Ben okumayı iki kere öğrendim.
İlkini, üç yaşlarındayken annem; ikincisini, yirmilerimin başındayken Selim İleri öğretti.
22 yaşındaydım, bir gazetenin spor sayfasında futbolla alakalı olmayan insanlarla futbol temalı söyleşiler yapıyordum.
Selim İleri’yi aradım, önce kabul etmedi, futbolla hiç ilgilenmediğini söyledi; sonra, söyleşi yaptığım diğer isimlerin adını sayınca, peki madem, dedi, Cağaloğlu’nda, yayınevinde buluşmak için randevulaştık.
O günden sonra Selim İleri’yi görmediğim tek bir ay geçirmedim.
Ayda en az birkaç kez buluşur, uzun yemekler yerdik.
Bazı haftalar gün aşırı görüşürdük.
Şimdi beni bu yazıyı yazarken gözyaşlarına boğan binlerce hatıra, o telefon geldiğinden beri zehirli oklar gibi beynime saplanıyor.
Üç gün önce beraberdik, bizim burada, Mylos’ta, son zamanlarda gittiğimiz meyhanede.
Ben oraya, Koço’ya, Safa’ya, Vira’ya, Sıracevizler’e nasıl gideceğim bundan sonra bilemiyorum.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Aslında böyle bir yazı yazmanın en kolay yolu jeneriklik birkaç güzel hatırayı arka arkaya sıralamaktır ama ben bunları yazmaya kalksam bu yazı bitmez.
Yirmilerimin başlarındaydım, dedim, devam edeyim, roman yazmak istiyorum, arada, kendimi hazır hissettiğimde, Selim İleri’ye büyük hevesle yazdığım parçaları götürüyorum.
O günlerde, genellikle Arnavutköy’de buluşuyoruz.
“İki saat erken gel, biraz çalışalım” dedi mi içimi hem sonsuz bir endişe hem de müthiş bir sevinç kaplardı.
Yazıklarımı nasıl bulacak, ne diyecek…
Selim Bey, işte o buluşmalarımızda, bana yazmadan önce okumayı öğretti.
Verdiği kitaplar, önerdiği romanlar, yazarlar, neyi nasıl okumalı, hiçbir detayı atlamadan, asla okumak için okumamak, üsluba, cümlelerin kurulumuna, kullanılan imlaya bile dikkat etmek…
Ve “iyi edebiyat nedir?” sorusunun peşine düşmek.
En önemlisi de insanın her halini anlamaya çalışmak ve ne olursa olsun yargılamamak.
O yaşlarımda bana güzel gelen bazı romanların, çok büyük olduğunu sandığım bazı yazarların adlarını söylediğimde başka bir şeyler daha önerir, önümüzdeki hafta o romanları -ya da eski filmleri, operaları, piyesleri- konuşmak için sözleşirdik.
“Böyle yazmışsın ama bunu böyle anlatsan daha doğru olur” der, yeşil ya da mavi kalemle neden öyle olması gerektiğini anlatırdı.
Yazı yazmayı bir parça öğrenebildiysem yine Selim İleri’nin sayesindedir diyebilirim.
Ama bunların hiçbiri bana bir şey ifade etmiyor.
Birçok insan, haber televizyonlara düştükten sonra başsağlığı dilemek için beni aradığında, onca zamanı birlikte geçirdiğim için ne kadar şanslı olduğumu söylediler.
Bütün o akşamlar şimdi bana sadece acı ve ıstırap veriyor.
Selim Bey’e insanın ve insanlığın bütün hallerini anlayabilme kudreti bahşedilmişti.
Dünyanın en yüce duygusunu da, en bayağı isteklerini de konuşabilirdiniz onunla.
Sizi anlardı.
Herkesi anlardı.
Başka bir zamanın insanıydı.
Selim İleri ile birlikte bir çağ kapandı.
Artık öyle insanlar yok, belki de mensup olduğu büyük yazarlar neslinin son temsilcisiydi.
Etten kemikten değil de, incelik, zerafet, merhamet ve insanı anlama çabasından oluşuyordu sanki.
Bir roman kahramanı için büyük acılar çeker, gözyaşlarını tutamaz, bir avuç şefkat ve merhamet ürperişiyle sarıp sarmalamaya çalışırdı.
Aynı zamanda Türk edebiyatında nesiller arası bir köprüydü.
Gençlerin elini tutar, önünü açar ama unutuluşa terk edilmiş, kitapları senelerdir basılmayan yazarları da bulur, hatırlatır, dile ve kültüre sahip çıkabilmek için mücadele ederdi.
Duvarda tablolarınız, kütüphanede sıra sıra kitaplarınız, masamın üstünde daktilonuz duruyor.
Küçük peluş ayıcık da burada, belki bir gün, niye bende olduğunu da anlatırım.
Şimdi yeni kitaplarınız çıkacak, onları alıp diğerlerinin yanına koyacağım.
Onlar imzasız kalacak.
O kitapları elime alıp da okuyabilme gücüne sahip olabilecek bilmiyorum.
Tek tük fotoğrafımız var -“fotoğraflar hüzün verir, bendekilerin hepsini yok ettim”- hiçbirine bakamıyorum.
Bir gün bu yazıyı yazmak zorunda kalacağımı biliyordum, konuşmuştuk da, “iki yazarın dostluğu bir yazıyla biter”, ama ben bu kadar zorlanacağımı ve kötü bir şey yazacağımı düşünememiştim.
Gözyaşlarıyla doldurulamayacak kadar büyük bir boşluk var çünkü içimde.