Bir mozaik olarak Türkiye‘nin 31. bölümünde Ruşen Çakır konuğu Hristo Kopano ile Türkiye’deki Bulgar Ortodoksları’nı konuştu.
Bulgar Ortodoksları kimler? Nerelerde yaşıyorlar? Bulgar Ortodoksları’nın nüfusu ne kadar? Kökenleri nerelere dayanıyor? En büyük sorunları neler?
Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. ‘‘Bir mozaik olarak Türkiye’’ yayın dizimizin 31. bölümünde tahmin ediyorum ki çok çok az kişinin bildiği bir topluluktan bahsedeceğiz: Türkiye’deki Bulgar Ortodokslar ya da Ortodoks Bulgarlar, artık hangisi olursa. Hristo Kopano, kendisi de o topluluğun içerisinden birisi olarak bize bunları anlatacak. Hoş geldiniz.
Hristo Kopano: Hoş bulduk.
Ruşen Çakır: Hangisini tercih ediyorsunuz? Bulgar Ortodoks, Ortodoks Bulgar?
Hristo Kopano: Fark etmiyor. Bulgar Ortodoks ve Ortodoks Bulgar sonuçta, yani Bulgar belki demek daha mantıklı. Dini pek öne atmamak gerekiyor. Tabii ki inanan inanıyor.
Ruşen Çakır: Şimdiye kadar ben Pomaklarla konuştum, Bulgaristan Türkleriyle konuştum. Onlar da Bulgaristan’dan bir şekilde gelmiş olanlar. Onların gelmelerinde biraz etnik, biraz dini boyutlar var da siz ne arıyorsunuz burada?
Hristo Kopano: Tabii ki çok uzun zamandır buradayız. Yani toplum olarak tabii ki değişimler oluyor. Tabii ki bazı aileler değişik yerlere göç etmiş, bazıları sonradan gelmiş. Aslında bu, bilinen veya bahsettiğiniz Pomaklar ya da Bulgaristanlı Türkler gibi zorunlu bir göç değil buraya gelişimiz. Aslında şöyle, çok fazla da derinine inmeden söylemem gerekiyorsa, daha geç Roma-Bizans döneminde İstanbul’da yaşayan bir Bulgar kolonisi, toplumu var. Bunların tabii geliş amaçları değişik yerlerden, Bulgaristan, Balkanların daha doğrusu, fakat geliş amaçları daha çok ticari, işte bir şekilde gurbetçilik veya Krallar Şehri… Biliyorsunuz, bütün Slav dillerinde ‘‘Çarigrad’’ derler İstanbul’a, yani Krallar Şehri, oraya gelip para kazanmak. Fazla bu detaya yine de girmeden şöyle bir şey söylemek istiyorum. Bizans döneminde, hatta İstanbul’daki Bulgarlarla ilgili savaş çıkıyor Bizans İmparatorluğu’yla — veya Doğu Roma dememiz daha doğru olur — Bulgar Krallığı arasında o dönemde. Sebep de şu: Ticareti ucuz olduğu için, daha ucuz mallar sattıkları için bütün o Bulgar topluluğunu çıkarmak istiyor buradaki devlet veya o zamanki Bizans Devleti. Buna karşılık korumak amaçlı, Bulgar Kralı Simeon 10. yüzyılda savaş açıyor. Sonuçta da yerinde kalıyorlar, bir kısmı da Selanik’e yerleşiyor. Tabii bunlar çok uzak dönemler. Tabii ki o dönemde burada yaşamış ailelerden hiçbir iz yok. Zamanla tabii değişimler, şunlar bunlar oluyor. Osmanlı döneminde yine aynı şekilde hayatlarını kazanmak için, değişik işler yapmak için bir sürü Bulgar İstanbul’a geliyor. Hatta, yani bir sürü seyyah, bazıları Türk, yani Osmanlı diyelim o dönemde, bazıları yabancı, İstanbul’a geldiklerinde Bulgarları da gördüklerinden, bahçıvan olduklarından, sütçülükle uğraştıklarından, hatta bazıları da giysilerinden, burada bazı bayramlardaki eğlencelerinden falan bahsetmişlerdir. Fakat Osmanlı döneminde belirli bir istatistik İstanbul’da yaşayan Bulgarlar hakkında yok. Olmama sebeplerinden biri de şu: Teolojik bir devlet olduğu için, sonuçta Ortodokslar içinde toplam sayıya dahil edilmişlerdir, Rum milleti içinde sayılmışlardır. Ama tabii ki işte bu bahsettiğim kaynaklardan, bazı kendi yazdıklarından bazı kişilerin Bulgar olduğunu öğrenebiliyoruz. Asıl ortaya çıkışı özellikle 18. yüzyılın sonu, 19. yüzyılın başında oluyor. Sebep de şu: Artık kiliselerinde Bulgarlar kendi dillerinde ibadet etmek istiyorlar ve bununla ilgili birtakım faaliyetlerde bulunuyorlar. Bunlar gerek bazı ruhaniler, gerekse de sivil toplumdan kişiler. Hatta şöyle, biraz da belki efsane, belki gerçekten anı; bir kitapta da, Tonço Tonçef’in yazdığı Bulgarca olan bir kitapta, Sultan II. Mahmud’a prezante ediliyor Yorgaki Çalıkof diye bir adam. O da işte diyor: “Sen hangi millettensin, bana söyle” diyor. O da: “Bulgarım ben” diyor. “Nasıl Bulgar? Ben böyle bir şey duymadım” diyor. O da: “İşte, bir Bulgar milleti de var, ben de buraya geldim, İstanbul’da yaşıyorum” diyor. “Vay vay vay! Demek ki böyle bir toplum varmış benim imparatorluğumda, ben bunu bilmiyormuşum” gibi bir cevap veriyor. Hani, anekdot, efsane de olabilir fakat anlatılıyor. Buna karşılık, özellikle Yeniçeri Ocağı kaldırıldıktan sonra ve yeni ordu için belirli bir terzi ihtiyacı doğduğundan dolayı Bulgaristan’ın birçok şehrinden abacılar İstanbul’a geliyor ve “ambarya” denilen, “hambar” denilen, Sultanahmet’teki eski bir arslanhanede çalışıyorlar ve Osmanlı ordusuna, yeni kurulan orduya üniformaları dikiyorlar. Oradan bir abacı esnafı doğuyor. Öncesinde tabii, bahsettiğim gibi bahçıvanı, seyisi, sütçüsü, muhallebicisi, meyhanecisi, balıkçısı, her türlü meslekte çalışan Bulgarlar var. Ve belirli bir dönem de, tabii daha geç, 19. yüzyılın ortalarında, örneğin Sultan Abdülaziz’in ve Abdülhamid’in bütün faytoncuları ve seyisleri Bulgar. Hatta isimlerine kadar, işte ‘‘Deli Todor, Yuvan’’ gibi böyle isimlere rastlıyoruz. 1839’dan sonra Osmanlı’da herkes daha serbestçe kendini ifade edebildiği için burada da nüfus artıyor. Buna karşılık, enteresan bir olay, Bulgarların burada kendi şahısları dışında, kendilerine ait, yani toplum olarak bir mülkleri yok. Ve ilk toplandıkları yer – ki tüccarlar da orada başı çekiyor – bugün Eminönü’nde Mısır Çarşısı’na yakın, Rüstem Paşa’nın karşısındaki Balkapanı Han. Anlıyoruz ki 1840-50’li yıllarda Balkapanı Han’da olduğu gibi Bulgar tüccarların dükkanları bulunuyor. Artı bazıları kirada, bazıları kendi aldıkları yerler. Ve tabii ki ilk gelenler veya o dönemdeki tüccarlar değişik yerlerden, köylerden, kasabalardan gelmiş. Belki çok okumuş değil ama ticareti bilenler. Fakat buna karşılık çocuklarını da eğitmek için orada bir pazar okulu kurup, her pazar çocuklarına eğitim verdiriyorlar.
Ruşen Çakır: Yani bir Bulgar okulu kuruluyor.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Hristo Kopano: Yani pazar okulu sadece, yani dillerini, lisanlarını unutmasınlar diye. Öyle her gün veya normal veya resmi bir okul değil. Fakat burada daha da enteresanı, en büyük mücadele bir Bulgar kilisesinin kurulması için veya Bulgarca ayin yapan bir kilisenin kurulması için veriliyor, biraz önce söylediğim gibi. Ve sonuçta 1849 yılında sultanın fermanıyla Fener Patrikhanesi’nin de onayıyla bugünkü Balat’ta Demir Kilise’nin bulunduğu yerde ilk Bulgar Kilisesi açılıyor, Bulgarca ayin yapmak üzere.
Ruşen Çakır: İlk dediğinize göre birkaç tane var.
Hristo Kopano: İstanbul’da tabii bir iki tane var. Fakat sadece İstanbul değil, bütün Balkanlarda çünkü o dönemin kilise ayin lisanı Yunanca, Bulgarca olarak yok ve bu çok büyük bir başarı olarak kabul ediliyor. Sonuçta kendi lisanımızda, kendi dilimizi anlayabiliyoruz gibi. Ve bu kilisenin açılışı örnek oluyor. Birçok yerde Balkanlarda, sadece bugünkü Bulgaristan sınırlarında değil; mesela Makedonya’da o dönem tamamen kendini Bulgar hissediyor oradaki Slavlar veya işte bugünkü Sırbistan’ın bir kısmında, Yunanistan’ın kuzeyi olduğu gibi bütün o bölgeler, işte Kastoria, Florina, Selanik’in kuzeyi tamamen Bulgar-Makedon kültürüne hâkim ve sonuç olarak da bütün bu yerlerde kiliseler açılıyor Bulgarca ayin yapmak üzere. Bunun dışında buradaki kilise, İstanbul’daki Balat’taki eski ahşap kilise de Ana Kilise olarak adlandırılıyor çünkü bir sürü olay orada oluyor. İşte ilk defa dediğim gibi Bulgarca ayin Osmanlı İmparatorluğu döneminde… Onun dışında mesela ferman, daha sonra 1870 yılındaki ferman orada okunuyor. Birçok kilisenin açılmasının izni o taraftan veriliyor ve böylece bir ana kilise gibi bir şey oluyor. Buna karşılık aynı dönemde İstanbul’da artık ikinci nesil ve üçüncü nesil Bulgar tüccarlarının ve buraya çalışmaya gelmiş olan kişilerin çocukları da değişik okullarda eğitim görüyor. Entelektüel seviyesi de epey yükseliyor. Hatta bir dönem, 1850’li-60’lı yıllar arasında örneğin Robert Koleji’nde en fazla Bulgar öğrenci var. Galatasaray Lisesi’nde aynı şekilde, Lazaristlerin okullarında aynı şekilde. Hatta en ilginci, daha sonra Bulgaristan’ın başbakanı olacak olan Stambolov da Galatasaray Lisesi’nde okuyor. Bir sürü general, sonra dışişleri bakanı gerek Robert Kolej’de gerekse de Galatasaray Lisesi’nde eğitim alıyor.
Ruşen Çakır: O kadarını bilmiyordum bir Galatasaraylı olarak, çok ilginç.
Hristo Kopano: Evet. Tarihinde tabii… Bütün bunların yanında İstanbul aslında şöyle, o dönem öyle tarif edilir: Kültürel Uyanış Dönemi Bulgaristan’ın ve İstanbul, Kültürel Uyanış Dönemi’nin merkezi oluyor. En önemlisi de tabii 28 Şubat 1870 yılında verilen fermanla, Sultan Abdülaziz döneminde, Bulgar Eksarhlığı adlı bir kurum tanımlanıyor. Fermanda Bulgarların ayrı bir millet olduğu, Rum milletinden ayrı oldukları ve kendi kiliselerinde serbestçe ayin yapabilecekleri gibi maddeler bulunuyor. Hatta Balkanlardan bahsedersek, sonuçta bugünkü Bulgaristan sınırları dışında Makedonya’da da kiliselerin kurulabileceği, kişilerin tercihleri doğrultusunda 2/3 çoğunluk sağlanması halinde ve Trakya’da da bu durumun geçerli olabileceği bu fermanda belirtiliyor.
Ruşen Çakır: Osmanlı dönemi çok heyecanlıymış ama biraz Cumhuriyet’e gelelim. Cumhuriyet’te bir şeyler değişmedi mi Bulgarlar için?
Hristo Kopano: Şöyle söyleyeyim, oraya gelene kadar çok kısa iki üç cümle ekleyeyim. Tabii ki, 1870 yılındaki olay bahsettiğiniz gibi epey hareketli fakat 1878 yılında Türk-Rus Savaşı sonrasında ortaya bir Bulgar Prensliği çıkıyor ve ilk baştaki sınırları bugünkü Kuzey Bulgaristan. Tabii ki bir savaşın sonucu olarak, o bölgeden İstanbul’a yerleşmiş olan kişilerin veya kökenleri orada olan kişilerin çok büyük bir kısmı oraya dönüyor. Yani, ‘‘Artık Bulgaristan daha serbest’’ veya işte, ‘‘Savaşın sonuçlarına ben katlanmayayım’’ diye dönüyor. Fakat tabii ki Trakya, bugünkü Rumeli dediğimiz kısım, Makedonya Osmanlı’nın idaresinde hâlâ ve daha kolay gidip gelmek için o kişiler zaten Osmanlı tebaası olarak kalıyor. Onlar kalıyor, tabii nüfusta bir azalma oluyor ve akabinde Rumeli bağımsız olunca aynı şey yaşanıyor. Fakat Balkan Savaşları sonucunda, örneğin benim ailemde de olduğu gibi, o Bulgarların yaşadığı bölgeler Sırpların veya Sırp Krallığı’nın ya da Yunan Krallığı’nın egemenliğinde kalıyor ve kendini Bulgar hisseden bu kişiler oraya dönmek istemiyor. Asimile olmak istemedikleri için İstanbul’da kalıyor ve bugünkü cemaatin burada – ki aşağı yukarı 400-500 kişi arasında – temelini o ailelerin çocukları oluşturuyor.
Ruşen Çakır: Bugünkü 400-500 kişi, diyorsunuz. Peki, Cumhuriyet’in ilk yıllarında daha fazlaydı da bugün azaldı mı?
Hristo Kopano: Tabii ki. Şimdi Cumhuriyet’in ilk yıllarında özel bir problem yok. Buna karşılık söyleyebileceğim şeylerden biri şu: 1936’ya kadar nüfus yaklaşık, bütün bu 50 bin kişi 19. yüzyılda, yaklaşık 4000-5000 gibi bir rakam İstanbul’da yerleşik kalıyor. 1936 Beyannamesi ile de vakıf olarak Bulgar Eksarhlığı Vakfı’nın varlığı tamamen devlet tarafından da tanınıyor. Sonuç olarak özel hiçbir politik problemi yok. Zaten siz de biliyorsunuz, Bulgaristan’la Türkiye arasında da yok. İstanbul’da yaşayan Bulgarların da özel bir problemi yok Türkiye Cumhuriyeti ile. Her şey yolunda. Fakat o dönemden başlayarak, biraz daha 70’lere 80’lere kadar gelerek, çoğunluğu ekonomik sebeplerden dolayı birçok göç oluyor. Bu da Bulgaristan’a doğru değil, en fazla Amerika, Kanada, Avustralya gibi ülkelere. Orada da Bulgar toplulukları var. Ama tabii biliyorsunuz, Amerikan rüyası vardı, Kanada yeni kuruluyordu. Avustralya biraz daha geç… En fazla tabii Avrupa’ya da doğru bir tersine göçten bahsedebiliriz, %90-95’i ekonomik temellere dayanan. 1945 yılında da Bulgaristan’ın Doğu Blokuna girmesiyle veya işte Komünist Blokuna girmesiyle daha çok Bulgar vatandaşı olan kişiler açıkçası biraz sıkıntı çekmişler burada, o anlatılır. Yani sıkıntı dediğim işte “Oradan mısın, buradan mısın?” veya işte…
Ruşen Çakır: Ajan muhabbeti…
Hristo Kopano: Ajan muhabbeti açıkçası… Tabii ki resmi olarak bizim aramızdan hiçbir zaman kimse ajan olarak yargılanmadı ama hep bir şüphe doğdu ve ondan dolayı da nüfusta yavaş yavaş bir azalma var. Yani işte 4.000 küsur kişiden 1930’lu, 35’li yıllarda bugün dediğim gibi 400 kişi kaldı. Bütün bu şeylere bağlı olarak, en büyük sebep ekonomik, bir de 1945 ile 1950 yılları arasında Bulgaristan’daki rejimden dolayı. Aslında şöyle bir olay vardı, hep hatırlarım ben çocukluğumda da; zamanında Bulgaristan’a gitmek de çok zordu. Akrabalarımız da vardı, onlar da gelemezdi. Ancak böyle telefonla, işte telgrafla, o tür şeylerle… Ama II. Dünya Savaşı döneminin sonrasında Soğuk Savaş döneminde oluşan problemler orayla ilişkileri engelledi.
Ruşen Çakır: Şimdi herhalde çok rahat bir şekilde gidip gelebiliyorsunuz.
Hristo Kopano: Şu anda hiçbir sorun yok, zerre kadar sorun yok. İlişkiler, yani zannediyorum, en iyi Bulgaristan’la. Tabii ki hoş olmayan durumlar oldu 1984-89 arasında. Bu böyle… Yanlış tabii hareketler, yanlış yapılan o politika belki de artık Doğu Bloku’nun son direniş hamlelerinden biriydi birtakım şeyler. Fakat onun dışında özel bir sorun yok ve gayet rahat bir şekilde ilişkilerimizi sürdürüyoruz.
Ruşen Çakır: Peki, şöyle bir şey var: Şimdi siz mesela Bulgar Ortodoksu olarak, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak Bulgaristan’a gittiğinizde vatandaş olabiliyor musunuz?
Hristo Kopano: Olabiliyor tabii. Çünkü Türkiye ile Bulgaristan arasında çifte vatandaşlık anlaşması var. Bir de hani gerek 88’de, 89’da, gerek öncesinde göç eden Türk asıllı, Pomak asıllı kişiler de aynı haklardan yararlanıyor.
Ruşen Çakır: Çünkü orada şöyle bir şey var; Bulgaristan artık Avrupa Birliği’nin bir parçası olduğu için…
Hristo Kopano: Evet, ama Türkiye ile Bulgaristan arasında kesinlikle çifte vatandaşlık anlaşması var ve birçok kişi yararlanıyor.
Ruşen Çakır: Yani Avrupa’da serbest dolaşım hakkı var, değil mi Bulgar vatandaşlarının?
Hristo Kopano: Tabii, tabii, tabii.
Ruşen Çakır: Türklerin yok ama, yok.
Hristo Kopano: Yok.
Ruşen Çakır: Ben çocukluğumdan, Çağlayan’da büyüdüğüm için, hatırlarım. Bulgar Hastanesi vardı. O sizin topluluğun hastanesi mi?
Hristo Kopano: O bizim topluluğumuzun bir hastanesi, yani tek hastanesiydi. Tabii hikayesi uzun, fakat ilk başta bahsettiğim dönemde, 19. yüzyılda Yunanlıların, Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin, İtalyanların ve başka toplumların hastaneleri var. Tabii ki ileri gelenler ve o zamanki toplumun yöneticileri, ‘‘Bizim niye olmasın?’’ diye bir şeye geliyor. Çünkü biliyorsunuz, belki de tabii günümüzde hoş karşılanmayan bir durum ama, herkes kendi vatandaşını alıyor. Yani işte, maalesef öyle anılar da anlatılıyor. Birçok yerde ikinci sınıf hasta veya vatandaş oluyorsunuz. Ve sonuçta 1902 yılında o hastane inşa edilmiş oluyor hayırseverlerin yardımıyla. Hatta en büyük parayı veren Evlogi Georgiev adında o dönemin en zengin Bulgarı. Ve hastane, Bulgarları, İstanbul’da yaşayan Bulgarları tedavi etmek, tıbbi ihtiyaçlarını karşılamak üzere devam ediyor. Hatta içinde de bir kilise var, Aziz Panteleimon adına adanmış. Buradaki olay şu; yıllar boyunca Bulgar Devleti ile Türkiye Cumhuriyeti arasında o konuda bir polemik devam etmiş. Polemik derken şöyle: Bütün burada bizim var olan mülklerin haricinde, Bulgaristan’dan da para verildiği için işte bahsettiğim kişiler, Bulgar hükümeti “Orası bizimdir” demiş. Türkiye Cumhuriyeti hükümeti her zaman “Yok, bu sizin değil. Buradaki Bulgarlarındır” demiş. Böyle bir kavga yaşanmış. Açıkçası bizim o dönemdeki yöneticiler de arada kalmaktansa “Ben bilmem, siz ne yaparsanız aranızda yapın” şeklinde bir tavır almış. Statüsü belli olmadan 1988’lere kadar falan geldi. Ve 1988 yılında, var olan işte bahsettiğim Bulgaristan’daki nahoş olaylar sonucunda devletleştirildi, vakıfların yönetimine geçti. Yani Vakıflar İdaresi’nin doğrudan yönetimine geçip ‘‘Türkiye Hastanesi’’ şekline çevrildi. Şu anda diyebileceğim şey şu: Bize bazı kolaylıklar sağlıyor Türkiye Hastanesi. Fakat ne mülkü ne yönetimi bizim cemaate ait değil.
Ruşen Çakır: Peki, şunu merak ediyorum. Zaten az sayıdasınız, bayağı azalmışsınız. Yeni kuşaklar, genç kuşaklar da zaten çok şey, mesela okul okuyorlar, okullarda başkalarıyla okuyorlar, vesaire, şu bu. Bulgar kimliği kendini yeniden üretiyor mu, yoksa insanlar çok da önemsemiyor mu?
Hristo Kopano: Aslında şöyle diyebilirim; her yerde olduğu gibi, gençlerle beraber dünya da değişiyor, düşünce tarzları da değişiyor. Fakat, bizim cemaatin üyelerinin hepsi sonuçta Bulgar Ortodoks olduklarının ve bizim vakfa, cemaate ait olduklarının farkında.
Ruşen Çakır: Peki, dil biliyorlar mı?
Hristo Kopano: İşte oraya gelecektim. Bilenler var, uğraşanlar var. Bir de şöyle bir şey söyleyebilirim; biz de zamanında, biz de daha ufak çocukken işte gerek papazımız, gerekse bilenler, bize hani böyle bir saatlik, iki saatlik kursla alfabeyi, lisanı öğretmeye çalıştılar. Biz de onu daha genç nesile devretmeye çalışıyoruz. Özel bir okul yok. Ama tabii ki şimdi dediğim gibi zamanlar da değişiyor. Tabii ki aidiyet mefhumları da değişti. Yani görüyoruz, bütün dünyada veya mantalite böyle, ama en azından bilincindeler genç nesil ve örneğin kiliseye gelirler, ayin Bulgarca’dır. Şimdi Demir Kilise, tabii Balat’ta var bahsettiğim eski ahşap kilisenin yerinde. Ve ‘‘Stefan’’ olmasının sebebi de tabii ki bir aziz değil ama Stefan Bogoridi adındaki çok yüksek mevkiye gelmiş bir Bulgarın, 19. yüzyılda bir de Sisam Valiliği de yapıyor, onun bahşettiği bir yer ve ondan dolayı da hatırası unutulmasın diye ismi Aziz Stefan, ki ilk Hristiyan azizlerinden biridir. Orada genelde daha büyük bayramlar kutlanıyor, toplanırlar, işte Paskalya gibi. Günü 27 Aralık’tır. Bunun dışında Şişli’de, Halaskargazi Caddesi üzerinde bizim vakıf merkezi ve aynı zamanda Ivan Rilski Kilisesi bulunmakta. Genelde pazar günleri orada cemaat toplanır, gençler, yaşlılar.
Ruşen Çakır: Genellikle İstanbul’dasınız o zaman. İstanbul dışında var mı?
Hristo Kopano: İstanbul dışında şöyle, tabii ki zamanında çok varsa da bugün Edirne’de birkaç aile var. Orada da iki tane kilisemiz var. Edirne’de restore edilmiş ve ayin de yapılmakta. Çok küçük bir cemaat kalmış tabii Edirne’de ve bütün Trakya’da, örneğin Kırklareli’nde de zamanında çok büyük bir Bulgar cemaati var. Bir de bilinmeyen bir tarih gibi söyleyebilirim, tabii ki öteki cemaatler gibi büyük değil ama ‘‘Anadolu Bulgarları’’ adında bir topluluk da var ki 16. yüzyılın sonlarından itibaren özellikle Marmara Bölgesi’nin güney kesimlerine yerleşmiş ve orada köylerde 1924’e kadar yaşamış bir topluluk. Lozan’ın akabinde Anadolu’da oldukları için göç zorunluluğuna tabi tutulmuş bir toplum. Bugün onların torunları Bulgaristan’da yaşıyor hatıralarla. Yani diyebileceğim yerler, örneğin İzmit civarında, Bursa civarında, Balıkesir tarafında, Çanakkale tarafında araştırılmış epey köy var bu konuda. Zannedersem 30’a yakın köy var.
Ruşen Çakır: Peki, toplumun diğer kesimleri malum, Türkiye ağırlıkla Müslüman ve siz de bunun içerisinde yaşıyorsunuz. Tarih boyunca birtakım ayrımcılıklara muhatap oldunuz mu?
Hristo Kopano: Vallahi şimdi… Şahsen mi soruyorsunuz?
Ruşen Çakır: Yok, topluluk olarak soruyorum.
Hristo Kopano: Topluluk olarak özel bir ayrımcılıktan bahsedemem. Tabii ki ayrımcılık da diyemeyeceğim ama sıkıntılı bir dönemde, işte bahsettiğim 84-89 döneminde, hiçbir ilgimiz olmamasına rağmen, bizim cemaatten hiçbiri Bulgaristan’da yaşamış değil, oranın doğrudan veya bugünkü veya o dönemki mantalitesine de sahip değil ama birtakım tabii, belki de normal olarak sıkıntılar yaşadık. İşte, ‘‘Ne diyorsunuz, ne yapıyorsunuz?’’, medyadan da geldi veya işte, ‘‘Burası sizin mi, Bulgar devletinin mi? Ona göre davranalım’’ gibi şeyler. Bir iki defa gösteri oldu Şişli’deki şeyin önünde ama tabii sağduyu galip geldi. Hatta yani her zaman bir polis koruması da Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin oldu, yani aşırıya kaçmaması için. Tabii ki üzücü bir olay, onu ben yaşamadım ama babam, büyükbabam, ailem hepsi yaşadı; 6-7 Eylül olayları. 6-7 Eylül olaylarında, aynı şekilde bütün öteki cemaatler gibi, benim ailem de ve İstanbul’da yaşayan Bulgarlar da epey sıkıntı çekti.
Ruşen Çakır: Devletle ilişkiniz nasıl şu anda? Statünüz vesaire, bunlar hakkında herhangi bir sorun yaşıyor musunuz?
Hristo Kopano: Şu anda özel bir sorun yaşamıyoruz, onu rahatlıkla söyleyebilirim. Bizim statümüz şu aslında: Lozan’da Bulgaristan yok veya sadece gözlemci; bizim adımız da Lozan Anlaşması’nda geçmiyor. Fakat Lozan’ın hemen akabinde, 1924 yılında Türkiye ile Bulgaristan arasında yapılan Ankara Anlaşması var ve Ankara Anlaşması’nda birkaç maddeden sonra — yine işte Lozan’a benzer aslında o maddeler — ‘‘Burada belirtilmeyen bütün maddeler için Lozan Anlaşması geçerlidir’’ diye bir ibare var. Bu da doğrudan Lozan Anlaşması’nın azınlıklar bölümüne veya Türkiye’de yaşayan azınlıklar bölümüne sokuyor. Dediğim gibi, problemler tabii yaşanmış bu bahsettiğim problemlerin dışında. Artık böyle 1950’lerden sonra, biraz da belki reciprocity yüzünden, ‘‘Karşılıklılık ilkesi’’ yüzünden, bize ait olan birçok mülk hazinenin eline geçmiş. Fakat 2000’li yılların başında çıkarılan Vakıflar Yasası’yla, bütün bu mülkler, hastane hariç birkaç tane yer — onların da statüsü değişmiş zamanla — geri verildi, tapuları verildi. O konuda oldukça müteşekkiriz diyebilirim. Bizim olan bize geri verildi.
Ruşen Çakır: Eyvallah. Peki, nasıl bir gelecek görüyorsunuz? Türkiye’de Bulgar Ortodokslar, sayıları az da olsa varlıklarını sürdürecekler mi?
Hristo Kopano: Sürdürecekler. Şimdi tabii bazıları karamsar konuşuyor olabilir, bazıları yaşlı nüfusun daha fazla olduğunu söylüyor. Fakat sonuç olarak köklerimiz burada, İstanbul’da. Ve, nasıl söyleyeyim, çoktan gitmiş olurlardı burada bir gelecek görmeselerdi. Tabii ki birçok kişinin kendi işleri var, çalışma alanları var. Artık son nesil, kaldı ki yani benim neslim de öyleydi, hepimiz üniversitelerde okuduk, değişik değişik meslekler edindik, burada kazandık, burada askere gittik. Gelecek, Türkiye’nin geleceğiyle beraber şekillenecek. Türkiye ne kadar mutlu olursa, paralelinde bizim de mutlu olma şansımız çok yüksek. Parlak bir gelecek diliyorum, inşallah olacak.
Ruşen Çakır: İnşallah, hep beraber…
Hristo Kopano: Fakat dediğim gibi, yine genç bir nesil var. Belki de bazıları geri döner, bilemem. Yani bazı toplumlarda oluyor, farkındasınızdır. İşte Mardin’e birtakım Süryaniler döndü zamanında, bazı Rumlar döndü Adalar’a vesaire.
Ruşen Çakır: Genellikle şunu yapıyorlarmış, onu Süryani Sait Bey ile konuştuk; 3 ay Türkiye, diğer aylarda…
Hristo Kopano: Artık tabii öyle, o da bir şey tabii. Ama sonuçta, ben örnek olarak kendim için söyleyeyim, anne tarafından 7 nesildir buradayız. Yani benim göbek bağım burasıyla kesilmiş. Ben hiçbir zaman Bulgaristan’da veya İstanbul dışında yaşamadım.
Ruşen Çakır: Ama görmüşsünüzdür.
Hristo Kopano: Çok gittim, yani problemim o değil. Ama demek istediğim, sonuçta diyorum ki İstanbul, İstanbul.
Ruşen Çakır: Peki, son bir şey, sormayı unuttum. Cenazeleriniz için kendi mezarlığınız var mı?
Hristo Kopano: Var. Kendi mezarlığımız var, Feriköy’de. Mezarlıkta bir kilisemiz de var, işte bahsettiğim şekliyle. Tabii ki dilemeyiz ama olduğu zaman cenaze o kilisede yapılır.
Ruşen Çakır: Bazı toplulukların mezarlıklarla ilgili…
Hristo Kopano: Öyle bir sorunumuz yok. Mezarlığımız var, uzun bir süredir. Uzun derken, daha 1910’lardan beri var olan bir mezarlık. Aziz Dimitri Mezarlığı diye geçiyor. Feriköy’de Yay Meydanı’nda yer alıyor.
Ruşen Çakır: Çok teşekkürler.
Hristo Kopano: Ben teşekkür ederim. Her zaman sorularınız varsa yardımcı olmaya çalışırım.
Ruşen Çakır: Çok sağ olun. Hristo Kopano’ya çok teşekkür ediyoruz.
Hristo Kopano: Ben size teşekkür ederim.
Ruşen Çakır: Evet, ‘‘Bir mozaik olarak Türkiye’’nin 31. bölümünde Bulgar Ortodoksları, Hristo Kopano ile konuştuk. Çok az bilinen ama çok uzun süredir bu topraklarda yaşayan ve yaşamaya devam edeceği belli olan bir topluluk Bulgar Ortodoksları. Kendisine tekrar teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.