İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun Yüksek Seçim Kurulu (YSK) üyelerine “ahmak” dediği iddiasıyla yargılandığı dava kamuoyunda “ahmak davası” olarak biliniyor. İki yıldır İstinaf Mahkemesi’nde süren davaya ilişkin son günlerde sıkça “mahkeme kararını verdi” söylentisi yayılmaya başladı. İstinaf, İstanbul Anadolu 7. Asliye Ceza Mahkemesi’nin verdiği 2 yıl 7 ay 15 gün hapis ve siyasi yasak cezasını bozabilir veya onayabilir.
AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 79. Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’na katılmak üzere gideceği Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ziyareti öncesi Atatürk Havalimanı’nda basın toplantısı düzenledi. Suriye ile ilişkilere dair konuşan Erdoğan, “Esad ile görüşmeye hazırız, yanıt bekliyoruz” dedi.
Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel Haftaya Bakış’ta son gelişmeleri yorumladı.
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. ‘Haftaya Bakış’la karşınızdayız. Yine Kadri Gürsel ve Kemal Can’la, haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız diyorum ama çok da fazla öne çıkan olay yok. Arkadaşlar merhaba. Hep var olan bir gündem mevcut. Bu hafta birtakım isimler Ekrem İmamoğlu davasının istinaf kararı açıklanıyor’’ diye açıklamalar yaptı. Tabii herkes bunu bekliyor şimdi. Geçen gün, ‘’Açıklanacak’’ dendi, ancak açıklanmadı. Kimisi, ‘’Piyasaların kapanması bekleniyor, cuma günü açıklanacak’’ diyor. Şu an itibariyle herhangi bir açıklama olmadı. Sonuç olarak, Ekrem İmamoğlu açıklama yapıyor, CHP’liler açıklama yapıyor. En son Mansur Yavaş da bu konuda bir şeyler söyledi. Şimdi ortada iki husus var: Birincisi, karar hızlı bir şekilde açıklanırsa ne olur? Ama bir de olayın Yargıtay süreci var. Yani ‘’Ekrem İmamoğlu’na yasak gelir mi, gelirse ne olur?’’ şeklinde bir beklenti var. Tabii ki Ekrem İmamoğlu ve özellikle avukatları, bu tür konuşmaların, gelecek olan bir cezayı bir anlamda meşrulaştırıcı olduğunu söylüyorlar. Yani o kadar çok konuşuluyor ki, yarın öbür gün ceza gelirse ‘Zaten bekliyorduk, olacak’ diyorlar, ki çok da haksız sayılmazlar.
Şimdi bunun üzerinden biraz konuşalım. Daha önce de konuştuk, bundan sonra da çok konuşacağa benziyoruz. Açıkçası, Ekrem İmamoğlu’na yasak gelip, CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı olamaması halinde ne olur, çok fazla kestiremiyorum. Herhalde ilk akla gelen Mansur Yavaş olacaktır, ama çok da emin değilim. Hem bu beklentiyi hem de bir ceza ve siyasi yasaklama gelirse ne olur, bunu değerlendirelim. Ne dersin Kadri?
Kadri Gürsel: Bence başa gitmek lazım. Yani ‘’nereden çıktı bu siyasi yasak, istinafta onaylanıyor, onaylanacak” kulisleri? Hatta hatırlayalım, iyi kulis alan bir meslektaşımız tarafından, “Karar fiilen alındı” gibi absürt bir ifade de kullanılmıştı. Yani İstinaf mahkemesi anlaşmış, herhalde oy birliğiyle 1. derece mahkemenin kararını onaylayacaklar. Oradan başlayalım. Tabii ki bu dedikodunun ne zaman, ilk kez kimin tarafından piyasaya sürüldüğü, kimin tarafından yayıldığı önemli bir veri. İkinci önemli veri de şu ki bunu bizzat İmamoğlu söyledi: “Beni sabah ‘İstinaftan onama çıkıyor’ diye aradılar. Dört saat sonra baktım, bütün Türkiye’nin haberi var. Daha ben konuşmadım bile.” Bu da iktidarın CHP’ye karşı, Türkiye’ye karşı, muhalif seçmene, herkese karşı bir psikolojik operasyon yürüttüğünü gösteriyor. Burada, kulis haberleriyle tanıdığımız meslektaşlarımız da bilerek veya bilmeyerek kullanılıyorlar, bu çok açık. Bunun başka bir izahı yok. Çünkü ‘’İstinaftan karar çıkıyor, çıkacak, çıktı çıkacak’’ diye bir söylenti yaymanın kaynağı ne olabilir? İki türlü kaynağı olabilir. Birincisi, iktidar şu an bunu çeşitli nedenlerle istiyordur ve piyasaya sürüyordur. İkincisi, -bunu teorik olarak söylüyorum, bildiğimden değil-, bunun altına imza atmak istemeyen ya da bu kararın en başta yargıya ve Türkiye’ye çok büyük zarar vereceğini öngören birtakım yargı mensupları, bunu, bildikleri, tanıdıkları kaynaklara, gazetecilere doğrudan veya dolaylı olarak ulaştırıyor, sızdırıyorlar ki konu tartışılsın, bunun karşısında bir direnç seti oluşsun ve varsa böyle bir şey, kararın oluşması veya açıklanması mümkün olmasın.
Ben ikinci seçeneğe çok fazla ihtimal vermiyorum. Bu bence, doğrudan iktidar mahfillerinden, Saray’ın bilgisi dâhilinde değil, Saray’ın inisiyatifiyle sızdırılan ve bence de çok iyi yönetilen bir psikolojik operasyon. Saray’ın İstinaf mahkemesinden siyasi yasak mahkûmiyetine onama kararını çıkartmak gibi bir niyeti olmasaydı, zaten bu ‘’kulisleri’’ bu söylenen ‘’kulisleri’’ öncesinden ortalığa dökmezdi. Bunu yaptığına göre, bu gelecektir, İstinaf tarafından onaylanması beni şaşırtmayacaktır. Bir defa, İstinaf mahkemelerinin Türkiye’de oynadığı role bakalım. İstinaf mahkemeleri, yüksek yargı üzerindeki yükün bir kısmını almak üzere kurulmuştu. Yani hafif cezaların son onama mercii olarak kurulmuştu, ama yürümedi. Çok tuhaf durumlara yol açtı; hafif ceza alanlar direkt hapse giriyorlardı, ağır ceza alanlar dışarıda dolaşıyorlardı filan. Böyle komik bir durum çıktı ortaya. Hatta toplu davalarda da olabiliyordu bu. Şimdi Saraydakiler nasıl bir tepki, nasıl bir reaksiyon oluştuğuna bakacaklar. Aynı zamanda da evet, yani söylenenler beklentiler doğru. Neticede bu konu gün tartışılan bir şey, haftalardır sürüyor. Sürpriz ve şok etkisini ortadan kaldıracak. Karar açıklandığında, hiç kimse bir anda ‘’gündeme bomba gibi düştü’’ demeyecek, hiç kimse şoka uğramayacak. ‘’Biz bunu zaten bekliyorduk’’ diyecekler ve bu beklenti doğrultusunda zaten gerilim azaldığı için, bütün kamuoyu İstinaf mahkemesinden çıkacak karara koşullandırıldığı için, belki çok fazla tepki olmayacak ve birinci aşama böylece geçilecek. Aslında zaten bağlayıcı olan İstinaf Mahkemesi değil. İstinaf Mahkemesi’nden sonra asıl tayin edici olan Yargıtay var. CHP’nin Yargıtay aşamasında, İstinaf’tan çıktıktan sonraki o ara aşamada neler yapacağını tartışmak lazım.
Bu açıdan da baktığım zaman, Cumhuriyet Halk Partisi’nin bu siyasi ve psikolojik operasyona karşı, doğru ve uygun reaksiyonu göstermediği kanaatindeyim. Bu reaksiyon ne olmalıydı? Genel Başkanın olmadığı, İmamoğlu’nun bir ara katılıp çıktığı bir toplantı düzenlemek olmamalıydı. Bir toplantı düzenlenecekse de bu toplantı, mesela gizli bir toplantı olmalıydı. Sanki ‘’bir şeyler hazırlıyoruz, plan hazırlıyoruz’’ minvalinde ‘’Toplantı yapıyoruz” diye bildirilmemeliydi. Mesele şudur çünkü: yanlış anlaşılmasın ama ‘Adalet Yürüyüşü’nden örnek vereceğim. ‘Adalet Yürüyüşü,’ Enis Berberoğlu’nun hapse atılmasının bir sürpriz etkisiydi. Yani günler öncesinden, haftalar öncesinden ‘’Enis Berberoğlu hapse atılacak’’ diye yaygın tartışmalar yapılmadı, konuşulmadı bu konu. Enis Berberoğlu hapse atıldı, ardından ‘’Enis Berberoğlu hapse atılırsa ne olur, CHP ne yapar?’’ diye de konuşulmadı. Fakat CHP Genel Başkanı bir Adalet Yürüyüşü başlattı, hatta, “Ben başlıyorum, gelen gelsin” dedi.
İmamoğlu konusunu da iki aşamada değerlendirmek lazım. İstinaf Mahkemesi’nden bu karar çıktığında, rejimin meşruiyeti yara alır ama büsbütün ortadan kalkmaz. Rejimin asıl meşruiyetini büsbütün ortadan kaldıracak olan, bu mahkûmiyet kararının Yargıtay’da onanmasıdır. İşte bunun önlenmesi için CHP ne yapabilir? Cumhuriyet Halk Partisi’nin takkeyi önüne koyup düşünmesi lazım. Demokrasiyi hedefleyen bir düzen partisi olarak mı yola devam edecek, yoksa iktidarın yanında muhalefetmiş gibi koşu yapan bir oyuncu gibi mi devam edecek? Ben hep futbol örneğini veririm: İktidar yine muhalefete, muhalif topluma bir gol atmaya doğru giderken onun yanında koşarmış gibi yapan, ama aslında savunma anlamında hiçbir şey yapmayan, güçsüz, yeteneksiz ve yetersiz bir rakip takım koşucusu gibi, bu eşitsiz oyun sahasında onun yanında mı koşmayı tercih edecek? Cumhuriyet Halk Partisi o zaman zaten bir rejim partisine dönüşmüş oluyor. Tecrübeli bir seçmen, kıdemli bir gazeteci ve kaygılı bir vatandaş olarak, ben Cumhuriyet Halk Partisi’nden şunu beklerim: Rejimin meşruiyetini tartışmaya açması ve de eğer İmamoğlu’na yasak kesinleşirse, Yargıtay’da, Yargıtay aşamasında veya İstinaf aşamasından önce, kesinleşmesi yahut İstinaf’tan geçmesi hâlinde -ki hemen şimdi de yapılabilir bu,- kademeli olarak uygulanabilecek şey bir sonraki seçimin boykot edileceğinin şimdiden ilan edilmesidir. Yaptıkları o toplantıda İmamoğlu’nun kendisinin de yalanlamadığı tepkisi “Beni şimdiden cumhurbaşkanı adayı ilan edin” demek olmuş. Ben bunu açıkçası endişeyle karşılıyorum. İmamoğlu’nun Cumhurbaşkanı adayı olması hiçbir caydırıcı unsur içermez. Zaten İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanıdır, milyonlarca oy almıştır, açık ara kazanmıştır seçimi, üç kere kazanmıştır. Yani ortada en başta İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’nı yargı marifetiyle, yargının silah olarak kullanmasıyla koltuğundan eden, etmeyi düşünen bir iktidar var.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Bunu iki aşamada tartışacağız: Eğer biz Cumhuriyet Halk Partisi’nin müstakbel cumhurbaşkanı adayına bu şekilde baktığımız zaman ne olacak bugünkü durum? Sen belediye başkanını görevden alıyorsun. Ayrıca, korkunç bir tablo çıkacak ortaya. Bu korkunç tablonun cevabı Mansur Yavaş’la mı seçime gitmektir? İmamoğlu Cumhuriyet Halk Partisi’nin doğal adayıdır. İmamoğlu’na siyasi yasak getirilmesi hâlinde, Mansur Yavaş Cumhuriyet Halk Partisi’nin alternatifi olamaz. Eğer İmamoğlu’na siyasi yasak getirilirse, bunun alternatifi Cumhuriyet Halk Partisi’nin seçimleri boykot etmesinden başka bir şey değildir. Sine-i millet deniliyor. Bu başka bir şey. Siyasi hedef, onun yerine Mansur Yavaş’ı koymak ve Mansur Yavaş’la seçimi kazanmak olmamalıdır, olamaz. Böyle bir şey kabul edilemez. İran’daki gibi. İran’da helikopteri düşerek ölen İbrahim Reisi’ydi, İbrahim’di galiba değil mi adamın ön adı? İbrahim Reisi, Cumhurbaşkanı. Yanlış hatırlamıyorsam soyadı Reisi.
Ruşen Çakır: İbrahim Reisi, evet.
Kadri Gürsel: Tamam, doğru hatırlıyormuşum. İbrahim Reisi’nin kazandığı seçimin katılım yüzdesini hatırlıyor musunuz? Yüzde 49,9, yüzde 50’yi bile bulamadı.
Ruşen Çakır: Evet.
Kadri Gürsel: Seçmenin yüzde 50’sini sandığa götüremeyen bir sistem, gayrimeşrudur. 2024 yılı Haziran ayında şimdiki Cumhurbaşkanının seçilmesiyle sonuçlanan seçimde kaç oldu sandığa gitme oranı? Yüzde 40. Yani sandığa ancak yüzde 40’ını götürebiliyor. Bu, İran’da insanların seçim yoluyla bir şeylerin değişeceğine olan inancı ve güveni sıfır demektir. Rejim sadece kendi tabanını ve tabanının dış çeperlerini sandığa götürebiliyor. Korkunç bir yabancılaşma. İran’da Muhafızlar Konseyi diye bir konsey var. Bu konsey tek tek adayları onaylıyor. En son Cumhurbaşkanı seçiminde 6 adayı onayladı, ama katılanlar gidip onlardan en ılımlısını seçtiler. Orada kendimi tekzip etmiş oluyorum. Yani yine de Hamaney istediği adayı seçtiremedi. Yine hâlâ, ‘’bununla bir şey yapabiliriz belki’’ diye düşünen bir kesim var İran’da. Ama gençler özellikle gitmiyorlar sandığa. Şimdi CHP ve muhalefet açısından burada da yapılması gereken, Olağanüstü Hâl ilanı gibi üst seviyede ve yaygın ve sürekli bir politik mobilizasyon ve aktivizm. ve bunun için tabii üyelerin, parti üyelerinin dürtülüp militanlaştırılması ve böyle olmak isteyenlerin de önünün açılması lazım. Cumhuriyet Halk Partisi, böyle siyasi kariyer hesapları, planları yapıp, ‘’ben belediye meclisi üyesi olayım, ben belediye başkanı olayım, bir daha belediye başkanı olayım, milletvekili seçileyim, cumhurbaşkanı olayım’’ diye kariyer hesapları yapan siyasetçilerle, Türkiye’nin acil meselelerini, çözüm bekleyen sorunlarını çözebilecek bir siyasi kültürü oluşturamaz. Cumhuriyet Halk Partisi’nde en başta paradigma değişimi gerekiyor. Ben bu konuda son derece karamsarım.
Özgür Özel de ‘’normalleşme politikası’’ ya da her neyse, bence bunun adını koymakta da çok büyük hata etti. Artık kendisi de söz etmiyor. Türkiye’de demokrasi varmış gibi yapmanın bir faydasını da göremedi. Türkiye’de ne normalleşme var ne de bu manada demokrasi var. Ama demokrasi yok diye demokratik mücadeleden çekilmek olmaz. Demokratik mücadele sadece seçime katılmak da değildir, bunun arkasında yaratıcılığa çok açık geniş bir alan var. İmamoğlu’na siyaset yasağı ‘’İstinaf’ta onaylanacak’’ söylentileri ortaya çıktığından bu yana, iktidar, CHP üzerinde gerçekten çok başarılı bir siyasi ve psikolojik operasyon yürütüyor. Cumhuriyet Halk Partisi’nin buna verdiği tepki yetersizdir, kapsamsızdır, içeriksizdir, yanlıştır. Bu siyaset yasağı ihtimalini savunan bir tane AKP’li Allah’ın kulu yok. Mesela Cumhurbaşkanı Erdoğan teğmenler hakkında belki üçüncü kez konuştu: “Onları cezalandıracağım edeceğim, peşini bırakmayacağım’’ dedi. Çıkıp da “Sen benim yargıcıma, sen benim yargıma ahmak diyemezsin. Ahmak diyen, yargıma hakaret eden cezasını görür” demedi.
Kemal Can: Erdoğan bunu dedi.
Kadri Gürsel: Ne zaman dedi?
Kemal Can: Ben bunu söylediğini gördüm: “Kimse böyle bir şeyden cezasız kalamaz” dedi. Sen ‘’Bir tane AKP’li yok’’ dediğinde sana müdahale edip ‘’Erdoğan’ı AKP’li saymıyor musun diyecektim.
Kadri Gürsel: Tamam, peki oldu. O da ayrıca tartışılır. Erdoğan AKP’li mi değil mi ya da AKP mi Erdoğan, bu da ayrıca tartışılır. O zaman bir kere demiş. Ama bunu bir söyleme dönüştürmedi. Benim de zayıf hafızam bunu not etmemiş. Yani şu an tekrarladığı bir şey değil. AKP’lilerden de duyulmuyor. Rejimin medyası da bunu böyle pişirip durmuyor, harlamıyor ateşi. Ama yargıdan böyle bir kararın çıkması söz konusu, bunu bekliyoruz. İstinaf’tan bu çıkar, çünkü zaten İstinaf, Türkiye’de geçerli işlevi olan bir yargı aşaması, bir aşama değildir. Benim hatırladım kadarıyla İstinaf’a takılan herhangi bir yargı kararı olmamıştır. Umarım bunu doğru hatırlıyorumdur. Teşekkürler.
Ruşen Çakır: Evet noktayı koydun Kadri, ama bıraktığın yerden Kemal’in itirazlarını bekliyoruz, değil mi Kemal?
Kadri Gürsel: Kemal’in itirazlarını niye bekliyorsun?Kemal’i yönlendirmeye çalışma.
Ruşen Çakır: Yok canım estağfurullah.
Kadri Gürsel: O benim maddi bir hatamı düzeltti.
Ruşen Çakır: Herhalde Kemal de benim gibi farkındadır ki CHP’nin bu konudaki duruşu çok tutarlı çok isabetli, değil mi Kemal? CHP elinden geleni yapıyor, hatta mucize yaratıyor. Evet, söz sende.
Kadri Gürsel: Ruşen, sinik sirke küpüne zarar. Biraz değiştireyim atasözünü.
Ruşen Çakır: Peki, öyle olsun. Evet Kemal?
Kemal Can: Kadri’ye şundan itiraz edeceğim: Kadri kronolojinin başlangıç tarihini İstinaf kararı dedikodularına o psikolojik harekâta kadar taşıyor ya, aslında psikolojik harekât, bu davanın dava olarak ortaya çıkmasına kadar geri gidiyor. Zaten bu dava, İmamoğlu’nun adaylığı üzerinden CHP ve muhalefet çevresindeki temel tartışmanın başından itibaren ana unsuru. Hatırlayalım, Saraçhane’yi unutacak mıyız? Sonuçta hadisenin bir psikolojik harekât olduğu doğru. Ama bu psikolojik harekâtın başladığı yer, 1. Derece Mahkeme’den kararın çıktığı, İstinaf’tan da çıkma ihtimaline yönelik dedikodularının yayılmış olduğu tarih değil zaten. Bu davanın ortaya çıkması, yani Süleyman Soylu’ya verilen cevap üzerinden bunun şikâyet konusu olarak davaya dönüşme süreci, o süreçten mahkûmiyet kararının çıkması, mahkûmiyet kararının çıkmasının zamanlaması, o zamanlamaya bağlı olarak muhalefet içerisindeki adaylık tartışmalarındaki yeri, yine Saraçhane sürecini hatırlatarak söyleyeyim, o tartışmaların yarattığı etkiler… Bütün bunlar hesaplandığında, bu dava başından itibaren, yani kronolojinin çok öncesinden itibaren ve neredeyse 2019’un hemen sonrasındaki travmaya ve o travmada yeniden ortaya çıkan çeşitli aktörlere ilişkin siyasi mühendisliğin bir parçası olarak neredeyse 5 yıllık bir maziye sahip. Bu harekât öyle ‘’İstinaf’tan karar çıkacak’’ dedikodularıyla başlamış bir şey değil. Dolayısıyla, bu işin ne kadar kullanışlı olduğu da iktidar açısından zaten test edilmiş bir şey. Bu dava üzerinden İmamoğlu’nun adaylığının muhalefet cephesinde yarattığı türbülansı iki kere test etti zaten bu iktidar. Yani bu işin nasıl çalıştığına dair gayet net fikirleri var. Dolayısıyla, bir kere böyle bir kronolojik itirazım var.
İkincisi, sen istedin diye Kadri’ye bir itirazda daha bulunayım. Kadri, “Bu rejimin meşruiyeti asıl olarak İstinaf’ın değil de Yargıtay’ın verdiği kararla ortaya çıkacak” dedi. Orada da şunu hatırlatmak isterim: Söz konusu Yargıtay, Anayasa Mahkemesi üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunmuş bir mahkeme. Daha önce Anayasa Mahkemesi kararlarını tanımayacağını ilan etmiş, alt dairelere sahip olan bir mahkeme. Dolayısıyla, o meşruiyette, tıpkı Birinci Derece Mahkemesi ile İstinaf arasında hukuki bir süreç işlemediği gibi, İstinaf’la Yargıtay arasında da hukuki bir süreç işlemeyecek. O nedenle, İmamoğlu’nun adaylığının açıklanıp açıklanmaması ya da bunun yaratacağı etkiyi hukuki mülahazalarla değerlendirmek bana da çok saçma geliyor.
Buradan sonrası Kadri’ye gayet katılarak söyleyeceğim şeyler. Bu hadise üç tane varsayıma dayanıyor. İmamoğlu ve Özel’in ‘’iktidar bunu dünyaya açıklayamaz’’ tezlerini de içine koyarsak, hukuki gerekler, siyasi ve toplumsal vasat ve uluslararası birtakım prensipler, iktidarın bunu göze alamayacağı varsayımına dayanıyor. Ama bu argümanı destekleyecek neredeyse tek bir somut kanıt yok. Yani, iktidarın, kamuoyu tepkisinden ya da uluslararası seviyede açıklayamayacağı herhangi bir karardan ya da hukuki olarak meşru olmayan bir adımdan daha önce vazgeçtiğini, sırf bu gerekçelerle bundan imtina ettiğini, kendisi için avantajlı olan bir şeyden, sırf bu risklerden dolayı vazgeçtiğini hiç görmedik. Dolayısıyla buradaki belirleyici unsur, asla iddia edildiği gibi ne bu adaylık kararının öne alınmasıyla önleyici bir hamle ne de buna rağmen yapması durumunda, İmamoğlu’nun iddia ettiği gibi kalabalıkların birdenbire iktidarı şimdiye kadar görülmemiş biçimde baskı altına alacağı bir sürecin başlangıcı olacağının hiçbir deliline sahip değiliz. Dolayısıyla bunun üzerine kurulan argümanların, bir varsayım, bir ihtimal olarak kıymeti olabilir, bir seçenek olarak değerlendirilebilir, ama mutlak ve kesin bir sonuç gibi sunulması son derece yetersiz.
Az önce sen Kadri’ye pası atarken, ‘’İmamoğlu ve onun avukatları, bu işin çok konuşulması, bir normalleşme, bir kanıksama, bir kabul ettirme anlamına da gelebileceğini söylediler’’ dedin. Kadri de buna değindi. Bu işi çok konuşunca birdenbire şaşırtıcı olmayan bir sonuç olarak kendiliğinden bir meşruluk kazanabilir iddiası var. Ama bununla çelişen şöyle de bir durum var: Bunu en çok konuşanlar arasında çok sert İmamoğlu taraftarları var. Bu davanın kendisini, ki yapılan toplantıda İmamoğlu da zaten bu davaya karşı kendisinin aday gösterilmesi tezini savunurken ya da bu tezi televizyonlarda, sosyal medyada ve her platformda savunan akademisyen, gazeteci, araştırmacı, siyasi yorumcu, danışman ekibinin, bu tezi çok kuvvetli bir tez olarak gündemde tuttuklarını da görüyoruz. İddia edildiği gibi, “Olur mu öyle şey, böyle bir şeyi ihtimal olarak bile düşünmemek lazım,” gibi bir reaksiyon verdikleri değil, tam tersine, bu ihtimal üzerinden bir formül, bir strateji ya da en azından bir taktik geliştirmeye dönük, bunun da çok lüzumlu ve kaçınılmaz tek seçenek olarak tartışıldığı bir zeminde yürüyor. Dolayısıyla iktidarın, bu psikolojik operasyonu başka çeşitli çevrelerde kanaat oluşturmak için ve belirli bir hattı erkene çekmek ya da mecburi ve tek seçenek haline getirmek için kullandığını görüyoruz. Aslında iktidarın psikolojik savaşının da bir parçası olarak, bu, esasen herkesin çeşitli biçimlerde kullandığı bir şey.
Bir nokta daha var. CHP’nin yaptığı bu toplantı konusunda Kadri, “Bunun böyle açıkça ilanen yapılması çok da saçma bir şey,” demişti. Bu normalleşmeye yarayacak bir şey, ki doğru. Bu konuda bir strateji kuruyorsanız, bir planınız varsa, hatta birkaç planınız varsa, birkaç seçeneğe göre birkaç hamleniz varsa bunları kendi aranızda tabii ki konuşursunuz ama bunu ilan ederek, ‘’bu gündemle toplanıyoruz’’ demeniz zaten biraz tuhaf. Çünkü taktik hamleler böyle uluorta ve ilanen yapılmaz. Ama o toplantının yapılma gerekçesi ilanen yapmaya mecbur kalınmasının bir sonucuydu. Zira yoğun bir baskı oluşmuştu. “Böyle bir gündem var, iktidardan böyle kulisler geliyor, hadi bakalım CHP ne yapacak? Hatta yapacağını yapsın, İmamoğlu’nun adaylığını açıklasın,” şeklinde yoğun bir baskı vardı. “CHP niye bunu gündemine almıyor, CHP bu meseleyi neden konuşmuyor? CHP bu konuyu konuşmakla kalmayıp, neden bu konuda elini açık ederek bir hamle yapmıyor?” baskısına karşı, “Biz bunu konuşmak üzere toplandık” deme ihtiyacından ötürü, bunu karşılamak için yapıldı. Çünkü bu dava kulisi başlar başlamaz aynı şekilde aday kim olacak yönünde paralel dedikodular başlamıştı. Biraz önce Kadir’in de değindiği gibi, “Alternatifi Mansur Yavaş mıdır*’’ ya da bu dava nedeniyle iktidarın hamlesine göre mi aday belirlenmelidir?” gibi bir seri tartışma ve bu tartışmanın gölgesinde biraz sertleşen bir mücadele ortaya çıkmıştı. Bu yüzden de “Biz bunu konuştuk,” demek için bu toplantı yapıldı. Yani ilanen yapılması aslında toplantının yapılma gerekçesiyle gayet uyumlu. Çünkü oradan, bir politika üretmek yerine zaten duyduğumuz ve öğrendiğimiz kadarıyla, en azından açıklanan kısmıyla, erken seçim çağrısını buradan çıkacak karara göre takvimlendirecekleri gibi tuhaf bir şey çıktı. Strateji mi, hamle mi, taktik mi, cevap mı, politik pozisyon alma mı, nasıl isimlendireceğimi bilemediğim tuhaf bir şey çıktı. Böyle bir strateji olabilir mi?
Kadri’nin söylediği ve herkesin de itiraz etmeyeceği gibi, iktidar açık ve hukuki olmayan siyasi bir operasyon yürütüyor. Siz temel stratejinizi, seçim takvimini, her şeyi, bu operasyonun aşamalarına göre belirliyorsunuz. Yani sonuçta iktidara göre belirliyorsunuz, ona göre pozisyon alıyorsunuz demek. Adayınızı ona göre belirliyorsunuz, erken seçim talebinizi ona göre belirliyorsunuz. Yapacağınız hamleleri ona göre kurguluyorsunuz. Bu, 2024 seçiminden sonra ‘’gündemi ele geçiriyor, gündemde avantaj sağlıyor, psikolojik üstünlüğü alıyor’’ iddialarını berhava eden, yine iktidarın hamleleriyle şekillenen ve sadece savunma ve cevap verme pozisyonunda kalan bir politik pozisyon demek. Bu, kendi başına çok sorunludur. Bugünkü konulardan dolayı gündeme almadık ama zaten bunun bir başka işaretini de gördük, buna değinmeden de geçemeyeceğim. Özgür Özel’in Amerika ziyaretinin içerisinde peş peşe gelen iki üç şeyle de bir ilişkisi var. Türk evi meselesinde, artık bundan sonraki bir takım faaliyetleri, CHP’nin, daha önce yapım sürecinden oradaki bütün unsurlarla beraber itiraz ettiği, hukuki olarak, ahlâki olarak, ticari olarak, politik olarak, Amerika’da bile şu anda bir dava konusu olan, son derece şaibeli bir merkezi meşru kabul edip, orada kabuller yapması sadece fikri tutarlılık ve fikri takip açısından bile son derece sakıncalıyken, bir de üstüne çıkıp, ‘’Devlet olarak Türkiye’yi savunuyorum, rüşvet vermez Türk devleti…”
Ruşen Çakır: Kemal belli ki tepkilerin ardından yeni bir açıklama yaptı. O tam biz yayına girdiğimizde düştü.
Kemal Can: Ona da geleceğim. Zaten asıl problem bu. Onda tutarlı olsa, sürekli onu dese, biz de “Politik olarak iddia ettiği gibi yurtdışında, ‘Türkiye Partisi’ bunu onun için yapıyor” deriz. Benim bir fikrim var ancak, şimdi burada isimlendirmek istemem. Bu konudaki ilk akılları aldığı insanlarla ilgili bir problemi var Özgür Özel’in. “Biz yurtdışında Türkiye partisiyiz,” lafını da söyleten, orada kendisine soru sorulduğunda, “Biz bazı arkadaşlardan bu konuda görüş aldık” dediği o arkadaşların ilk söylediği şeyleri hemen telaffuz etmesinde de bir problem var. Bu durum sürekli başkalarına göre pozisyon almak. Kendi çizgisi ve tavrı olmaması hâli. Bunu her şeyde yaşıyoruz. Bu örneği onun için veriyorum. Bu adaylık meselesi ve bu dava konusundaki Kadri’nin söylediği net bir tutum alamama hâli, benzer pek çok konuda da aynı biçimde karşımıza geliyor. Mehmet Şimşek’in ekonomi politikası eleştirilerinde de, dış politika eleştirilerinde de çok benzer bir tutum söz konusu. Aynı şey kendi adayını ve kendi adayıyla ilgili stratejisini kurma meselesinde de karşımıza geliyor; bu bence biraz bütün bir şey. Tekrar başa dönersem, bu olaya özel olarak, aday meselesi ve İmamoğlu davasıyla ilgili bir problemden ziyade…
Ruşen Çakır: Kemal’in yayında bir sorun oldu galiba. Kadri sen orada mısın?
Kadri Gürsel: Evet ben buradayım da sesim kapalı şu an. Evet, ama Kemal gelir şimdi. Arkasından konuşmak istemiyorum, gelsin de öyle konuşalım
Ruşen Çakır: Arkasından konuşma. Diğer konuya geçelim artık zaten.
Kadri Gürsel: Olur mu, bu konu daha bitmedi ama.
Ruşen Çakır: Ne var ki konuşacak daha? Anlaştınız işte. ‘’CHP beceremiyor’’ dediniz. Ne güzel tamam yine toparladık. Kadri senin bu konuda ekleyeceğin bir şey varsa ekle. Kemal geldiği zaman tekrar onunla devam edelim.
Kadri Gürsel: Peki. Açıkçası Kemal’in itirazlarını kabul edemeyeceğim, itiraz olarak görmüyorum çünkü. Siyasi ve psikolojik bir operasyonun kronolojisini yapmak mümkünse, en başından 14 Aralık 2022 Saraçhane hadisesine kadar götürmek de mümkün bunu. ‘’İstinaf’tan onay çıkacak’’ şeklindeki söylentilerin ilk kez ortaya çıktığı tarihten alarak da periyotlaşmasını yapmak mümkün, burada değişen bir şey yok aslında. Yalnız şöyle bir fark var: O zaman, 2022’de, mahkeme İmamoğlu hakkında bu kararı açıkladı diye, yani siyaset yasağı getirmesiyle seçimlerin meşruiyeti tartışılır olmamıştı. Çünkü zaten o zaman İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı olarak gidiyordu. İmamoğlu’nun CHP’nin Cumhurbaşkanı adayı olması için açıktan bir talebi yoktu ve açıktan bir politika yürütmüyordu o zamanlar. Şimdiyse bunu yapıyor, bunu yürütüyor. Bugün Cumhuriyet Halk Partisi’nin bir sonraki seçimdeki doğal adayı İmamoğlu’dur. Özgür Özel olmayacağına göre, ben İmamoğlu’nu doğal aday olarak görüyorum. Önceki seçimde de, yani Millet İttifakı’nın oluşması süreci, Altılı Masa ve Altılı Masa’daki belgelerin ortak vizyon planı, anayasa, hükümet programı üretimi süreçlerinde Cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’ydu. Bu düşünce, bu görüş pek çok insanı rahatsız edebilir. Fakat bu bir gerçeklik, bu gerçekliği de kimse değiştiremedi. Sonuçta bu oldu. Eski tartışmaları tekrar gündeme getirmek istemiyorum.
Şimdiki durum şudur: Şöyle düşünün, 2023 seçimlerinden önce Kemal Kılıçdaroğlu’na siyaset yasağı getirilmesi neyse, bugün İmamoğlu’na siyaset yasağı getirilmesi de aynı şeydir. O zaman CHP genel başkanına siyaset yasağı getirmiş oluyorsun, CHP’nin ve Millet İttifakı’nın ortak adayına bunu yapmış oluyorsun. Bunu yapmadılar zaten, yapamazlardı, ayrı mesele. Şimdiyse bu operasyonla elde edilmek istenen şudur: Bunu geçen programda da söyledim. Bunu alıştıralım. Nasıl olsa CHP içinde İmamoğlu’nu istemeyenler var. CHP’de İmamoğlu’na uzak ve mesafeli duranlar var. Kılıçdaroğlu ve onun destekçileri veya Kılıçdaroğlu’nun arkasında mevzilenen bir kesim, onu önüne koyan bir kesim ‘’CHP’nin içindeki şeyleri de biraz arttırırız, kaşırız.. CHP nasılsa burada bütünleşemez, birleşemez, nasıl olsa Mansur Yavaş gibi popülaritesi İmamoğlu’ndan da yüksek görünen bir adayları da olacaktır. CHP böyle devam eder, biz de Mansur Yavaş’ı bir şekilde yumuşatırız, daha da yumuşatır, eritiriz ve kampanya sürecinde zaten bir şekilde onun icabına bakarız’’ diye düşünür. Bu arada ekonomide enflasyon düşer, o sayede piyasaya biraz para pompalanır, böylece seçimlere gideriz. Ama seçime gitmek için tabii CHP ile anlaşması lazım; işin bir de bu tarafı var. CHP aslında şu an olmadığı kadar güçlü. Cumhuriyet Halk Partisi her türlü ilişkiyi, her türlü işbirliğini kestiğini açıkladığı andan itibaren, Erdoğan’ın elinde bir erken seçim için gerekli sandalye çoğunluğunu elde etmek amacıyla menfaat dağıtmak dışında bir güç kalmayacak.
Ruşen Çakır: Kemal yayına döndü bu arada. Kemal sen yokken Kadri çok şeyler söyledi ama sen artık onları izler, haftaya cevap verirsin.
Kemal Can: Zaten Kadri’nin hiçbir turu cevap vermeden tamamladığı olmuyor.
Kadri Gürsel: Hayır, hayır hiç alakası yok, hiç doğru değil bu. Bu çok vicdansız bir suçlama.
Kemal Can: Yokluğumda neden arkamdan sallıyorsun?
Kadri Gürsel: Ben şunu merak ediyorum: İmamoğlu “Kitleleri sokağa dökerim” minvalinde açıklamalar yaptı. Mesela İstinaf’tan karar çıkarsa acaba İmamoğlu Saraçhane’den Yargıtay’a yürüyecek mi? Yani tersine bir Adalet Yürüyüşü olacak mı Türkiye’de? Burada sürekli bir eylemlilik çizgisini hâkim kılmak ve bu yasak kararını iktidarın suratına çarpmanın başka geçerli bir yolu yok galiba. Bir taraftan iktidarın meşruiyetini sorgular ve tartışmaya açarken, seçimleri boykot tehdidini öne sürerken, diğer taraftan da bu, ancak İmamoğlu’nun önünde yürüdüğü bir kitlesel mobilizasyon olabilir diye düşünüyorum.
Ruşen Çakır: İsterseniz yavaş yavaş diğer konumuza geçelim Kemal. Sen de yarım kalan sözlerini tamamla. Esad’la görüşüp görüşmeme bahsine geçelim.
Kemal Can: Tamam. Ben bununla ilgili çok fazla ek bir şey söylemeyeceğim. Ama Kadri’nin bitirirken söylediği şey var ya, bu çıkacak karara cevap verme konusundaki kuvvetli iddiaları karşılayacak ne bir politik zemin hazırlığı ne de buna ilişkin bir işaret var. Demin anlatmaya çalıştığım şey şu: Bu iddiayı ileri süren İmamoğlu’na yakın çevreler bile, sonuçta iktidar ne yaparsa yapsın İmamoğlu’nu adaylıktan ve daha sonra kazanmaktan alıkoyabilecek bir güce sahip olmadığı özgüvenini taşıyarak değil, iktidarın önünü çeşitli taktik adımlarla önden kesmek ve bu hamleyi yapmasını engellemek.
Kadri’nin seçimi boykot çağrısının önden yapılması söylemi açısından baktığımızda, 2019 seçiminin hukuki ve siyasi hiçbir mesnedi olmadan iptal edilip, üstelik aynı sandığa girmiş bir pusula grubunu kabul edip, diğer pusula grubu için yeniden seçim yapmayı kabul etmiş ve tekrar sandığa gitmiş bir siyasi partinin ne kadar inandırıcı olduğunu soruyorum. “Yaparsanız gitmeyiz.” Çünkü bu iddianın güçlü olması için, bunu hiç olmazsa bir kere yapmış olmanız lazım. Ya da bu iddiayı yerine getirebilecek bir hazırlık, donanım ve hem toplumu hem de kendi teşkilatını bunun için motive edebilir kabiliyette olduğunu göstermek lazım. Buna ilişkin hiçbir işaret görmüyoruz. Hâlâ retorik birtakım iddialar var. “Cesedimi çiğnersin,’’ ‘’Halk buna izin vermez.” Halk yaparsa kendi kendine yapacak yani, böyle bir şey. İmamoğlu cümleyi söylerken kendiliğinden böyle bir şeyin olacağı varsayımıyla kuruyor cümleyi. İddianızı etkili bir iddia haline getirecek şey ya da caydırıcı, vazgeçirici bir güç hâline gelebilmeniz ya iddiayı yapacak gücü göstermeniz ya da bunu daha önce yapmış olmanız lazım. Ben bu pencereden baktığımda, iktidarın daha önce defalarca kendi tezini doğrulayan şeyi yaptığını ve karşısında da bir şey olmadığını görüyorum. Buna karşılık, muhalefetin, iddia ettiği şeylerin hiçbirini yapmadığını, yapma niyetine dair işaretini de görmediğimi söylüyorum.
Ruşen Çakır: Evet, şu Esad meselesini konuşmaya başlayalım mı Kadri? Belli ki bunu bayağı bir konuşacağız. Anladığım kadarıyla çok geçmeden bu buluşma olacak, öyle gözüküyor. Bir şey bildiğimden değil de hissiyat olarak söylüyorum. Fakat Erdoğan daha niyetli, daha istekli, Esad daha az istekli. Sonuçta Esad Erdoğan’dan çok şey isteyeceğe benziyor. Öncelikle Türk askerinin çekilmesini isteyecek tabii ve Erdoğan’ın öncelikleri Esad’ın önceliği olmayacak. Mesela, Esad şu aşamada, Kürtlerin kendilerini özerk ya da başka isimle yönetmesinden Erdoğan kadar rahatsız olmuyordur gibi eşitsiz bir yakınlaşma söz konusu sanki. Yani daha çok Erdoğan’ın adım atmasını gerektirecek bir süreç gibi geliyor. Ne dersin?
Kadri Gürsel: Aslında bu görüşme ihtimalinin denklemi çok basit: “İki taraf da bunu istiyor mu?” diye bir soru soralım. Görüşmeler nedir? İşteş fiildir. İki taraf arasında görüşülür; tek başına kendi kendine görüşemezsin, akıl sağlığından kuşku duyarlar, değil mi? Görüşme iki taraf arasında olur. O zaman bu görüşmenin olması için iki tarafın da görüşmeyi istemesi lazım. Ama benim gördüğüm kadarıyla, çok istekli gibi görünen Erdoğan, isteksiz olan ise Esad. Peki, isteksiz olan Esad görüşmeye razı edilirse, onu Erdoğan mı razı etmiş olacak? Erdoğan mı zorlayacak, ne verecek?” Hayır, bence öyle değil, bence burada geri planda bu kavgalı ve araya artık husumet girmiş, kan davası demeyeceğim ama çok ciddi kan girmiş iki ülkenin devlet başkanlarının ortak dostları, ortakları olarak Putin var. Ben Putin’in Erdoğan ve Esad’ı görüştürme amacında, yani böyle bir gayret içinde olduğunu gözlemliyorum. Burada aynı zamanda Suriye’deki üçüncü aktöre karşı da yapılmış, yapılması düşünülen bir girişim olacak. ABD Türkiye’nin NATO müttefiki ama Suriye’de öyle değil. ABD, Suriye’de Türkiye’nin fiilen ve özü itibariyle hasmı. Türkiye Esad’a ‘’gel kendi aramızdaki husumeti ve bu kanlı rekabeti bir yana bırakalım. Bunu yaparak, seninle ortak tehdit, ortak düşmanımız olan YPG, PYD ve aynı zamanda ABD’ye karşı da birlikte görünelim demiş oluyor. Böyle demesine de gerek yok, uluslararası ölçüde ifade edecek olursak bu hareketin anlamı budur.
Aslında Amerika Suriye’de işgalci bir güç. Sadece YPG’ye verdiği destek değil, El-Tanf petrol bölgesini fiilen işgal altında tutuyor. Burası çölde, güneyde, güneydoğusunda küçük bir bölge. Neticede Amerika teknik olarak işgalci. Tabii bu işbirliği, PKK/YPG’ye karşı ne sonuç verir? Hiçbir sonuç vermez. YPG orada Amerika’nın güvencesi altında. Türkiye Amerika’yı karşısına alabilir mi? Suriye’yi yanına alıp Şam’la beraber ortak bir şey mi yapacaklar? Şam açısından bakarsak: 2012’nin yazında, Türkiye’nin başına YPG/PKK belasını açmak için özel olarak o bölgeyi, sınır bölgesini boşaltan zaten Şam yönetimiydi. Şam, Türkiye’ye bir misilleme yapmak amacıyla aslında toprakları üzerindeki hükümranlığının bir kısmından vazgeçti ve güçlerini kuzey-güney hattına yığdı. Türkiye sınırındaki doğu-batı eksenini zayıflattı ve boşluğu YPG doldurdu. PYD/ YPG ve PKK diyelim. Açıkçası, bu denklemin böyle kolay kolay iki liderin oturup görüşmeleriyle çözülmesinin imkânsız olduğunu düşünüyorum.
Burada Esad’ın, kendi kamuoyuna, -Suriye’de böyle bir kamuoyu varsa- kendi çevresine, efradına, Suriye vatandaşına dönüp söyleyeceği şey şu olabilir… Burada Baas iktidarını devirip, yerine Müslüman Kardeşler veya siyasal İslam iktidarını geçirmek için uluslararası cihatçıların Suriye’ye geçmeleri amacıyla sınırlarını sonuna kadar açan, onları dolaylı dolaysız destekleyen bir yerde silahlandırdığını da biliyoruz. “Hasmım bugün artık benim bu çatışmadan zaferle çıktığımı görüyor, biliyor ve kabul ediyor ki benimle görüşmek istiyor. Büyüklük bizde kalsın. Tabii ben de görüşürüm.” Bunu kendi kamuoyuna, -kamuoyu tabirini kullanıyorum, böyle bir ülkede kamuoyu olmaz ama ben gene de kamuoyuna diyeceğim- kendi iktidarının tabanına bir zafermiş gibi yansıtmasını beklerim açıkçası. Çünkü kendisinin gönülsüz olduğunu da cümle âlem biliyor. Diğer taraftan, iç siyasi tüketim açısından Erdoğan’a da şunu kazandırır: Çok kullanılan bir ifade var ya ‘’Erdoğan bütün tuşlara aynı anda basıyor.’’ Yani iktidarını ve iktidarının bekasını, rejiminin bekasını sandıkta korumak için. elindeki bütün araçları sonuna kadar kullanmak istiyor. Tek meşruiyet kaynağı sandık, sandıkta korumak için bunu yapmak zorunda.
Esad’ın bir af çıkaracağına dair haberler var. İktidar medyası, bu affı çıkarmasını, Türkiye’deki Suriyelilerin Suriye’ye dönüşünün ön hazırlığı gibi yansıtmaya çalışıyor. Esad’la görüşecek, sonra, tasarlanan bir erken seçim öncesinde ‘’Savaşı da Erdoğan yapar, barışı da Erdoğan yapar. Suriyelilerin Türkiye’ye gelmesine Erdoğan neden olmuştu ve bunları gönderecek kişi de Erdoğan’dır. Ne yapsa Erdoğan yapacaktır, her şekilde kim olursa olsun yine Erdoğan’dır’’ gibi bir izlenim yayılabilir. Bunu bu şekilde dillendireceklerdir. Burada Esad-Erdoğan görüşmesinin ikili ilişkilerin temel mantığına ters olması da ayrı bir husus. İkili ilişkilerde devlet başkanları, liderler böyle ön görüşme yapmazlar. Ön görüşmeler heyetler arasında yapılır. Belki istihbarat örgütleri görüşüyorlardır diyeceksiniz, olabilir görüşürler. Ama özlü meselelerde istihbarat örgütlerinin yapacağı katkının ötesinde bir kapasitenin devreye sokulması gerekiyor. Heyetler aralarında ‘’aramızdaki sorunları nasıl çözebiliriz?’’ sorusuna verilecek cevapların keşfi amacıyla istikşafi görüşmeler yaparlar. Ondan sonra anlaşılabilecek, anlaşılan noktalar ortaya çıkar, birtakım parametreler oluşur. Her iki taraf da ortaklığa, ortaklaşmaya, ortak çözüme yakın bir noktadaysalar… Çünkü, “Sen bana iki tane çaktın, ben sana bir tane çaktım, ben biraz dayak yedim ama seni affetmeye hazırım. Hadi gel barışalım” diye bir şey yok ortada. Devletlerarası ilişkiler böyle sokak dövüşçülerinin birbirleriyle kucaklaşmasına, barışmasına benzemez, bu öyle bir şey değil. Suriye’de korkunç bir yıkım var, yağma hadiseleri var, milyonlarca mülteci var. Bu mülteci yükünün büyük oranda Türkiye’nin üstüne binmesi kadar, Suriye’deki iktidarı, rejimi rahatlatan bir durum olduğunu bir kez daha vurgulayalım. Rejim, Erdoğan’ın politikaları sayesinde, Suriye’nin demografisini değiştirdi. Burada Davutoğlu’nu da unutmayalım.
Her ne kadar laik bir diktatörlük olsa da, eskiden Suriye rejimine, Baas rejimine yönelik ‘’azınlık rejimi ‘’iddiası, bugün artık tartışılır hâlde. Çünkü neredeyse nüfusun yarısı , yani dışarı gitmek zorunda kalanların, yurtlarını terk edenlerin hepsi Sünni. Böyle bir durumda, Esad rejimi ayakta kaldığı sürece bunları geri almakta ne kadar istekli olur? O zaman da geriye kozmetik bir görüşme kalıyor. İyi midir kötü müdür? Hiç yoktan iyidir, o kadar. İki ülke arasındaki sorunların çözümü o kadar da kolay değil. Suriye’deki iç savaşın kalıcı bir şekilde çözümlenmesi lazım. Adil demeyeceğim, sürdürülebilir bir çözüm. Adil çözüm olmaz zaten. Çünkü neticede bu savaşı rejim kazandı, bunu kabul etmek gerekiyor. Kürtlerin yani YPG, PKK’nın Suriye’de çok geniş, yani nüfuslarının oranından çok daha geniş bir bölgeyi Amerikan desteğiyle kontrol altında tuttukları, petrol bölgelerini kontrol altında tuttukları gerçeği var. Bütün bunlar sadece ikili ilişkilerin boyutunun çok ötesine geçen, uluslararası bir platformda bir çözüm amaçlı bir konferans niteliğinde, çok uzun süreli görüşmelerle ancak çözülebilecek konulardır. Öyle kolay bir şey değil.
İzlenen Suriye politikası sonucunda, Türkiye’nin Kürt sorununu uluslararasılaştıran, bölgeye, Rusya’yı ve Amerika’yı, önce İslamcı radikalleri, uluslararası cihatçıları -kendileri buna ‘radikal uluslararası terörist savaşçılar’’ gibi bir ifade kullanıyorlardı- bunların bölgeye üşüşmelerine neden olan bir iktidar var Türkiye’de. Türkiye’nin Suriye politikası, Cumhuriyet boyunca dış politikada yapılan, yapıla gelen en hatalı, en yanlış, en feci karar ve uygulamadır. Sonra S-400’lerin alımı gelir. Ama Suriye politikasının çok ağır sonuçları olmuştur. Bundan böyle Esad görüşmesi ile buna bugünlük, günlük iş olarak bakılacaktır. Esad da öyle bakacaktır. Rusya’nın ricasını kıramadığı için öyle bakacaktır. Bir de ‘’bundan nasıl faydalanırım*’’ diye bakacaktır. Bunların hepsi tedricidir. Neticede ‘’yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik’’ dediğimiz anda yapılan bir görüşme değil. Daha ortada gerçekten oluşmuş bir çözüm parametresi, hiçbir şey yok. İkililer oturup da üst düzeyde heyetlerin sonuca yaklaştırdıkları tarihselleşmiş bir anlaşmazlığı çözmek, ortadan kaldırmak amacıyla buluşmuyorlar. Orada da onlara, “Hadi bir araya gelin bakalım,” diyen bir ağabeyleri var gibi gözüküyor.
Ruşen Çakır: Kemal Bey, siz bekliyor musunuz görüşmeyi?
Kemal Can: Bilmiyorum. Sonuçta şu açıdan Kadri’in çizdiği çerçeveye yakın diye düşünüyorum: İki taraf da görüşmenin sonuçlarından çok, görüşmenin fiili olarak gerçekleşmesini avantajlarına kullanabilecekleri birtakım şeylere sahipler. Dolayısıyla da bu görüşmeden kaçınmakla, bu görüşmeyi bir sonuca bağlamadan yapmak arasında bir tercih kullandıklarında, görüşmeyi tercih edebileceklerini düşünüyorum. Tabii Esad açısından başka bir penceresi var. Esad, Rusya’nın ricasıyla mı bunu yapar yoksa Rusya’nın talimatıyla mı yapar? Esad’ın Rusya’yla ilişkisi, ona o kadar hareket alanı veren bir şey mi, biraz tartışma götürür. Ama Türkiye açısından baktığımda şöyle bir şey görüyorum: Bir sonuca bağlansın ya da bağlanmasın, çok basit olarak, Türkiye’de Suriye meselesinin iç politikaya yansımasındaki temel argüman şuydu: Kılıçdaroğlu’nun, senelerce CHP Suriye politikası olarak lanse ettiği temel tez, “Biz Esad’la görüşeceğiz. Erdoğan’la asıl farkımız, Esad’la görüşme perspektifi olan parti biziz. Diğeri, ‘’Katil Esed’’ diyerek orayla kapıyı kapatmış olan Erdoğan.’’ Dış politika meselesinde, temel resmi Esad’la görüşme üzerine inşa etmiş bir muhalefetin elinden neredeyse farklılık iddiasındaki bütün seçeneği almış olursunuz. Zaten muhalefetin son zamanlarda çok fazla kullandığı bir malzeme de değil. Temel fark olarak söylediğiniz şey, “Biz Esad’la görüşürüz ve meseleyi böyle çözeriz” demek olmuş. Siz görüşememişsiniz, ama Erdoğan gitmiş Esad’la görüşmüş. Şimdi isterse kendi medyasında bunu köpürterek yapsın, isterse başka türlü yapsın, ama sonuçta, Erdoğan’ın bunu da tam da böyle kullanacağını düşünüyorum. Tıpkı Sisi hadisesinde olduğu gibi. Sisi hadisesindeki 180 derecelik dönüşü nasıl çok fazla bir politik problem olarak yaşamamış, “Lazım olduğunda biz görüşürüz, lazım olduğunda yumruğu vururuz, ama biz sonuçta önemli bir aktörüz. Dolayısıyla bizim ayağımıza geldi” diye sunabilmişse, nasıl Birleşik Arap Emirlikleri’yle, kendince dönülmez bir yerden dönerek karşılıklı ziyaretler yapabilmişse, bu konuyu da gerek kendi kamuoyuna, gerekse Türkiye kamuoyuna, “Bu muydu yani Esad’la görüşen görüşmeyen farkıysa, al işte, Esad’la görüşen ve görüşebilen benim” diyerek sunması çok kolay. Dolayısıyla, bunu hem muhalefetin elinden çok da verimli kullanamadığı bir kozu almak, hem de ikinci olarak Kadri’nin de değindiği gibi, göçmen meselesinde yine hiçbir şey yapmadan, bir ihtimali yeniden satmaya başlamak için kullanabilir bunu. Esad’ın, göstermelik de olsa, sonuç alınmayacak da olsa, bir af ilanı ya da böyle bir af ilanı ihtimali üzerinden Türkiye’deki Suriyeli nüfusun bir kısmının geri gidebileceği fikrini, tıpkı ekonomide iyileşme olabileceği fikri gibi satabileceğini, en azından o konudaki tazyiki üzerinden biraz daha atabileceğini düşünüyorum.
Benzer bir süreç ekonomide yaşandı. Hatırlarsanız ekonomide bütün temel eleştiri Erdoğan’ın Nas takıntısı ve ekonomideki bütün problemin bu ideolojik takıntı olduğu fikri üzerinden kurulan muhalefet, Erdoğan Nas iddiasından vazgeçip faizi arttırmaya başladığında ve Mehmet Şimşek’i getirdiğinde, nasıl, “Millet yoksullaştı” şikâyetinden öte bir tez ortaya koyamaz hâle geldiyse ve muhalefetin elinden çok güçlü bir argüman nasıl kolayca alınmışsa, dış politikada da benzer bir şey yaşanabilir diye düşünüyorum. Ve bu yüzden de Erdoğan’ın, “Topu attık, biz talebimizi ortaya koydu,” diye birkaç kez tekrar ettiği gibi, çeşitli aktörler nezdinde de müzakereye açık görüntüsü vermesine de yarayan yeniden bir pazarlık masası… Bu pazarlık masası Esad’la kurulacak pazarlık masası anlamında değil hem Amerika hem de Rusya açısından da geçerli. En azından bunun olabilirliğini açan bir işe yarayacağı için, isteyeceği bir seçenek olduğunu düşünüyorum. Tabii, bunun gerçekleşip gerçekleşmemesi buradaki belirleyici diğer aktörlerin, daha doğrusu ‘’Baba aktörlerin’’ bu konuya nasıl yaklaştıklarıyla ilgili. Amerika seçim sonrasına kadar bu konuda bir pozisyon almayabilir. Çünkü Trump’ın seçilmesi durumunda başka bir tablo, Kamala Harris açısından başka bir resim çıkabilir. Hatırlarsanız, tıpkı Mısır normalleşmesinde olduğu gibi Körfez ülkeleri meselesi de lafı çok uzamış ama çok hızlı olmasa da sonra gerçekleşmiş şeylerdi. Bu da öyle biraz zaman alacak, ama sonunda galiba olacağını düşündüğüm bir şey gibi geliyor bana.
Ruşen Çakır: Evet arkadaşlar, çok sağ olun. Bu haftayı böyle noktalayalım. Kadri Gürsel’e ve Kemal Can’a teşekkür edelim. İzleyicilerimize de teşekkürler. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler.