Ortodoks Araplar neden arada kalmış bir kimlik? Türkiye’de Ortodoks Araplar nerede yaşıyorlar? Nüfusu ne kadar? Nereye göç ettiler? Dünyada nerede çoğunluktalar? Diğer Ortodokslardan farkları nedir? Kültürleri günümüze nasıl geldi?
Bir mozaik olarak Türkiye serisi devam ediyor. Bu bölümde Türkiye’deki Ortodoks Arapları Ruşen Çakır konuğu Emre Can Dağlıoğlu ile konuştu.
Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Bir mozaik olarak Türkiye” yayın dizimizin 13. bölümüne geldik ve bugünkü konumuz çok az bilinen bir topluluk: Arap Ortodokslar. Bunu da Stanford Üniversitesi’nde tarih doktorası yapan Emre Can Dağlıoğlu ile konuşacağız. Emre Can, merhaba.
Emre Can Dağlıoğlu: Merhabalar.
Ruşen Çakır: Arap Ortodoks dedim, ama birileri beni dövmez değil mi? Başka tâbirler de var sanki.
Emre Can Dağlıoğlu: Yani bir sıkıntı yaratabilir, evet. Toplum içinde de sıkıntı yaratabilir. Geniş toplumda da sıkıntı yaratabilir. Biraz tartışmalı bir kavram. Aslında şöyle ifâde edebiliriz: Büyük çoğunluğu Mersin ve Hatay’da yaşayan bir topluluktan bahsediyoruz ve kiliselerinin, bağlı oldukları Şam’daki Antakya Patrikhânesi’nin resmi adı aslında Antakya Rum Ortodoks Patrikhânesi. Ama buradaki Rum kavramı ile ilgili bir tartışma var. Rum’un ne demek olduğu, işte, Yunanistan’ın Helen kültürüne yakın olan ve oradan doğan bir kimlik mi olduğu, yoksa tüm Anadolu’ya yayılmış, Roma’dan gelen bir kelimeyi mi kastettiği gibi bir tartışma söz konusu. Dolayısıyla etnik meseleyle ilgili bir anlaşmazlık var, toplumun içinde de bir anlaşmazlık var. Yani şöyle ifâde edebilirim aslında: Biraz arada kalmış bir kimlikten bahsediyoruz. Yani işte izleyenlerimiz daha iyi biliyor olabilirler, meselâ Hemşinliler gibi veya Giritli Müslümanlar gibi, belirli bir kurum tarafından –devlet olsun veya kilise olsun– tam olarak inşâ edilmemiş, sınırları tam çizilmemiş bir toplum olduğu için farklı isimlendirmeler ve bunun üzerinden farklı tartışmalar var. Ama târihsel olarak baktığımızda, işte, Osmanlı’dan bugüne dönem dönem Arap Ortodoks olarak nitelendirildiğini de görüyoruz. Uluslararası hukuk tarafından Rum Ortodoksu olmadığının tescillendiğini de görüyoruz bir taraftan. Bir taraftan toplumun dönem dönem kendisini Türk Ortodoks olarak nitelediğini de görüyoruz; Rum Ortodoks olarak nitelediğini de görüyoruz.Dolayısıyla gerçekten karışık bir konu.
Ruşen Çakır: Biz şimdi Arap Ortodoks diye devam edelim. Biraz bu işin târihine baktığımız zaman, Türkiye toprakları içerisinde yaşayanlardan bahsediyoruz ama, anladığım kadarıyla başka yerlerde de Arap Ortodokslar var diyelim, oradan yürüyelim. Öyle değil mi?
Emre Can Dağlıoğlu: Evet. Yani Türkiye içinde esâsında tabiî ki memleketimiz Hatay ve Mersin. Yani aslında Mersinli bir cemaat de vardı; ama zaman içerisinde şu anda Mersin’de yaşayan –işte, depremden önceki nüfusla konuşalım– 1000-1500 civârındaki insanın çoğu da Hatay’dan Mersin’e göç edenler. Onun dışında bu toplumun bir de yaklaşık 25-30 bin kadar Avrupa’da bir diasporası var, Türkiyeli Arap Ortodokslar olarak. Ama bunun dışında da tabiî ki meselâ Hatay’da yaşayan hepimizin akrabaları kesinlikle Suriye’de, Lübnan2da varlardır ve aynı şekilde daha uzak diasporaları da var. Osmanlı zamanında 1890’larda özellikle Güney Amerika’ya, Kuzey Amerika’ya göç etmiş, özellikle Güney Amerika’da çok büyük bir diasporadan bahsedebiliriz. Arap Ortodokslar deyince, şu anda sayısal olarak en fazla oldukları yer aslında Brezilya, Arjantin gibi ülkeler.
Ruşen Çakır: Peki, Türkiye’de şu anda takrîben ne kadar bir nüfustan bahsediyoruz? Anladığım kadarıyla bâzıları da sâdece Hatay’da. Özellikle depremden sonra tabiî kayıplarınız da oldu diye biliyorum, çok acı bir şekilde. Ne kadar bir nüfus ve bunun ne kadarı Hatay’da, ne kadarı İstanbul’da?
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Emre Can Dağlıoğlu: Zâten aslında tüm azınlık gruplarının yaşadıkları şey gibi; yani nüfûsu tam olarak bilinen bir topluluk değil tabiî ki, ama tahminler yapılıyor. Depremden önce Hatay ve Mersin’de toplam 10-12 bin civârında, İstanbul’da da 1000-2000 arası bir nüfustan bahsediliyordu.Ama depremden sonra, özellikle Hatay’dan göç etmek zorunda kalanlarla birlikte bu demografik dağılım biraz değişti. Mersin’deki nüfus arttı. Onun dışında Ankara’ya gidenler, İstanbul’a gidenler arttı. Yine yurtdışına göç edenler oldu; dolayısıyla biraz dağılım değişti, ama toplamda 13 bin, belki 14 binden falan bahsediyoruz Türkiye’de.
Ruşen Çakır: Peki, burada temel birleştirici husus Arap olmak ve Arapça konuşmak mı? Yani Ortodoksluk ayrıca var da, diğer Ortodokslar’dan ayrıştıran yönü Arap olması ve Arapça konuştuklarını varsayıyorum, ama belki yeni kuşaklarda bir dil bilmeme olayı da olabilir.
Emre Can Dağlıoğlu: Şöyle; yani aslında toplumu ortaklaştıran şey gerçekten bir Hataylı olmaları. Yani çevrenizdeki herkesten biliyorsunuzdur, Hataylılar biraz memleketlerine düşkünlerdir gerçekten. Bu memleket kimliği biraz gurur meselesidir yani. Onun dışında da Ortodoksluk var. Yani toplumda Araplık, Arap kelimesini kullanan çok az var. Ama bu insanların içinde, yani çok çeşitli kez bu tartışmalara şâhit olduğum için söylüyorum, kendisinin Arap olmadığını söylerken de bunu Arapça ifâde eden bir sürü insan görebilirsiniz tabiî ki. Ama yine de burada uzlaşılmış bir şey olarak Araplık yok. Öbür taraftan, Arapça da tam dediğiniz gibi genç kuşaklarda artık kaybolmaya başlamış. Anadilde eğitimin olmamasından dolayı kaybolmaya başlamış bir dil; ama gündelik hayatta daha çok kullanılan hâlâ Arapça, özellikle yine Hatay ve Mersin’den bahsediyorum. Fakat genç kuşaklarda kaybolduğundan bahsettim; zîra kiliselerin depremden öncesinde belli başlıları Türkçe’yi de âyin diline katarak artık âyinler yapmaya başlamışlardı.
Ruşen Çakır: Şimdi, genellikle azınlık olan gruplarda gençlerin son dönemde yeni yeni kimliklerini sâhiplenmeye başladıkları örneği çok karşıma çıktı. Bu, birçok şeyde, Lazlar’da da var, Hemşinliler’de de var. Sizin de meselâ bir olayınız var: “Nehna” adında bir internet sitesi yapıyorsunuz, genellikle genç Arap Ortodokslar olarak yapıyorsunuz ve Hrant Dink Ödülü’nü bu sene size verdiler. Öncelikle tebrik ederim. Profile baktığımız zaman, genellikle iyi eğitimli, meselâ doktora yapan, yapmış ya da daha hâli vakti yerinde iş insanı gibi profiller görüyorum. Ama bildiğim kadarıyla Arap Ortodoksları’nın ekonomik durumları böyle hani Türkiye ortalamasının çok üstünde değil; eğitim durumları da öyle çok üstünde değil. Yanılıyor muyum?
Emre Can Dağlıoğlu: Hemen ufak bir düzeltme yaparak başlayayım. Hrant Dink Ödülü değil de, Hrant Dink Ödül Töreni’nde “Işıklar” diye anılan, dünyadan mücâdeleleri selâmlanan gruplar arasında yer aldık “Nehna” olarak. Ondan sonrasında da şunu söyleyeyim: “Nehna” aslında 2001’de bir grup arkadaş olarak kurduğumuz bir kolektif ve bizim toplumun daha önce görmediği türden bir şey. Yani daha sivil, kiliseyle veya kilise vakıflarıyla organik ilişkisi olmadan ortaya çıkmış ve aslında toplumu geniş topluma tanıtmak için bir araya gelmiş bir grup. Daha önce gerçekten hiç karşılaşılmamış bir şeydi. Öbür taraftan da, aslında toplumun Hatay’da da veya onun dışında da, İstanbul’da, Ankara’da, büyükşehirlerde, yurtdışındaki çıktısını bir araya getiren bir topluluktu kesinlikle. Yani bahsettiğiniz gibi, Hatay’dan çıkmış bir vesileyle, ama kendi kültürüne dönüp bir daha bakmaya çalışan, bu gözle bakmaya çalışan, oradan bir şeyleri geniş topluma anlatmaya çalışan bir topluluk. Ve bu anlamda toplum ortalamasını tam olarak yansıttığını tabiî ki söyleyemeyiz. Aslında azınlıklar bahsinde şöyle bir mesele ortaya çıkıyor: Tabiî ki Hıristiyanlar ve Yahudiler bahsinde genel algı, daha zengin, şehirli, üst sınıfı temsil eden bir çerçeve var, bir genel kabul var. Bu, zâten azınlıkların kendi gerçeğini de yansıtmıyor. Özellikle Arap Ortodokslar bahsinde de, alt sınıf olan, eğitim düzeyi çok yüksek olmayan, Hatay’da da, özellikle İstanbul’da da geniş bir kitle var. Ama bu, özellikle 90’lardan sonra eğitim mobilizasyonu yoluyla değişmeye başladı tabiî ki. Ama yine de büyük zenginlerin olduğu veya herkesin zengin olduğu bir topluluktan bahsetmiyoruz tabiî ki.
Ruşen Çakır: Geçenlerde yine bu yayın dizisi bağlamında Arap Alevîleri’yle konuştum; Almanya’da yaşayan Hakan Mertcan, belki biliyorsundur.
Emre Can Dağlıoğlu: Evet.
Ruşen Çakır: Birçok şeyiniz benzeşiyor aslında. Meselâ o da Arjantin’de Arap Alevîler’in çok örgütlü olduğunu söylemişti. Arap Ortodokslar da belli ki öyle. Ona bir soru sormuştum. “Türkiye’deki diğer Araplar’la ilişkiniz nasıl?” diye sorduğumda, Arap Ortodokslar’la çok iyi olduğunu, ama Sünnî Araplar’la, meselâ Mardin ve Urfa gibi yerlerde pek de yoğun bir ilişkileri olmadığını söylemişti. Aynı soruyu sana soracak olursam ne cevap verirsin?
Emre Can Dağlıoğlu: Yani birincisi, aslında Araplık kimliğinin toplum tarafından çok kabul edilmemesi meselesinden zâten bahsetmiştim. İkinci olarak, aslında Türkiye’de de örgütlü organizasyonları olan, kurumları gayet sağlam olan, iş yapan bir Araplık hâlinden bahsedebileceğimizi sanmıyorum. Bu olmayınca, yani organizasyonlar ortaklaşamayınca, ancak kendi komşularınızla ortak kültür üzerinden belki ortaklaşabiliyorsunuz. O da tabiî ki Arap Ortodokslar için Arap Alevîler, özellikle Samandağ, Antakya, İskenderun ve Arsuz’da Arap Alevîler’le birlikte yaşayan Arap Ortodokslar için elbette ki hem komşuluk hukukunun getirdiği hem de birçok inanç ve kültür öğesinin ortaklaşmasından dolayı gelen bir bağ, kuvvetli bir bağ var tabiî ki. Ama yine de bundan bahsederken tamâmen romantize etmek istemem yani. Bir ortak kültür yaşanıyor diye, ortada hiç sorun olmuyor, hiçbir sıkıntı çıkmıyor gibi bir şeyden bahsetmek istemem. Ama Türkiye ortalamasında birlikte yaşamı becerebilme ortalamasından baktığımızda, çok iyi becerdikleri, Türkiye’nin çok üstünde becerdikleri bir ortak yaşamın olduğunu söyleyebilirim Arap Alevîler’le Arap Ortodokslar’ın.
Ruşen Çakır: Peki, bir diğer husus — yine bunu da Hakan’a sormuştum. Arap söz konusu olunca tabiî son dönemde Suriye iç savaşından sonra gelen milyonlarca Arap nüfus var, sığınmacı var. Bu olay sizleri nasıl etkiledi? Bir de bunlar sizin yaşadığınız yerlerde de çoklar, değil mi? Hatay’da, civar yerlerde çoklar. Bu büyük göç Arap Ortodoksları nasıl etkiledi? Yani milyonlarca yeni gelen insan nasıl etkiledi? Bunun olumlu, olumsuz nasıl etkileri oldu?
Emre Can Dağlıoğlu: Yani şöyle; aslında toplumun mültecilere bakış açısı, geniş toplumdan, Türkiye toplumundan çok uzağa giden bir bakış açısı değil. Tabiî ki Suriye’den gelen mülteciler içerisinde Hıristiyan olanlara, aynı kiliseden olanlara farklı bir bakış açısıyla daha başka davranıldı elbette. Ama öbür taraftan, Suriyeli mülteciler geniş çerçevede ele alındığında, çok fazla temas kurulmak istenmeyen, çok fazla aynı ortamın içerisinde bulunulmayan bir topluluk olarak görülüyor daha çok. Ve öbür taraftan da, yine aslında çok fazla konuşulmayan, mültecilerin gerçeği olarak çok fazla konuşulmayan bir “ucuz emek” meselesi var tabiî ki. Ve özellikle bizim toplumun içerisindeki sermâye sâhiplerinin bundan faydalandığını da çokça gördük elbette bir taraftan. Ama mülteciler üzerinden yaratılan o güvenlik meselesinin, bir güvenlik korkusu hikâyesinin de topluma aynen yansıdığını söyleyebilirim. Orada herhangi bir farklılık yok aslında, aynı dili konuşabiliyor olmalarına rağmen.
Ruşen Çakır: Peki, normal olarak baktığımız zaman, bugün ve geçmişten bu yana, bu topluluk toplumun diğer kesimleri tarafından bâriz ayrımcılıklara muhâtap olmuş mu? Hâfızasında böyle kötü, travmatik olaylar yaşamış mı? Yoksa nispeten daha iyi durumda mı? Meselâ buna bağlı olarak insanlar kimliklerini açıkça başkalarına, ötekine söyleyebiliyorlar mı, yoksa genellikle kimliklerini gizlemeyi mi tercih etmişler?
Emre Can Dağlıoğlu: Yani şöyle bir şey var aslında: İstanbul’daki Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler’le, İstanbul’da veya İzmir’dekilerle karşılaştırıldığında büyük bir baskıyla târihsel olarak doğrudan hedeflenen bir grup değil, büyük bir baskıya mâruz bırakılmış bir grup değil. Esas İstanbul’u hedef alan uygulamaların bâzılarından nasîbini almış bir topluluktan bahsediyoruz — örneğin Varlık Vergisi. Hatay ve Mersin’de ciddî sayıda ve özellikle hedeflenerek ciddî sayıda insanın yüksek vergiye tâbi tutulduğunu biliyoruz. Ama öbür taraftan, meselâ İstanbul’da, İzmir’de, 6-7 Eylül’de büyük bir pogrom ve yıkım yaşanırken, sâdece İskenderun’da 8 Eylül gecesi kiliseye dinamitli bir saldırı olduğunu, onun dışında insanların canları ve mülklerinin hedeflenmediğini de görüyoruz. Dolayısıyla burada, Hatay’da olmanın, taşrada olmanın, İstanbul’daki hedeften uzak olmanın getirdiği bir avantaj olduğunu söyleyebilirim. Onun dışında, bunu hep tırnak içinde kullanıyorum, hani yapılan ayrımcılığı mâzur göstermek için değil; Türkiye’nin tehlikeli addedebileceği herhangi bir komşu ülkesiyle, komşu bir grupla veya Osmanlı döneminden bir siyâsî bagajın olmaması ve bu komşu ülkelerden herhangi birisiyle net organik ilişkisinin olmamasının getirdiği bir koruma alanı da var aslında. Ama bunun dışında, öbür taraftan da özellikle 70’lerden îtibâren, daha öncesinde de, yani belki 50’lerden îtibâren sayabiliriz ama, Kıbrıs meselesinin yükselişiyle, hem Hatay’ın organik olarak Kıbrıs’la çok ciddî bağlarının olması, zâten çok yakın olmasından kaynaklanan, hem de zâten Hıristiyan olmalarının getirdiği bir güvenilmez addedilme hâlinden gelerek, Kıbrıs meselesinin tansiyonu yükseldikçe daha ufak çaplı bir baskı hâline mâruz kaldıklarını insanlar anlatıyorlar gerçekten — özellikle 74 Harekâtı sırasında, onun öncesinde de. Ve aynı şekilde yine aslında bu da çok konuşulmayan bir konu ama, azınlık toplulukların, özellikle de Anadolu’dakilerin, 12 Eylül askerî darbesiyle birlikte gelen bir mülksüzleşme ve ciddî ayrımcılığa mâruz kalma durumları da söz konusu. Ve bundan da payına düşeni alan bir topluluktan bahsediyoruz; mülklerini kaybeden, zorla satışa mâruz bırakılan bir topluluktan da bahsediyoruz tabiî ki.
Ruşen Çakır: Bu 12 Eylül gerçekten çok ilginç. Meselâ Ezidîler’in hayâtında bir örnek var. 12 Eylül sonrası nüfus kâğıtlarını –zâten “Yezidî” yazılıyormuş o târihte– yenilemeye gidenlere tekrar yazmıyorlar, yeni doğan çocuklara da yazmıyorlar. “İstiyorsanız boş bırakın” diyorlar. Ama bu olay üzerine Ezidîler çok şüpheye düşüyorlar ve büyük göçü, Avrupa’ya göçü tetikleyen bir olay olmuş. 12 Eylül’ün azınlıklara, özellikle Gayrimüslim gibi gördükleri azınlıklara karşı uygulamalarına bu yayın dizisi boyunca çok tanık oldum. Peki, size Rum diyenler de var; ama şöyle diyeyim: Arap Ortodokslar’ın Rum Ortodokslar’la bildiğimiz anlamda ilişkisi nasıl? Çünkü onlar sanki daha üstte bir yerde duruyor gibi, en azından dinsel olarak. Patrikhâne var falan. Sizi bir tür küçük kardeş gibi mi görüyorlar, yoksa ilişkisizlik mi var?
Emre Can Dağlıoğlu: Şöyle; yani bir ilişki var. Özellikle de 1960’lardan sonra belki diyebilirim. 64’te Yunanistan pasaportluların zorla sınırdışı edilmesinden sonra, İstanbul Rum toplumunun nüfûsunda artık geri dönülemez şekilde ciddî bir kayıp oluşuyor. Ve bundan sonra da belki 60’ların sonuyla birlikte, ekonomik şartların da zorlamasıyla Hatay’dan insanların İstanbul’a daha yoğun göç ettiğini görüyoruz. Ve bu toplumun 1979’da Rum okullarına girmelerine izin veriliyor devlet tarafından. Ve 79’la birlikte, öğrenci olarak okullarda yer alan ve aynı zamanda da bu çocukların anne babalarının da İstanbul Rum kiliselerinde, kurumlarında daha çok alt sınıf işlerde çalıştığı bir tablo ortaya çıkıyor. Yani şimdi bile İstanbul’daki herhangi bir Rum kilisesine gidin; kilisede görevli olan zangoçun, kiliseye bakan insanın Hatay Altınözü’nün Sarılar Mahallesi veya Tokaçlı köyünden olmaması ihtimâli yok.Bir şekilde hepsiyle akraba çıkabilirim yani. Dolayısıyla böyle bir tablo ortaya çıkarken, bir taraftan da belki de hani 80’lerle birlikte, 90’larda İstanbul’a göç etmiş Kürtler’in yaşadıklarına benzer şekilde bir taşralı olmanın, alt sınıftan olmanın ve aynı dili konuşamıyor olmanın getirdiği bir ayrımcılık hâli oluşuyor kesinlikle. Dolayısıyla tam entegre iki gruptan, artık neredeyse 30 yıl geçmiş olmasına rağmen, esas büyük kaynaşmanın üzerinden 30 yıl geçmiş olmasına rağmen tam entegre olan iki toplumdan bahsedemeyiz tabiî ki. Elbette bir aradalar; okullarda bir aradalar, kurumlarda bir aradalar; ama aralarında kesinlikle öncelikle bir sınıfsal ayrım var. Öbür taraftan da sürekli yeniden inşâ edilen bir kültürel ayrım olduğunu da gösteren bir tablo var karşımızda kesinlikle. Yani bunun üstesinden gelmeye çalışan insanlar da var tabiî ki İstanbul Rum toplumunda.Ama öbür taraftan, daha sanırım geçen seneydi, geçen senenin sonları veya bu senenin başı olması lâzım, İstanbul Rum toplumundan önemli bir ismin, yönetici pozisyonunda önemli bir ismin Arap Ortodokslar’dan sorun olarak bahsettiği bir röportaj okuduk ve bu çok tâze, yani daha bu seneydi gerçekten. O yüzden hani bir uyuşmazlık, gerçekten tek bir toplummuş gibi davranamama hâli, bir dışlama hâli var diyebilirim.
Ruşen Çakır: Bu azınlık olan, sayıca az olan toplulukların içerisinde bir eğilim, tabiî ki kendini gizleyerek, belki de gönüllü asimilasyon izleyenler var; bir de kimliğini zorlanarak da olsa korumaya çalışanlar var. Burada en çok karşımıza çıkan husus da şu: Karma evliliklere nasıl bakıyor bu topluluk? Yani bu, bayağı bir anahtar bir mesele herhalde. Bu toplulukların kültürleriyle kurdukları ilişkide karma evlilik meselesinin genellikle tercih edilmediği, ama özellikle son yıllarda bunun çok yaygınlaştığı yolunda cevaplar alıyorum. Benzer bir durum Arap Ortodokslar için de geçerli mi?
Emre Can Dağlıoğlu: Yani aslında şöyle başlayayım: Arap Ortodokslar özelinde değil, ama bu konuda çok önemli bir kitap var: “Nehna”dan Anna Maria Beylunioğlu ile Özgür Kaymak’ın yazdığı, İstos Yayınları’ndan çıkan, azınlık toplumlarında karma evlilikler üzerine bir kitap var (Kısmet Tabii…). Onu tavsiye edebilirim.Öbür taraftan da, yani küçük ve kapalı bir toplumun kendi kimliğini korumaya çalışmak için dışarıya kimseyi çıkartmamaya çalışmasını bir anlamda anlıyorum tabiî ki. Ama öbür taraftan engel olunamayacak şeyler var tabiî ki. Yani bu insanlar o küçük toplumun içerisinde yaşamaya devam etmiyorlar; başka şehirlere göç ediyorlar, eğitim alıyorlar, başka yerlerde çalışıyorlar. Dolayısıyla karma evlilik, önüne geçilemeyecek bir durum tabiî ki. Ama resmî ağızlardan, yani özellikle kilise çevresinden, bunun hiç de teşvik edilebilir, onaylanabilir bir şey olmadığını sürekli duyuyoruz. Hattâ bunun için, yani bunu daha zorlaştırmak için prosedürel engeller çıkarıldığını da biliyoruz; yani nikâh kıyma veya vaftiz konularında çeşitli prosedürel engeller de çıkarıldığını biliyoruz. Dolayısıyla diğer küçük, kapalı gruplarda –yani Hıristiyan olması şart değil tabiî ki– nasıl karşılanıyorsa karma evlilik konusu, bizim toplumda da aynı şekilde karşılanıyor. Kesinlikle geniş çapta, yani doğrudan onay verilen ve kabul edilen bir şey değil.
Ruşen Çakır: Ama mecbur kalınıyor ve mecbûren kabul ediyorlar diyorsun.
Emre Can Dağlıoğlu: Evet.
Ruşen Çakır: Peki Emre Can, nasıl toparlamak istersin? Türkiye’deki Arap Ortodokslar’ın bugünü ve geleceğine yönelik olarak özet yapacak olsan, ne söylemek istersin?
Emre Can Dağlıoğlu: Ben aslında karakter olarak çok iyimser bir insanımdır gerçekten; ama şu anda özellikle 2023 Şubat depreminden sonra o kadar iyimser olamıyoruz tabiî ki.Çünkü depremin üzerinden neredeyse 1,5 yılı aşkın bir zaman geçti ve hiçbir şey iyiye gitmiyor bölgede. Dolayısıyla zâten göçün ciddî bir sorun olduğu, yani nüfus kaybının ciddî bir sorun olduğu bir topluluğun, azınlık olmasından ileri gelen daha da kırılgan olan bir toplumun ciddî şekilde yeniden bir araya gelememe, kendi memleketinde yeniden bir araya gelememe gibi bir tehlike söz konusu. Yeniden inşâ çalışmalarının büyük kaosu, asla düzenli bir şekilde yürümemesi, yarattığı inanılmaz ciddî mülksüzleştirme sorunu ve insanların kendi mahallelerine, kiliselerinin etrâfına geri dönemeyecek olmalarının getirdiği korkuyla birlikte ciddî bir şekilde bu topluluğun tekrar olduğu yerde, kendi topraklarında bir araya gelememesi sorunu var. Dolayısıyla son olarak, bu depremin yansıması ve azınlıkların üzerine, özellikle Arap Ortodokslar’ın, ama Hatay’daki diğer Ermeni, Yahudi ve diğer toplulukların da üzerine bıraktığı yükün zannedilenden, görülenden ve konuşulandan çok daha fazla olduğunu söyleyerek bitirebilirim.
Ruşen Çakır: Evet, çok teşekkürler Emre Can.
Emre Can Dağlıoğlu: Ben teşekkür ederim.
Ruşen Çakır: Yayın dizimizin 13. bölümünde Türkiye’deki Arap Ortodokslar’ı Emre Can Dağlıoğlu ile konuştuk. Kendisine çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.