Ben aslında şöyle en fiyakalısından bir eylül yazısı yazabilirdim; gecenin uzayışını, düşen yaprakları, balkona hırkayla çıkmayı, soğuk kalorifer peteklerine umutsuzca atılan bakışları, evin içinde kahve fincanını iki elle tutarak dolaşmayı, üç mevsim unutuluşa terk edilecek pikelerin çaresizliğini, açıkhava konserlerinin bitişini, hünnaptan sonra tezgâhları portakalların dolduracağını, palamudu lüferin takip edeceğini, turşu sezonunun başlayacağını, tiyatroların açılacağını, fanatiklerin formalarını giyerek takımlarının maçlarını izleyeceğini…
Ne yalan söyleyeyim, fena bir yazı da olmazdı.
Mesela tatilde, plajda okunmayacağı düşünüldüğü için en beklenen romanlar sonbaharda çıkar, en iddialı filmler bu aylarda vizyona girer, yazın favorisi bira gözden düşerken konyak şişeleri bir el uzatımı mesafeye çekilir, büfede tozlanan geniş kalçalı konyak kadehleri yıkanır, tabiat gibi insan da kışa hazırlanır.
Sonra mayıs geldi mi, hele bir de çiçekler ağaçlarda patlayıp yeşil erikler çıktı mı keyfimize diyecek kalmaz.
Biliyor musunuz, ben yeşil erik görüp de mutlu olmayan insan tanımadım.
Böyle bir yazı yazmak isterdim.
Mandalinayla eriği karşılaştırayım; birinde, hastalıklardan sizi koruyacak vitaminleri bünyeye almanın pragmatizmi varken diğerinde sadece meyvenin kütürdeyişinden yayılan mutluluk vardır gibi cümleler yazayım.
Geçenlerde okuduğum Yakup Kadri’nin büyükelçilik anılarından bir bölümü anlatayım, birlikte kırkların başına gidelim, peşimizde Hitler, Avrupa başkentlerinde kaçıp duralım.
Ya da ilgilenir misiniz bilmem ama şimdilerde Aziz Nesin’in bir hikâyesiyle Oya Baydar’ın bir romanını birlikte ele alan bir makale yazıyorum, onun detaylarından konuşabilir, edebiyatın içine gömülüp hayatın hayhuyundan kendimizi koruyabilirdik.
Ne dersiniz böyle yazılara?
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Maalesef, yaşadığımız ülke bu konuları konuşmamıza izin vermiyor.
Böyle yazıların hiçbir anlamı kalmıyor, hayatın mutluluğunu konuşmamız adeta yasak, hangi konuları ciddiye almamız gerektiğine biz karar veremiyoruz.
Dünyanın başka yerlerinde insanlar bizim konuştuğumuz hiçbir konuyu anlamıyor, bizim neden böylesine saçma sapan şeylerle uğraştığımıza makul bir izahat getiremiyorlar.
Hayat pahalılığını, yapışkan hale dönüşen enflasyonu, sefaleti, gelir adaletinin paramparça olmasını, iş cinayetlerinde ölen işçileri, kadın cinayetlerini, çocuklara musallat olanları, artık kırıntısını bulduğumuzda elmas parçası bulmuşçasına bizi sevindiren hukuk devletini, anayasanın uygulanmayışını, beklenen depremin yıkıcılığını, mülakatlarda kayırılanları, liyakatsizliğin bir salgın hastalık gibi devletin her yerine yayıldığını falan konuşmaktan diğer konulara sıra gelmiyor.
Eskiden insanların belki de sadece vakti yoktu durup ince şeyleri anlamaya, şimdiyse incelikler, bizden fersahlarca ötede, hayatımızın hiçbir yerinde.
Haberlere göre, milletvekilinin biri, sigara kaçakçılığı yaparken suçüstü yakalanmış.
Makam arabası yedi ayda altmış küsur kez Bulgaristan’a gidip gelmiş; anlaşılan, her sortide bagajı epey doluymuş.
Bunu yazmak zorundayım.
Bir milletvekilinin nelere tevessül edebileceğini, yasamanın hali pürmelalini, çivisi çıkan ülkede hukukun tefessüh edişini yazmadan ben nasıl mandalinalardan bahsedebilirim?
Bahsetsem beni kim okur, kim ciddiye alır?
“Hele şu züppenin derdine de bakın!” diyen çıkmaz mı?
Suç makinesine dönüşmüş bir uyuşturucu müptelasının işlediği polis cinayetini, ardından meslektaşlarının katili çöp poşetiyle hayvan nakil aracına tıkmasını, kimsenin hukuka inanmadığı bir ülkede herkesin kendi cezasını kesmenin peşinde olduğunu, bu yüzden polisleri de anlamak gerektiğini, ama en zor şartlar altında bile hukuka riayet etmenin şart olduğunu, hiçbir koşul altında işkencenin hoşgörülemeyeceğini yazmak zorundayım.
Hadi şunu da söyleyeyim size; kaç zamandır aklımı meşgul eden bir konu var, arşive gidip biraz çalışmam lazım ama bir türlü fırsatını bulup gidemedim.
Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü, 1961’de yayımlanmış; Çetin Altan’ın Saatleri Ayarlama Müdürlüğünde geçen “Dilekçe” adlı piyesi ise 1962’de sahnelenmiş.
Bu iki eserin teması bire bir aynı, birbirlerinden habersiz yazılmış olmaları bence mümkün değil.
Ne yazık ki, Tanpınar’ın jurnalinde ya da Çetin Altan’ın anılarında bu benzerliğe dair bir not göremedim.
Ya Tanpınar yazmakta olduğu romandan bahsetti ve Altan’dan bunu oyunlaştırmasını rica etti, ya da tam tersi oldu diyeceğim ama Çetin Altan piyes yerine roman olarak da yazabileceği için diyemiyorum…
Belki de, bunu söylemek istemem ama, edebiyat tarihimizin en büyük skandallarından biri yaşandı, biri düşündüğü konuyu hangi türde yazacağını söyledi, diğeri de hemen kaleme sarıldı.
Hatta gelin biraz daha heyecan katalım; yazarlardan birinin bunu meyhanede söylemiş olsun, ama laf dilden dile başka bir meyhanenin edebiyat masasına ulaşsın ve diğer büyük yazarın da aklına çengellensin…
Başında, bugünkü enflasyon girdabında boğulmamıza yol açanlardan eski Merkez Bankası Başkanı’nın olduğu BDDK’nın Başkan Yardımcısı düğün yapmış, denetlemekten sorumlu olduğu bütün banka genel müdürlerine davetiye vermiş, takı merasimi iki saat sürmüş.
Sorsanız Müslümanlık bayraktarlığını kimseye bırakmaz, hatta Peygamber’in yolundan ayrılmanın ölümden beter olduğunu da söyler ama bizzat devlet memurunun hediye alamayacağına dair hadisi çiğnemekten de geri durmaz.
Sen çok önemli, çok sevilen bir kişi olduğun için mi bütün banka genel müdürleri sıraya dizilip saatlerce takı taktılar?
Yooo.
Konumundan ötürü.
Nasıl ki, vergi memuruna verilen hediyeler şahsına değil de konumunaydı, bu da aynı.
Sadece bir haftada burada anlattıklarıma benzer birkaç skandal yaşanırken anlamlı ile anlamsız yer değiştiriyor; anlamsızlığın içinde bocalamaya mecbur kalıyoruz.
Bereket, bu sene palamutlar çok güzel.
Eh, hırkayı giydin mi hâlâ balkonda da oturabiliyorsun.En iyisi şu konyak kadehlerini de yıkayayım; baksanıza, uzun gecelerde konuşacak ne çok konumuz varmış.