Türkiye’deki Araplar nerelerde yaşıyor? Günümüze kültürleri nasıl geldi? Yeni kuşak Arapça konuşuyor mu? Nasıl zorluklar yaşıyorlar? Beklentileri neler? Türkiye’deki Arapların yok olma tehlikesi altında olan gelenek ve görenekleri var mı?
Bir mozaik olarak Türkiye‘nin yeni bölümünde Ruşen Çakır konuğu Mehmet Alğan ile Türkiye’deki Arapları, kültürlerini, tarihini konuştu.
Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Bir mozaik olarak Türkiye” dizisinin 16. bölümüne geldik, maşallahımız var diyelim. Bugün Arapları konuşacağız. Araplar derken, tabiî son dönemde gelen milyonlarca Suriyeli, Iraklı göçmen veya sığınmacı değil; öteden beri Türkiye topraklarında yaşayan Arapları kastediyorum. Fakat şunu da özellikle vurgulamak istiyorum: Daha önce yaptığımız iki ayrı yayında bir Arap Alevîleri, bir de Ortodoks Arapları konuştuk. Bugün sıra, sayıca daha kalabalık olan Sünnî Araplara geldi ve bu konuda araştırmalarıyla dikkat çeken genç birisi, Mehmet Alğan konuğumuz. Mehmet, hoş geldin.
Mehmet Alğan: Hoş bulduk, merhabalar.
Ruşen Çakır: Evet, Arap deyince son dönemde ilk akla gelen ve bayağı da tartışmalara yol açan Suriyeliler ve Iraklılar var; ama esas olarak Suriyeliler akla geliyor. Fakat sen, çok eskiden beri bu topraklarda olan bir Arapsın ve belirttiğim gibi Arap Alevîlerinden ve Ortodoks Araplardan farklı olarak, Sünnî Araplar diyoruz, değil mi? Nasıl diyeceğimizi ben de bilmiyorum.
Mehmet Alğan: Evet, evet.
Ruşen Çakır: Nedir Arapların Türkiye topraklarındaki târihi? Hızlıca bir özetler misin?
Mehmet Alğan: Tabiî. Türkiye’nin güney vilâyetlerinde yaşıyor Araplar: Adana, Mersin, Hatay hattı, batı illerimizde. Mardin, Urfa, Batman, Siirt, Bitlis ve Muş, Antep ve Kilis’te de çok küçük bir nüfustan bahsediliyor. Aslında Suriye ile sınırı olan güney vilâyetlerimizde Arapların varlığından çok eski zamanlardan beri bahsedebiliriz. Arapların yoğunlaşmasını İslâm fütûhâtıyla, İslâm’ın Anadolu’ya gelmeye başlaması, Türkiye topraklarına gelmeye başlamasıyla görüyoruz. Ve çok erken târihlerde aslında, Hz. Ömer döneminde de Türkiye’nin güneydoğu bölgesinin İslâm topraklarına katıldığını görüyoruz. Hattâ bâzı kaynaklarda, İslâm’dan önce de Hıristiyanlık dinine mensup birtakım Arap aşîretlerinin bu bölgede, Adana, Mersin, Hatay hattından başlayıp Mardin’e kadar olan bölgede, hattâ içerilere kadar, Doğu Anadolu’nun kuzeylerine kadar çıkabildiklerini görüyoruz. Ama asıl yoğunlaşmayı İslâm fütûhâtıyla berâber görüyoruz. İslam fütûhâtıyla berâber birçok Arap aşîreti, Arabistan Yarımadası’ndan çıkıp bu bölgelere yerleşmeye başlıyorlar. Tabiî bunlar asker ve fetihlerle geldikleri için bir süre sonra o bölgede yerli kavimler de bir miktar onların dinine, onların kavmiyetine ve dilini kullanmaya başlıyor. Yani orada yerli birtakım Süryânîlerin, Keldânîlerin de geçişleri oluyor. Bunu söylemek lâzım. Ama İslâm’ın ilk fütûhâtından tâ bugüne kadar belli dönemlerde belli göç dalgaları görüyoruz.
Ruşen Çakır: İki taraflı göç, değil mi?
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Mehmet Alğan: Tabiî.
Ruşen Çakır: Türkiye’ye göç ve Türkiye’den göç.
Mehmet Alğan: Kesinlikle öyle, iki taraflı göçler görüyoruz. Ve bugüne kadar, bahsettiğimiz o 8-10 şehirde yaklaşık 2,5-3 milyon civârında… Bâzı böyle rakamlar konuşulduğunda, yani tam tespit yapmak mümkün değildir ama, böyle azınlık topluluklarının içinde böyle kendi rakamlarını büyütme merâkı vardır. Bâzen böyle arkadaşlarla oturuyoruz, harâretle böyle 6-7 milyon olduğumuzu iddia eden insanlar oluyor; ama bence o çok mâkul bir rakam değil. 2,5-3 milyon civârında Arap olduğunu söyleyebiliriz.
Ruşen Çakır: Şimdi şunu sormak istiyorum. Meselâ Türkiye’de, söylediğin gibi Şanlıurfa’da var, Mardin’de var, Siirt’te var, Hatay’da var, Adana’da var, vs.. Meselâ bu kişilerin başka Arap ülkelerinde akrabaları var mı? Muhakkak vardır da… temasta oldukları akrabaları var mı?
Mehmet Alğan: Şöyle söyleyebiliriz: Sonuçta bu toplumlar Osmanlı bakıyesi toplumlar, yani Osmanlı’nın güney vilâyetleri uzunca yıllar Yavuz Sultan Selim’in o bölgeleri fethetmesiyle berâber Araplarda. Araplar aslında merkezkaç, yani Osmanlı’nın merkezinin İstanbul olduğunu düşündüğümüzde ve o dönemin ulaşım ve iletişim sisteminin bugünkü kadar güçlü olmadığını düşündüğümüzde, aslında uzak vilâyetlerin vatandaşlarıydı Araplar. Cumhuriyet’le berâber şöyle bir şey oldu: Özellikle Cumhuriyet’in ilk yıllarında da aslında yine uzak vilâyetler, çok böyle gidilemeyen şehirlerin, Mardin, Urfa, Hatay gibi şehirlerin vatandaşları olmaya devam ettiler. O yüzden uzunca yıllar, Cumhuriyet’in 60’lı 70’li yıllarına kadar güneyli Araplar, güneylerindeki ülkelere bakmaya devam ettiler aslında. Oralarla iletişimlerini devam ettirdiler. İşte, meşhur görüntüler vardı Türkiye’de: Bayramlarda sınırın karşı tarafında toplaşıp birbirlerine bir şey atmalar ya da üç günlük geçiş izni verildiğinde insanların üç günlüğüne Suriye’ye, Irak’a, Lübnan’a gidip akrabalarıyla görüşmesi. Bu hikâyeler hikâye içinde de bir sürü hikâye üretti. Yani 50’lerde, 60’larda insanlar; Suriye’nin, Irak’ın, Lübnan’ın nispeten ekonomik anlamda daha güçlü olduğu, manda yönetiminden bağımsızlığını yeni kazandığı, ekonomik olarak güçlü olduğu dönemlerde Türkiye’nin güney vilâyetlerindeki insanlar çalışmak için, yaşamak için oralara göç etmeye devam ettiler. Ben de öyle bir âilenin ferdiyim. Benim babam 60’larda Lübnan’a gidiyor çalışmaya, Beyrut’a gidiyor. Beyrut’ta bugün hâlâ büyükelçilik tespitli rakam –daha fazla olduğunu da biliyoruz; Türkiye vatandaşlığından çıkanlar var, Lübnan vatandaşlığına geçenler var, Suriye vatandaşlığına aynı şekilde– 30-40 bin civârında Mardin kökenli Arap olduğunu biliyoruz. Hattâ zaman zaman Türkiye’de bâzı gazeteciler bunu görmüş. 70’lerde, 80’lerde, 90’larda falan zaman zaman haber oldu. Ben de bununla ilgili küçük bir belgesel çektim. Suriye, Irak ve Lübnan’da 60’lara, 70’lere kadar bu göçler, karşılıklı göçler devam ediyor. Ama 70’lerden sonra şöyle bir şey oluyor: Hem Türkiye kalkınma hamleleriyle artık güneydeki ülkelerden daha güçlü ülke olmaya devam ediyor, hem de bu Arap milliyetçiliği dediğimiz şey, işte Cemal Abdünnâsır’’ar, Saddam’lar, daha böyle karizmatik liderlerin ölümü ve onların projelerinin akamete uğramasıyla berâber, Türkiye ile Arapların bir kısmı, her zaman Türkiye ile bağı güçlü olan şehir merkezli Arap elitler var. Yani görürsünüz zâten; Türkiye’nin birçok alanında, yani siyâsette görürsünüz, medyada görürsünüz, akademide Türkiyeli Arapları görürsünüz. Çok Araplardan bahsetmezler, çok meraklı değillerdir mevzûya. Çünkü edilgen bir kimlik tanımı yapmıştır Araplar kendilerine ve bu şekilde uyumlu bir vatandaşlık bağı üzerinden kendilerini Türkiye’de var etmeye çalışmışlardır; ama görürsünüz her zaman. Fakat 50-60’lardan îtibâren o bağ Türkiye lehine döner; yani işte Mardinli, Urfalı bir Arap, rızkını kazanmak maksadıyla Beyrut’a, Halep’e, Şam’a, Bağdat’a gitmek isteyen Araplar, 50-60’larla berâber artık İstanbul’a, Ankara’ya, İzmir’e, bu şehirlere gelmeye başlıyorlar. Yani aslında Arapların tam anlamıyla Türkiyelileşmesi, 60-70’lerden sonra başlıyor.
Ruşen Çakır: Burada ilk akla gelen, dil.
Mehmet Alğan: Evet, tabiî.
Ruşen Çakır: Türkiye’deki Araplar Arapça konuşuyor mu? Bir de Arapça’nın farklı versiyonları olduğunu biliyoruz. Yani birbirleriyle Türkçe dışında anlaşabiliyorlar mı?
Mehmet Alğan: Tabiî anlaşıyorlar. Yani Mardinli Araplar anlaşıyor, Urfalı… Şöyle: Şehir bazlı bir lehçe farkından bahsedebiliriz. Çünkü bu gelen, o bölgeye yerleşmiş aşîretlerin yapısından da kaynaklanıyor; bir de yerleştiğin coğrafyada daha önce yaşayan kavimlerle kurduğun ilişki de senin lehçeni etkiler. Bizim Hatay Arapları daha çok Levant lehçesini, Suriye lehçesini konuşuyorlar. Urfalılar daha Bedevî lehçesi dediğimiz, Rakka, –onların akrabalık bağları oralarda güçlü çünkü– daha Bedevî Arapçası dediğimiz Arapçayı konuşuyorlar. Mardinliler, Batmanlılar, Siirtliler ise biraz daha Irak ve Suriye lehçesinin karışımı bir lehçeyi konuşuyorlar. Bu akademik bir tâbir değil, yani kabaca ifâde ediyorum. Araplar arasındaki lehçe farkı, güneyimizdeki diğer Arap ülkeleri arasında lehçe farkı sıkıntısı ortaya çıktığında, eğitim aldıkları Fusha Arapçasına kaçma şansları var. Mesela bir Faslı ile bir Ummanlı, bir sohbeti belli bir seviyeye getiremediğini anladığı andan îtibâren, bugün El Cezire’de konuşulan, orada okullarda öğretilen Fusha’ya, daha üst bir dil olan, Kur’an Arapçası olan Arapçaya kaçıp oradan anlaşabiliyorlar. Son zamanlarda artık yeni kuşakla dilin yavaş yavaş erimeye başlamasıyla berâber, bu sıkıntı bizde de var artık. Ama şöyle bir şey var; az buçuk Arapçayı farklı lehçelerde duymaya meraklı, dili öğrenmeye meraklı bir insan aslında bir süre sonra kolaylıkla anlamaya başlıyor. Yani bir Urfalı da bir Hataylı’nın lehçesini anlayabilir, bir Adanalı da Siirtli’nin lehçesini anlayabilir. Aslında bu aynı dil yani.
Ruşen Çakır: Peki, yeni kuşaklar dili biliyor mu, konuşuyor mu?
Mehmet Alğan: Şöyle: Yani yeni kuşaklar artık anlıyor ve cevap vermiyor noktasına gelmek üzere.
Ruşen Çakır: Kayıtsızlık mı?
Mehmet Alğan: Yani hem kayıtsızlık hem şöyle bir şey, yani şimdi anadilde eğitim yok. Bu zâten dili, inanılmaz… Bu dil, anadilde eğitim verilmediği için bir edebiyat da üretmiyor, sdece sözlü bir dil. Köylerde eskiden muhâfaza ediyordu kendini. Ama artık televizyon denilen bir şey var. Yani televizyon her eve giriyor ve her eve girdiği andan îtibâren insanlar sabah kalktığında Türkçeye ilk andan itibaren mâruz kalmaya, Türkçeyi duymaya başlıyorlar. Köylerde hâlâ çocukların kendi arasında Arapça konuştuğu, okul dışında anneleriyle, büyükleriyle kurdukları bir iletişim var. Kendi aralarında konuşuyorlar. Ama şehre göç ettiğiniz andan îtibâren Arapçayı muhâfaza etmek Türkiye Arabı için çok zor bir mevzû. Ben kızımla Arapça konuşmaya çalışıyorum, 5 yaşında bir kızım var, ama inanılmaz zorlanıyorum. Bu çok zor. Çünkü bir âilede sâdece bir baba, kızına bir dil aktarımı yapmaya çalışıyor.
Ruşen Çakır: Eşin Arap değil.
Mehmet Alğan: Değil. O da önemli. Bu gerçekten zor bir olay. Yani dilin kesinlikle bir devlet organizasyonu tarafından muhâfaza edilmesi, korunması gibi bir gerçeklik var önümüzde.
Ruşen Çakır: Şimdi şöyle bir olay var, Türkiye’de öteden beri Arap dili ve edebiyâtı diye bölümler zâten vardı. Bu, Türkiye’de Arapların olmasıyla alâkalı bir şey değildi. Arap diline olan ilgi vs., bir de Kur’an’ın dili olduğu için de Arapça bilme var. Ama bir de son dönemde gündeme gelen seçmeli dil meselesi var. Şimdi Kürtçenin, Lazcanın, Gürcücenin vs… Araplar için böyle bir imkânı devlet tanıdı mı ve bunu kullanıyor mu Araplar?
Mehmet Alğan: Şöyle: Seçmeli ders devlet tarafından bir imkân olarak verildi. Ama burada şöyle: “Araplar neden seçmeli ders olarak Arapçayı seçmiyor?” diye bir soru çıkıyor önümüze, koyuldu çünkü. Bu meselede şöyle bir şey ortaya çıkıyor: Arapların kendilerini nasıl Türkiye vatandaşı olarak tanımladıkları, kendilerini nasıl konumladıkları, anladıklarıyla ilgili bir mevzû. Araplar Türkiye’de… Ben, Kürt araştırma merkezlerinden arkadaşların yaptığı bir araştırmanın hem sunumunda oradaydım, hem sonra raporu okuma fırsatım oldu. Şöyle bir şey görmüştüm ve Arapları en iyi anlatan mevzûlardan bir tanesi, Kürtlerle karşılaştırarak: Kürtler Diyarbakır’da Kürtçeyi unutmuşlar, genç nesil, ama Kürtçeyi öğrenmekle ilgili bir talepleri var, anadilde eğitimle ilgili. Araplar, Mardin’de, Urfa’da Kürtlere kıyasla dillerine daha hâkim; ama Arapçanın anadilde eğitim olarak verilmesiyle ilgili herhangi bir talepleri yok. Bu da şundan kaynaklanıyor: Târihsel olarak Araplar vazgeçilmiş bir coğrafyanın, yani Osmanlı’nın artık güney vilâyetlerinde vazgeçtiği bir Arap kitlesinin kalıntıları olarak Türkiye’de kaldılar. Ve Türkiye ile kurdukları o târihsel bağ şöyle oldu: “Biz buradayız, devletin hiçbir zaman radarını üzerimize çekecek herhangi bir harekette bulunmayalım. Yaşıyoruz, sağlıklıyız, köyümüzdeyiz, güvenliğimiz var, bundan daha fazlasını istememize gerek yok”.
Ruşen Çakır: Zaten bu siyâsî tercihler –sizin Roj Girasun’la yazdığınız bir makale şu anda önümde–, orada çok net bir şekilde çıkıyor. Arapların yoğun olarak yaşadığı, meselâ Hatay’da Sünnî Arapların yaşadığı yerlerde Cumhur İttifâkı partileri çok yüksek oy alırken, Alevî Arapların yaşadığı yerlerde CHP ve DEM Parti ya da HDP yüksek oy alıyor. Yine o makalede de görüyorum: Meselâ MHP’nin, Türk milliyetçisi bir partinin Araplarda bir karşılığı var.
Mehmet Alğan: Evet. Bu dediğim gibi, devletle bir bağ kurup kendini bir olası tehlike radarından çıkarma, bir uyumlu olma durumu. Hattâ İsmet İnönü, Doğu Raporu’nda, “Türklüğe teşne bir topluluk” diye bahsediyor bölge Araplarından — Mardin, Siirt ve Urfa’da yaptığı gezilerde. Yani, “Bunları hızlıca Türklüğe sokabiliriz, bunları hızlıca Türkleştirebiliriz” diye bir tâbir var. Bu şundan da kaynaklanıyor: Araplar… –Bunu yine İskenderun’da yaptığım bir derinlemesine mülâkatta duymuştum bir abiden ve çok etkilenmiştim.– …Şimdi, İskenderun’a sonradan geldikleri için, Türk milliyetçiliğini yapabilmeyle ilgili bir sınır koymuş oradaki Türkler; demişler ki: “Bir dakika, yani burada bir Türk milliyetçiliği yapılacaksa onu biz yaparız.” O yüzden onlar da şöyle bir formül üretmiş: “Biz devlet milliyetçisiyiz” diye bir tâbir uydurmuş meselâ. Çünkü Arapların soyunun bir yerde birtakım uyumsuzluklar ürettiğinin farkında ve onu, “Biz devlet milliyetçiliği yapıyoruz” diyerek çözmeye çalışmış. Yani devlete uyumlu, devlet için sorun teşkil etmeyecek bir vatandaşlık; makbul demeyelim de, kabul edilebilecek, yani karşıdaki özne tarafından dışlanmadan kabul edilebilecek bir vatandaşlık tanımı üretmeye çalışmışlar kendilerine. Ve Sünnî Arapların çoğunlukla Türkiye ile, devletle, ülkeyle, vatanla, bayrakla kurdukları bağlar da bunun üzerinden kurulmuş durumda.
Ruşen Çakır: Şimdi, bütün bu entegrasyon vs. üzerine Arapların yaptığı çabalar son dönemde birazcık açığa düştü galiba. Çünkü sığınmacı hakkı ve bunun doğurduğu tepkiler… Şimdi Arap denince, Arap olmayan kesimlerde Arap’ı bir şekilde… yani bir aşağılama için kullanan çok var.
Mehmet Alğan: Maalesef.
Ruşen Çakır: Bir tür “işgalci” gibi târif edenler var; “Türkler azınlıkta kalacak” diyenler var. Şunu çok merak ediyorum: Türkiye’de yerleşik Araplar bu son dönemde yaşanan sığınmacı olayına nasıl tepki verdi? Yani sonuçta, “Kardeşlerimiz geldi” diye sevindiler mi? Yoksa… Ya bir de şöyle bir şey var açıkçası: Yıllardır burada yaşayan insanların sayısının kat kat üstünde insan birdenbire geldi.
Mehmet Alğan: Şöyle: Şimdi Reyhanlılı bir Arap’ın ya da Midyatlı bir Arap’ın ya da Urfa Harranlı bir Arap’ın Suriye meselesini ilk karşılama şekli, ortalama bir Yozgatlı, bir Karabüklü gibi olmadı. Şimdi, bugün Türkiye’de yaşayan Suriyelilerin nüfûsuna bakarsanız İstanbul birinci sırada gelir, ondan sonra gelen bütün vilâyetler güneydeki illerdir; yani Urfa’sı, Antep’i, Hatay’ı… Yani bu insanların bir şekilde bağlarının olduğu insanlar geldi yanlarına ilk başta. Reyhanlı’da şu an, Reyhanlı nüfusu 130 bindir, 70 bin Suriyeli var; yani neredeyse yarısından daha fazla Suriyeli geldi. Ama bir Reyhanlılı’nın başlarda bu mevzûyu algılama şekli, kendi soyundan, kendi akrabalarından, aşîretinden birilerinin gelmiş olması şeklindeydi. O yüzden bence zâten Suriyeliler daha çok güneyde yaşıyor. Bir de bence Türkiye’nin güneyinde zâten Araplar yaşamıyor olsaydı, biz Suriyeliler meselesini 10. yılından îtibâren değil de çok daha erken kriz olarak konuşmaya başlardık. Çünkü o insanların Suriyeliler göçünü göğüsleme şekli, Türkiye’nin kuzeyinde daha önce Suriyelilerle hiçbir kültürel bağ kurmamış insanlardan daha iyiydi; iyiydi, yani tırnak içinde “iyiydi”. Ama şu an 13 yılın sonunda, evet, şöyle bir şey var: Araplar, Türkiyeli Araplar uzunca süre üstlerine alınmadılar Araplarla ilgili üretilen bu yaklaşımı. Çünkü o bahsettiğim, daha önce bu ülkeyle, bu Cumhuriyet’le kurdukları, “Aman biz uyumlu kalalım, aman sorun çıkarmayalım” şeklindeki bağ; ama Arap düşmanlığı artık katlanılamaz seviyelere geldiğinde… Şeyden sonra bizim çok konuştuğumuzu hatırlıyorum akrabalarla, daha önce bu meseleye hiç duyarlılık göstermemiş; bu iptal edilen Süper Kupa maçından sonra… Yani Fenerbahçe-Galatasaray maçı Arabistan’da yapılacaktı, Arabistanlılar üzerinden sosyal medyada bu durum korkunç bir lince dönüştü. Hattâ, normalde bizim, yani sosyal medyada hiç tepki göstermediğini daha önce bildiğim, gördüğüm insanlar yazmaya başladı: “Bir dakika arkadaşlar, hani bu ülkede de Araplar yaşıyor, yani Türkiye vatandaşı Araplar da var”. Uzunca süre görmezden gelmeye çalıştılar. Türkiye’de Arap Alevîler siyâsî bilinç konusunda –bunu olumluluk ya da olumsuzluk anlamında söylemiyorum– diğer Sünnî Araplara göre biraz daha örgütlüdür, daha fazla yayınlar üretmeye çalışmışlardır; yani geçmişte de. Sâdece onlardan gördüğümüz tepkileri, bu sefer Urfalı, Mardinli Araplardan da görmeye başladık. Çünkü bu mesele, evet, yani “Suriyeli düşmanlığı” yapılırken, tırnak içinde, evet, bir süre senin de görmezden gelme lüksünün olduğu bir şey. Ama mevzû artık büyümeye, büyümeye ve daha da büyümeye başladı. Önce işte tüccarı, buraya gelen Arap tüccarı da etkilemeye başladı, buraya gelen turisti de etkilemeye başladı, buradaki yabancı öğrenciyi de etkilemeye başladı. Sonra Türkiye’nin yerlisi olan, yani Cumhuriyet kurulduğundan beri burayla vatandaşlık bağı kurmuş insanları da etkilemeye başladı. Ondan sonra, evet, tepkiler gelmeye başladı: “Bir dakika, ne yapıyorsunuz arkadaşlar? Biz de bu ülkenin vatandaşıyız, evet, Arap’ız, etnik kökenimiz Arap. Arapça konuşuyoruz evimizde, ama biz en az sizin kadar bu ülkenin vatandaşıyız. İşte, askere gidiyoruz, vergimizi veriyoruz, sizin kadar bu ülkeye bağlıyız” diye tepkiler görmeye başladık. Ya, bu şu demek: Yani istediğiniz kadar uyumlu bir tavır içinde olun, bir yerden sonra bu, tırnak içinde, “ırkçılığın” seviyesi, işte düşmanlaştırıcılığın, ötekileştiriciliğin seviyesi belli bir seviyeye geldikten sonra, Türkiyeli Araplar, daha önce hiç tepki göstermemiş Araplar da tepki göstermeye başlıyorlar bu mevzûya.
Ruşen Çakır: Bu iş biraz, evet, işi iyice karmaşıklaştırıyor. Hele sizin durumunuzdakilerin durumu çok daha farklı, çok daha zor belki de. Peki Mehmet, şimdi baktığımız zaman bu son olay tabiî birçok şeyi değiştirdi, mülteciler ya da sığınmacılar meselesi de.
Mehmet Alğan: Evet, Kayseri olayları.
Ruşen Çakır: İçeriden gelen ve bu konuları dert eden birisi olarak, Türkiye’deki Sünnî Arapların temel sorunları ya da beklentileri ne? Anladığım kadarıyla devletten çok fazla bir şey istememeye…
Mehmet Alğan: Evet, beklentisizlik bir şiâra dönüşmüş. Yani bir yaşam tarzı olarak, bir hayatta kalma yöntemi olarak beklentisizlik bir şiâra dönüşmüş; ama beklentiler var tabiî ki. Sonuçta bu vilâyetler, bahsettiğimiz Mardin, Urfa gibi şehirler, Türkiye’de yoksulluğun yüksek olduğu vilâyetler, iller. Ekonomik anlamda bu insanlar Kürtlerle berâber çoğunlukla mevsimlik işçiliğe gidiyor yazları ya da işte çok orta-alt gelir grubundalar. Ekonomik olarak birtakım talepleri var. Dille ilgili talepleri var. Yani bir dillerini… Çünkü dil acısını ben Türkiye’de hiç dil talebi olmayan toplumsal gruplarda da gördüm. İşte, benim eşim Gürcü. Çocuğumla Arapça konuştuğumu, işte, bâzen aksıyor da olsa, bâzen yorulsam da, bâzen ara da versem, benim Arapça konuşma merakımı gören meselâ hanımın akrabalarının, “Keşke biz de Gürcüce konuşabilseydik, çocuklarımıza öğretseydik, dedelerimiz babalarımız bize öğretselerdi” dediklerini duyuyorum. Çünkü bu bir dil. Yani dil gerçekten insanın yuvası. Kendi anadilinde kendini tanımlayabilmek, kendini anlatabilmek, işte, şiir yazabilmek, edebiyat üretebilmek… Bunlar çok önemli şeyler ve insanlar işte daha böyle Kafkaslar’dan ve Balkanlar’dan gelmiş ve bu meselelerde, “Aman bizi sokmayın bu meselelere” diyen insanlar da bunun acısını çekiyorlar. Bizim Mardinli Araplarda ya da Urfalı Araplarda, Sünnî Araplarda şöyle bir şey görüyorum ben: Anadilde eğitim talebi, daha çok solun sâhiplendiği bir talepti; şimdi daha muhâfazakâr, mütedeyyin, sağ, devletle uyumlu olmaya çalışan bir kitle için o dil çok yabancı bir dil. Yani “Anadilde eğitim istiyoruz” mevzûu konuşulduğunda, böyle onlara çok uzak bir ideolojinin talebiymiş gibi geliyor bu. Ama böyle bir talep onlarda da var; yani çocuklarına, torunlarına o dili aktarmak istiyorlar. Yani çünkü o talep çok insânî, bahsettiğim gibi çok insânî bir talep. Yani dili geliştirme, bir sonraki soya aktarabilme talebi bence sâdece Araplarda da değil, Türkiye’de bulunan bütün toplumsal gruplarda var yani.
Ruşen Çakır: Şimdi şöyle bir şey var tabiî; geleceği soracağım da, bugün Türkiye’de geçici statüsünde olduğu söylenen, ama o da çok şüpheli olan yüz binlerce, milyonlarca Arap’ın bir kısmı, en azından ne olursa olsun, hani muhâlefet de iktidara gelse vs., bayağı sayıda insan burada kalacak. Ve dolayısıyla Türkiye’deki Arap nüfûsu otomatik olarak –ki bunların bir kısmı vatandaşlık da alıyor–, aonuçta o son dönemde gelenlerle eskiden gelenler arasında herhalde ister istemez bir yakınlaşma da olacak ve Türkiye’de önümüzdeki yıllarda Arap kimliği, Arap olma meselesini olumlu olumsuz anlamda çok duyacağa benziyoruz. Ve şöyle bir mesele var: Eskiden beri burada olan Araplar, senin yayının başından îtibâren söylediğin gibi, maraza çıkmaması için çok da fazla örgütlü değiller. O zaman önümüzdeki dönemin şeylerine, –yani lâf biraz sert olabilir ama– “tehditleri”ne de çok hazırlıklı değiller.
Mehmet Alğan: Evet, yani toplumsal örgütlenme anlamında bir üstüne alınmama, dediğim gibi bir kayıtsızlıkla bu mevzûyu çözebileceklerini düşünüyorlar. Şöyle: Ne kadar olursa olsun, bizim durumumuz gene Suriyelilerden daha iyi. Yani biz bu ülkenin vatandaşıyız, kendimizi iyi ifâde edebiliyoruz, anlatabiliyoruz, belli kurumlarda varız, vekillerimiz var; yani Hatay’da olsun, Urfa’da olsun, Antep’te olsun, Mardin’de olsun.
Ruşen Çakır: Cumhurbaşkanı’nın eşi var.
Mehmet Alğan: Tabiî tabiî. Yani dediğim gibi toplumsal hayatta aslında bir şekilde örgütlülüklerin içinde kimlik talebi olmamasına rağmen, aslında toplumun içinde hareketli bir toplumsal grup. Yani 2,5-3 milyon civârında bir nüfustan bahsediyoruz. Şimdi Suriyelilerin şöyle bir mevzûu var. Şu an Türkiye’de 3 milyon civârında bir Suriyeli var. Suriyelilerin büyük bir çoğunluğu gitti bu arada. Yani Türkiye’de Suriyeliler için hayat gerçekten çok zor şu an. Bunu böyle söylediğinizde bir sürü insan hemen tepki gösteriyor. Çünkü böyle, medyada duyduğu şeyler… Bu arada Türkiye’de sosyal medyada ya da medyada üretilen Suriyelilerle ilgili bilgilerin %90’ı yanlış, yalan ya da ideolojik birtakım önyargılarla yapılıyor. Suriyeliler de gayet uyumlu bir kitle. Çünkü başka bir savaştan kaçıyorsun, kıyımdan kaçıyorsun; yeni bir ülkede kendine bir hayat kurmaya çalışıyorsun, gelecek kurmaya, çocuklar için güvenli bir yer tesis etmeye çalışıyorsun. Ama çok böyle basit, çok böyle “câhilce” bir sürü argümanla karşı karşıya kalıyorsun gün içinde. Suriyelilerin bundan 5 yıl önce ya da 10 yıl önce Türkiye’yle kurdukları iyimser ilişki şu an maalesef kalmadı. Şu an Suriyeliler burada tamâmen hayatta kalmaya çalışıyorlar artık. Yani bundan 5 yıl önce, 10 yıl önce sorduğunuzda, “Evet, Türkiye’ye geldik. Evet savaştan kaçtık, ama Türkiye’ye geldik, mutluyuz. Çünkü Türkiye güzel bir ülke, bize kucak açtı” diyen insanlar, bugün çoğunlukla, “İmkânım olsa giderim” diyor. Ama gidebileceklerin sayısı belli. Bence zâten gidebileceklerin çoğu gitti. Yani bizim de artık bu kalanlarla çok daha olgun bir veçheden ne yapabileceğimizi konuşmamız lâzım. Yani bu sâdece Türkiyeli Arapların sorunu da değil, yani bu tüm Türkiye’nin sorunu. Türkiyeli Araplar şundan rahatsız oluyorlar: “Biz iyi kötü kendimizi unutturmuştuk. Bunlar geldi, tekrar…” Şöyle: Bu meseleyi biz gün içinde çok konuşuyoruz, yani yıllardır arkadaşlarımızla konuşuyoruz. Birkaç Kürt arkadaşımla da konuşuyordum bu mevzûyu. İşte, “Kürtler makbul vatandaş oldu mülteciler sâyesinde” diye bir tırnak içinde goygoy vardı sosyal medyada. Bu ırkçılık mevzûu öyle bir şey ki… Yani bugün, evet, Suriyeli Araplar hedefte diye sen biraz rahatladığını hissediyorsun. Ama meselâ son olanlar mâlûmunuz,: Yaklaşık bir ay oldu, belki geçti, Diyarbakır’da çok fecî bir olay oldu. O fecî olayın sosyal medyaya yansımaları… Ya, bu ırkçılık dediğimiz şey böyle bardakta durduğu gibi duran bir şey değil, yani durmuyor. Yani bugün seni hedef almıyor olması, hattâ bugün birilerini ötekileştirdiği için seni makbul gösteriyor olması, yarın tekrar sana dönmeyeceği gerçeğini sana unutturmamalı. O yüzden Suriyeliler mevzûu, Türkiye’deki Türkiye vatandaşı herkesin bir şekilde bir yerinden çözüm odaklı, daha olgun bir nazariyeden bakmaya çalıştığı bir mevzûya dönüştürülmeli, hepimizin sağlığı için.
Ruşen Çakır: Evet, ama çok zor bir şey olduğunun farkındasın.
Mehmet Alğan: Çok zor bir konu.
Ruşen Çakır: Ve sizin de çok ciddî bir şekilde gündeminiz olduğu muhakkak. Ama şöyle toparlayabiliriz: Sonuçta Türkiye’de Araplar yıllardan beri varlar, Sünnî Araplar için baktığımız zaman. Şikâyetleri yok; varsa bile sorun çıkmaması için dile getirmemeyi tercih ediyorlar. Birtakım ekonomik sorunlar var, yani ülkenin genel sorunlarından etkilenme söz konusu. Dil konusunda birtakım beklentileri var, ama bu konuda da çok fazla ses çıkartmak istemiyorlar diyelim. Peki, kültürel olarak atladığımız bir şey var mı? Yani Arapların böyle yaşattıkları… Şimdi, ilkin dinî ritüeller var, bu herkes için üç aşağı beş yukarı aynı. Ama Arap kültürü, Türkiye’deki Arapların böyle yok olma tehlikesi altında olan birtakım gelenekleri, görenekleri… var mı öyle şeyler?
Mehmet Alğan: Yani yok olma tehlikesi altında olan, dediğim gibi, Araplar Sünnîlik koduyla aslında Kürtlere ve Türklere çok benzeyen bir topluluk. Kültürel birtakım şeyler… işte, Nisan ayının ilk haftası, “Cemaat Meryem” dedikleri bir Meryem Cuması varmış, eskiden köylerde kutlanırmış. İşte bu Rûmî takvimin yılbaşı olan gündeki kutlamada, tekerlemeler, çocukların hurma, ceviz sucuğu, bu tarz böyle pestiller bastıkları, her kapının önüne gidip kuru üzümler topladığı birtakım etkinlikleri varmış. Ama bunları biraz din de engellemiş. Yani bunlar biraz Hıristiyan âdetleri…
Ruşen Çakır: Bid’at.
Mehmet Alğan: Bid’at. İşte, birtakım şeyler, toplumsal hayâtın içinde güçlü birtakım tarîkatlar, birtakım cemaatler bunları da bitirmiş. Ama ben bunları normal karşılıyorum; çünkü sosyal hayat dediğimiz şey devinim hâlinde devam ediyor, yani ilerliyor. Ama kültürel olarak, dediğim gibi, bu devletin kapitalizm araçlarını kullanmadan öncesine kadar bir şekilde kendilerini muhâfaza etmeyi başarmışlar; yani köy ortamlarında, kapalı toplum ortamlarında. Ama artık, dediğim gibi, televizyon, radyo, işte okullaşma oranları inanılmaz yükseldi.
Ruşen Çakır: Sosyal medya…
Mehmet Alğan: Sosyal medya… Bunlar, evet, yani kültürel birtakım… Dil… zâten her şeyi yaşatan dil. Yani dil tehlikeye girdiği andan îtibâren, kültürel eylemlilikler de hareketlilikler de tehlikeye giriyor. O yüzden, evet, Türkiye’de Arapların bir dil sorunu var. Gelen kuşak dili öğrenmiyor. “Anlıyorum ama cevap veremiyorum” diye cevaplar veriyor size artık. Coğrafya, dili koruyan bir unsur; ama işte bu bahsettiğimiz Araplar da yaşam kaygısıyla büyük şehirlere göç etmek zorunda kalıyorlar. Göç ettiklerinden îtibâren coğrâfî bağ koptuğu için de dil zayıflamaya başlıyor. Bence, benim kendi payıma, hani kendini Türkiye Arap’ı olarak tanımlayan, hem Arap dünyasını merak eden hem Arap dünyasının parçası hisseden hem de Türkiye’nin parçası hisseden bir insan olarak, bence Türkiye Araplarının kimliklerini, dillerini korumaları Türkiye’nin de faydasına. Hem 250-300 milyon nüfusluk Arap dünyasının parçası olabilecek hem de Türkiye’nin parçası olabilecek bir topluluktan bahsediyoruz. Yani bunlar arasında bir uyumluluğu sağlayabilecek, anahtar rol oynayabilecek bir toplumsal gruptan bahsediyoruz. İllâ stratejik fayda gözetmek amacıyla söylemiyorum bunu. Bu insanların, bir Türkiye Arap’ının Araplığını devam ettirebildiği ölçüde Türkiye’ye katkısı olabilir. Yani, ben tamâmen dilimi unutup kültürümü unuttuğum andan îtibâren, benden çok var zâten Türkiye’de. Yani bunu küçümsemek ya da takdir görmek için söylemiyorum. Bir sürü insan var. Ama ben Araplığımı, dilimi, kültürümü muhâfaza edebildiğim andan îtibâren… Hem bugün bir sürü insanın böyle Arap deyince olumsuz birtakım şeyler geliyor aklına. Biz bu insanlarla yaşamaya devam edeceğiz bizim coğrafyamızda. Birtakım doğal âfetler, iç savaşlar, şunlar bunlar bizi etkileyecek. Ekonomik kalkınmalar… Türkiye’yi sâdece şey olarak algılıyorlar, yani şimdi Suriye’den, Irak’tan gelen göçmen… Hayır, Türkiye’den ciddî bir nüfus Körfez ülkelerine gidip orada maddî yatırımlar yapıyor; işte Katar’la, Kuveyt’le, işte Birleşik Arap Emirlikleri’yle çalışıyor, yazılım vs.. Dünya küçük bir yer artık. Ve hani bu şeyi, “Güneyden sâdece lânet şeyler geliyor, orası bir bataklık” diye algılamak yerine, o coğrafyanın da uzun vâdede bizlere katkı yapabileceğini düşünen daha böyle faydacı bir akıl hâkim olursa, Türkiye Arapları da bu iki toplum arasında, devletler arasında ciddî fayda sağlayabilecek bir toplumsal gruba dönüşebilir yani.
Ruşen Çakır: Evet Mehmet, çok sağ ol. “Bir mozaik olarak Türkiye” dizisinin 16. bölümünde Araplardan en sona kalan Sünnî Arapları konuştuk. Ama tabiî bunu konuşurken mecbûren son dönemde yaşanan, özellikle Suriye’den gelen sığınmacılae meselesini de konuştuk. Mehmet Alğan’a çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.