Tuzukuru cenaha dahilim zannederim. O cenahı tepemize çeyrek yüzyıldır çöreklenenler Necip Fazıl’a öykünerek “İslâm dairesine dışarıdan musallat mukallit nesil” olarak tarif ederler. Başkaları ve eğer ülkemizde halen bir şeyleri tuhaf karşılamak mümkünse benim de garipseyerek tanıklık ettiğim üzere cumhuriyetin kurucu partisinden olma iddiasındakilerden de pek çokları “boğaza karşı viskisini içenler” olarak. Hülasa, “beyaz Türkler” bunlar. Misal, Urfalı bir manavın oğlu olan ve ilkokul, ortaokul, lise eğitimini aynı kentte tamamlayıp DTCF’den mezun müstesna filozof Prof. Dr. Ahmet Arslan ateist ve aydınlanmacı olduğuna göre bu kaleme mi dahildir?
Tuzukuru çuvalı geniş tutulursa “laik kesim” de toptan onun içine tıkılıp, çuvalın ağzı dürülebilir. “Kesim” sözcüğüne ayrı tutuluyorum, toplumu kesim kesim düşünmek ne denli doğru onu da bilemiyorum. Orası ayrı ama “muhafazakâr kesim” deyince de Locke, Hume, Burke; derken Tocqueville’den Popper’den Aron’dan vb. gelen bir düşünce damarı dindarlıkla, Şark kurnazlığıyla, taşra hışırlığıyla özdeşleştirilir. “Kuşlardan yalnızca Marx’la Engels’i tanırım, ‘sağ’ deyince de kareli ceket kırpık bıyık anlarım” karikatürüne indirgenir.
Dindarlık meselesi, din yekpâre sanılarak zaten yanlış anlaşılır. Cemal Kafadar’dan* bir zihin açıcı alıntı yapalım:
“Osmanlılara, Ortaçağ Küçük Asyası’ndaki diğer muhtelif halklara da söylenmiş olduğu gibi Rûmi yani (Doğu) Romalı deniyordu. Bu esas itibariyle coğrafi bir yakıştırmaydı. (…) Fakat, İslâm coğrafyasının merkezini teşkil eden topraklar açısından bir uç bölgesi mahiyetinde olan diyar-ı Rûm’daki Müslüman Türk nüfusun, kendilerini hem geri kalan Müslüman dünyadan hem de diğer Türklerden ayırt edecek hususî üslupları olduğu gerçeği coğrafyacıların ve seyyahların gözünden kaçmamıştı. (…) Osman’ın ataları (…) Anadolu’ya geldikten sonra hem Hristiyanları, hem de (özellikle Araplar, Kürtler, Acemler gibi) Türkçe konuşmayan Müslüman toplulukları muhtevi karışık bir dinî ve etnik mozaikte yaşayan bir dizi Türkdilli toplulukla karşılaşacaklardı.”
Özcesi laik olan ve olması gereken cumhuriyettir. Dolayısıyla laiklik kesimlerden biri değil cumhuriyetin taşıyıcı sütunudur. Kafadar hocanın büyük yetkinlikle betimlediği bu bizim buradaki kendine özgü (yine hocanın tabiriyle) “mizacın” (habitus) kağıda dökülmesidir de laiklik. Anayasasına yazılı olsun olmasın, laik olmayan cumhuriyet demokratik olamaz. Ama laiklik ilkesinin Fransa’daki gibi burada da anayasaya çakılması züppelik olsun diye değil varoluşsal zorunluluktandır. Aksi seçenek bulunmadığı için öyledir.
“Cumhuriyette köklü idari reform önerisiyle atılacak ileri adım karşısına Kürt yurttaşların anayasal kimlik talebi duvarını örerek çıkmalarını beklemem. Bu anlamsız olur. Benzer biçimde eşit yurttaşlık yerine ayrıcalıklı azınlık statüsü elde etmeyi yeğleyeceklerini de sanmam. Adı üzerinde hukuk devletinin de ne ırkı ne dini var. (…) Zamanın hızlandığı, oyunun değiştiği şu ortamda, şuur ve tasavvur da en değerli sermaye olsa gerektir.”
17 Kasım’daki yazımın sonunu böyle bağlamıştım. İdari reformdan asgari kastım en azından AK’nin yerel yönetimler sözleşmesi, TMK’daki terör suçu tanımının AB müktesebatıyla uyumlu kılınması ve AİHM ile AYM kararlarının harfiyen uygulanması. Özendiğim de, De Gaulle’ün V. cumhuriyetini değil veya tam da o nedenle, arkasına genç kral Juan Carlos’un manevi desteğini alan Adolfo Suarez’in kıvrak ve akılcı siyasetiyle İspanya’nın 1975-82 arasındaki demokratik dönüşümü.
Tumturaklı sözler bir yana, bodoslama soralım: 1980’lerde, 90’larda olsak anlayacağım da bugün neredeki hangi çatışmayı, ne karşılığında bitirecek bu efsunkâr barış? Demirtaş diri diri Edirne’ye gömülmeyi, Öcalan çıksın Marx’ın yarım kalan eserlerini tamamlasın diye sineye çekiyormuş, öyle mi? Silahları bırakmak, gömmek gibi kavramlar Irak ve Suriye’nin şu halinde nasıl gerçekçi kabul edilebilir? Cülus merasimi Erdoğan tarafından iştiyakle beklenen Trump “ahmak olma” dediği mahut mektubunda “General Mazlum’un sana bir teklifi var, mektubunu ekte sunuyorum” da diyordu, o ne olacak? Irak Kürdistanı’nın bölgesel başkenti Erbil’deki bugün de hâlâ aynı binada faaliyet gösteren Kürdistan bölge meclisi daha 1975’te Saddam zamanında açılmıştı. Kafasına göre Kürt genci asan kadının, özgürlüğün, sevincin celladı İran İslam Cumhuriyeti’nde Kürdistan adında eyalet var. Hafız’ın oğlu Beşar Suriye Kürtlerine ülkenin kuzeydoğusunu bahşetti. Ben “İspanya 1975-82” derken Ortadoğu’nun bu otokratik rejimleri ve onlarla kurulan ilişki tarzı mıdır özenilen?
Tuzukuruluğun ne olduğunu ve neye yaradığını bence Tomasi di Lampedusa, anlatıyı İtalya birliğinin kurulduğu çalkantılı 19. yüzyıl ortalarından alıp I. Dünya Savaşı arefesine getirdiği “Leopar” kitabında çok zarif resmeder. Aristokrat tuzukuruluk devrini doldursa bile toplumlar onu yeniden icat edecektir. Bak işte Kemal Tahir’ler dururken adam Di Lampedusa’ya filan gitti, bunlar iflah olmaz. Herhalde kendi dönemlerinde Rauf Orbay’lar, Ali Fuat Cebesoy’lar da bu tür tuzukurulardandı. Tuzları kuruydu ama barutları ıslak değildi. Onun için Balkan ve I. Dünya savaşları bozgunlar silsilesi ve çözülüşün ardından halk nasırlı ellerinin üzerine abanıp uyanarak millet olma yoluna böylece girmişti – yani herhalde biraz da şu Mauser C96’ların şakaklara dayanmasıyla.
Tuzukuruluğa viranedeki baykuş misali bu defa tarihçi penceresinden bakmayı sürdürürsek karşımıza “tanzimat kafalı” tanımı çıkar. Halbuki II. Mahmut’tan bugüne düşe kalka süregelen serüven organik yataktır. Tarihi organik yatağından ayırmak sürekli veya kendine darbelerle, adı konulmuş konulmamış OHAL’lerle bir yere kadar, bir süre için mümkündür. Osmanlı’nın içinden çıkan uluslar kendi devletlerini kurarlarken, cumhuriyetin eline de tarihi neredeyse bin yıla varan devlet kalmıştır. Ulusu, kültürü yaratmak işi işte gecikmeyle ancak 20. yüzyılın ilk çeyreğinin sonunda başlayabilmiştir. Tarihin uzun anlatısı içinde geç geldiği için geç kaldığını sanan dolayısıyla acele eden, acelesi olan ancak telaş etmeyen, şuur ve tasavvur sahibi bir kurucu önderdi Atatürk. Onu alıp öyle küçültüp de tarih galerisine asılı aile fotoğrafında sıradan bir “ikinci sıra sol baştan üçüncü kafasında kalpak olan” statüsüne indirgemek kolay iş değildir, akıl kârı hiç değildir.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
“Atlas silkindi” şimdilerde Trump’ın seçilmesiyle yeniden moda olan Ayn Rand’ın çok okunan romanının (1957) adı. Atlas’ın silkinmesi benzetmesini eylemi tutup, anlamı değiştirerek münhasıran bir “gösterge” bağlamında aparttım. Görsel olarak kullandığım Goya’nın “dev” serisinden Prado Müzesi’nde asılı olanı ayakta, galeyana hatta gazaba gelmiş halde, yahut belki direnişe, uyanışa yeltenmekte. Aynı seriden Metropolitan’daki taslak ise bezgin, bıkkın, yılgın, yenik, üzgün, kırgın bir dev. Kimileri o devin bizatihi Fransız işgaline direnemeyen İspanya olduğunu söylüyor. Şafağı beklediği ve yüzünü doğacak veya doğmakta olan güneşe döndüğünü de. Gazaba geldikten sonra mı yorulup oturmuştur, otururken mi nihayet gayretullaha gelip doğrulmuştur, sekans meçhul.
Aciz amadeniz de onlardan sayılacağına göre “bizim” demekte beis görmeyeceğim tuzukuru cenaha dönerek “La ateş olsanız cirminiz kadar yer yakarsınız kifayetsiz muhterisler” havasında bıyıkaltından gülen dostlar istirham ederim haşa bir tehdit addetmesinler, ziyadesiyle müsterih olsunlar; dostane bir uyarı kabilinden müteakip kehaneti acizane paylaşmak isterim. Verili koşullarda çok da uzak olamayacak bir gelecekte elbet bir gün Peruzzi’nin Atlas’ı şöyle bir silkinip omzundaki o belini büken yükü bir omzundan diğer omzuna aktaracaktır. Goya’nın çökmüş kalmış devi avuçlarını dizlerine bastırıp yüzünü güneşe dönerek doğrulacaktır. O gün geldiğinde belki yer sarsılacak ama bu devran da sarsıntıyla dönecektir.
Bu Atlas kim, o kolos kim, bunlara dikkat buyurulmasında da naçizane fayda mülahaza ederim. Bu bağlamda ne uğruna, kimlerle hangi vadeli ortaklıklara girildiğini çok özenli değerlendirmek gerekir. Çünkü aksi takdirde yukarıda değindiğim yer sarsıntısının ardından koluna girecek, yüzüne bakılacak kimse bulunamayabilir. Sözü edilen, karakalem silueti çizilen o Atlas veya kolos, her ne kadar belki çeyrek yüzyıldır çökmüş kalmış gözükse de unutulmamalıdır ki ortak çatımız olan bu cumhuriyetin -eğer Bahçeli’nin tozlu sözlüğünden bir sözcük ödünç almak gerekirse- “muharrik” gücüdür, kök hücresidir, atardamarıdır. Velhasıl kolosu, homongolos ya da karakoncolos sanmak çok vahim bir stratejik körlük, tarihsel bir ıska olacaktır.
Aman, neyse canım, bırakalım artık bu ağzımıza büyük gelen karanlık lakırdıları. Atalım çöpe yukarıdaki satırlarca sanrıyı, sayıklamayı. Alalım ellere şakır şakır tahta kaşıkları. Ne o öyle atlaslar, koloslar, leoparlar, mavzerler, yok bilmem neler. Ne diyor yerli ve milli ozan: “İster çöl ortası, ister dağ başı/İlkbaharı yazı kışı/Bu bana yeter.” İşte pek sevdiğim “çelebi” de hakeza yerli, bizim buralı, has, fırından çıkmış ekmek gibi dumanı üzerinde bir sözdür. Çelebilik timsali Metin Oktay’ın repliğini anımsayalım: “Bizi sevenleri üzmeyelim baba.” Ortalık zaten -çok affedersiniz- yavşaktan geçilmezken bari çelebi bilip saydıklarımız, bağrımıza bastıklarımız bizi üzmeseler. Maruzatım yalnızca bundan ibarettir esasen.
*Niceleri gibi yok sayılan, oysa İnalcık’tan Karpat’tan bayrağı devralan yeni tarihçilerimiz silsilesindeki uludağlardan olan Cemal Kafadar hocanın 1995’te İngilizce çıkan muhteşem eseri “İki Cihan Âresinde” ancak neredeyse çeyrek yüzyıl sonra keza iyi tarihçi Tunç Şen hocanın çevirisiyle 2019’da basılabildi. Bu gecikme bile bizlerin hangi kafada ısrar ettiğimizin başat bir göstergesi.