Bir mozaik olarak Türkiye (20) – Türkiye’de Kürtler

Bir mozaik olarak Türkiye‘nin 20. bölümünde Ruşen Çakır konuğu Reha Ruhavioğlu ile Türkiye’de Kürtleri konuştu.

Türkiye’de Kürtler nerede yaşıyor? Yaşadıkları zorluklar neler? Nerelerde yaşıyorlar? Kürtler kimdir? Kültürleri günümüzde nasıl geldi? Kürtlerin tarihlerinde neler oldu? Nüfusları ne kadar? Kürt kimliği için dönüm noktası ne zaman oldu? Kürtçe ne kadar konuşuluyor?

Türkiye'de Kürt olmak  | Ruşen Çakır ve Reha Ruhavioğlu yorumluyor

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. 1Bir mozaik olarak Türkiye1 yayın dizimizin 20. bölümüne geldik. Evet, 20 oldu ve Kürtleri konuşuyoruz. Kürtleri kiminle konuşuyoruz? Diyarbakır’daki Kürt Çalışmaları Merkezi Direktörü Reha Ruhavioğlu ile konuşuyoruz. Reha, merhaba.

Reha Ruhavioğlu: Merhaba Ruşen Bey, iyi yayınlar.

Ruşen Çakır: İyi yayınlar. Evet, Kürtleri konuşacağız. Konuşacak çok şey var. Zâten yıllardır Kürtleri konuşuyoruz; ama “Kürtler kimdir? Ne yer ne içer?” meselesi pek konuşulmuyor. Genellikle siyâset konuşuluyor. Biraz sıfırdan alarak gidelim istiyorum seninle berâber. Tabiî ki siyâsete ister istemez değineceğiz; ama önce biraz târihinden bahsetsek. Kürtler ne kadar zamandır bu topraklardalar? Nerelerde yaşıyorlar ve tabiî ki Türkiye için söz konusu olduğunda, yaklaşık nüfûsu öngörebiliyor muyuz?

Reha Ruhavioğlu: Evet, vallahi şimdi siz bu soruyu sorunca üniversiteden bir hâtıram geldi aklıma. Şimdi, Türkiye’de bütün ana akım söylem ve anlatım, Türklerin kim oldukları, nereden geldikleri, ne yaptıkları üzerine olduğu için, üniversitede bir sınıf arkadaşım bana şey sormuştu, demişti ki: “Hani, siz Kürdüz falan diyorsunuz, farklıyız diyorsunuz. Biz Orta Asya’dan gelmişiz, siz nereden gelmişsiniz?” Ben bir durdum, dedim: “Ya, siz yokken biz vardık. Yani bu 1071 Malazgirt’i falan hatırla” dedim. Şey anlatısı var ya; o zaman bu kadar yaygın değildi, ama işte: “Anadolu’nun kapısı Kürtler sâyesinde Türklere açıldı” gibi. Yani, “Bir yerden gelmedik. Biz buradaydık siz yokken” dedim. Dolayısıyla aslında bu Mezopotamya bölgesi, işte Kürdistan denilen bölgeyi içine alan Mezopotamya bölgesi aslında insanlık târihinin en eski bölgesi. İşte şimdi, örneğin Irak Kürdistanı’nda bir Şanidar Mağarası var, orada böyle en eski bu Neandertal dedikleri insan formunun en eski buluşlarını orada bulmuşlar. Yani aslında insanlığın başladığı bir bölgede yaşıyoruz, dolayısıyla çok fazla göç etmemiş bir topluluktan bahsediyoruz ve eski bir topluluktan bahsediyoruz. Bugün çok kabaca dört büyük ülkenin sınırları içinde kalan bir nüfustan bahsediyoruz: Türkiye, İran, Irak, Suriye. Ama elbette bunun Ermenistan’ı, Azerbaycan’ı, Orta Asya’sı falan filan… başka birçok yerde de var. Türkiye sathına geldiğimizde, bugün Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu’sunu, Doğu Anadolu’nun büyük bir kısmını içine alan bir bölgeden bahsediyoruz ve bu bölgenin adı, hani 1940’lara kadar Türkiye’de de, Türkçe’de de –Türk Meclisi’nde de biliyorsunuz– Kürdistan’dı yani. Bu biraz 1930’lar sonrası, “Biz Türkiye’ye başka tür isimlendirmeler verelim” diye, yani bir çeşit Türkçeleştirme ve asimilasyon politikasının bir uzantısı olarak bu kelimeler çok yasaklı hâle geldiler. Şimdi nüfûsa gelecek olursak; yani nüfus ne kadar bir nüfus? Bununla ilgili çok fazla belirsizlik ve tartışma var. Ama Türkiye’deki Kürtler açısından söyleyecek olursak, en düşük rakam %9’un altına neredeyse inmiyor – yani 1927-35 nüfus sayımlarına falan bakacak olursak. Tabiî o dönem hem 1925’teki Şeyh Said İsyanı sonrası hem Kürtlere yönelik asimilasyon baskısı, Zilan gibi, Dersim gibi falan operasyonları düşündüğünüzde, böyle hani “Kürdüm” diyip ortada dolaşmanın çok zor olduğu zamanlar. Buna rağmen oran %9’un altına düşmemiş. Şimdi başka tür projeksiyonlardan bir araya getirerek çok kabaca bunu uzun uzun tafsilatlı anlatamayacağım, ama bugün örnek söylüyorum: Türkiye’nin yetişkin nüfûsu içinde Kürt seçmeni oranını yaklaşık %20-20,5 arası hesap ediyoruz. Çünkü bugün farklı farklı araştırma merkezlerinin yaptığı araştırmalara baktığımız zaman, yani nüfusla ilgili olmasa bile, rastgele yapılan araştırmaların birçoğunda nüfusun yaklaşık %20’si Kurmanç artı Zaza Kürtlere tekabül ediyor. Bu da yetişkinlerde yaklaşık 12 milyon bir nüfûsa denk geliyor — yetişkin nüfûsundan bahsediyorum. Yetişkin olmayan nüfusta da Kürt oranı yaklaşık %25. Yani bu durumda biz aslında yaklaşık 17-20 milyon arası bir nüfustan bahsediyoruz. En mâkul, en rasyonel rakamlar bunlar. Yani bunu 30 milyona kadar çıkaranlar ya da tersinden daha düşük bakarak 12-13 milyonlara kadar düşürenler var; ama daha mâkul, daha rasyonel nüfus, yaklaşık 15’i Zaza, 85’i Kurmanci olan bir nüfus. Yani %15’i Zaza, %85’i Kurmanci olan ve Türkiye toplamında da %20-21 civârı bir nüfûsa tekabül eden 17-18 milyon, ortalama 20 milyon civârı bir nüfustan bahsediyoruz.

Ruşen Çakır: Peki, burada şöyle bir şey biliyorum, yani yanlış biliyorsam düzeltmeni ricâ edeceğim: Gerek Suriye’de, gerek Irak’ta, gerekse İran’da yaşayan Kürtler genellikle kendi topraklarında yaşıyorlar. Çok fazla diğer bölgelere gitme söz konusu değil; ama Türkiye’de çok farklı bir durum var. Türkiye’de sanki en az yarısının ülkenin batısında ya da ülkenin diğer bölgelerinde yaşadığı yolunda bir algı var, bu doğru mu?

Reha Ruhavioğlu: Yani kısmen doğru, en az yarısı değil çünkü. Şöyle, oraya isterseniz küçük bir background’la geleyim. Türkiye, biliyorsunuz Avrupa’nın en genç nüfûsu, yani Avrupa’ya kıyasla en genç yaş ortalamasına sâhip ülke. Türkiye’de de işte sizin bahsettiğiniz bu 20 grup içinde nüfûsu en genç olan topluluk Kürtler. Yani o açıdan, nüfus bakımından bir avantaj var. Örnek söylüyorum: 100 Kürt’ün 59’u 30 yaş altındayken, Kürt olmayan nüfusta bu yaklaşık 42 kişi. Yani yaklaşık iki katına yakın genç nüfus daha fazla Kürtlerde. Göç meselesinde şöyle bir durum var: Evet, göç Türk topografisinde çok önemli bir faktör. Bizim projeksiyonlarımıza, çalışmalarımıza, hesaplamalarımıza göre yine en rasyonel rakam aşağı yukarı şöyle: Türkiye sınırları içerisinde yaşayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı her üç Kürt’ten ikisi bölgede yaşıyor, kendi şehrinde ya da Kürt illeri dediğimiz bölgede yaşıyor, biri ise göç illerinde yaşıyor. Yani Adana, Mersin, Aydın, Antalya, İstanbul, İzmir, Ankara başta olmak üzere, bu büyük metropoller başta olmak üzere, Türkiye’deki Kürt nüfûsuna 18 milyon diyorsak, 6 milyonunun batıda yaşadığı, 12 milyonunun da kendi topraklarında yaşadığı gibi bir kaba dağılımdan bahsedebiliriz.

Ruşen Çakır: Peki, kimlik meselesine gelecek olursak, uzun bir süre şu ya da bu nedenle insanlar Kürt olduklarını çok açıkça dile getirmediler, bunu biliyoruz. Hattâ Kürtlerin Türk olduğu gibi resmî söylemler de oldu. Ama belli bir târihten îtibâren artık bir Kürt kimliğinin daha fazla öne çıkar gibi olduğunu görüyoruz. İnsanlar Kürt olduklarını söylüyorlar, Kürtçe konuşuyorlar, Kürtçe yayınlar yapılıyor vs.. Bunun, Kürt kimliğinin kendisini göstermesinin dönüm noktası nedir? Ve tabiî ki nasıl bir tezâhürle ortaya çıkıyor Kürt kimliği?

Reha Ruhavioğlu: Şöyle: Cumhuriyet döneminden bu yana bir inat ve kendisinin varlığını bir ispat etme ve devletin de onu yok sayma gibi bir serencâmı var. Buna rağmen Kürt kimliği önemli ölçüde korunabildi. Ama işte, meselâ 90’larda, hep şöyle hikâyeler bilirsiniz: Bitlis’ten göç etmiş, gitmiş İstanbul’a yerleşmiş bir âile Kürtlüğünü gizlerdi, Kürt olduğunun bilinmesini çocukları pek istemezdi vs.. Ben bunun en önemli kavşağının, en önemli dönüm noktasının Çözüm Süreci olduğunu düşünüyorum. Yani 2013-2015 yılları arasında yürütülen Çözüm Süreci, Kürtlüğün devlet nezdinde tehlikeli, mimli bir kimlik olmaktan ziyâde, devlet nezdinde de îtibârı olan, devlet nezdinde de olumlu kabul edilen, yani tanınan, de facto da olsa tanınan bir kimliğe dönüştürdü. Bu da Türkiye’nin özellikle batısında, Kürtlüğünü gizleyen Kürtlerin açıkça Kürt olduklarını ifâde etmeleriyle netîcelendi. Yani bu Çözüm Süreci’ne gelen siyâsî ve siyâset dışı mücâdele yöntemleri vs., elbette ki bütün bu faktörler üst üste bindi; ama Çözüm Süreci, aynı zamanda HDP’nin son derece –nasıl derler?– devletle müzâkere eden, yani devletle kavga eden değil de devletle oturup konuşan bir Kürt partisi olması ve onun Kürt kimliğine görece uzak olan Kürtleri de içine kapsayarak, onlara bir cesâret vererek, özgüven vererek Kürk kimliğinin âşikâr hâle gelmesiyle netîcelendi. Fakat Çözüm Süreci bozulduktan sonra bu geriye dönmedi. Bizim Kürt kimliğini sâhiplenme endeksi dediğimiz bir endeksimiz var, “Kurdish Barometer” projesinin içinde. Bu endekse göre Türkiye’de yaşayan her 3 Kürt’ten 2’si Kürt kimliğini güçlü bir şekilde sâhipleniyor. Bu arada Türkiye’de yaşayan Kürtlerin yaklaşık %15 ilâ 20’si Kürtlüğün kimlik dışındaki bir sürü faktöründen kopmuş vaziyetteler. Yani Kürtlük, Kürt kimliği gevşek onlarda, Kürt kimliğini sâhiplenme zayıf, Kürt partilerine uzaklar, Kürt taleplerine uzaklar, bu talepleri sâhiplenmiyorlar. Yani yaklaşık %80’i hâlâ Kürtlüğü taşıyor, yaşıyor; ama bunun, bu 80 puanın içinde de 65-66 puanı güçlü bir şekilde taşıyor bunu ve burada tabiî 80 ya da 67 dememden şunu anlıyorsunuz: Yani bu Kürt kimliğinin güçlü olması, işte böyle HDP seçmenliğiyle doğrudan sâdece orayı kapsayan bir şey değil. AK Parti’ye ve CHP’ye oy veren Kürtlerin en az yarısı Kürt kimliklerini, bizim endeksimize göre, güçlü bir şekilde Kürtlüğü sâhipleniyor. Ama elbette ki Kürtlük dışında da bir kimlik var. Yani Kürtler politik ve homojen bir grup olarak tanınıyor genelde Türkiye’de; ancak öyle değil. İşte az önceki cümleden anlaşılması gerekir. Yani HDP’ye, CHP’ye, AK Parti’ye vs. oy veren Kürtler diyorum. Kabaca, yani dünya görüşleri bakımından bakacak olursak, kabaca %45’ini özgürlükçü-demokrat gibi bir grup olarak tasnif edebiliriz; kabaca %30’unu dindar-muhâfazakâr olarak tanımlayabiliriz; kabaca %15-20’si için, Kürt kimliğini her şeyin önüne koyan, yani Kürt kimliği sâdece güçlü değil, her şeyden önce Kürt olan bir grup diyebiliriz. Ve son, özellikle son 10 yılın, son 5 yılın kendisiyle birlikte getirdiği yeni bir fenomen olarak da yaklaşık %10’u daha laik, seküler, Atatürkçü gibi bir kümenin içine demografik olarak yerleşiyor. Buradan anlamamız gerekiyor ki, yani Kürtler sâdece Kürt ve işte HDP’li falan değil; yani orada da Atatürkçülük 5 yıl öncesine göre yüksek, orada da laikliğe vurgu 5 yıl öncesine göre yüksek. Ama Kürt kimliği, yani diyelim ki Kürt milliyetçiliği örneğin ya da “Ne kadar Kürtsünüz?” sorusuna verdikleri cevap her zaman diğerlerini aşıyor. Örnek söyleyeyim: Kendisini “Kürt milliyetçisi” görenlerin oranı, birinci kimlik olarak “Ben Kürt milliyetçisiyim” diyenlerin oranı yaklaşık %11-12’lerde şu anda; ama Kürt milliyetçiliğini yüksek düzeyde taşıyanların oranı yaklaşık %25’lerde bizim ölçümlerimize göre.

Ruşen Çakır: Peki, biraz sosyoekonomik durumdan bahsedecek olursak, şimdi geçenlerde –yani bugünlerde hâlâ yaşıyoruz,– Narin Güran’ın katledilmesiyle biten bir olay var ve bütün bu yaşananlara bakıldığında, ülkenin batısında şöyle hızlı yorumlar yapılıyor: “İşte, feodal ilişkiler, aşîret bağları vs.” Kürtler deyince de hâlâ bu “feodalizm, aşîret bağları” açıklaması, ülkenin batısında Kürt olmayan kesimlerde çok yaygın bir kabul. Halbuki burada çok büyük bir dönüşüm yaşandı, değil mi?

Reha Ruhavioğlu: Yani Türkiye’de belki de en hızlı dönüşümü yaşayan sosyodemografik grup Kürtler. Çünkü Türkiye’nin diğer, yani “ana akım” diyelim Türk nüfûsuyla aralarındaki makas çok açıktı. Örnek söylüyorum: Bugün eğitim yoluyla statü atlamak, Türkiye ortalaması için neredeyse durdu. Yani “Eğitimliyseniz iyi bir statünüz olur” demek oldukça zorlaştı. Ama Kürt nüfus için bu hâlâ bu devam ediyor ve Kürt nüfûsu eğitime daha fazla akıyor, yani aradaki makası giderek kapatmaya çalışıyor ve giderek kentlileşiyor. Yani ben az önce şöyle söyledim: Her üç Kürt’ten biri Türkiye’nin batısında yaşıyor. Bu şu demek değil; her üç Kürt’ten biri, yani 100 Kürt’ten diyelim ki 32’si, 33’ü batıya göç etmemiş hepsi, yarısı orada doğmuş zâten. Yani 35 kişiden bahsediyorsak, bunun 17’si, 18’i zâten batıda doğmuş. Yani göçün orada doğan ikinci ve üçüncü kuşakları var. Bunlar doğal olarak oradaki eğitim sisteminin içine dâhil oluyorlar, Türkiye’deki eğitim sürecinin içine dâhil oluyorlar ve biraz geriden de gelse o makası kapatıyorlar. O sebeple şöyle bir fark var örneğin: Türkiye’de anne babasıyla kendisi arasındaki eğitim mesâfesi en açık olan grup Kürtler. Çünkü daha önceki nüfus okuma imkânına sâhip değildi, daha kısıtlıydı vs.; ama bugün kentlileşiyor, okuyor nüfus. Dolayısıyla anne-baba ve gençler arasındaki eğitim makası oldukça açılıyor ve bu kuşaklar arası sorunları falan berâberinde getiriyor. Ama sizin söylediğiniz meseleye gelecek olursam, aşîret Kürt toplumunun bir hakikati, yani sosyolojisinin bir parçası; ama bu Narin Güran cinâyeti etrâfında yapılan yorumların haklı olduğunu söylemiyorum, bilâkis yanlış olduklarını söylüyorum. Çünkü büyük ölçüde 40 yıl, 50 yıl, 70 yıl öncenin önyargılarıyla konuşup, sanki böyle bir demografi varmış ve o yüzden böyle oluyormuş gibi konuşuluyor. Yok; bugün aşîret çok sembolik bir ilişki biçimine dönüştü. Eskiden siyâsette önemli rolleri vardı: Bağımsız girer, seçim kazanırlardı vs.. Bütün bunlar oldukça aşındı. Sâdece sembolik sosyal bir kimlik olarak varlığını koruyor; ama elbette ki çok çok küçük, marjinal bir grupta etkisini sürdürüyor. Biz bunu araştırmalarımızda soruyoruz; aşîret etkisinin hayâtında da hâlâ güçlü şekilde yer ettiği gruplar da var, ama bu çok çok marjinal bir şeye dönüştü. İşte meselâ şeyi hatırlayın: Bütün bu ifâdelerde bir Nevzat Bahtiyar diye bir adam var, ikide bir ifâde değiştiriyor. Son ifâdesinde şöyle söylüyor, diyor ki: “Bana dedi ki, ‘Sen cinâyeti üstlen, yoksa senin futbol okuluna giden çocuğunu aldırıp kafasına sıkarım’ ”. Şimdi meseleye sosyolojik olarak bakacaksak, köyde yaşayan bir adam çocuğunu futbol okuluna gönderiyor. Yani bir yandan bunlar aşîrettir, feodaldir falan derken, bir yandan adamın, yani Nevzat dediğimiz adamın çocuğunun futbol okuluna gittiğini öğreniyoruz. Aslında kent hayâtıyla bu kadar bütünleşik bir köyden bahsediyoruz. İşte, iki tâne öğretmeni var köy okulunun, ikisi de kadın falan. Dolayısıyla bu hikâyede bu “aşiretçilik” dedikleri okumanın kendisinin arkaik olmasından kaynaklanıyor. Yani aşîretçilik elbette ki hâlâ güçlü bir şey, güçlü bir fenomen, kendisini koruyor; ama çok hızlı bir şekilde azalarak koruyor. Örneğin biz araştırmalarımızda hep şeyi sorarız: “Aşîret sizin ekonomik hayâtınızda ve siyâsî hayâtınızda ne kadar etkili?” Çok çok azalmış vaziyette. Yani insanlar, özellikle AK Parti bir yandan, HDP bir yandan, bu iki ana akım parti, aşîret meselesini büyük ölçüde çözdüler. Yani birisi daha Kürt meselesini, Kürt kimliğini öne alan bir parti olduğu için, diğeri de zamanla bu aşîretlerle ilişki kurduktan sonra parti kimliğini aşîret kimliğinin önüne çıkardığı için; örneğin aşîretlerden olup bağımsız girenler artık başarılı olamıyorlar. Böyle bir şey var. Meselâ Kasım Gülpınar örneği, Urfa’da ele alacak olursak, orada aşîretten de ziyâde, onun etki ettiği, mânevî olarak etki ettiği bir havza var; ama o AK Parti adayının beğenilmemesi, Yeniden Refah gibi faktörlerin bir araya gelmesi böyle bir sonucu doğuruyor. Yani sâdece kendisi olsaydı, kendi aşîretinin oyları sayıca diyemeyiz buna örneğin, onu söyleyecektim.

Ruşen Çakır: Kürt sorunu… şimdi yıllardır “Kürt meselesi”, “Kürt sorunu” diyoruz. Ben bu konuda çok yazıp çiziyorum ve her seferinde bana, “Ya, nedir bu Kürt sorunu?” diye insanlar soruyorlar. Ben dilim döndüğünce, anladığım kadar anlatmaya çalışıyorum ve ilk aklıma gelen tabiî ki Kürtçenin konuşulması, yaygın bir şekilde yaşatılması vs.. Ama çok daha kapsamlı bir şey, değil mi? Kürt sorunu deyince Kürtler nelerin çözülmesini istiyorlar?

Reha Ruhavioğlu: Vallahi yani buna çok kısa cevap vereceksek, bu bir eşitlik talebi. Yani Kürt meselesi dediğimiz şey, eşitlik talebini içeren bir mesele. Bu sorun biraz buradan kaynaklanıyor. İster siz öyle deyin ister demeyin, ama bugün Kürtlerin sâdece dörtte biri, devlet nezdinde Türklerle Kürtlerin eşit olduğunu düşünüyor. %75’i bu görüşte değil. Bâzıları kararsız falan, yani “Bilmiyorum” ya da “Ne eşit ne de değil” diyor. Ama yani net olarak, “Kürtlerle Türkler eşit değil” diyen de %50 civârı bir Kürt nüfus var. Ve bu konuda, Türkiye’de bir Kürt meselesinin varlığıyla ilgili ben Türk nüfusta da, Kürt nüfusta da hemfikir bir hal olduğunu düşünüyorum. Yani böyle bir meselenin varlığıyla ilgili bir kabul var, ama meselenin kaynağıyla ilgili olarak iki toplum birbiriyle 180 derece ters düşünüyor. Kürtler bu meselenin şeyle ilgili, yani Kürt kimliğinin tanınmaması, Kürtlerin bâîzı haklarının kabul edilmemesinden kaynaklandığını düşünüyorlar. Ama Türk nüfus, –orada da araştırmalar yaptığımız için rahat konuşuyorum böyle– onlar daha çok eğitimsizlik, terör gibi meselelere bağlıyorlar. Yani eşitlik meselesini bir kenara koyuyorlar. Ama orada da hatırı sayılır bir nüfus, eşit olmadığını söylüyor. Yani Türkiye’de Türk nüfûsunda da “Türklerle Kürtler eşit değildir” diyenler var. %45’i örneğin, eşit olduğunu söylüyor, orada da öyle çok büyük bir şey değil. Dolayısıyla, peki bu mesele ne? Yani eşitlik yoksa ne var? Ayrımcılık var. Ayrımcılık nereden kaynaklanıyor? Daha çok devlet kaynaklı uygulamalarda; yani devlet dâirelerinden hizmet almada, Türkiye’nin kamu kaynaklarının rantı hizmet anlamında eşit dağıtılmıyor. Ne maddî ne mânevî rant eşit dağıtılmıyor. Sosyoekonomik Gelişmişlik Endeksi diye bir endeks yapıyor Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, 6. bölge en geri kalmış bölge, Kürt bölgesi. Orada 16-17 tâne şehir, eğitimde, sağlıkta, sosyal yaşamda, gelir ve servette vs.’de geri bırakılıyor. Ya bakın, geri kalmış demiyorum, geri bırakılıyor. Çünkü bunun eğitimde, sağlıkta, sanâyide ve diğer alanlarda çok sistematik bir politika olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla, bununla ilişkili bir talep oluyor. Yani ne oluyor? Türkiye toplumuyla benzeşen ve ayrışan talepleri oluyor Kürt toplumunun. İşte, benzeşen talepleri tahmin edebiliriz: ekonomi, adâletsizlik, eğitimin iyileştirilmesi falan. Peki, ayrışan şey ne? Kimlik temelli ve bölge temelli eşitsizliğin ortadan kaldırılması talebi var. Kimliğin tanınması, yani Kürt olarak tanınmak gibi bir beklenti var. Siyâsî katılım talebi var; yani oy kullanıyorlar kayyum atanıyor. Seçme seçilme hakkı Türkiye’nin bir grubunun elinden fiilen alındı geçtiğimiz 8 senede. Önümüzdeki dönemde de alınıp alınmayacağı bir belirsizlik içeriyor. Bu konuda bir garanti yok. Ve Kürt meselesinin çözümünü istiyorlar. Ama bu bütün bu saydıklarım içinde, evet, sizin söylediğiniz gibi, dil meselesi en büyük konsensüsün sağlandığı gündem oluyor. Bizim son 6 yıldır yürüttüğümüz 50’den fazla araştırmada, aşağı yukarı %80 Kürtçe, eğitimde başta olmak üzere, kamu hizmetlerinde, sağlıkta vs.’de, anadilin bir şekilde kullanılmasını talep ediyorlar. Bâzıları eğitim doğrudan anadilde olsun diyor, bâzıları iki dilli bir eğitim olsun vs. diyor. Neden söylüyorlar peki bunu? Bugün Türkiye’de, Ruşen Bey, yaşayan her 10 Kürtten sâdece 3’ü Kürtçeyi iyi konuşabiliyor. Bakın, bu kadar geniş bir nüfus olmasına rağmen. Şimdi sizin Çerkeslerle, Lazlarla, diğerleriyle yaptığınız programları izledim. Şimdi, siz örneğin, Lazcayı konuşmak isterseniz çevrenizde çok az insan var; ama Diyarbakır’da bile nüfûsun tamâmına yakını Kürt olmasına rağmen, yani devletin kendi aygıtları o kadar hegemonik bir güce sâhip ki, Kürtçe zayıflıyor. Türkiye genelinde Kürtlerin sâdece %30’u Kürtçeyi iyi konuşabiliyor. Gençleştikçe ve batıya gittikçe de durum Kürtler açısından daha da kötüye gidiyor. Daha da kötüye gittiğinde, Kürtler kendi haysiyetlerini, kendi varlıklarını oraya bağladıkları, yapıştırdıkları bir hakkın kaybolmamasını istiyorlar. En temel, en önemli, en yaygın talep Kürtçe. Bununla ilgili iki veri söyleyebilirim: Yaklaşık üçte ikisi, Kürtçenin Türkiye’de resmî dil olmasını istiyor, yaklaşık %80’i de eğitimin içinde bir şekilde kullanılmasını istiyor. Yani bu 80 puanın da yaklaşık 70’i bu arada, Türkçe ile Kürtçenin berâber olduğu bir eğitim sistemi öngörüyorlar. Yani aslında Türkiye koşullarında rasyonel bir talepten bahsediyoruz. Yani rasyonel talep, okullarda çok dilli bir eğitim olsun ve Kürtçe ile Türkçe birlikte devam etsin. Bununla ilgili, belki konuyu uzattım ama, bu konuyla ilgili söylemek istediğim önemli bir şey daha var. Şimdi siyâsetin ve Türkiye’de son 4-5 yıldır, belki daha fazladır etkisi artan milliyetçi siyâsetin sesi çok çıkınca, zannediliyor ki Türkiye toplumunun tamâmı Kürtçeye karşı. Şimdi Türk toplumuyla yürüttüğümüz araştırmalardan, bizim de başka kurumların da yürüttüğü çeşit çeşit araştırmalardan şunu görüyorum: Türkçede anadili Türkçe olan, yani Türk nüfûsunun yaklaşık %45’i, Kürtlerin anadil hakkına çeşitli düzeylerde açık görünüyor. Yani dillerini öğrenebilirler, okullarda dil öğretilebilir kendilerine. Bu %45’in %15 ve 16’sı doğrudan anadilde eğitimi destekliyor. Yani şunu söylemeye çalışıyorum: Türklerle Kürtler arasında kutuplaşmayı azaltacak, müzâkere masasını kuracak en önemli gündem anadil aslında. Yani Türk nüfûsunun yaklaşık yarısının, öyle ya da böyle, çeşitli segmentlerde de olsa, kategorik karşı olmadığı, açık olduğu, müzâkere etmeye açık olduğu bir meseleden bahsediyoruz. Aynı zamanda Kürt toplumunun %80’i için de bu bir haysiyet meselesi ve kesinlikle çözülmesi gereken bir mesele. O halde, siyâseti az konuşacaktık ama, buradan siyâset kurumunun –hem Kürt siyâsetinin hem Türk siyâsetinin– alması gereken en önemli dersin, “Biz dil meselesinden bu toplumları birbiriyle barıştırmaya, birbiriyle konuşturmaya başlayabiliriz” olması gerektiğini düşünüyorum ben. Ama siyâsete baktığımızda, sanki toplumlar arasında böyle bir hava yokmuş, çok fazla kutuplaşma varmış, asla bir araya gelmezlermiş gibi bir durum var. Öyle değil. Çeşitli araştırmalarda, yani Kürt Çalışmaları Merkezi’nin yaptığı, Konda’nın yaptığı, CORE’un yaptığı, TEAM’in yaptığı, Rawest’in yaptığı çeşit çeşit araştırmalarda aşağı yukarı Türk toplumuyla ilgili benzer bulgulara varıyoruz.

Ruşen Çakır: Peki, birleştirici olabilecek unsurlardan birisi de kültür. Kürtler ve kültür deyince ilk akla gelen müzik oluyor açıkçası. Meselâ benim bildiğim iki Kürt sanatçı var: Meselâ Ciwan Haco –ki yurtdışında yaşıyor– ya da Şivan Perwer — yine aynı şekilde yurtdışında yaşıyor. Bunların ikisi de aslında Türkiye’den çıkmış isimler. Hattâ Şivan Perwer bir keresinde Erdoğan’ın da dâvetiyle gelmişti; ama sonra tekrar geri döndü. Nedir bu? Müzik yaşıyor mu? Bir de tabiî çok sayıda Kürt olan ama Kürt kimliğini dile getirmeyen sanatçı da var. Öyle değil mi? Meselâ ilk akla gelen İbrahim Tatlıses benim bildiğim. Başka bunun çok örneği daha vardır tabiî. Ne durumda şu anda Kürtlerin ürettiği kültür, gelenekler?

Reha Ruhavioğlu: Türkiye’de kültür ve sanat alanında belki de en üretken grup Kürtler. Hem Türkçe müziği sayarken aklımıza gelebilecek birkaç isim; yani işte İbrahim Tatlıses, Mahsun Kırmızıgül vs.. Bu isimler, yani böyle çıkış yapmış isimler var; hem de Kürtçe müzik alanının kendisi de çok canlı, çok diri. Dolayısıyla müzik üretimi ve müzik, Kürt kültürünün içinde çok canlı bir alan. Yine Kürtlerin Türkçe ile en fazla ilişki kurdukları alan da Kürt müziği bu arada. Yani Kürtlerin %70’inden fazlası bir şekilde Kürtçe müzik dinliyorlar ve Kürtçe müzik alanı gerçekten Türkiye’deki bütün bu kısıtlamalara, yani örneğin Kürtçe müziğin Türk nüfûsuna, Türklere ulaşmasının önündeki görünmez duvarlara rağmen çok geniş bir Kürtçe üretim, Kürtçe kültür alanı var. Hem tiyatroda hem sanatta hem müzikte var. Müzikte şöyle bir şey var: Geleneksel müzik ve geleneksel müzisyenler yerlerini koruyorlar; ama hızlı bir çeşitlenme de, hızlı bir modernleşme de yaşıyor. Örnek söylüyorum, ne tür müzikler dinlediğinizi sorduğumuzda, Kürtçe müzikler için söylüyorum, geleneksel Kürt müziğini dinleyen –işte buna Şivan Perwer’i dâhil edebilirsiniz, Dengbejler’i dâhil edebilirsiniz–, bu müzikleri dinleyenler yaklaşık %30. Yani %30’u bu tarz müzikleri sevdiğini söylüyor. Kürtçe pop sevenler yaklaşık %20. Kürtçe rap sevenler yaklaşık %12-13. Yani bakın, Türkiye’de yaşayan Kürtlerin %12’si Kürtçe rap dinliyorlar, Kürtçe rap seviyorlar. Düşük bir oran değil bu. Diğer taraftan, işte, en çok dinlenen sanatçıları soruyoruz, örnek söylüyorum: Ahmet Kaya, Şivan Perwer, Ciwan Haco, bunlar yerlerini koruyorlar; ama bunların yanına yeni isimler ekleniyor. İşte meselâ Mem Ararat çok hızlı yükselen bir isim. Bakın, Mem Ararat’la ilgili iki örnek vermek istiyorum. Diyarbakır’da 4 gün üst üste aynı salonda konser verdi ve o salon 1500 kişilik bir salon. Bir ay önceden 4 günün de biletleri tükenmişti. Bir ay önceden… Ama daha ilginç bir şey söyleyeyim, Mem Ararat İstanbul’da da aynı konseri iki gün üst üste verdi ve iki gün üst üste yine 20 gün önceden biletleri tükendi. Bu alana yeni giren müzisyenler hızlı bir şekilde giriyorlar. Mem Ararat bu arada Balıkesir’de, Antalya’da, Bursa’da… Meselâ dün galiba Rewşan’ın Bursa’da Kültür Park’ta konseri vardı ve salon dopdolu. Yeni müzisyenler, Mem Ararat, Aynur Doğan, Rojda, Rewşan gibi yeni isimler de hızla yükseliyor ve müzik tarzı çeşitleniyor. Bir taraftan, geleneksel isimler hâlâ orada varlıklarını koruyorlar, dinleniyorlar, tâkip ediliyorlar; ama müzik formu da değişiyor, yeni müzisyenler de hızlıca bu helezona giriyorlar, yükseliyorlar. Bugün belki de Türkiye’de yaşayanlar arasında Kürtçe müziğin en fazla tüketildiği, yani en fazla dinleyicisi olan, konserleri en fazla karşılık gören isim, yanılmıyorsam Mem Ararat. Hem araştırmalarımızın hem de gözlemlerimizin söylediği bu. Ama hızlı yükseliyor ve dediğim gibi, yani işte Ali Doğan Gönültaş gibi, Mehmet Atlı gibi, Kasım Taşdoğan gibi ve çok farklı tarzı, sesi olan çok fazla isim var. Bu arada aklıma gelmişken şunu da söyleyeyim; meselâ Mehmet Atlı bu yıl, neredeyse tamâmen Kürtçe müzik yapan bir müziyenimiz, 30. müzik yılını kutluyor ve farklı Kürt müzisyenlerle bir albüm yapıyor, “Mehmet Atlı Şarkıları” diye. Eğer bu programı dinleyip, “Kürt müzisyenleri dinleyeceksek ne yapalım?” diye düşünen varsa Mehmet Atlı’nın en son çıkardığı “Na, Ne Tenê Me” yani “Hayır, Yalnız Değilim” anlamına gelen albümünü –biri çıktı, ikincisi ve üçüncüsü de çıkacak–, onu dinlerlerse, Rewşan’ı, Mehmet Atlı’yı, Brader’i, herkesi birlikte dinleme imkânına sâhip olacaklar. Çok hârika bir seçki olmuş gerçekten. Burada böyle sübjektif olma hakkımı kullanmış olayım.

Ruşen Çakır: Peki, Kürtler demişken mutfaktan bahsetmeden olmaz. Ben çok gidip, orada âfiyetle yemiş birisi olarak biliyorum. Hâlâ güçlü bir Kürt mutfağı var mı, koruyor mu, yoksa başkalarıyla karışmış durumda mı?

Reha Ruhavioğlu: Aslında müzikle ilgili meselâ şunu söyledim: Geleneksel isimler varlığını koruyor, ama çok fazla hızlı modernleşiyor, çeşitleniyor. Yemekle ilgili böyle değil. Yemekle ilgili büyük ölçüde geleneksel damak tadı korunuyor. En sevilen yemekler meselâ, işte, sarma birinci sırada geliyor. Sarma ve dolmayı bir grup kabul edelim hadi, kebap tâkip ediyor onu. Et yemekleri tâkip ediyor; kuru fasulye, lahmacun, içli köfte gibi. Belki bu listede en modern diyebileceğimiz şey makarna. Yani makarna böyle Kürtlerde geleneksel olarak çok sevilen bir yemek değil. Yoksulluk sebebiyle çok tüketilen bir yemekti herkes için; ama artık modernize oldu biliyorsunuz makarna, restoranlarda yiyebileceğiniz bir şeye dönüştü. Ama onun dışındaki yemeklerin çok büyük bir kısmı, insanların damak zevki hâlâ çok klasik, geleneksel yemekler. Bu belki de mutfağın çok güçlü olmasından ve kolay kolay ona yeni formlar katılamamasından kaynaklanıyor. Şüphesiz et yemeklerini çeşit çeşit güzel yapan restoranlarımız ve Türkiye’nin çok büyük lokantaları ve onların Kürt şefleri var. Ama “Kürtler ne seviyor?” meselesinde müzik kadar hızlı bir dönüşüm yok. Büyük ölçüde geleneksel damak tatları ve geleneksel yemek pişirme usûlleri kendisini koruyor diyebilirim.

Ruşen Çakır: Peki, biraz da spordan bahsedelim. Özellikle Amedspor’la berâber bayağı bir gündem oldu; ama genellikle de tatsız haberlerle gündem oldu. Ama en son yeni federasyon başkanının Diyarbakır’a gitmesi, Amedspor’un ilk maçını vâliyle berâber izlemesi vs., bunlar olumlu şeyler olarak, geç kalmış olumlu şeyler olarak gündemi belirledi. Ama Amedspor Kürtleri temsil ediyor, değil mi? Böyle bir olay söz konusu sanki. Bu kadar gürültü olmasının nedeni de bu galiba.

Reha Ruhavioğlu: Orayla ilgili biraz veri verelim. Amedspor’la ilgili biz bir araştırma yaptık. “KESK û SOR û ZER” diye bir raporumuz var, merak edenler Google’a bakıp bulabilirler. Ve bu arada, işte, birer yıl arayla Amedspor’u, taraftarları falan da ölçüyoruz, biraz sonra onu söyleyeceğim. Ama hem bu nitel araştırmalar, yani mülâkatlardan, görüşmelerden, sosyal medya taramalarından falan hem de devlet bürokrasisinin muamelesinden anlıyoruz ki, hem Kürtler için hem de devlet için Amedspor aynı anlamı ifâde ediyor. Yani devlet için bu, Kürtlerin ortak takımı gibi bir anlamı var, Amedspor’un; Kürtler için de böyle bir anlamı var. Yani bir Mardinli Mardin’deki takımı, Vanlı Vanspor’u, işte Batmanlı Batman Petrolspor’u tutuyor; ama bunun yanında mutlaka Amedspor’u tutuyor. Bununla ilgili çok enteresan bir örnek vereyim. Amedspor’la Batman Petrolspor’un maçı vardı Diyarbakır’da ve Amedspor’un taraftarı cezâlıydı, yani sâdece Batman Petrolspor’un taraftarları stada girebildi ve Amedspor o maçtan galip ayrıldı ve Batman Petrolspor taraftarı bunu kutladılar. Yani kendi takımlarının yenilmiş olmasını, Amedspor’un yenmiş olmasını kutladılar. Burada, adı konulmaktan imtinâ edilen biraz şu var: Bir çeşit Kürt millî takımı olarak kabul ediliyor, Kürt ulusal takımı olarak kabul ediliyor Amedspor ve herkes böyle muamele ediyor. Herkes böyle muamele ediyor derken, örneğin devlet tarafından yapılan muameleye yine çok sembolik bir örnek verebilirim. Bir kere, Amedspor’un ismi Çözüm Süreci’nde değişti. Çözüm Süreci’nin pozitif atmosferi içinde bu ismi aldı ve karşılığı iyiydi. Sonra hızlıca Çözüm Süreci bozuldu ve örneğin Cumhurbaşkanı bir gün çıktı, dedi ki: “Amed diyorlar. Ne demek Amed? Amed diye isim mi olur?” gibi bir şey söyledi. Ondan sonra bürokrasi hızlıca bir vaziyet aldı buna karşı. Yani 7 yıla yakın deplasmana taraftar götüremedi Amedspor ve çeşitli ayrımcılıklara mâruz kaldı. Ama en sembolik olanı söyleyeyim size: Meselâ, “ideolojik propaganda cezâsı” diye bir cezâ var PFDK’da, yani Türkiye Futbol Federasyonu’nun bir kurulunun, bir biriminin verdiği bir cezâ bu futbol takımlarına. Ve “ideolojik propaganda”, yani ideolojik sloganlar falan filan atarsanız… Şimdi tahmin edersiniz ki Türkiye’de ideolojik propagandaya en fazla mâruz kalan takım Amedspor ve diğer Kürt takımları. Ama çok ilginç bir veri paylaşayım sizinle: 2014 ile 2023 yılları arası, yani yaklaşık 10 yıl içinde verilen ideolojik propaganda cezâlarının sayısı 20. Toplamda, yani bütün liglerde 20 tâne ideolojik propaganda cezâsı verilmiş ve 20’si de Kürt takımlarına verilmiş. Bunların 12’si Amedspor’a verilmiş. Yani şöyle düşünün: Sürekli gittiği yerlerde mehter marşlarıyla, tank görselleriyle, milliyetçi marşlarla karşılanan, “PKK dışarı!” diye kendisine karşı sloganlar atılan bir takım var ve sâdece onlar alıyorlar bu cezâyı. Görülüyor ki bu ideolojik propaganda cezâsı, Kürt takımlarını cezâlandırmak için bulunmuş bir formül, sihirli bir formül. Peki, bu berâberinde ne getiriyor? Şimdi devlet tazyikte bulunduğunda, takım da bir direnç gösterdiğinde… Bakın, bütün bu kayyum atanmış belediye destekleri yok, kamu kurumları destek göstermiyor vs. vs., bütün bunlara rağmen Amedspor geçen sene kendi ligini şampiyon bitirdi. Dolayısıyla doğal olarak insanların ilgisi oluşuyor bu takıma. Birer yıl arayla yaptığımız bir araştırmadan bahsedeyim size, Amedspor taraftarlığı ile ilgili: Türkiye geneli yetişkin Kürtlerde 2023’te birinci takımı Amedspor olanlar %4,4’müş; ama birinci ya da ikinci takımı Amedspor olanların toplamı da %8,7’ymiş. Şimdi bu %8,7 2024’ün Nisan’ına geldiğimizde %17,4 olmuş. Yani %100 artmış. Türkiye’de 18 yaş üstü yaklaşık 900 bin ilâ 1 milyon civârında Amedspor taraftarı varken geçen yıl, bu yıl yaklaşık 2 milyon olmuş. Yani 16-17 yaşı da dâhil ettiğimizde, Türkiye genelinde Amedspor’un yaklaşık 2 milyon taraftarı olduğunu söyleyebiliriz. Bu ne demek biliyor musunuz Ruşen Bey? Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş, Trabzonspor gibi takımlardan sonra Amedspor ya 5. ya da 6. demek. Yani Amedspor, kesinlikle taraftar sayısı bakımından ilk 5-6 takım arasında. Nitekim sâhasında oynadığı maçlardaki seyirci ortalamasına baktığımızda, geçen yıl 20 binin altına neredeyse hiç düşmedi. Bir Süper Lig performansı bu. Dolayısıyla spor, evet, kimliğin de bir parçası. Yani sâdece HDP’liler desteklemiyorlar bu takımı, sâdece Kürt kimliği güçlü olanlar desteklemiyorlar. Ama devlet, yaklaşık 5-6 yıl yanlış bir muamelede bulundu bu alana. Yeni gelen Vâli, sizin de söylediğiniz gibi, ve yeni gelen Federasyon Başkanı başka bir usûl denediler. Zâten olması gereken şey bu. Yani mâdem sporun birleştirici, kutuplaşmayı aşan, uzlaştırıcı bir rolü var diyorsak eğer, o halde Amedspor’la Bursaspor’un, Sakaryaspor’un taraftarlarının birbirleriyle iyi geçinebilecekleri, birbirlerine düşmanlık etmeyecekleri bir mekanizmayı hayata geçirmek lâzım. Bürokrasi, diyelim ki ilin jandarma komutanı, vâlisi, belediye başkanı ya da Cumhurbaşkanı ya da MHP’nin, Zafer Partisi’nin genel başkanları hep böyle kötü üslûplar kullandılar bu takımla ilgili. Siz bu üslûpları kullanmazsanız, “Takım bizim takımımızdır, bütün takımlar bizim takımımızdır” derseniz ve bu takımla ilgili ırkçı, ayrımcı muameleleri cezâlandırırsanız ve bunun önünü alırsanız, Türkiye’de şüphesiz Amedspor –az önce anadil meselesini söylemiştim– Amedspor şüphesiz Kürtlerle Türkiye’nin geri kalanı arasında spor üzerinden uzlaşıyı sağlamak için de iyi bir vesîle, iyi bir müzâkere alanı. Ama çok fazla ayrımcılığa uğradı bu takım. Bu sene azalmış görünüyor. Umarım daha da azalır, daha fazla ayrımcılık yaşamaz.

Ruşen Çakır: Evet, siyâsetle toparlayalım, en zor konu. Gazetecilik hayâtımın –ki 40 yıla girmek üzereyim– önemli bir bölümünü Kürtlerle geçirdim; gerek bölgede, gerek başka yerlerde. Kesinlikle Türkiye’nin en politize topluluğu olduğunu söyleyebilirim, hiç tereddütsüz. Burada îtiraz kabul etmiyorum. Bu politiklik genellikle şu andaki DEM Parti üzerinden görülüyor; ama onun dışında aslında çok renkli bir politizasyon var diye biliyorum, görüyorum. Tabiî ki ağır basan, en çok oy alan parti dün HDP’ydi, bugün DEM Parti. Ama Kürtlerdeki bu politikleşmeyi, politikaya ilgiyi biraz özetle bize… Tabiî çok geniş bir konu, takdir edersin ki… Ama burada şöyle de bir husus var. Bir ara çok konuşulan, Selahattin Demirtaş’ın HDP’nin Eş Genel Başkanı’yken çok fazla gündeme gelen, 2015 Haziran seçimleriydi değil mi?

Reha Ruhavioğlu: Evet.

Ruşen Çakır: O meşhur, HDP’nin büyük oy aldığı dönemde konuşulan bir Türkiyelileşme meselesi vardı, son dönemde pek konuşulmaz oldu. Bu konu gündemden düştü mü?

Reha Ruhavioğlu: Yok, gündemden çok düşmüş sayılmaz aslında. Belki isme bir yükleme oldu, bazı değerlerle yüklendi ismi. Önce kısaca şunu söyleyeyim: Kürt seçmenin parti skalası renkliydi, ama 2023’te daha da renkli hâle geldi. Yani dengeler değişti. Üçüncü bir aktör olarak örneğin CHP, eskiden çok az oy alıyorken daha güçlü bir aktör olarak sahneye çıktı. İşte, Diyarbakır’da vekil çıkardı, Van’dan da 150-200 oyla aslında vekili kaybetti falan. Ama 14 Mayıs, aynı zamanda da Kürtlerin ana akım taşıyıcı partisi olan HDP’nin, yani DEM Parti’nin de en düşük, yani 2015’ten beri en düşük oy aldığı bir seçim oldu. Dolayısıyla, 2015 Haziran’ından beri HDP’nin düşen bir oyu var ve 14 Mayıs 2023’te yaklaşık şöyle bir dağılım olduğunu varsayabiliriz. Bu da elbette ki çeşitli projeksiyonlarla bizim vardığımız bir şey. Keşke YSK’dan doğrudan bunu öğrenebilsek, ama öğrenemiyoruz. Geçtiğimiz sene, yani 2023’ün Mayıs ayında Kürtlerin, her 100 yetişkin Kürdün yaklaşık 22’sinin AK Parti’ye oy verdiğini düşünüyoruz. Yaklaşık 13-14’ünün CHP’ye oy verdiğini düşünüyoruz. Yine yaklaşık 8-9’unun bu üç parti dışında, yani DEM Parti, AK Parti ve CHP dışındaki partilere oy verdiğini düşünüyoruz. Yaklaşık 33-34’ünün DEM Parti’ye oy verdiğini düşünüyoruz. Yaklaşık 22-23’ünün de sandığa gitmediğini düşünüyoruz. Dolayısıyla, eskiden DEM Parti sandığa giden 82 kişinin yarısının oyunu alıyordu. Zâten o yüzden %13’leri buluyordu; ama %8,8 ile yaklaşık 100 Kürt üzerinden yaklaşık 33-34’ünün oyunu almış. Bu da sayısal olarak yaklaşık 4 milyon 250 bin gibi bir oya tekabül ediyor, yani DEM Parti’nin Kürtlerden aldığı oy. AK Parti hâlâ CHP’den fazla oy alıyor. Yani 2023 seçim sonuçlarını baz alarak söylüyorum elbette. AK Parti 2 milyon 500 bin ilâ 2 milyon 700 bin arası bir oy alıyor. CHP 1 milyon 750 bin civârı bir oy almış ve 2 milyon 500 bin civârı Kürt de sandığa gitmemiş. 1 milyon da diğer partilere gitmiş vs.. Yani kabaca hâlâ alanın en büyük partisi DEM Parti. Özellikle yerel seçimlerden sonra bir miktar oyu yükseldi. Yani bu 100 Kürt’ün 33-34’ünün 38’lere, 39’lara çıktığını görüyoruz şu anda, yerel seçim sebebiyle biraz toparladı. AK Parti’de bir miktar daha düşüş görüyoruz. Ve CHP biliyorsunuz genel seçimlerden sonra, işte, Ümit Özdağ protokol krizi, seçimin kaybedilmesi vs. sebebiyle CHP hızlı bir düşüşteydi. Ama kongrede değişim, yeni ekibin toparlayıcı olması, yerel seçimlerde “kent uzlaşısı” ismi altında DEM seçmeninin tekrar CHP’yi desteklemiş olması gibi faktörlerle CHP biraz o kaybını telâfî etmiş gibi görünüyor Kürt seçmende. Ama bugün manzara, yani 2024 YSK sonuçlarını baz alacaksak, söylediğim gibi, yaklaşık manzara arz ettiğim gibi. Burada Türkiyelileşme meselesi, ilginç bir mesele, zaman zaman tartışılan bir mesele; ama HDP’nin hâlâ sâhiplendiği bir mesele. Fakat söylerken biraz önünü arkasını doldurma kaygısı hissediyorlar. Çünkü hem Kürt kimliğinin güçlü olduğu kendi seçmenlerinde bâzen bir rahatsızlık uyandırıyor, kamusal alanda tartışmaların içinde. Tuncer Bakırhan şöyle diyor: “Eşitlik, adâlet, Kürtlerin de eşit vatandaş olarak tanındığı bir Türkiyelileşmeyi kabul ediyoruz” diyor. Yani doğrudan Türkiyelileşme demiyor da, bâzı kavramların altını çiziyor. Çok da büyük ölçüde Türkiyeli bir topluluk bu arada. Yani Kürt kimliği güçleniyor ama, Türkiyelilik de pek zayıflamıyor. Bununla ilgili bir iki ilginç veri paylaşıp yavaş yavaş sohbetimizi sonlandıralım. Meselâ biz bunu 2022’nin sonunda ve 2024’ün ortasında benzer soruyu, benzer bir demografiye, benzer bir sâhada sorduk: HDP’nin Türkiyelileşme siyâsetini doğru bulanların oranı Kürtler içinde %42’den %44’e çıkmış, çok anlamlı bir yükseliş değil. Ama DEM Parti seçmeni içinde %48’den %55’e çıkmış. Yani Türkiyelileşme siyâsetinin muhâtap olduğu seçmene baktığımızda, DEM Parti’nin kendisi Türkiyelileşme lehine bir iki adım daha atmış gibi görünüyor. Türkiye’nin Kürtleri rahatsız eden, Kürtleri mutsuz eden, demoralize eden bütün bu sürecine rağmen böyle olmuş. Yanlış bulanların oranı azalmış; yani %21’den %16’ya düşmüş, ama DEM seçmeninde %23’ten %19’a düşmüş gibi. Başka bunu destekleyen bir veri paylaşabilirim. “Demirtaş’ın Türkiyeliliğini nasıl buluyorsunuz?” diye bir soru sorulmuş. Geçen Mayıs ayında Rawest Araştırma’nın yürüttüğü bir araştırma bu. Yaklaşık %55’i “Ben Demirtaş’ın bu kıvamdaki Türkiyeliliğinden memnunum” demiş. Ama daha ilginç bir şey, yaklaşık %25’i, %23’ü de, “Daha fazla Türkiyelileşsin demiş. Yani mevcut Türkiyeliliğinden memnunlar, ama daha fazla Türkiyelileşmesini de istiyor her dört Kürt’ten biri. Demek ki Demirtaş’ın temsil ettiği, eşitlik içeren, hukuk içeren, bâzı hakların eşitler düzleminde tartışılması talebini içeren bir Türkiyelilik lehine bir istikamet var Kürt toplumu nezdinde. Evet, Türkiye’de bütün bu kötü giden, Kürtler açısından negatif olan havaya rağmen son iki yılda Türkiyelileşme siyâsetinin bir miktar daha HDP seçmeni nezdinde karşılık bulduğunu ve Demirtaş’ın biraz daha Türkiyelileşmesini talep edenlerin Kürtler içinde sayısının arttığını görüyoruz. Niye böyle? Bununla ilgili ilginç bir saptamayı da hatırlatıp geçeyim. Bugüne kadar Türkiyelilik ve Kürtlük ya da Türkiyelilik ve Kürdistanlılık, Türkiyelilik ve Kürdistânîlik karşıt kavramlar gibi kabul edildi. Ama Demirtaş buraya ilginç bir tefsir getirdi. 2022’nin sanırım Eylül ayıydı, bir röportaj verdi. Kürtçe bir röportaj olduğu için muhtemelen çok yankı uyandırmadı. Dedi ki: “Türkiyelilikle Kürdistânîlik birbirinin karşıtı kavramlar değildir”. Yani şunu demeye çalışıyor: “Biz hem Kürdistanlı, Kürdistânî kalabiliriz, ama bununla birlikte Türkiyeli de olabiliriz. Yani hem Kürt hem Türkiyeli, hem Kürdî hem Türkiyeli, hem Kürdistânî ya da Kürdistanlı hem de Türkiyeli olabiliriz” dedi. Demirtaş bunu söyleyince, Kürt kimliğine sâhip çıkmakta tereddüt eden, aslında HDP siyâsetine uzak duran ama Kürtlüğüyle de bir çeşit barışmak isteyen, Kürtlüğünü açığa çıkarmak isteyen insanlar bu siyâseti satın alıyorlar, bu söylemi satın alıyorlar, bu söylemi doğru buluyorlar. Dolayısıyla, eğer HDP Türkiyelileşmeyi savunan bir partiyse –ki öyle görünüyor, bâzı şerhlerle, bâzı taleplerle savunuyor–, görünüyor ki Demirtaş bu Türkiyelileşme meselesinin tefsirini ve temsilini en iyi yapan siyâsî aktör. O yüzden zâten sivil alanın en güçlü aktörü, rekabetsiz aktörü neredeyse ve o yüzden Kürt toplumu nezdinde çok başka bir karşılığı var. Bakın, hâlâ örneğin buzdolabı magneti, örneğin anahtarlık, örneğin biblo, hâlâ Ahmet Kaya ile Yılmaz Güney’in objelerini görürüz, öyle değil mi? Üçüncü bir insan çok azdır bundan yana. Ama artık Demirtaş bu kadar anaakımlaşmış bir aktör. Yani Demirtaş’ın fotoğrafının üstünde olduğu gazoz açacakları, magnetler, çakmaklar, anahtarlıklar… Aynen Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya nasıldıysa onu da görüyoruz. Yani Demirtaş kendi liderlik performansıyla sivil siyâset alanının rekabetsiz aktörü olmayı ve böyle Yılmaz Güney gibi, Ahmet Kaya gibi fenomenlerin yanına kendi ismini, yani târihte artık kolay kolay yeri değişmeyecek bir lider olarak ismini yazdırmayı başardı. Maalesef yaklaşık 7-8 yıldır hapis hayâtı yaşıyor ve Kürtler kendileri açısından en popüler, en sevdikleri, bu siyâseti en iyi temsil ettiğini düşündükleri liderden ayrılar. Umarım bu ayrılık uzun sürmez.

Ruşen Çakır: Evet, Reha çok teşekkürler. “Bir mozaik olarak Türkiye”nin 20. bölümü Kürtlerdi. Konuşmadığımız yönü kalmadı. Çok teşekkür ediyoruz. Diyarbakır’daki Kürt Çalışmaları Merkezi Direktörü Reha Ruhavioğlu’yla Kürtleri konuştuk. Kendisine çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.