Ruşen Çakır’ın konuğu Ümit Akçay: Ekonomik krizin gölgesinde Türkiye

Ekonomi politikalarındaki “U-dönüşleri” nasıl açıklanabilir? Bu dönüşlerin siyasi ve ekonomik nedenleri nelerdir? Türkiye ekonomik krizden nasıl çıkacak? Bu durumdan kurtulmak için ne yapılması gerek?

Ruşen Çakır’ın konuğu Doç. Dr. Ümit Akçay yeni çıkan kitabını anlattı. Akçay kitabında iktidarın Türkiye ekonomisini etkisini yazdı. Krizin Gölgesinde En Uzun Beş Yıl, 2018-2023 yılları arasında siyasetin ve ekonominin bağını, yaşanan döviz krizlerini anlatıyor.

Ekonomik krizin gölgesinde

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Merhaba, iyi günler. Ekonomi ve krizin gölgesindeki Türkiye’yi konuşacağız. Berlin Ekonomi ve Hukuk Okulu öğretim üyesi ve araştırmacı Doç. Dr. Ümit Akçay’la konuşacağız. Ümit, merhaba.

Ümit Akçay: Merhabalar.

Bir ara Ali Rıza Güngen’le berâber Medyascope’ta “Kriz Notları” programını yapıyordunuz. Uzun bir süre de yaptınız, şimdi başka bir yerde yapmaya devam ediyorsunuz. Şimdi de bir kitabın çıktı — yine krizli bir kitap: Krizin Gölgesinde En Uzun Beş Yıl: 2018-2023 ( Doğan Kitap, 2024). Ortada hep bir kriz lâfı var; ama krizin kendisinden ziyâde gölgesi var. Bu kitap 2018-2023 döneminde izlenen ekonomi politikalarını anlatıyor. Ekonomi açısından gerçekten zor bir dönemdi. Ama kimileri de, “O dönem zordu, şimdiki daha zor” diyor. Kitapta, başkanlık sisteminin Türkiye’deki ekonomiye etkisini anlatıyorsun. Yanılıyor muyum?

Akçay: Doğru, bir kısmıyla o tartışma var; çünkü 2018-2023 yılları, Türkiye’deki rejim değişimi sonrasındaki beş yılın bir dökümü ve aslında Erdoğan yönetiminin en büyük sınavıydı. Çünkü bunun tutup tutmayacağını herhalde kendileri dâhil kimse bilmiyordu. Hatırlarsanız, 2018 seçimi sonrasında… hattâ biraz daha geriden başlayalım: Seçim normalde Kasım 2019’da gerçekleşecekti; ama ekonomideki kötüleşme o kadar belirgin bir hâle geldi ki, biraz MHP’nin ön ayak olmasıyla, daha sonra da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın devreye girmesiyle, seçim 24 Haziran’a çekildi. Zâten geri çekilmeseydi büyük bir döviz krizi geliyordu ve Ağustos ayında biz bunu gördük. Ağustos ayında döviz krizi yaşandıktan sonra, esâsında Türkiye’de yeni rejimin devam edip etmeyeceği konusunda büyük bir tartışma başlamıştı. Bu ekonomi programıyla ya da bu siyâsî rejimle, dört yıl, beş yıl gitmenin imkânsız olduğu, bir IMF programı olmadan bu sorunlardan çıkılamayacağı, büyük tartışma yaratan konulardı. Özellikle muhâlefet çevrelerinde oldukça güçlü beklentilerin oluştuğu bir dönemdi. Ama bunlar gerçekleşmedi. Dilerseniz o detayları konuşalım. Dolayısıyla bu beş yıl, aslında cumhurbaşkanlığı sisteminin beş yılıydı.  

Kitaba bakınca hâfızamızı tâzeliyoruz. Çok ciddî iniş çıkışlar var. Tamâmen farklı kadrolar var. Meselâ ortodoks politikalar izlemesi beklenen isimler geliyor. Kısa bir süre sonra, onların yerine, ekonomist bile olmayan bir Nureddin Nebati geliyor. Bu arada damat dönemi var. Ve her yeni gelen, bir öncekini yok sayıp başka bir şeye girişiyor. 

Akçay: Doğru. Ben bunu şöyle bir tartışmanın içine oturtmaya çalıştım. Dediğiniz gibi, aktör düzeyinde bakarsak, A kişisi geliyor, B kişisinin yaptığını bozuyor. C kişisi geliyor, B kişisinin yaptığını bozuyor. Ama bunu sâdece aktör düzeyinde, yani o kişilere odaklanarak çok açıklayamayız diye düşünüyorum. Dolayısıyla literatürde yapılan tartışmayı birazcık devreye sokmaya çalıştım. Aslında kitap, bu ekonomi politikalarının şekillenişinin gerisindeki siyâsî, sınıfsal, toplumsal dinamiklerin ne olduğunu tartışmaya çalışıyor. Bu pencereden bakarak gelişmeleri anlamaya çalışıyor. Buradan bakarak şunu görüyoruz: Bir “iktidar bloku” kavramı var. Bu, geçmişten beri kullanılan, ancak son dönemde daha seçim ittifâkı ile sınırlı olarak kullanılan bir kavram. Aslında kavramın orijinalinde çeşitli sermâye gruplarının çıkarları; zaman zaman birbiriyle çelişen, zaman zaman örtüşen sermâye gruplarının, bürokrasinin, devletin ve siyâsî iktidârın bileşiminden oluşan bir yapıdan bahsediyoruz. 

Buradaki değişiklikler, her bir bileşenin o somut konjonktürdeki çıkarlarının hangi doğrultuda şekillendiği ve bunların üst üste gelip gelmediği, bizdeki bu U dönüşlerini, A kişisinin gidip B kişisinin gelmesini ve birbirine zıt programların uygulanmasına neden olmasını açıklayabilir diye öneriyorum. Orada da yaptığım tasnifle, örneğin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da görüşlerini şekillendirenin, Türkiye’deki hâkim sermâyeler arası gerilim olduğunu ileri sürüyorum. Çünkü orada ilginç bir tartışma var. Biliyorsunuz Türkiye’de sermâye-devlet ilişkileri çeşitli boyutlarda tartışılıyor: Batıcı sermâye, Avrasyacı sermâye, İslâmcı sermâye, laik sermâye, İstanbul sermâyesi, Anadolu sermâyesi gibi. Hattâ AKP’nin ilk iktidâra geldiği dönemde, “Otantik burjuvazi, Türkiye’deki kayıp burjuvazi bulundu ve bu, demokratikleşmenin motoru olacak” gibi argümanlar da vardı. Bu, daha normatif, sübjektif değerlendirmelerin dışında, sektörel olarak para politikası, döviz kuru politikası gibi, ekonomi politikasının şekillenmesinde bu sermâye gruplarının ne gibi etkileri olduğuna baktım. Böyle baktığımızda, aslında bu sermâye kesimi içerisinde iki temel grup olduğunu ve birinin programının uygulandığı dönemde diğerinin göz ardı edildiğini, diğerinin programının uygulandığı dönemde de ötekisinin geri planda kaldığını görüyoruz. Bunlar zaman zaman birbiriyle çelişiyor ve bu çelişen programlar arasında, siyâsî iktidar, o somut konjonktürde yeniden seçilmesi neyi gerektiriyorsa onu tercih ediyor. Anlattığım çerçeve aslında bu.  

Tam bu anlattığın sermâye grupları meselesinde şöyle bir şey var: Türkiye’de muhâlefetin içerisinde, daha popülist yapılan muhâlefette, bir “Beşli çete” vurgusu, “yandaş sermâye” vurgusu, “kayırmacılık” vurgusu var. Ama sanki geleneksel büyük burjuvazi bu durumdan çok şikâyetçi gibi ya da onlar hiçbir şekilde telaffuz edilmiyor. Erdoğan’ın bir zamanlar TÜSİAD çevresine söylediği bir şey vardı; şimdi tam kelimesi kelimesine hatırlamıyorum ama, “Benim iktidârım döneminde sizler bayağı güçlendiniz, kazandınız, hep birlikte kazandık” minvâlinde bir şey söylemişti. Arada birtakım çelişkiler olsa da, Türkiye’deki geleneksel büyük burjuvazinin çok şikâyetçi olduğunu düşünmüyorum. Yani onlardan alıp ötekine vermiyor. 

Akçay: Evet, söylediğine şöyle katılıyorum: AKP 2002’de iktidâra geldiğinde, İslâmî sermâyenin temsilcisi olarak düşünülüyordu. Ama olduğu gibi IMF programını, Kemal Derviş programını, yani TÜSİAD programını alıp uyguladı. Dolayısıyla dediğiniz o anlamda doğru ve bütün kritik dönemlerde, 2007’deki cumhurbaşkanlığı tartışmasında, daha sonraki anayasa referandumu döneminde, Türkiye’deki büyük sermâye kesimlerinin her kritik dönemeçte AKP’yi desteklediğini biliyoruz. Ancak bu 2013’e kadardı ve 2013 sonrasında, Erdoğan yönetimi için bu büyük sermâye programını tâkip etmek giderek daha riskli hâle gelmeye başladı. Çünkü bu programı tâkip ettiğiniz zaman uygulamanız gereken kemer sıkma tedbirleri ve yüksek fâiz, sizin seçimlerde yeniden seçilmenizi daha riskli hâle getiriyor. Biz bunu 2019 yerel seçimlerinde gördük. 2018’deki döviz krizi sonrasında, hızlı sert fâiz artışları yapıldı. Sert fâiz artışları sonrasında kredi çöküşü, firma iflâsları geldi ve 2019’da işsizlik 2008-2009 krizi seviyelerine çıktı. Yani %15’lere kadar geldi.

Erdoğan yönetiminin buradan aldığı ders, “Biz fâizleri artırırsak ve büyük sermâye programını tâkip edersek seçimleri kaybediyoruz” oldu. Zâten kitapta, 2023 seçimlerine gelen ve 2021’deki düşük fâiz politikasının oluşmasında etkili olan iki temel dinamik olduğunu yazdım. Bir tânesi buydu. Yani iktidârın 2019 seçimlerinden aldığı ders buydu. İkincisi de bu büyük sermâye gruplarının dışında kalan küçük ve orta ölçekliler, ihrâcatçılar, kısmen inşaatçılar, emek-yoğun sektörlerde bulunanlar ve bu emeğin mâliyetinin üretimde çok yüksek olduğu ve daha da önemlisi belki sâdece Türk lirasıyla borçlanabilenler… Büyük sermâye grupları döviz biçiminde de borçlandıkları için, onlar için önemli olan Türk lirasının istikrârı. Bu kesimler için fâiz yüksek olsa da çok sorun değil, çünkü onlar yurtdışından borçlanabiliyor. Ancak bu söylediğim küçük sermâye grupları için olmazsa olmaz koşul, Türk lirası fâizinin düşük olması ve onlara teşvikli krediler verilmesi. 

Hatırlarsanız pandemide ekonomi yönetimi ve genel olarak pandemi yönetimi sanâyide şalter kapatmama üzerine şekillendi ve bunun da ekonomik anlamda sonucunu aldılar. Pandemi döneminde Türkiye dünyada ekonomik daralma yaşamayan iki ülkeden biri oldu. Diğeri de Çin’di. Pek çok sanâyici ihrâcat pazarlarında yeni alanlar elde etti. Şimdi bu kesimler ekonomi politikasının şekillenmesinde giderek daha baskın hâle gelmeye başladı. Yani bu kitabın temel tezi şu: 2021’de bu düşük fâiz politikasının gerisinde, Erdoğan yönetiminin, seçimler için fâiz artırmanın ve kemer sıkma politikasının olumsuz olacağı deneyimiyle, bu seçeneği dışarıda bırakması, buna ek olarak da bu pandemi döneminde palazlanan bu sanâyicilerin talepleri örtüştü ve bunlar, dönemsel olarak büyük sermâye kesimlerinin taleplerine, programına ters bir şekilde, yani 2021-2023 arasında, onlara aykırı, onlara rağmen şekilde gelişti. Ancak bunun yapısal sınırları var. Türkiye ekonomisinin dünya ekonomisiyle biraz bağımlı yapısı nedeniyle, o da 2023 sonrasında Mehmet Şimşek yönetiminin gelmesiyle ortadan kalktı. Dolayısıyla 2021-2023 yılları, sermâye devlet- ilişkileri açısından da ilginç bir dönem. 

Bu günlerin çok popüler tartışması EYT (Emeklilikte Yaşa Takılanlar) meselesini Bilal Erdoğan gündeme getirdi biliyorsun. EYT düzenlemesi ile ilgili olarak muhâlefeti suçladı. Halbuki Erdoğan yapmıştı; 2023 seçimi öncesi yapılan bir düzenlemeydi. Şimdi de o düzenlemeyi yaptıklarına pişman olduklarını söylüyorlar. Kitabın kapsamının dışına çıkıyoruz biraz; ama bu meseleye onun devâmı olarak bakmak lâzım. 2024 yerel seçimi öncesinde, Erdoğan, asgarî ücrete ara zam ya da emeklilerin koşullarının iyileştirilmesi konusunda frene bastı. Biraz önce, 2023 seçiminde 2019’daki yerel seçim yenilgisinden bir ders aldığından bahsettin. Bence 2024’teki yenilgi, 2019’dan çok daha büyük bir yenilgiydi ve 2023 zaferinin hemen ardından, 11 ay sonra yaşandı. Buradan nasıl bir şey çıkarmamız lâzım? Erdoğan seçim kaybetmeyi göze alarak ekonomiyi düzeltmek mi istedi, yoksa 2024 seçimi için hesapları mı tutmadı? 

Aktaş: Aslında 2021-2023 arasındaki yılların faturası vardı biraz; onun bakiyesi diyelim. Tamam, Mehmet Şimşek geldi, ama geldiği gün iş bitmedi. 2021-2023’te yaşanan bu tür fâiz indirimlerimin dolaysız sonucu olarak enflasyon patladı. 2024’le arasında şöyle bir fark var. 2023’te hayat pahalılığı krizi, yani konut kiraları, ev fiyatları, gıda, ulaşım gibi masrafların artışı, henüz büyükşehirlerle sınırlıydı. EYT, asgarî ücret artışı gibi kısmî telâfî edici önlemlerle 2023 seçimlerine yaklaşıldığında, ekonomide en kötü aşama geçilmiş havasını yaratabildi iktidar. Enflasyon %80’den %40’a düşmüştü, işsizlik azalıyordu, istihdam artıyordu, büyüme canlıydı, vs.. Reel ücretler baskılanmıştı; ama onları da EYT ve diğer asgarî ücret artışlarıyla telâfî etmeye çabaladı. Bu mesele orada çalıştı. 

“2024’te niye çalışmadı?” ya da “2024’te niye seçim kaybetmeyi göze aldı?” diyelim. Bu soruya geldiğimizde, aslında Erdoğan seçim kaybetmemek üzere bir politika kurguladı. Mehmet Şimşek göreve geldiğinde söylediği lâflardan ilki, “Bir şok terapisi programı uygulamayacağız” oldu. Yani “Sermâyeler arası dengeyi gözetecek ve örneğin tekstil sektörünü ya da inşaat sektörünü veya diğer emek-yoğun sektörleri bir anda silmeyeceğiz, o nedenle fâiz artırımlarını aşamalı olarak gerçekleştireceğiz” şeklinde bir yol tâkip ettiler. 2024 seçimini de kaybetmemek üzere çalıştılar. 

“2024’ü niye kaybettiler?” sorusunun cevâbına gelince, benim gördüğüm iki temel açıklama var. Bir tânesi, hayat pahalılığı krizinin büyükşehirlerden coğrâfî olarak küçük şehirlere, Anadolu’nun ücra kasabalarına kadar ilerlemesi. Yani enflasyonun birikimli etkisinin sâdece bir yıl değil 2023 yılı boyunca sürmesi, hem de coğrafya olarak yayılması. İkinci etki de muhâlefetin pozisyonu. Bence kritik olan değişikliklerden biri oydu. Ben bu konuya kitabımda kısmen de değindim. Aslında 2023’ün kaybedilmesinde, iktidârın uyguladığı bu telâfî mekanizmaları kadar, muhâlefetin tâkip ettiği stratejinin hatâlı olması da var.  

Tam bunu sormayı düşünüyordum, istersen şimdi bu konuya da girelim. Sosyal medyada yaptığın paylaşımlarda ve Gazete Duvar’da yazdığın yazılarda, herkes, hani Demirel’in “Boş tencere götürür” sözüne kapılmış bir şekilde, “Muhâlefetin seçimi kaybetmesi imkânsız” havasındayken, senin biraz temkinli olduğunu hatırlıyorum. Biraz akıntıya karşı bir duruşun vardı. Bu sâdece, muhâlefetin inandırıcı bir alternatif sunamaması meselesi mi, yoksa muhâlefetin ekonomide yaşanan birtakım şeyleri tam olarak anlamadığını mı düşündürüyordu?

Akçay: Aslında o dönem çok zordu. “İktidârın bir stratejisi var” demek bile, bir linçle karşılaşmayı getiriyordu. O yüzden pek çok meslektaşım, o dönemde, “Şu şu konularda daha dikkatli olmak gerekiyor” uyarılarını yapamadı. Ben de kısmen, yazabildiğim kadarıyla yazmıştım. Benim görebildiğim temel sorun şuydu: Tam da dediğiniz gibi, şöyle bir otomatiklik atfedildi: “Ekonomik sorunlar geldi = AKP iktidârı gidiyor. Dolayısıyla bizim herhangi bir şekilde siyâset yapmak, Türkiye’nin temel sorunlarına çözüm üretmek için kitlelerle buluşmaya, onların dertlerini siyâsallaştırıp talepleştirmemize gerek yok” gibi bir çerçeve ortaya çıktı. 

Şimdi burada bir kritik dönüm var. Ben kitapta bunu “kaçırılan fırsat” diye adlandırdım. 2021 Eylül-Aralık arasında yaşanan fâiz indirimleri sırasında, AKP târihinde bir ilk yaşandı. Enflasyon hızla artmaya başladı ve hayat pahalılığı krizi giderek derinleşmeye başladı. Buna karşı işçi eylemleri ilk kez gerçekleşti. Daha öncesinde de işçi eylemleri vardı; ama onlar özelleştirme karşıtı ya da daha lokal, işten atılma, sendikalaşma konularıyla ilgiliydi. 2021 sonu, hattâ 2022 Şubat ayının sonuna kadar süren toplu sözleşme döneminde büyük bir toplumsal mobilizasyon yaşandı. Hatırlarsanız, 2015’te Bursa’da “Metal Fırtına” olarak adlandırılan bir işçi hareketi gerçekleşmişti. 1989’daki bahar eylemlerinden sonra yapılan en önemli eylemlerden biriydi ve 2021 sonbaharıyla, 2022 Ocak, Şubat ve Mart aylarında, bahar eylemlerinin katılımcıları kadar büyük kitleler harekete geçti. O dönemde CHP bunu gördü ve o zamanki Parti Sözcüsü Faik Öztrak’ın da açıklamalarıyla, “Biz sokağa ineceğiz ve bu talepleri dile getireceğiz” şeklinde adım attı. İlk miting Mersin’deydi, çok coşkulu geçti ve bunun her ilde devam edeceği söylendi. 

O arada kritik bir dönüm noktası geldi: Toplumsal hareketle CHP’nin yan yana gelme ihtimâli bir şekilde ortaya çıktı ve Erdoğan orada hemen müdâhale etti: 15 Temmuz’u hatırlatıp, sokağa inmenin olumsuz sonuçlarından bahsetti. O dönemde Kılıçdaroğlu, “Sokak kesinlikle gündemimizde değil” dedi ve bu mitingler iptal edildi. Bence, 2023 seçimleri aslında 2022’de kaybedilmiş oldu. Çünkü o andan sonra CHP bütün enerjisini Altılı Masa içi daha teknokratik detaylara, parlamenter sistemin nasıl olacağını ya da ekonomide Merkez Bankası bağımsızlığı gibi, sokaktaki insanın derdiyle çok alâkası olmayan, daha teknik, bürokratik-kurumsal tedbirlerin ince detaylarını tartışmaya gömüldü ve bana kalırsa seçimler o anda gitti. 

Şimdi son dönemde en çok konuşulan hususlardan birisi de orta sınıf: Orta sınıfın yok olması, çözülmesi. Ben bir ara Türkiye’den yurtdışına göçen insanlarla röportajlar yapmıştım. Bu röportajları “Büyük Göç”  başlığıyla Medyascope’ta yazı dizisi olarak yayınladık. Yurtdışına Avrupa’ya, Kanada’ya, hattâ Körfez ülkelerine gidenler genellikle eğitimli, üst orta sınıf, iyi eğitimli denebilecek kişiler. Hemen hepsinin ortak söylediği şey, Türkiye’de alım gücünün düşmesi ve çocuklarının eğitimi meselesi. Devlet okullarının eğitimine güvenememeleri, ama özel okulların da çok pahalı olması, bütçelerine uymaması meselesi başlıca iki önemli sorun. Ben bunu Türkiye’deki orta sınıfın Batı’ya transferi olarak yorumladım. Bu ekonomi politikalarının gerçekten böyle bir etkisi olduğuna sen de katılıyor musun? Yani Türkiye’de orta sınıfın erimesi, özellikle eğitimli kesimlerin, serbest meslek sâhibi olanların ve gençlerin dışarıya bakması doğrudan bu ekonomik politikaların sonucu mu?

Akçay: Evet, büyük ölçüde katılıyorum. Burada bulunduğum okulda da bu konuda tez yazan yüksek lisans öğrencilerim oldu. Onların buraya gelenlerle yaptığı araştırmalarda, mülâkatlarda, sizin işâret ettiğiniz konuların aşağı yukarı aynıları çıktı. Bunlara ek olarak, siyâsî özgürlük, özellikle kadınların daha rahat hareket edebilmesi, yaşayabilmesi için gerekli koşulların Batılı ülkelerde daha fazla olması gibi şartlar vardı. Yani bir başlıkla tanımlarsak: özgürlük ve ekonomi. Bu ilginç bir konu. Büyükşehirlerde, özellikle daha çok İstanbul, Ankara, İzmir’de yaşanan bu 2021-2023 döviz krizinin etkileri, daha sonrasında da bu hayat pahalılığı krizinin doğrudan sonucu aslında. İstihdam verisine baktığımızda, ilginç bir şekilde, Türkiye’nin sanâyi istihdâmının bu dönemde arttığını görüyoruz. Yurtdışına göç döneminde yaşanan gelişmelerin tersine, esâsında yaygın bir işçileşme dönemi var. Anadolu’da pek çok küçük büyük ilde, ilçede açılan organize sanâyi bölgeleri var. Bunlar lokal ihrâcat üsleri hâline gelmiş durumda ve mavi yakalı istihdâmı giderek artıyor; târihsel zirvelerine varmış durumda. 

Buna karşılık, sizin de işâret ettiğiniz gibi, beyaz yakalılarda, eğitim seviyesi daha yüksek, yurtdışında çalışabilir işlerde olan kesimlerin gelir kayıpları nedeniyle, özellikle konut, kirâ gibi temel masrafları karşılayamamaları ve tabiî ki eğitim önemli bir sorun. Bu da “özgürlük, ekonomi” kısmının birleşmesinden kaynaklanıyor. Avrupa’da özellikle ilkokul ve ortaokul seviyesinde pek çok ülkede eğitimin bedelsiz olması onları çekiyor. Yani ters eğilimler bir arada görülebilir. Bir yandan işçileşme, yani mavi yakalılarda artış varken, diğer yandan bu emek kesiminin üst katmanlarında Batı’ya göç daha da yoğunlaştı. 

Ekonomiyi çok bilmeyen birisi olarak şunu sormak istiyorum. Özellikle Erdoğan’ın başkan olmasından sonraki dönemde, ekonomi dediğimiz zaman genellikle para politikalarını konuşuyoruz sanki. “Sıcak para geldi mi, gelecek mi? Fâiz düştü mü düşmedi mi? Döviz kurları ne oldu?” gibi. Ama onun dışında, yatırım, istihdam konuları pek konuşulmuyor. Yani ekonomi sâdece finansal bir olaya indirgenmiş gibi. Meselâ Türkiye’de ekonomik kriz olmasına rağmen, bankalar muazzam kâr ediyor. Burada sakat bir durum yok mu?

Akçay: Evet, çok haklısınız. İktidar seçimden seçime atlayarak kendi yeniden seçilme koşullarını yaratmaya çalışıyor. Bu söylediklerinizi gündeme taşıyacak olan, muhâlefet olmalı. Yani geniş kesimlerin çıkarlarını temsil edecek ya da en azından Demirel’vâri bir muhâlefet yapacaksan dahi, sokağın sesini bir şekilde duyurman lâzım. Ama biz muhâlefete baktığımızda, onlar da, “Merkez Bankası bağımsızlığı, kurumsal işlemler, Swap açılsın mı açılmasın mı?” gibi para politikası tartışıyor. Dolayısıyla siyâset bir teknik alana sıkıştırılmış durumda. Bu da aslında siyâsetin ana akslarının değişmesiyle ilgili. Kitapta kısmen ona da değinmeye çalıştım. Türkiye’de toplumsal hareket, 12 Eylül’de başlayan sonra da 2001’le devam eden bu neo-liberalleşme, emeğin siyâsî, toplumsal, örgütsel gücünü kırma programı nihâyete erdi ve artık emekçi sınıflar seyirci durumunda. Emekçi sınıfların seyirci durumuna gelmesi iki sonuç doğuruyor. Bir tânesi, muhâlefet partileri bu kesimlerin taleplerini temsil etmek zorunda hissetmiyorlar. 90’ları hatırlayın, yine yüksek enflasyon vardı, yine pek çok ekonomik sorun vardı; ama merkez sağ partiler bile sendikaların taleplerini dile getirmek zorunda hissederdi oy gerekçesiyle. Bu örgütsel güç ortadan kalktığı zaman, ekonomi tartışması para politikası tartışmasına dönüyor, siyâset de içeriksizleşiyor.

İkinci önemli sonucu da toplumsal hareketin sonlanması, geniş kesimlerin, emekçi kesimlerin seyirci koltuğunda oturuyor olması, iktidâra büyük bir hareket alanı sağlıyor. İktidar, ilk başta konuştuğumuz gibi, A politikasını da uygulasa, B politikasını da uygulasa, karşısında geniş bir sâha var ve tek kale maç yapar durumunda. Bu nedenle, ekonomi tartışmasını da siyâset tartışmasını da daha anlamlı bir zemine oturtmak için, kaybettiğimiz toplumsal hareketi yeniden bulmamız lâzım. 

Son olarak: Mehmet Şimşek geldiğinde, muhâlefetten de ya da muhâlif gibi bilinen ekonomistlerden de müthiş bir destek aldı. Hattâ muhâlefet partileri bile ortodoks politikalara dönülecek diye alkışladılar. Mehmet Şimşek iş başına geleli bir yılı geçti. Yine kitabın kapsamından çıkıyoruz ama, nasıl bir bilanço var? Bir başka sorum da, Mehmet Şimşek ve onun denetiminde olduğunu varsaydığımız Merkez Bankası, gerçekten şu âna kadar gösterdikleri performansla bir şeyleri toparlayacak gibi gözüküyor mu? Yoksa birilerinin dediği gibi, daha da kötü olma ihtimâli yüksek mi?

Akçay: Şöyle bir açmaz var: Bütün amaçlarını yerine getirseler dahi bizim döneceğimiz nokta 2013’teki bütün kriz sürecinin başlangıcı noktası olacak. Aslında Mehmet Şimşek fâizleri artırıp, sermâye girişini sağlayıp, Türk lirasını reel olarak değerlendirip enflasyonu kontrol altına almaya çalışıyor. “Peki sonra ne olacak?” kısmına yanıtı yok bu programın. Çünkü bu bir istikrar programı, yani enflasyonu düşürme programı. Bunu nasıl yapıyor? Bu enflasyon düşürme programını reel ücretleri baskılayarak, yani geniş kesimlerin ücret kayıpları üzerine binâ ediyor. İkincisi de Türk lirasının değerlenmesi. O da, az önce tartıştığımız geniş bir sermâye kesiminin aleyhine bir iş yapıyor. Şimdi bunları yapsa dahi, Türkiye’de enflasyon belki %20’lere düşecek önümüzdeki dönemde. Çünkü uluslararası konjonktür de yardım ediyor artık. Avrupa Birliği’nde, Amerika Birleşik Devletleri’nde fâiz indirimleri başladı. Tabiî bunun Türkiye’ye de yansımaları olacak; Türkiye’de de fâiz indirimleri başlayacak. Ama “2023’te ne oldu da biz sonrasında tepetaklak gittik?” sorusuna yanıt vermemiz lâzım. 2013’te cârî açık ve dış borç giderek artmaya başladı. Yabancı sermâye girişlerine dayalı ekonomik istikrar, dış politikadaki sorunlar, dünya ekonomisinde yaşanan sorunlar ya da herhangi bir nedenle sermâye çıktığı anda, sizin inşâ ettiğiniz borçlanmaya dayalı refah görüntüsü bir anda ortadan kalkıyor. Şimdi Şimşek aynısını binâ ediyor. Dolayısıyla bu, geniş kitlelerin refahını artırmayacak da olsa, baskılayacak da olsa, onların aleyhine gelişecek de olsa, enflasyon düşecek, ama ondan sonrasına dâir ekonomi yönetiminin bir yanıtı yok. “Muhâlefetin bir yanıtı var mı?” Bunu tartışmak istiyoruz aslında. Kitap bir yanıyla da tartışmaya dâvet anlamında; çünkü Nebati programının da Şimşek programının da geniş kesimler için refah ve mutluluk getirmediği ortada. “Bundan sonrasında ne getirir?” konusunda, 2028 seçimlerine doğru, tekrar “Fâiz insin artsın, Merkez Bankası bağımsız olsun olmasın” tartışmasına sıkışmamak, meseleyi kayıkçı dövüşüne dönüştürmemek için tartışmayı biraz daha toplumsallaştırmak, genişletmek lâzım diye düşünüyorum.  

Çok teşekkürler Ümit. Krizin Gölgesinde En Uzun Beş Yıl: 2018-2023 (Doğan Kitap, 2024) kitabından hareketle, Doç. Dr. Ümit Akçay’la Türk ekonomisinin durumunu konuştuk. Kendisine çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.