilmeleri noktasına geldiği için, Filistin direnişi hem bölündü hem de ciddî bir îtibar ve meşrûiyet kaybına uğradı. 

Aslında gelinen bu nokta, Şaron’un hayâletinin yönettiği bir süreç. “Netanyahu’nun rûhunda beden bulmuş bir hayâlet” diye de bakabiliriz buna. Gelinen noktada, Filistin Direnişi’ni, bütünlüğü olan tek toprak parçası üzerinde Filistinlileri kendi vatanlarında mülteci konumuna düşürerek, küçük bir noktaya sıkıştırarak, ciddî mânâda sekteye uğrattı. Bunu yaparken de aynı zamanda, İsrail, İran’ın vekil unsurlarına karşı uzun vâdeli bir stratejik bir savaş yürütüyor. Bunlardan en yakındaki Hamas’tı. Hamas’ı büyük ölçüde tasfiye etti, kolunu kanadını kırdı. Hamas’ın artık İsrail’e yüzlerce roket atmasına imkân veren bir kapasitesi olduğu söylenemez. Diğer tarafta, kuzeyde Hizbullah var. Hizbullah’la 2006’da çok ciddî bir çatışmaya girdi. Aslında tedricen bu çatışma hep devam etti. İran, Yemen’den Husileri soktu devreye. Ama onların erişim gücü ve kapasiteleri çok sınırlı.

Ben bunları niye anlatıyorum? “Bölgesel bir savaş çıkar mı?” “3. Dünya Savaşı Ortadoğu’dan mı çıkacak?” gibi, bence çok aceleci yorumlar yapılıyor, öngörülerde bulunuluyor. Tabiî ki bizim iktidârın, ülkedeki dikkatleri dışarıya çelme, dışarıya teksif etme ve aynı zamanda bir güvenlik kaygısı oluşturma yoluyla kendi bekasını uzatma gibi bir derdi var. “Aman! 3. Dünya Savaşı çıkacak”, “Aman! Bölgesel çatışmaya sürükleniyoruz” gibi söylentileri çıkartmalarının sebebi, “Dere geçerken at değiştirilmez. Siyâsî değişim talebiniz varsa bunları erteleyin. Bakın dünya çok tehlikeli noktalara doğru gidiyor. Türkiye’de siyâsî değişimi falan boş verin. Mevcut iktidarla üç beş yıl daha devam edelim” gibi zımnî bir mesaj içeriyor. 

Bir kere, bölgesel çatışma varsa bugünkü hâliyle var. Zâten bir bölgesel çatışmanın içindeyiz. Deminden beri anlattıklarım bunlar. Bu bölgesel çatışmanın bir bölgesel savaşa dönüşme kapasitesi yok. Niye yok? İran’ı görüyoruz işte. Haniye, İran’da kalacağı yere 15 gün önce yerleştirilmiş bir bombanın patlatılması sonucu ölmedi. Nerede kaldığı istihbar edildi muhtemelen. Ondan sonra da oraya çok muhtemeldir ki radardan kaçan F-35 uçağıyla, İran’ın hava sâhasına girilerek, çok yakınlarına gidilerek oraya bir füze yollandı. Füze tam da Haniye’nin kaldığı dâireyi vurdu. Peki, buna karşı İran ne yapabilir? İran’ın aslında bir misilleme hakkı var; topraklarına saldırıda bulunuldu. Geçen sefer de oldu. Lübnan’da Beyrut Başkonsolosluğu’nda üç Devrim muhâfızının, Başkonsolosluğu da yıkan bir hava saldırısı sonucu öldürülmesine misilleme olarak, İran çok sayıda füze attı İsrail’e. Bu füzelerin önemli bir kısmı İsrail’in hava sâhasına girdi. Fakat o hava sahâsında imhâ edildiler veya girmeden imhâ edildiler. Bir ya da iki tânesi İsrail’e düştü. İran’da hava gücü yok, sâdece vekil unsurları var. Vekil unsurları kanalıyla çeşitli asimetrik saldırılar, terör saldırıları yaparak, İsrail’i bu şekilde tâciz ediyor, İsrail’i caydırmaya çalışıyor. 

İsrail’in buradaki nihâî hedefi, İran’ın nükleer programının durdurulması, ortadan kaldırılması. İran’da rejim değişikliği gibi bir hedef yok. Bunu yapmak için de öncelikle İran’ın bölgedeki vekil unsurlarının güçten, takatten düşürülmesi, yani mukabele etme yeteneklerinin ortadan kaldırılması gerekiyor. İsrail şu an bunu yapıyor aslında. Hizbullah’la bir çatışma kaçınılmaz mı? 2006’daki gibi mi olur bilemem. Eğer Hizbullah İran’la bağlarını tamâmen koparmazsa, bu stratejik bakış doğrultusunda, bir çatışmanın kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. Bu bir bölgesel çatışma mıdır? Daha önce de oldu işte. Onlar ne kadar bölgesel çatışmaysa bu da öyle.

Erdoğan’ın “Karabağ’a, Libya’ya nasıl girdiysek İsrail’e de gireriz” sözü, aslında biraz da Türkiye’nin 2009’dan bu yana uygulayageldiği dış politikanın günümüzde uğradığı durumla, “manevradan sâkıt tekne” olma hâliyle alâkalı. Bu hâlin, bu politikanın, sâhiplerinde yaratmış olduğu derin üzüntü, derin hayal kırıklığı, öfke ve çâresizliğin sonucunda söylenmiş şeyler bunlar. Çünkü şunu hepimiz biliyoruz: Libya politikasının sonucunda, Türkiye, dış politikasını militarize etmek zorunda kaldı. Onu da bir süre, ancak 2020’ye kadar yapabildi. Ondan sonra Türkiye’ye yönelik ambargolar ve çeşitli yaptırım tehditleri karşısında, Türkiye geri adım atmak zorunda kaldı; bunu sonuna kadar sürdüremedi. Karabağ konusu çok farklı. “Karabağ’a gireriz” denildiğinde, Karabağ’a girenler kimlerdi bilemiyorum, ama bence Azerbaycan ordusuydu. Tabiî ki Türkiye’nin çok önemli bir desteği vardı. Ama şunu da unutmamak lâzım: Azerbaycan Ordusu Karabağ’a aynı zamanda İsrail’in desteği sâyesinde girdi. Hayat böyle. Paradokslar var hayatta. Uluslararası ilişkilerde de böyle. Libya’da bir parçalanmışlık, bölünmüşlük söz konusuydu. Peki bu, İsrail’le nasıl olacak? Hangi güç ve kapasiteye istinâden bunu söylüyoruz? Ciddîye alınıyor mu alınmıyor mu? Netanyahu geçenlerde bir açıklama yaptı. “Her türlü senaryoya karşı hazırlıklıyız” dedi.

“İsrail’e gireriz”, “3. Dünya Savaşı çıkacak”, “Bölgesel bir çatışmaya doğru gidiyoruz” gibi söylemlerin, aynı zamanda Türkiye’de bir güvenlik tehdidi algısı oluşturmak gibi bir amacının da olduğunu düşünüyorum. İran ile rekabet etmekten ziyâde, İran’a karşı, mevcut Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi içindeki bir bakanın, daha olumlu bir bakışa sâhip olduğunu düşünüyorum. Hal ve hareketlerinden, tarzından da bu belli oluyor. Türkiye’nin “İsrail’e gireriz” sözünün arkasını getirmesi, desteklemesi, bunu eylemle destekleyip, bunu fiile geçirmesi şu aşamada imkânsız görünüyor. Diplomatik bir kapasitesi de kalmadı Türkiye’nin. Meselâ Erdoğan’ın Gazze’de olup bitene, yaşanan katliama, Filistinli kıyımına karşı gösterdiği tepkinin bir nedeni de, Araplar nezdinde, Gazze ile ilgili sorunun çözümü konusundaki ilişkilerde kendisini dışlanmış hissetmesidir. Türkiye maalesef bu kriz karşısında biraz eli kolu bağlı ve çâresiz kaldı. Böyle de bir gerçek var. Bu da aslında Türkiye’nin izlediği dış politikanın sonucu. 

Sözlerimi bağlayacağım. İsrail gizli servislerinin 1987’de Hamas’ın kuruluşunda dışarıdan dolaylı destek vermesi, daha sonra FKÖ’nün çökertilip Hamas’ın yolunun açılması, Hamas’a yönelik sûikastlar, sûikastlarla bir nevi bir örgüt mühendisliği yapılması, Gazze’nin Hamas’a teslim edilmesi ve daha sonra Gazze’nin çökertilerek iki devletli çözüm seçeneğinin tamâmen ortadan kaldırılması süreci içinde, AKP Türkiye’si, Erdoğan Türkiye’si, Davutoğlu ve Erdoğan ikilisinin kurguladığı dış politika, isteyerek demiyorum ama istemeyerek, Filistin direnişinin îtibarsızlaştırılması, İslâmcılık ve terörizm suçlamalarıyla gayrimeşrulaştırılması politikasına da objektif olarak yardımda bulundu. Kendileri böyle bir şey istemiyordu ama böyle bir noktaya gelindi. Şunu unutmamak lâzım: Hamas, İsrail’in ortadan kaldırılmasını savunan bir örgüt. Ama Oslo Barışı’nda FKÖ, her türlü silâhlı mücâdeleden vazgeçtiğini, İsrail’in varlığını tanıdığını söylemişti. Bu da Filistin Devleti’nin, Filistin Yönetimi’nin kurulmasını sağlamıştı. Fakat daha sonra İsrail’deki aşırı sağcılar, önce İzak Rabin’i ortadan kaldırdılar. Ardından da iki devletli çözüm perspektifini yok ettiler. İslâmcılık burada onların da imdâdına yetişti. Son olarak da noktayı burada koydular. 

Hamas’ın çok önemli iki târihsel hatâsı oldu: Birincisi; 2006’da Gazze’deki seçimi aldıktan sonra, El Fetih’i, keserek, doğrayarak, damlardan atarak, kurşuna dizerek, Gazze’den tamâmen çıkartmalarıdır. Çok büyük bir hatâ oldu bu. İkincisi de İsrail’e karşı yaptıkları 7 Ekim saldırısıdır. Bu da târihî bir hatâ oldu. Çok çok ciddî bir hatâ oldu. Bu iki hatâ sonucunda, artık bundan sonra büyük bir mülteci kampına dönüşmüş Gazze’den ne çıkar? Onu zaman gösterecek. Ama şu aşamada, artık bu insanların tüm dertleri, tüm çabaları hayatlarını sürdürmek, hayatta kalmaktır, çocuklarını besleyebilmektir. Bu kadar temel ihtiyaçlarını karşılayamaz hâle indirgendiler İsrail tarafından. Bu bir felâket, feci bir trajedi. Türkiye de izlediği dış politika nedeniyle, bu trajedi karşısında maalesef sâdece bağırıp çağırmakla yetinebiliyor. Şu an AKP Türkiye’sinin, Gazze’nin izolasyonuna karşı bir filotilla organizasyonuna, Mavi Marmara Organizasyonu gibi organizasyonlara da kalkışacak mecâli, kapasitesi, diplomatik kapasitesi de yok.  

Ruşen Çakır: Evet. Bu konuyu daha çok konuşacağa benziyoruz. Can Atalay meselesine biraz değinelim hızlıca. Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesi karârına, Anayasa Mahkemesi tekrar “Yok hükmündedir” dedi. Anayasa Mahkemesi’nin “üstündeki” Mehmet Uçum, “Bunun anlamı yok” diye karşı çıktı. Bugün de zâten ilginç şeyler oldu biliyorsunuz. Anayasa Mahkemesi, İletişim Başkanlığı’na basın ve ifâde özgürlüğüne müdâhale yetkisi veren mevzûat hükümlerinin iptal edildiğine ilişkin, X hesâbından bir paylaşım yaptı. Daha sonra gönderi kaldırıldı. Sonrasında AYM’nin internet sitesine erişimde sorun yaşanmaya başladı. Sanki Anayasa Mahkemesi’ne “yok hükmünde” muamelesi yapılıyor. Aslında başkan değişimiyle filan Anayasa Mahkemesi iktidârın istediği bir şekle büründü gibi duruyor. Anayasa Mahkemesi’nin attığı tweet’lerde, internet sitesine de “Yok hükmünde” muamelesi yapıldığı görülüyor. Aslında bayağı iktidârın istediği şekillenme oldu sanki. 

Bu arada, Tuğrul Türkeş daha önce ısrarla Osman Kavala’yı ziyâret edeceğini ve görüşmek açıklamıştı. Sonunda Osman Kavala, Can Atalay, Tayfun Kahraman, Çiğdem Mater ve Mine Özerdem’le görüştü. Görüşmenin detayını açıklamadılar; fakat her iki taraf da karşılıklı memnûniyet beyan ettiler. Kemal, ne diyorsun? Tuğrul Bey ne yapmak istiyor? Gerçi biraz kestirebiliyorum. Nihâyetinde Alparslan Türkeş’in oğlu. Bir ara babasından sonra MHP’nin genel başkanlığına talip olmuştu kavga dövüş. Sonra kritik bir anda AKP’ye geçti. Orada kaldı. Ama adı Türkeş sonuçta. Böyle bir olayda çok ciddî bir duruş sergiliyor. Bunun nasıl bir anlamı var sence?

Kemal Can: “Bir fikrim var” dediğin şeyin ne olduğunu merak ettim, neden yaptığı konusunda.

Ruşen Çakır: O biraz kulis bilgisi. Şimdi bahsetmeyeyim. Yalanlanabilir. Karışık birtakım şeyler var. Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi Türk Delegasyonu Başkanı ve şunu da unutmayalım: Yaptığı bir açıklamada Osman Kavala’yı savunurken, diğer yandan da Sinan Ateş olayının sıradan bir olay olduğunu, yani olayın siyâsî olmadığını söyledi. Bir şeyi savunabilmek için, belki öteki tarafı daha sorunsuz kılmak istedi.

Kemal Can: Bu konuyu konuşurken, yani Gezi mahkûmları, Osman Kavala, Can Atalay gibi konuları konuşurken hep şöyle bir zorluk içerisinde oluyorum. Yapılan açıklamalardan, ortaya çıkan birtakım gelişmelerden pozitif bir netîce olmayacağı, bu niyetle yapılmadığını söylemek çok zor geliyor. Ne yazık ki söylüyorum bunu, yalan söylemek gibi bir huyum olmadığı için. Her kimden ne gelecekse bu insanların uğradıkları gadrin, zulmün, haksızlığın son bulması nasıl bir vesîleyle olacaksa, olsun istiyorum. Yakınlarının, pek çok insanın da bunu iştahla beklediğini, bir sonuç alınmasını istediğini biliyorum çok haklı olarak. Özellikle Osman Kavala çok uzun bir süredir haksız ve hukuksuz biçimde hapiste, Can Atalay milletvekili olmasına rağmen, defalarca bu konuda kararlar verilmiş olmasına, benzer içtihatlar bulunmasına rağmen hâlâ orada tutuluyor. Bu işin bir tarafı. 

Ama senin biraz önce söylediğin gibi; Avrupa Konseyi Parlamenterler Heyet Başkanı kimliğiyle görüşmek istemesi, bu konudaki ısrarları, bu konuda özellikle Avrupa’nın hassâsiyetine gönderme yapan tutumu nedeniyle Tuğrul Türkeş’in ve daha önce yine daha diplomatik temaslara açık birtakım AKP’lilerin sıkça dile getirdikleri bir şeyin etkili olduğunu düşünüyorum açıkçası. Bu bir kötümserlik, ama bunu söylemek zorundayım. Sanki Türkiye’de bu tür bir zemin varmış, bu mümkün olabilirmiş, hattâ AKP’nin, Erdoğan aslında böyle istiyormuş gibi olmasının, böyle sürekli çeşitli vesîlelerle, meselâ Abdülkadir Selvi yazılarıyla idâre etmeyen şeyin şimdi Tuğrul Türkeş’le, yarın öbür gün başka biri eliyle, sanki hep olacakmış, böyle bir ihtimal varmış, bu ihtimal varsa da bunu Erdoğan yaparmış, ama işte Bahçeli engelliyormuş hikâyesinin şöyle bir sonucu var: Hem bir netîce olmuyor, hem de sanki bu olabilirlik gerçek bir durummuş gibi muamele görüyor. Hatırlayın, neredeyse beş küsur sene oldu, ben pek çok diplomatın, Avrupa’dan gelen birtakım uyarılar karşısında, “Bu iş çok ciddî. Çok ciddî yaptırımlar gelebilir” dediğini hatırlıyorum. İşinde gayet ciddî insanlar bunu söyleyenler. Basın mensuplarını kastetmiyorum, onlardan çok var. Bayağı diplomatik tecrübesi olan insanlar söylüyordu bunu. 

Ama ne gördük biz? “Burada bir şeyler oluyor. Birileri de aslında bu işin olması için çaba harcıyor. Öyle bir zemin de var.” Hattâ Tuğrul Türkeş bu görüşme polemiğini başlatmadan önce şöyle bir çıkış yaptı: “Aslında AKP’de farklı görüş yok. Herkes tabiî ki yargılamaların adâletli olarak cereyan etmesinin, âdil yargılamanın tarafıdır. Başka bir taraf yok zâten” gibi bir şey söyledi. Ondan sonra görüşme talebinde bulundu, sonra da görüştü. Ama aslında o lâfın içerisinde iki temel şey var: Birincisi; yargılamanın âdil yapılmadığının açıkça kabûlü. Âdil yargılama yapmayıp, sonra âdil yargılamaya dönmeyi bir vâde ya da bir iyileşmeye çevirmek gibi, yapılanın adâletsiz olduğunu, daha yapılırken zâten bu amaçla yapıldığının îtirâfı vardı. İkincisi ise, iktidârın ana partisinin ve Erdoğan’ın irâdesinin zâten bu yönde olduğu, çeşitli nedenlerle bunun şimdilik geciktiği, ama bir vâdede mutlaka olacağı, dolayısıyla çok da üstüne varılmaması, hattâ siyâsette son yılların çok moda tâbiriyle, bu konuda onun eleştirilmemesi ve tam tersine cesâretlendirilmesi gerektiği anlatısını besleyen bir taraf var. 

Şimdi bunu söylerken hakîkaten vicdânım acıyor, ama ne yazık ki söylemek zorundayım: Tuğrul Türkeş temâsının bir şeyin kapısını açacak bir gelişme olmaktan çok, böyle bir işe yarayacağını, “Böyle yapıldı-yapılmadı, onun niyeti neydi, başka bir niyeti var mıydı?” tartışmalarından ya da spekülasyonlarından bağımsız olarak, neyin neye yarayacağını, şimdiye kadar neye yaradığına bakarak anlamaya çalıştığımda, yazık ki bunu görüyorum. Can Atalay meselesinde bir şey yanlış anlaşılıyor. Haberlerde hep öyle oldu. Sanki Anayasa Mahkemesi yeni bir karar vermiş gibi haberleştirildi. Öyle bir şey yok. Beş buçuk ay önce verilmiş bir karar Resmî Gazete’de yeni yayınlandı. İşin tuhaf tarafı niye gerekçeli karar bu kadar uzun süre sonra yayınlandı, o ayrı bir tartışma. Özeti şu: Anayasa Mahkemesi, Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesi oylamasını “hükümsüz” kabul ediyor. CHP’nin bu konudaki başvurusu var. Bu konuda bir karar vermeye bile gerek yok. Çünkü bu zâten “yok” hükmünde. Ama Beştepe’den Mehmet Uçum da Anayasa Mahkemesi’nin bu karârının yok hükmünde olduğunu söylüyor. Birbirini hükümsüz kabul eden ve aslında yasanın, hukukun, hattâ anayasanın, kim için ve hangi koşullarda geçerli olduğunun belirsiz olduğu bir zeminde ilerliyoruz. Can Atalay meselesinde defalarca verilmiş kararlara, daha önce yapılmış birtakım uygulamalara rağmen, şimdi yayınlanan gerekçeye dayanarak yeni bir durum oluşabileceği iddiası var. Avukatlar bu konuda başvurularını yapmışlar. Ama eğer Mehmet Uçum Cumhurbaşkanı’nın hukuk danışmanıysa, şimdiye kadar onun söyledikleri yapılmışsa ve şimdi hemen bu karârın sonrasında da böyle bir çıkış yapmışsa, açıkçası, ben durumu değiştirecek bir süreç başladığına ilişkin bir işâret görmüyorum. 

Anayasa Mahkemesi’nin verdiği karar açısından da baktığımızda, dediğim gibi bundan aylar öncesinde, hattâ senin işâret ettiğin başkan değişikliği yapılmadan önceki bir karar gerekçesi, şimdi yayınlandı. Instagram meselesinde de konuştuk. Uluslararası ilişkilerdeki çifte standart, keyfîlik, hattâ Kadri’nin tâbiriyle “lâubâlilik” üzerinden de konuştuk. Aslında bu hukuk ve yasa tanımazlık açısından varılan nokta öyle böyle bir nokta değil. İktidar partisinin bir milletvekili, âdil yargılamaya dönmeyi bir ilerleme olarak, alkışlanmak üzere önümüze koydu. Uluslararası ilişkiler meselesinde, demin konuştuğumuz konuda da geçerli olan tehdit ve vaat, sonsuz kullanıma açık, bitmeyen bir sermâyedir. Sonsuz kez kullanabilirsiniz. Tükenmez, sürekli kullanabilirsiniz, gani gani kullanabilirsiniz. Tehdit ve vaadin sonu yoktur. Hacmi de yoktur. Bir kasası da yoktur. Tehdit ve vaadin, karşı tarafta verdiği sonuç ve ona verdiği karşılık, ona yapılan muameleyle anlam kazanması gerekir. Bu bir süredir, özellikle Gezi Dâvâsı-Kavala meselesinde çok ciddî biçimde –sevmediğim ama çok kullanılan şekliyle– gündemi tutmanın önemli araçlarından biri olarak işliyor. İnşallah ben yanılıyorumdur. İnşallah Tuğrul Türkeş’in bu hamlesi bir başlangıcın işaret fişeği olsun. Ama şimdiye kadar izlediklerim bana bunu söylemiyor.

Ruşen Çakır: Kadri, ne dersin? Sen ne düşünüyorsun? “Bunları çok gördük, bundan sonra da göreceğiz” diyor özetle Kemal. Esas irâdenin tabiî ki Erdoğan’da olduğu ve Erdoğan’ın da bu konuda fazla bir değişiklik ihtiyâcı hissetmediği ortada.

Kadri Gürsel: Evet. Aslında Kemal çerçeveyi gayet güzel çizdi bu konuda. Benim ona ekleyecek çok fazla sözüm yok. Ortada her türlü kontrol ve denge mekanizmasını, özellikle kontrol mekanizmasını kendisine yapılmış bir hakaret olarak gören, kendi varlığının inkârı olarak gören ceberut, despot, otoriter ve faşizan bir iktidar var. Anayasa Mahkemesi diye bir kurum var Türkiye’de. Bu Anayasa Mahkemesi’nin üyeleri, kendi haysiyetleri olduğunu, kendi haysiyetlerinin de bu yüksek yargı denetiminin tanınmaması nedeniyle çiğnendiğini düşündüklerinden, bize, “Türkiye’de hukukun bir kırıntısı kalmış galiba” dedirtecek bâzı kararlar alabiliyorlar. Bu kararlar da bu iktidârı çok ama çok rahatsız ediyor. Anayasa Mahkemesi gibi bir kurumun, hükümetin icraatı ve yargının icraatını anayasaya uygunluk açısından denetlemesini hiç hazmedemiyorlar. Böyle bir şey onlarda alerji yaratıyor. Çünkü her şey, bütün icraat, hak-hukuk temelinde değil, ancak iktidârın o an aklına estiği menfaat mülâhazaları çerçevesinde düşünülebilir ve uygulanabilir, buna göre düzenlenebilir. İktidârın ihtiyâcı neyse, yargı da ona göre davranmalıdır. Ayrıca Yargıtay’ın da son sözü söylediği bir dâvâ sürecinde –çünkü onlara göre son sözü söyleme hakkı Anayasa Mahkemesi’nde değil, Yargıtay’da–, zâten bu hükmün anayasaya uygunluğunu denetlemek gibi bir görev düşmez Anayasa Mahkemesi’ne. İktidârın bakış açısı bu. 

İletişim Başkanlığı’nın Dezenformasyonla Mücâdele Merkezi’ydi değil mi o? Anayasa Mahkemesi’nin CHP’nin yapmış olduğu îtirâza konu olan Cumhurbaşkanlığı kararnâmesi. Anayasa Mahkemesi’nin mantığı son derece basit. Diyor ki: “Dezenformasyonla mücâdele adı altında, eğer kişi hak ve özgürlüklerine tecâvüz eden, onları ortadan kaldıran bâzı uygulamalar söz konusu olabilecekse, böyle bir potansiyel varsa, bunu yasayla düzenleyin, Cumhurbaşkanı kararnâmesiyle düzenlemeyin.” Çünkü anayasanın buyruğu. Anayasa diyor ki: “Kişi hak ve özgürlükleriyle alâkalı olan her türlü konuda düzenleme, uygulama, kanun esâsına göre yapılır. Bu konuda kanun düzenlenir. Cumhurbaşkanı kararnâmesiyle bu işler olmaz.” Anayasa Mahkemesi bunu hatırlatıyor. Anayasa Mahkemesi’nin sitesine erişim engelleniyor. Bu da söylenmiyor. Tam bir despotluk, tam bir ceberut uygulama. “Dezenformasyonla Mücâdele Merkezi”. Adı üstünde; “Bizim kişisel hak ve özgürlüklere yönelik herhangi bir olumsuz bir etkimiz olamaz. Bu haklara yönelik bir tecâvüzümüz yok” diyorlar. Bu noktadayız. 

Tuğrul Türkeş’in ziyâretine gösterilen toleransa, nihâyet izin verilmesine bile büyük anlamlar atfediyoruz. Tuğrul Türkeş, Adalet ve Kalkınma Partisi’nde kendine özgü, soyadından kaynaklanan bir otonominin keyfini ve aynı zamanda müstesnâ lüksünü yaşayan bir siyâsetçi. Kendisi de bunun farkında. Bundan faydalanıyor. Aslında yapmış olduğu şey, Adalet ve Kalkınma Partisi’nde, daha önce Abdullah Gül’ün atadığı Anayasa Mahkemesi üyelerinin sâhip olduğu hukuk kültürü çerçevesinde cereyan eden bir şey. Türkiye’de ana akım İslâmcı hareketin küçük bir azınlığı, ülkenin hukuktan ve anayasal idâreden uzaklaşmaması gerektiğini savunageldiler. Onların da lideri konumunda olan kişi Abdullah Gül’dü. Buna uygun bir tepki. Ama asıl konu Mehmet Uçum’un yaptığı açıklama. Çok net. Mehmet Uçum, Türkiye’deki faşizan uygulamaların teorisyeni konumuna oturttu kendisini. Bunun böyle olmasını da kendisine bu açıklamaları yapma icâzetini tanıyan irâdeye borçlu. O irâdenin izni olmadan zâten bu açıklamalar yapılamazdı. Mehmet Uçum bunu yapıyor. İçeriğine baktığın zaman, almış olduğu hukuk eğitimini çok kötüye kullanan açıklamalar. Aslında yaptığı bütün açıklamalar hukuk nosyonuna ihânet anlamını taşıyor. Hukukla hiçbir alâkası yok. Basit, ucuz ve sahte entelektüel kılıfına uydurma çabası. Türkiye çok acıklı bir durumla karşı karşıya gerçekten. Türkiye’de siyâset, hukuk dünyası, atanmış bir memurun, bir başdanışmanın ağzından ayar yiyor. Ne kadar hüzün verici bir tablo. Acımak da istemiyorum hâlimize. Çünkü buradan çıkış yolları belli. Türkiye’nin kendine saygısını yeniden ihdas etmesi, bunu inşâ etmesi gerekiyor. Bunun yolu da Türkiye’nin bu saldırıya karşı uygun siyâsî cevapları verebilmesinden geçiyor. 

Ruşen Çakır: Artık programı toparlayalım. Biliyorsunuz iki gün önce Genco Erkal’ı kaybettik. Kendisine saygılarımızı dile getirelim. Herhalde hepimizin hayâtında çok önemli bir yeri olmuştur. Gerçekten örnek ve takdir edilesi bir sanatçı. Biliyorsunuz, Cumhurbaşkanı’na hakaretten yargılanarak gitti. Sanık olarak gitti. Çok acı bir olay. Bugün cenâze töreni tıka basa doluymuş. İnsanlar Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde salona sığmamış. Genco Erkal için sizin de söyleyecekleriniz vardır mutlaka.

Kadri Gürsel: Genco Erkal’ı ilk gençlik yıllarımdan, çocukluk yıllarımdan beri çok farklı yerlerde, çeşitli derneklerin gecelerinden başlayarak, daha sonra Brecht oyunlarında izledim. Kendisi Berthold Brecht’in Türkiye’de en önde gelen ve belki de tek Brecht oyuncusuydu diyebilirim. Yanlışa düşmek istemiyorum, ama tek oyuncusu derken, sahneleyicisi anlamında söylüyorum. Eskilerin deyimiyle velût, üretken bir insandı. Tiyatrodan da, duruşundan da asla vazgeçmedi. Türkiye’nin sanat târihine damgasını vurmuş ender isimlerden birisidir. Ve hep öyle hatırlanacak Genco Erkal. Sanatı ve sanattaki duruşuyla hatırlanacak. Sâdece duruşu değil, aynı zamanda nitelikli bir sanatçıydı. Çok güzel köprüler kurdu dünya ile Türkiye arasında. Kendisini her zaman hatırlayacağız.

Kemal Can: Benim de hayâtımda önemli yeri olan ve aslında tiyatroyla tanışıklığımı sağlayan kişilerindendir Genco Erkal. İlk değil, ama hakîkaten tiyatronun gücünü fark ettiğim oyun, onun bir oyunuydu. Onu sahnede gördüğümde, oyunculukla ilgili, tiyatroyla ilgili kafamdaki şey yerleşmişti. Ama daha önemli bir şey var: Bir sanatçı, bir aydın insan olarak, aslında günümüzde çok moda olan, popüler olmak ve popüler olmak için her şeyden biraz yapmak yerine, işini doğru yapmak ve işinin gereği olarak duruşunu ve politik pozisyonunu târif etmek. İşinden sağladığı popülaritenin sağladığı bir politik kimlik değil. İşinin bizatihi gerektirdiği bir politik kimlik olarak üstüne giydiği bir duruşu vardı. Bence bu çok önemli. Çünkü başka vesîlelerle sağlanmış popülariteden siyâsî fayda çıkartan ya da bundan faydalanan çok sayıda insan görüyoruz. Genco Erkal öyle biri değildi. Politik bir kimlikti. “Sâdece işimi yaparım, bir şeye de karışmam” diyen biri değildi. Bir aydın sorumluluğuyla, bir sanatçı sorumluluğuyla politik bir duruşu vardı. Ama onu tam da yaptığı işin bir parçasına dönüştürerek anlamlı hâle getiriyordu. Bence bu tarafıyla da çok örnek bir kişiydi.

Ruşen Çakır: Genco Erkal’a saygıyla bitirelim bugünkü “Haftaya Bakış”ı. Haftaya tekrar buluşmak üzere diyelim. İzleyicilerimize de teşekkür edelim. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.