Herhalde çocuklukta okuduğum çizgi romanlardan ötürü, rom benim için bir korsan içkisidir.
Geminin karanlık bir yerinde fıçılarca rom vardır ve bir korsan mutlaka “yo ho ho ve bir şişe rom!” diyerek tek kaldırışta bir kadeh içkiyi midesine doldurur.
Sonra, eski İstanbul beyzadelerinin yumruk mezesi dediği hareketi yaparak uzamış sakal ve bıyıklarındaki romu elinin tersiyle temizler.
Korsanların dünyası alabildiğine erkektir.
Bir hiç uğruna çekilebilir tabancalar, toplar ateşlenebilir, erkeklik gururunu zedeleyecek herhangi basit bir laf için cinayet işlenebilir.
Şayet yanlarında yeterince rom olmasaydı, hiçbir korsan değişmeyen maviliğin ortasındaki sonsuz yolculuklara dayanamazdı.
Bacağının dizinin altında kesildiği yere tahta parçasıyla ilkel bir protez takılmış biri, gözünü bir başka seferde kaybettiği için çapraz bant takan bir başkası, ne yapacağı kestirilemeyen bir meczup, omzundaki papağanıyla etrafına caka satan büyük şapkalı bir kaptanın olmazsa olmazlarından olduğu korsan gemisinde kötü şans getireceğine inanıldığı için kadınlara yer yoktur.
Modern dünyada ise ne hiç kimseden çekinmeden “ateş!” diye emir veren korsanlar kaldı, ne gövdenin içinde usulca dışarı çıkan toplar, ne kürek mahkûmları ne de “kara göründü!” diye heyecanlanan mürettebat.
Ama rom var ve ben ne zaman rom içsem, korsanların denizlere hakim olduğu günleri gözümün önüne getiririm.
Ahmet Altan, edebiyatın insan ile insanlık arasında bir köprü olduğunu ve insana insanlıktan, insanlığa da insandan haber verdiğini söyler ya; işte rom da bana göre haytalık peşinde okyanuslara açılan korsanlarla bugün arasında tek yönlü bir köprü gibidir.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Kehribar rengi içki, küçük kadehlere doldurulurken okyanusun üzerindeki bir korsan gemisindesindir, sonra o rüya köprüsü kurulur, her yudumda biraz daha bugüne gelirsin, kadehi bitirdiğinde artık buradasındır.
Yeni kadeh seni yeniden bilmediğin zamanların yolculuklarına götürür.
Geçenlerde çok sevdiğim bir romancının evindeyken fark ettim, bu korsan içkisi kahvenin pek güzel bir eşlikçisiymiş.
Benim rom kültürüm, dolayısıyla erkekliğin ve korsanlığın icabına dair bilgim o büyük romancıya yaklaşamazdı; bir mucize gibi, ilk yudumda, onun kılavuzluğunda o tuhaf âlemlere uzandım.
Gömleğinin bağladığını hiç görmediğim kol düğmeleri yine açıktı ve kolunu kaldırdığı anlarda manşetleri direğinden kurtulmuş yelkenler gibi sallanıyordu, gergin olmadığı halde arada bir sigarasını yakıyor, Venezuela romunun yanında fiyakalı İsviçre çikolataları ikram ettiği halde kendisi sadece çay içiyordu.
Henüz şebboy mevsimi gelmediğinden balkondaki kasımpatılarıyla ve küçük limon ağacıyla yetinmemiz gerekiyordu.
Sardunyalar da tıpkı şebboylar gibi ilkbaharın gelip tabiatı patlatmasını bekliyordu.
Türkiye’nin en yakıcı meselelerini zihninin olanca berraklığıyla anlatırken bugün asla sorgulanmayanın peşine düşüyor, tartışıyor, aleni yalanların aksi düşünülemez birer hakikatmişçesine sahiplenilmesiyle alay ediyordu.
Rom kadehlere yeniden dolarken bu kez erkeklik ve kadınlık meselesine giriyor, az önceki ciddi konuları öfkeyle yorumlayan kendisi değilmiş gibi, Çehov’dan Steinbeck’e edebiyat tarihinden eşsiz örnekler eşliğinde karşısındaki kırıp geçiren bir sohbetin başını çekiyordu.
Derken, yaşayan yazarların en büyüklerinden birinin keşfettiği bir sırrı söyledi.
O büyük yazar, “kadınların erkekleri yönetmek için sadece bir kelime kullanmaları yeterlidir,” demiş; o kelime ise şuymuş: “istersen…”
Adam bir şeyler söylüyor, bazı kararlar veriyor, ardından kadın geliyor, usulca “istersen…” diyor, bambaşka bir şey öneriyor ve adamın verdiği bütün kararları tek bir kelimeyle geçersiz kıldıktan sonra kendi isteğini yapmaya yönlendiriyor.
İşin en matrak tarafı, adam bunu keşfettiği halde karşı koyamıyor.
Dışarıda ettiği bütün büyük laflardan dönmesi için bir kelime yeterli oluyor, kadın her seferinde onun içinden aslında esas istediğinin başka bir şey olduğunu çekip çıkarıyor ve adam bu yeni gerçekliğe derhal ikna oluyor.
Mahut lodosların esmediği bu sonbahar gününde rom içip siyasete, edebiyata ve kimilerinin arkaik düşünceler arasına çoktan kaldırdığı maçoluğa dair konuşurken gece inmişti.
İstemiyordum ama saatler geçmişti ve biraz daha kalsak işgalci gibi yerleşmiş sayılacaktık, kalktık, veda ettik.
Arabaya bindiğimizde, “istersen…” dedi usulca, “o gitmediğimiz kebapçıya gidelim.”
Zihnimde bir an çakan şimşek, “geç oldu, istersen artık kalkalım” sözü, ansızın ayaklanışımız, teşekkürler, kendimi arabada buluşum.
Neyse, kebaplar pek güzeldi.
O olmasaydı, ne misafirliği sonlandırmam ne de o kebapçıya gerektiğini, dahası bunu istediğimi bilemeyecektim.
Aksi gibi evde rom yok.
Anlaşılan, günlük istihkakımı misafirlikte doldurmuşum.
Zaten öyle her romu içmem. İlla Venezuela romu olacak ve daha kadehe dolarken bir rüya köprüsü kurarak beni korsanların arasına yollayacak.