İran, Hizbullah lideri Hasan Nasrallah, Devrim Muhafızları komutanı Abbas Nilforoşan ve Hamas lideri İsmail Haniye’nin öldürülmesine misilleme olarak İsrail’e füzelerle saldırdı.
İran, saldırıda ilk kez “hipersonik Fettah-1 füzelerini” kullandı.
İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney, sosyal medya üzerinden yaptığı açıklamalarda ülkesinin zafere ulaşacağını ima etti. Kuran’dan alıntılar yapan Hamaney, zorluklara rağmen haklı olanların sonunda kazanacağını vurguladı. İran füzelerinin fırlatılma görüntülerini paylaşan bir videoda da benzer mesajlar verdi.
İsrail, İran’ın saldırısının “ağır sonuçları” olacağına dair uyarı yaptı. Başbakanı Binyamin Netanyahu, “İran bu gece büyük bir hata yaptı ve bedelini ödeyecek” dedi.
Ruşen Çakır konuğu Arif Keskin ile İran’ın İsrail’e cevabını yorumladı.
Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Nihâyet beklenen oldu ve İran İsrail’e saldırdı; dün çok sayıda roket yolladı. Neden oldu, ne gibi sonuçlara yol açtı? Bundan sonra ne olabilir? İşte bunları Türkiye’nin önde gelen İran uzmanlarından Arif Keskin’le konuşacağız. Arif Bey, merhaba.
Arif Keskin: Merhabalar Ruşen Bey.
Ruşen Çakır: Pazartesi günü sizinle yayın yaptık, iki gün önce ve dedik ki: “İsrail saldırmaya devam ediyor, İran da sessiz kalmaya devam ediyor”. Ve bu yayında da, “İran ne bekliyor?” diye konuşmuş ve İran’ın önündeki birtakım mecbûriyetler ve tuzaklardan bahsetmiştik, biliyorsunuz. Sonuçta İran saldırdı. Çok ilginç bir şekilde, saldırıdan birkaç saat önce Amerikalı yetkililer Amerikan medyasına İran’ın saldıracağını söylediler. Hattâ üst düzey yetkili sınır çizdi, yani “Biz de İsrail’in yanında olacağız” dedi — hani belli bir ölçüyü kaçırırsa anlamında herhalde. Ve saldırı oldu. Şimdi detaylara gelmeden önce, siz İran medyasını da yakından tâkip ediyorsunuz. İran bu olayı nasıl sundu? Onu öncelikle anlatır mısınız? Bunu çok büyük bir misilleme olarak mı duyurdu? Yoksa daha sâkin bir şekilde mi aktardı?
Arif Keskin: Yani aslında İran bunu çok büyük bir başarı, zafer ve bütün dengeleri değiştirebilecek bir adım olarak sundu. “Bizim sessizliğimiz, sabrımız, korktuğumuz anlamına gelmiyor; gerekirse daha ağır ve daha yıkıcı yanıtlar da verilebilir” mesajını verdiler. Bunun bir yönüyle aslında İran’ın teknolojik gücünü, cesâretini ve oyun kurma becerisini gösterdiği şekilde sundular. Bir taraftan da muhâfazakârlar bunu İsrail’in ve emperyalizmin yok oluşuna işâret olarak yorumladılar.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Ruşen Çakır: Ve çok önemli bir dönüm noktası olarak târif ediyorlar anladığım kadarıyla.
Arif Keskin: Evet, bir dönüm noktası olarak yorumluyorlar ve dengeleri değiştirebilecek şeklinde. Ve bunu ciddî bir şekilde sevinçle karşıladı rejime yakın gruplar ve onu destekleyenlerin bir bölümü. Çünkü bunu bir şekilde onurunu, imajını ve o korkak görüntüsünü düzeltici bir şey olarak da görüyorlardı, görüyorlar. Şimdi de öyle yorumluyorlar. Bunu ayrıca bütün İran devleti içerisindeki bir tür uyum ve bütünlüğün bir gösterisi olarak sundular. Ayrıca Hamaney’in liderlik becerisinin bir göstergesi olarak yorumluyorlar. Çünkü sonuç îtibâriyle karârı o veriyor ve bu bir yönüyle onun bir icraatı. Ayrıca Mesud Pezeşkiyan’a yönelik eleştiriler vardı. Mesud Pezeşkiyan geldikten sonra, hükûmet Mesud Pezeşkiyan’ı gördükten sonra İsrail’e karşı pasif bir siyâset izleniyor. Aslında bu da ciddî bir zarar veriyor ve Mesud Pezeşkiyan’a yönelik, özellikle de Hasan Nasrallah’ın öldürülmesinden sonra radikal muhâfazakârlar tarafından ciddî bir saldırı ve linç girişimi başlatılmıştı, yani Mesud Pezeşkiyan ve Cevad Zarif’e yönelik. Ve saldıranlar diyorlardı ki: “Onlar olduğu sürece bu hezîmet devam edecek”. Şimdi bu saldırıyla, bu operasyonla birlikte Mesud Pezeşkiyan’ın imajı o gruplar içerisinde, yani rejimi radikal şekilde destekleyenler içerisinde de belli bir derecede arttı. Hattâ Mesud Pezeşkiyan’ı destekleyip ayrıca onu savunanlar, Mesud Pezeşkiyan’ın kovboy fotoğraflarını koyarak, “Bak yiğit adam bunları yaptı” şeklinde paylaştılar. Bir yönüyle de Mesud Pezeşkiyan’ın özellikle radikal muhâfazakârlar içerisindeki pozisyonunu da pekiştirdiği görülüyor.
Ruşen Çakır: Arif Bey, sözünüzü bir keseyim, çok özür dilerim, ama tam bu noktada New York Times bir haber yazdı ve dedi ki: “Son âna kadar Mesud Pezeşkiyan’a haber verilmedi, çok az bir süre önce haber verildi” diye haberin içerisinde bir bilgi paylaştı. Bu doğru olabilir mi?
Arif Keskin: Bence bu doğru olmayabilir, şöyle bir anlamda doğru olmayabilir; yani vurulma alanını haber vermeyebilirler, zamânı söylemeyebilirler, o ayrı bir konu; ama karârı İran Yüksek Millî Güvenlik Konseyi’nde alıyorlar. Aslında orada tartışarak alınmış bir karardır ve Cumhurbaşkanı, İran Millî Güvenlik Yüksek Konseyi’nin başkanı aslında. Tabiî ki oradaki etkisi ve gücü tartışılabilir. Sonuç îtibâriyle İran Millî Güvenlik Yüksek Konseyi Hamaney’e bağlı ve Hamaney’in etkinliğinde bir kuruluş. Ama Cumhurbaşkanı’nın bu karardan habersiz olması mümkün gözükmüyor. Çünkü bu, bir yönüyle de rejim içi, hükûmet içi çok büyük bir krize de yol açabilir. Hattâ Pezeşkiyan ve diğerleri bu eylemi kendilerine yapılmış bir darbe ya da tuzak olarak da görebilirler. Bu açıdan bu karardan haberi var. Ama olabilir; mesela zamânı ile ilgili. Onu da ben yine düşünmüyorum, yani zamanı ile ilgili belki bir şey olmuş olabilir. Ama karârın, o sürecin işletilmemesi, Pezeşkiyan’ın bu sürecin dışında tutulması bence çok büyük bir krize yol açabilir. Ayrıca, Mesud Pezeşkiyan ile Hamaney’in ilişkisi çok daha derindir. Hamaney’in Mesud Pezeşkiyan’a güveni çok yüksektir ve ayrıca Mesud Pezeşkiyan rejime ve Hamaney’e son derece sâdıktır. Hamaney’e olan sadâkati konusunda herhangi bir kuşku da söz konusu değildir. O nedenden dolayı Mesud Pezeşkiyan ile Hamaney arasında böyle bir ihtilaf görüntüsü şu andaki İran siyâsî sahnesine uyumlu değil. Ama şu olabilir, şunu tartışabiliriz: Bu sürecin Mesud Pezeşkiyan’ın amaçlarına uyumlu olmadığını, onun amaçlarına zarar verdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Yani ben Mesud Pezeşkiyan’ın sürecin dışında tutulmasının İran’da bugünkü şartlarda mümkün gözükmediğini düşünüyorum.
Ruşen Çakır: Anladığım kadarıyla bu saldırıyla berâber İran rejimi en azından, toplumu bir kenara bırakalım, bütün unsurlarıyla mutlu ve ders verdiklerini, cevap verdiklerini düşünüyorlar ve bir şekilde inisiyatifi ele aldıklarını düşünüyorlar. Ama uluslararası olarak bakıldığı zaman, tabiî ki görüntüler, füzelerin görüntüleri, roketlerin görüntüleri falan çok çarpıcıydı; özellikle Ürdün üzerinden geçenler, Tel Aviv’e düşenler falan. Ama sonuçta çok büyük zarar vermemiş gibi gözüküyor, bir can kaybı yok bunlardan dolayı. İkincisi, şu âna kadar İsrail’in ve Batı dünyasının çok büyük bir tepkisine de tanık olmadık. Ama daha önemlisi, Gazze’deki operasyon ve Lübnan olayı sürüyor, yani İsrail buradan çok da geri adım atacak gibi gözükmüyor. Ne dersiniz? Bu saldırı İsrail’in kendine çekidüzen vermesine, biraz ayağını frene basmasına yol açabilir mi?
Arif Keskin: Tabii. Ben sorunuzu iki bölüme ayırıp ikisini yanıtlayıp bir sonuca varacağım. Birincisi, şimdi İran bugüne kadar özellikle üç operasyon gerçekleştirdi: birincisi, Kasım Süleymânî öldürüldükten sonra Irak’ta bir askerî üsse saldırı düzenlendi — ki o askerî üsse saldırıyı düzenlemeden önce söylemişti ve boş bir üssü bombaladı, bu bir. İkincisi, geçen 13 Nisan’da Suriye’deki konsolosluğunun saldırıya uğramasına bir karşılık olarak drone’larla ve SİHA’larla İsrail’e bir saldırı düzenledi — ki daha önce zâten onlar bildirilmişti ve çok büyük bir hasar verilmedi. Üçüncüsü, bu balistik füzelerle de birlikte yapıldığında, buna da bakıyoruz, burada da bir zâyiat veya hasar görmüyoruz. Yani şimdi olay bir tâne olursa farklı yorumlanır; ama karşımızda üç tâne örnek var ve üçünün de benzer yanları var. Üçünde de görüyoruz ki önceden bildirmiş, önceden biliyorlar ve önceden önlemler belli bir düzeyde alınmış ve üçünde de etkin bir zâyiat yok. Bu anlamda, bu bize İran’ın ne yapmak istediğine dâir de bir şey söylüyor ve aslında bu operasyonlarla bir yönüyle ilişkilerinin sınırını da çiziyor ve o sınırı da aşmıyor. Sınır çiziyor aslında. Bu bir tarafı. Nasıl bir sınır? Sorunuzun ikinci bölümüne de geleceğim. Aslında İran, bu üç düzenlediği saldırıda da bir sınır çiziyor. Sınır nedir? Büyük bir zâyiata yol açmıyor. Neden? Çünkü büyük bir zâyiat, bir savaşı tetikleme ihtimâli taşır ve kaçınılmaz olarak bir savaşı tetikleyecek bir saldırı düzenlemiyor. Şimdi, teknolojisi buna uygun mudur değil midir o ayrı bir konu. Ama karşımızda üç örnek var ve üç örnekte de görüyoruz ki vuruyor. Ama vurduğu zaman da o vurduğu şeyler kaçınılmaz olarak, zorunlu olarak arkasından bir savaşı tetiklemeyecek bir şey. Bu nedenden dolayı şöyle bir vurgu üzerinden gerçekleştiriyor: “Vuruyorum, ancak savaş istemiyorum; ancak sen de vurma, arkasını getirme, orada dur”. Bir yönüyle de aslında bütün görüntüyü, bütün imaj çalışmasını, bütün üzerindeki kaybettiği o îtibârı veya “zedelenmiş onuru”nu onarma çerçevesinde yorumlamak gerekiyor. Sonuçta bir tâne olsaydı şöyle diyebilirdik. Ama üç tâne örnek görüyoruz. Ve bu anlamda da bize şunu gösteriyor: Aslında bu sınırı çizerek… belli bir korkusu da örtük olarak o sınırda var. Ve aslında bana göre, yani bu biraz ağır olabilir, tartışabiliriz; ama bir korkağın korkaklığını kabullenmediği, korkaklığının da bilinmesini istemediği, ama aynı zamanda da yeterince cesur olabilecek, cesur davranabilecek veya davranmak istemediği veya öyle bir gücü olmadığı şeklinde bir tabloyu gösteriyor aslında. Ve bu bir yönüyle de İran’ın aslında o sınır çizdiği anlamda zayıflıklarını, sınırlılıkları, imkânlarını, korkularını ve doğrudan göğüs göğüse uzun süreli bir çatışmanın olmayacağının da sınırını çiziyor. Bunu bâzıları mâkuliyet olarak tanımlayabilir, bâzıları başka bir şekilde tanımlayabilir. Sonuç îtibârıyla şunu da söyleyenler var, özellikle de rejime yakın gruplar: Bunu bir korkaklık olarak tanımlamanın aşırı yorum olabileceğini söylüyorlar. Bunu İran’ın bölgesel ve uluslararası pozisyonu sebebiyle belli bir rasyonalite çerçevesinde yorumlayabiliriz. Sonuçta İran yalnız bir devlet, yalnız bir rejim ve İsrail’in yanında Amerikalılar, Avrupalılar ve hattâ bazı bölge devletleri olabilir. Doğal olarak, aslında İran’ın İsrail kadar cesur ve rahat davranma olanağı yok. O nedenden dolayı İran’ın belli bir çerçevede hareket etmesi lâzım, onlar böyle diyorlar. Hem yaptıklarını belli bir uluslararası hukuk esâsında temellendirip, aynı zamanda aşırılığa kaçmadan. Şimdi bunu bu çerçevede de yorumlayanlar var. Ama ben onu bir tür rasyonalize etme süreci olarak görüyorum. Aslında buradaki temel mesele, yani üç saldırıyı bir araya koyduğumuz zaman şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: İran’ın iddialarıyla gerçek gücü arasındaki çelişki ortada ve işin en ilginç tarafı, İran iddialarıyla gücü arasındaki orantısızlığın da farkında ve bu önemli bir bilinçtir aslında. Belki de bu, yani “İran’ın o pragmatizmi” dedikleri şey burada devreye giriyor. İran’ın çok büyük iddiaları var: “İsrail’i yok edeceğiz, haritadan sileceğiz” şeklinde bir ideolojinin bayraktarlığını yapıyor. 1979’dan günümüze kadar her yerde “Amerika’ya ölüm” sloganı var, “Amerika bitti, battı” diyor, “Batı bitti, battı” diyor. Ve kendisinin de bu sürecin öncülerinden biri ve taşıyıcılarından biri olduğunu söylüyor. Bir tür “büyük bir evrensel iddia”yı dillendiriyor; bir tür anti-emperyalizm, anti-İsrailizm ve bölgedeki bütün devletlere karşı bir ideolojiyi taşıyor. Ama bu ideolojiyi pratikte gerçekleştirebilecek fiilî gücünün olmadığının da farkındadır. Ve biraz önce çizdiğim sınır aslında bu bilincin ürünüdür. Bu başlı başına, bu bilinç yani İran’ın, Marx’ın sözüyle söyleyeyim, İran’ın yanlış bir bilinci yok; kendi durduğu yeri abartmıyor, biliyor, farkında, bütün güçsüzlüğünün farkındadır; o yanlış bilinci olmadığı halde kendisiyle ilgili bir farkındalığı var ve farkındalığı da gerçekçidir. Bu gerçekçi farkındalık çerçevesinde bu operasyonları yapıyor; ama gerçekçi farkındalığa dayanarak dış politika üretmiyor. Problemin ta kendisi burada; bu nedenden dolayı İran’ın ahlâkî sorumluluğu, ikiyüzlülüğü ve İran’ın sorgulanması da buradan başlıyor. Şu önemli bir şey: Sen gücünün farkındasın ve biliyorsun ki güçsüzsün; iddian büyük, ama orantısızlık var; neden gidip de başka ülkelerde örgütlenip onları ateşe atıyorsun? Neden Kasım Süleymânî gibi bir “şahsiyet”i askeri alana sürüklüyorsun? Şimdi burada bir grup da şu yorumu yapıyor, diyorlar ki: “Evet, İran Batı’yla çatışacak gücü olmadığının farkındadır; ama Suudî Arabistan’la, Katar’la ve diğerleri arasındaki çatışmanın farkındadır. Ve doğal olarak aslında, o bilinçle hareket ederek İran’ın yaptıklarını o yöne doğru değil de bu tarafa doğru yorumlamak gerekiyor.” Yani İran’ın niyeti, gücünün farkında olduğu için İsrail veya diğerleri ile değil de bu ülkeleri baskı altına almak, onlar üzerinde bir etki üretmek gibi bir yorum çıkıyor. Ayrıca ahlâkî olarak, eğer senin gücün yoksa, gerçekten buna sâhip değilsen, kendi içinde misâfirini, İsmail Haniye’yi koruyabilecek bir şeye sâhip değilsen, üç tâne eylem yapıyorsun; üçünün de belli ortak nitelikleri var, bunun farkındasın. 80 milyondan daha fazla nüfûsu olan bir ülkeyi neden sürekli tehlikeye atıyorsun, neden sürekli bu kavganın içine çekiyorsun?
Ruşen Çakır: Burada, Arif Bey evet, çok anlamlı şeyler söylüyorsunuz. Bu meşhur “vekâlet savaşları” denen olayı yaşadık uzun bir süre. Şimdi vekâlet verdiği güçler yani Hamas ve Hizbullah zor durumda kalınca, kendisi devreye girmek zorunda kaldı. Aslında onlar bir anlamda İsrail’le savaşlarını İran adına yapıyorlardı normalde. Ama iş başa düşünce diyorsunuz, o kadar da güçlü olmadığı ortaya çıktı diyorsunuz. Ve şöyle bir soru sorayım o zaman: Meselâ bu son saldırıları Hamas üyeleri ya da Hizbullah üyeleri, Hamasçılar Haniye’nin, Hizbullahçılar Nasrallah’ın intikamını aldı olarak değerlendirebilirler mi bu saldırıyı?
Arif Keskin: Kanımca, şunu söyleyeyim, bizim bir tâne örneğimiz var değil mi? 13 Nisan’da İran bir eylem yaptı, İsrail’e drone’larla saldırı düzenledi, değil mi? Buna benziyor. 13 Nisan’da da İran bugünkü şeyleri dillendirdi: Yine caydırıcılığı kazandığını, yine dengeleri değiştirdiğini, yine oyun kurucu olduğu iddialarını söyledi, yine “İsrail’le ilişkide üstünlük kazandık” gibi propaganda yaptı. Ama ne oldu 13 Nisan’dan sonra? İsrail durdu mu? İsrail’i durdurdu mu? 13 Nisan’dan sonra İsrail gitti, Tahran’da İsmail Haniye’yi öldürdü. 13 Nisan’dan sonra İsrail, hem Filistinliler’e hem de Hizbullah’a dönük, komutanlarına dönük topyekûn sûikast eylemleri gerçekleştirdi; pager’ları patlattı, telsizleri vurdu, Hizbullah’ın komuta kademesini öldürdü. Ayrıca Hasan Nasrallah’ı öldürdü. İran’ın yaptığı şeyden sonra kaç tâne üst düzey Devrim Muhafızları komutanını öldürdü. En son Abbas Nil Furuşan’ı öldürdü. Yani bu anlamda bakıldığında, 13 Nisan’da İsrail’i durdurdu mu ki bunu da durdursun? Yani benim kişisel kanım şu yönde: İran’ın bu yaptığı, İsrail’in irâdesini bileyebilir, onu biraz daha keskinleştirebilir, hattâ bâzı şüphesi olanları da iknâ edebilir; ama İsrail’in eylemlerinin önünü kesebilecek bir niteliği yok. Zâten bunu İsrail gösterdi. İran’ın saldırı düzenlediği gece, gitti yine Lübnan’ı bombaladı. Bir yönüyle de aslında bu, İsrail’i caydırabileceği veya yaptıklarından vazgeçirebileceği bir nitelik taşımıyor. Zâten başta da o nedenden dolayı söyledim: İran’ın yaptığı üç eylemi bir araya koyduğumuzda, zâten İsrail de bu şekilde yorumlarsa, buradan herhangi bir caydırıcılık çıkmıyor. Şu olabilir, böyle şeyler önemlidir; önemi şudur: Sonuç îtibâriyle, İsrail gibi “dokunulmaz” ve birçok ülkenin onunla çatışmaktan ürktüğü bir yerde, İran bu saldırıyı düzenleyebiliyor. Bu, başlı başına bir anlam taşıyor olabilir. Bunu söyleyebiliriz. Belli bir şekilde, “Sen de vurulabilirsin, sen de hedef olabilirsin” şeklinde bir görüntü verir. Bu da belki belli grupları kısa süreli psikolojik olarak tatmin edebilir veya hattâ kısa süreli de olsa belli bir motivasyon sağlayabilir ve belki kısa süreli, sınırlı da olsa o çökmüş psikolojiyi yeniden onarabilir. Ama stratejik bir düzeyde bunu yapması mümkün değil. Çünkü top şu anda İsrail’de; İsrail’in ne yapacağı, ne edeceği meçhul. Diğer konumuza gelince, o söylediğiniz tezi ben uzun süredir zâten dillendiriyorum ve onu da yazdım. Yani şudur: Aslında İran’ın vekil güçleri, evet, İran’a bir dönem bir tür istikrar getiriyorlardı. Ama daha sonra İran’ın vekil güçleri İran’a istikrar getiremedi ve bunu da en başarılı yapan ve bu süreci değiştiren İsrail olmadı, Suudî Arabistan oldu. Bunu ben ayrıntısıyla da anlattım; yani Suudî Arabistan, İran’ın vekil güçlerinin İran’la olan ilişkilerini ters çevirebilecek bir süreci başlattı ve İran, Suudî Arabistan’la gergin olduktan sonra Suudî Arabistan bu kez doğrudan İran’a yöneldi ve İran muhâlifleriyle –Türk, Kürt, Arap, Beluç fark etmiyor–, hepsiyle diyalog kurdu ve belki de yurtdışında İran’ın resmî İran Radyo Televizyonu’ndan daha etkin medya kuruluşları kurdu. Öyle medya kuruluşları kurdu ki, İran onları terör örgütü olarak nitelendirdi. Ve özellikle de Mahsa Amini’nin öldürülmesinden sonra başlayan protestolarda bu medya çok etkin rol oynadı, hâlâ da çok etkin rol oynuyor. Ve bu açıdan bakıldığında şöyle bir süreç yaşattı aslında Suudî Arabistan: İran’ın Ortadoğu’da yaptıklarını İran içerisine taşıdı. Ve bu bir yönüyle de ne oldu meselâ? Şimdi bunun en tipik örneği Beluçistan’da: Zahidan’da, Mahsa Amini protestolarından sonra en uzun süreli protestolar Beluçistan’da oldu. Mahsa Amini olayının ilk şeyi nereden başladı? İran’ın Kürdistan bölgesinden başladı ve o tarafa doğru yürüdü, o tarafa doğru gitti ve burada Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde yerleşen, Kuzey Irak’ta yerleşen İranlı Kürt gruplarının çok etkin rolü ortaya çıktı ve görüldü. Yani o eylemleri onlar organize etti anlamında söylemiyorum; o doğru değil, ama onların da etkisi ortaya çıktı. Bu defa İran şunu fark etti: Aslında o vekil güçleriyle… ve bunun en tipik örneği Azerbaycan’da da yaşandı; Azerbaycan örneğinde de meselâ İkinci Karabağ Savaşı’nda, oradaki Azerbaycan Türkleri de Azerbaycan’ı desteklemek niteliğinde sokağa geldiler. Bütün bunlar şunu İran’ın önüne koydu; vekil güçleriyle güvenliğini temin edebilecek bir noktada değil. Yani vekil güçler daha yeterli değil ve kendisinin doğrudan alana girmesi gerekiyor. Ve kendisinin doğrudan alana girmesinin somut örneği Kasım Süleymânî’nin öldürülmesinden sonra gerçekleşti ve bunu devam ettirdi. Ne yaptı hatırlıyor musunuz? Suriye’yi bombaladı, Erbil’i bombaladı, Pakistan’ı bombaladı, Azerbaycan’a yönelik bâzı hareketleri vardı. Oraya gitmedi, o da uzun süre tartışıldı. Yani şu ortada, o zaman da ben bunları şöyle söyledim: Vekil güçler daha yeterli değil. Ama İsrail ne yaptı? İsrail bu süreci bambaşka bir evreye taşıdı. Bu, Suudî Arabistan’ın yaptığı evre değil. Suudî Arabistan, vekil güçlerinin İran’ın güvenliğini sağlamadığını gösterdi. İsrail ise bunu alıp bambaşka bir yere taşıdı. İsrail de vekil güçlerin hiçbir şey olmadığını ispatladı. Meselâ şu anda Hizbullah ne diyor veya Husiler ne diyor? Yani bir yönüyle de aslında Suudî Arabistan’la başlayan süreci İsrail bambaşka bir evreye taşıdı. Biz ne olarak tartışıyorduk? Ruşen Bey, Avrupalılar ve Amerikalılar İran’dan neden korkuyorlardı? Meselâ İran nükleer gücünde en önemli korkularından biri neydi? İran’ın bölgedeki etkinliği. İran’a Irak’ta, Yemen’de, Lübnan’da dokunursan, orada burada yanıtını alırsın ve doğal olarak, eğer oralarda sana zarar vermelerini istemiyorsan İran’a dokunmaman gerekiyor. Aslında o vekil güçler, bir yönüyle de İran’ın güvenliğini sağlıyordu. Şimdi bunu İran literatürüyle söyleyelim. Bu, İran’ın içinde de ciddî bir tartışma konusu oldu, dediğimiz bu süreç. Bu süreç şudur: İran’da buna iki kavram kullanıyorlar, biri “sâha” (meydan) ve “diplomasi”. Sâha nedir, meydan nedir? Meydan, vekil güçlerin olduğu alanlar, bu Kudüs güçlerinin, Kasım Süleymânî’nin etkinlik arayışında olduğu yerler diyelim — ki İran meselâ Lübnan’da, orada, bunlar sâha. Şimdi özellikle de Hasan Rûhânî döneminde ciddî bir tartışma yaşandı. Tartışma şuydu: Sâha ve diplomasi birbirlerine zarar veriyor. Aslında sâha, yani sizin Ortadoğu’daki arayışlarınız, Husiler, oralardaki etkinlikleriniz, İran diplomasisine ciddî bir biçimde zarar verir. Ama o dönem şuydu: Aslında İran’ın sâhadaki etkinliği diplomasiye destek veriyor, diplomasiye güç veriyor diye düşünülüyordu. Bu nedenden dolayı hem Kasım Süleymânî gerekiyor, hem Cevad Zarif gerekiyor, hem Kudüs güçleri gerekiyor, hem de Mesud Pezeşkiyan gibi ılımlı unsurlar gerekiyor. Bunlar birbiriyle çatışan değil, bunlar aslında bir gücün farklı yüzleri. Ve ikisi farklı söylemlerle, farklı eylem biçimleriyle aynı amaca hizmet edebilecek şekilde. Bu tartışma da bunun bir parçası; ama görünen, gelen noktada şudur: İsrail bunu yok etti, bunu yok ediyor. Diyor ki: “Amerikalılar, görüyorsunuz, İran’ı vuruyorum, bir şey olmuyor. İsmail Haniye’yi öldürdüm, bir şey olmuyor. Hizbullah’ı vurdum, bak, bir şey olmuyor. Neden korkuyorsunuz? Neden İran’ın Ortadoğu’daki gücüne dayanarak İran’a alan açıyorsunuz?” Bu, önemli bir unsurdur. Ve hattâ İran’ın son balistik füzesinde bu endîşe de var. Çünkü Batılılar’ın hâlâ İran’dan korkmasını istiyor İran. Ve İsrail o korkuyu yok ediyor. O, bir kıyâmet senaryosu olmaz. Aslında İran’la İsrail arasında farklı bir psikolojik savaş, Batılılar’ı etkilemeye dönük o alanda farklı bir psikolojik savaş da yürüyor. Çünkü eğer Batılılar şu kanıya varırlarsa, Amerika şu kanıya varırsa: “İran’ın yurtdışındaki vekil güçleri hiçbir şey yapamaz”, kanımca Amerika biraz daha farklılaşabilir, biraz daha sertleşebilir. Ve İran bundan endîşe duyuyor, özellikle de Trump’ın gelişiyle birlikte.
Ruşen Çakır: İsrail’in İran’ı Batı nezdinde “korktuğunuz gibi değil” şeklinde göstermeye çalışması çok önemli bir tespit. Şu aşamada anladığım kadarıyla İran güçlü imajını eskisi kadar koruyamıyor. Şöyle toparlayabiliriz: Bu son saldırı, dünkü saldırıyla İran, “İşte gördünüz, ben hâlâ güçlüyüm” dedi, kendisi öyle söylüyor; ama bu söylem uluslararası kamuoyunda çok da fazla kabul ediliyor gibi değil sanki. Yani şöyle bir olay var — biz de konuştuk: Saldırıların çok da etkili olmaması, İsrail’i durdurmaması aslında İran’ın iddiasını bir anlamda açığa çıkartıyor.
Arif Keskin: Aslında şu önemlidir, biz iki süreçle karşı karşıya olduk Ruşen Bey. Hatırlıyorsunuz, Mahsa Amini’nin öldürülmesiyle başlayan protestolar, dünyada İran rejimi ve toplum arasındaki sorunu açığa çıkardı. Ben daha önce Medyascope’ta da bunu anlattım. Meselâ ben kişisel olarak uzun süredir, “İran rejiminin toplumla problemi var” diyordum; buna somut doneler de sunduğum halde birçok kişiyi iknâ etmek mümkün değildi. Ama Mahsa Amini’nin ölümünden sonra başlayan protestolarla birlikte dünyada bu iknâ belli bir derecede yaşandı ve ortaya çıktı. Şu anda İran’la ilgili yapılan yorumların içerisine, “Halkıyla sorunu var, toplumla sorunu var” yorumu bir öğe olarak dâhil oldu. Ve bu, Mahsa Amini’nin ölümünden sonra başlayan protestoların bir sonucu olarak kabul edildi. Bu birincisi. İkincisi, 7 Ekim’den sonra başlayan süreç ve İsrail’le İran ve onun vekilleri arasında yaşanan süreç biraz da buna benziyor. Yani aslında Mahsa Amini’nin protestolarında İran’ın içeride ne kadar zayıf olduğu, toplumla ne kadar sorunu olduğu açığa çıktı. İsrail şu anda da aynısını dışarıda yapıyor; aynı şekilde dışarıda zayıf olduğunu, güçsüz olduğunu, bu örgütlerin bir bütün olmadığını, “Direniş Ekseni” diye sâdece bir isim olduğunu, pratikte ortak bir eylem de yapamadıklarını gösteriyor. Eğer yapabilselerdi Gazze’de İsrail’i caydırırlardı, caydıramadılar. İsrail geldi ve devam etti. Direniş ekseni var mı? Etki üretebiliyor mu? Birlikte hareket edebiliyor mu? Nirlikte hareket etmeleri durumunda o istenilen etkiyi yaratabiliyorlar mı? Doğal olarak bütün bunlar şu anda ciddî bir biçimde tartışılıyor. Ve hattâ eskiye dönük tartışmaların yeniden değerlendirilmesi veya geriye dönük analiz mühendisliği de yapıyoruz biz bu anlamda. Ve şunu söylüyorum: Mahsa Amini’nin ölümü nasıl içerideki o örtüyü kaldırdıysa, 7 Ekim’den sonraki süreçte de İsrail İran’ın dışarıda yarattığı güçlü illüzyonu delmek istiyor, o illüzyon örtüsünü kaldırmaya çalışıyor.
Ruşen Çakır: Buna “efsun” derdi merhum Şerif Mardin Hoca. Yani bir efsun var, o efsun ortadan kalkıyor. Halbuki 7 Ekim’deki Hamas’ın saldırısı, Filistin örgütlerinin saldırısı, İsrail hakkındaki efsûnu bozdu diye yorumlanmıştı. Gerçekten öyle oldu; İsrail’in istihbârat alamaması, büyük bir saldırıyı engelleyememesi… Ama sonra İsrail işin rengini bir ölçüde değiştirdi. Evet Arif Bey, çok sağ olun. İran’ın İsrail’e dünkü cevâbını bize yorumladınız, çok değişik bakış açıları sundunuz. Çok teşekkür ediyoruz. İzleyicilerimize de teşekkürler, iyi günler.