Kenan Çamurcu bu haftaki “Hurilere sabırsız fantazyanın antropolojisi” başlıklı yazısında Müslümanlıktaki “72 huri” inanışını inceliyor, Kur’an ve tefsirlerde hurilerin mit olup olmadığını, cennet vaadi ve radikal inançlar arasındaki ilişkiyi sorguluyor.
Cihatçılar ve Cennet Vaadi: Gerçek mi, Propaganda mı?
Trump’ın Gazze’ye hallenmesindeki “takeover” misali, ABD ve Avrupa’nın tam desteğiyle Aralık 2024’te Suriye’yi ele geçiren Nusra lideri Culanî, cennette çok sayıda huriyle seks vaadiyle motive ettiği savaşçılarını yıllarca ölüme göndermeyi başardı. Üstünde bombalı yelek, hurilerle buluşacağına kesin inanmış, gözleri ışıl ışıl, camiye, cenaze törenine, çarşı pazarda kalabalıkların arasına dalıp tek kalemde onlarca masumu katleden cihatçıları unutmak kolay olmayacak. İdlip’te kadınları sokak ortasında infaz etmesiyle ün yapmış yeni adalet bakanının “o dönem öyle şeyler yaptık evet” açıklamasını Avrupalılar sevimli ve sempatik itiraf görse de.
Gerçi hurilere kavuşma krizi alevlenmiş meczupları Avrupa meydanlarında kendini patlatmaktan uzak tutmak için Selefilere Suriye’de devlet verme kurnazlığındaki ince hesapta isabetliler. Bedeli mukabili geri kabul anlaşmasıyla hem Selefi devletin demografi ihtiyacını karşılamış olacaklar hem de Avrupa şehirlerinde biyolojik silah olarak dolaşan, hurilere kavuşmaya sabırsız serbest radikaller Batı şehirlerine tehdit olmak yerine Suriye’deki hoşnutsuzluğun muhtemel bir kitlesel tepkiye dönüşmesi anında epey iş görecek.
Cihatçılarını cennette hurilere kavuşma umuduyla Allah için ölüme ve öldürmeye koşarken kuşkusuz bazı stimülanlardan da destek alıyordu Culanî ve bir gecede şipşak general olmuş komutanları. Suriye’yi fethedince terörist olmaktan kurtulan cihatçıların şu sıralar sağda solda elleriyle koymuş gibi buldukları captagonlar mesela. Farmakologlar bu büyülü takviyenin, bombalı yeleği patlatırkenki hissizliği sağlamada üst düzey etkisini inkar etmeyecektir.
Avrupa’nın hayali edebiyatına talebe olup Alamut’un şahı Hasan Sabbah’a ve fedailerine yakıştırdıkları tüm fantastik sekanslar onların gerçek dünyası aslında.
Bu yazıda, öldürmek üzere ölüme depara kalkmaktaki kesin inancın farmakolojik destek kısmına değil de Müslüman erkekleri heyecanlandıran hurilerle orgy fantezisinin antropolojisine bakacağız.
Müslüman erkeğin “göğsü tomurcuklanmış kız” hasreti
“Göğüsleri henüz tomurcuklanmış cennet kızları”na özlem, pedofil Müslüman erkeğin büyük hasreti. Şuuru ve muhakemeyi iptal edecek kadar büyük. Kur’an’daki kimi ayetleri şaşırtıcı fizyonomik detaylarla tercüme ettiren bir heyecan hali. Diğer taraftan, öte dünyada gerçekleştireceği emelinin bu dünyada da tadına bakmaktan hiç geri durmuyor elbette. Erkek kız ayırmadan küçük çocuklara yeltenilen taciz, tecavüz, istismar vakaları suç arşivinin en kallavi reyonunu oluşturuyor.
Hurilerle sınırsız cinsellik hülyasıyla yatıp kalkan pedofil Müslüman erkeklerin fantezisi sınırsız. Rivayetlerde sayıları 72’den 8 bine kadar çıkan, kimi rivayetlerde de 4 bin bakire, 8 bin dul detayı verilen (Zebidî, 14/606) kız ve kadınlarla seks müjdesinin hayaliyle yaşıyorlar. Üstelik bu kızlar hep bakire olacak. Her ilişkide hymen yırtıldığında hemen onarılacak ve tekrar bakire olacaklar. (Suyutî, 1/86). Regl olmayan, hep virjin, kızlıkları her defasında yenilenen genç kadınlar. Sisifos laneti gibi.
Dr. Fehim Emir, “Bismillah, Kant und der Islam” başlıklı yazısında Kant’ın, Müslümanları ebedi şehvet düşkünü gördüğünü yazmış. “Müslümanlar ölmeyi seviyor, çünkü huriler onları cennette bekliyor,” diyor.
Irkçılığının sebep olduğu önyargılarını (Özbek, s. 26) saklı tutarak, Kant’ın Müslümanlık için söylediklerinde haklı bir yan var: Müslümanlık bir tür afyon yolculuğu; yanlış vizyonların yönlendirdiği, ilkel duyuların hakim olduğu rasyonel olmayan inanç; şüpheli görüşleri rasyonel sorulara karşı bağışık olan mistiklerin kışkırttığı duygusal coşku. Pratik Aklın Eleştirisi‘ndeki meşhur cümlesi şöyle: “Pratik akıl tutkularla koşullanmış olarak (…) temele konursa Muhammed’in cenneti (…) kendi beğenisine göre kendi ucubesini akla zorla dayatırdı. Aklı bu biçimde düşlere terketmektense akla hiç sahip olmamak daha iyidir.” (Kant, s. 131).
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Freud’un, dinin kolektif/masif saplantı nevrozu olduğu iddiası (Freud, s. 40), inanca karar vermek için kullanılması gereken aklı lağvedip acayip, tuhaf, çılgınca inançları sorgulamaksızın ve muhakeme etmeksizin benimsemeye tam uyuyor.
Müslümanlar böyle bir dinin başka inançtan veya inançsızlık evreninden erkekler için çok cazip olacağını planlıyor ve tebliğin eksenine cennette huri itikadını yerleştiriyor. Kadınları bu dünyada bile hesaba katmadıkları için öte tarafta onların hissesine hiçbir şey düşmemesinde dert edecekleri bir şey yok. Çünkü antik Yunan, Hıristiyan Ortaçağı ve Aydınlanma döneminde kadını akıldan yoksun varlık gören düşünürlerle aynı inançtalar.
Hurilere duyulan sabırsızlık Allah’ın erkekleri ibadete teşvik yöntemi mi?
Huri meselesinde Müslümanların aklının ucundan bile geçmeyen çok temel ve önemli sorular var oysa:
– Allah kadınları kapsam dışında bırakıp sadece erkekleri cennette yaşanacak cinsel fanteziyle mi ibadete motive ediyor?
– Hurilerle orgy Allah’ın erkekleri kulluğa teşvik yöntemi mi?
– Allah, kendisi için ölmeye cennette onlarca, yüzlerce, hatta binlerce küçük kızla cinsel ilişki vadederek mi dinini ayakta tutmaya çalışıyor?
– Henüz göğüsleri bile çıkmamış küçücük kızları ödül vaadi olarak kullanan bir Tanrının rahman ve rahim olması mümkün mü? Bu itikatta sorun yok mu?
– Hiçbir ahlakî kurala bağlı kalmaksızın dilediğini yapan Tanrı tasavvuru tuhaf değil mi?
– Huri ödülü çok önemli bir motivasyon ise neden başka konularda olduğu gibi çok sayıda ayette tekrarlanmadığını, sadece birkaç ayetteki belirsiz ifadelerden böylesine büyük sonuçlar çıkarıldığını merak etmek gerekmez mi?
– Huri rivayetlerinin hiçbiri Peygamber’e varmadığı halde neden Kur’an ayetleri fantastik huri detaylarına göre yorumlandı?
Müslümanlığın, kâfirleri öldürürken ölürse cennette kendisine sunulacağına inandığı huri ordusu bu dünyadaki yoksunluğun büyüklüğü oranında. Bu dünyada çok eşliliğin dört kadınla sınırlandırılmasında sınav gören cinsel öforinin öte dünya fantezisi.
Burada din sosyolojisi yapıyor olsak inançları ve o inançların toplumlarını tasvir eder, betimler geçerdik. Ama felsefeden yardım alıyoruz ve doğru-yanlış, iyi-kötü değerlendirmesine bakmak zorundayız.
Önce bir tutam yöntem
Annales Okulu ve Braudel sayesinde tarihi, insan ve toplumların tüm yönleriyle hesaba katılacağı bir zaman akışı olarak incelemenin önemi farkedildi. Yoksa elde tarih namına devletler, savaşlar, anlaşmalar, büyük şahsiyetler vs. ile şişirilmiş kurgu hikayeler olacaktı sadece. İklim, nüfus, iktisat, gelenekler, dil, kültür vs. sahalarına bakmadan yazılan tarih hayali öyküden ibarettir. Dinî hayatın her şeyi, hatta inançlar da tarihtir ve ancak Braudel’in şart gördüğü yöntemle incelenirlerse doğruya yakın sonuçlara varılabilir.
Diğer din ve inançlar gibi antropolojik bir vaka olarak Müslümanlık bu metoda intibak etmekte çok geç kaldı. O nedenle, uğruna ölmeyi ve öldürmeyi olağanlaştırdığı zıvanadan çıkmış kutsallaştırmalarla âkil ve bâliğ değerlendirmelerin ışık yılı uzağında. İnsanlık birikimine, uygarlığa katkısı yok. Bilakis körkütük karşıtlıkla iyi olan her şeyi imha etmeyi kafaya takmış. Bu haliyle yerinde sayarsa makuliyet, izan ve insafla arasındaki mesafe daha da açılacak ve bir süre sonra ancak psikiyatrinin konusu olacak.
Böylesine derinleşmiş kriz zamanında kalıcı bir çare aramak yerine İslamofobi edebiyatına sımsıkı sarılmak veya ağlak mağduriyet sızlanmalarıyla acınmayı beklemek, asıl yapılması gerekenlerden firar için zaman satın alma kurnazlığından başka bir şey değil. Müslümanlık bohçasındaki dikiş tutmayan yamaları söküp atmadan Müslüman toplumların düze çıkamayacağına gelişmiş toplumların tarihsel serüveni tanıktır.
Uydurma rivayetlerle ayetlere anlam verme sorunu
Huri meselesi gibi çok sayıda örneğin ortak özelliği, uydurma rivayetlerle ayetlere anlam verilmiş olması ve bu anlamları korumak için kelimelerin lugat anlamlarına dahi müdahalelerde bulunulması. Biraz sonra bu sorunu başlangıç seviyesindeki okuyucunun seviyesine göre de ileri okuma ve uzmanlık düzeyindekiler için de açıklayacağız.
Meselemiz esas itibariyle metin yorumuna ilişkin tartışmalarla ilgilidir ve Müslümanlar, konuyla alakalı ayetlerin doğru yorumuna ulaşmaya çalışmak yerine o ayetleri, zihinlerini istila etmiş hurilerle seks fantezisini doğrulayacak biçimde kullanıyorlar. O kadar ki, Kur’an’da “huri” kelimesinin geçmediğini, üstelik kelimenin dişil de olmadığını, hatta isim bile olmadığını göremeyecek kadar şuurları kapalı. Yani Müslümanlar kendi ürettikleri imajla durduk yere kendilerini coşturuyorlar. Huri ya da huriler, Müslüman cinsel açlığın zihnindeki masturbatif kurgu. Uğruna ölecek kadar tehlikeli ama.
Fantezi girdabında kaybolmuş bir zihinle bazı ayetlerdeki ifadelere azgın cinsel ve pedofil anlamlar verilmesi Umberto Eco’nun semiosis evreni itibariyle tipik aşırı yorumdur. Gerçi Eco, karşı olmakla birlikte aşırı yorumu meşruiyet alanında tutmaya itiraz etmiyor. Ama Kur’an ayetlerindeki kimi ifadelere yüklenen cinsel ve pedofil anlamlar aşırı yorumu fazlasıyla aşacak denli marjinal, gayri meşru, sakıncalı.
Metni yorumlamak yerine kullanmak
Umberto Eco’nun yorumculuğunu yorumlayan pragmatist düşünür Richard Rorty, metinleri yorumlamaya karşı çıkıp onları kullanmayı savunmasıyla meşhur (Rorty, s. 115). Onun sözünü ettiği, metni yorumlamak yerine kullanmak, Müslümanların Kur’an’a yaptığının ta kendisi. Tefsir adı verilen ilim dalı yorum manasına gelse de gerçekte Müslümanlar çoğunlukla metni kullanmaya dayalı olarak Kur’an’dan yararlanıyorlar.
Kierkegaard’ın, Korku ve Titreme’de, farklı senaryolarla anlatıp yorumladığı İbrahim’in oğlunu kurban etmesinin öyküsü hatırlanacaktır (Kierkegaard, s. 11-14). Tam bir aşırı yorum örneğidir. Gerçi bu durumu onun İncil okumasındaki eksiklik ve yetersizlikle açıklayanlar var. O da “Silentio” adıyla yayınladığı kitabın girişinde kendisini “felsefeyle zerre ilgisi yok” diye tarif ediyor. Belki tevazudan, belki de aşırı yorumunun farkında olduğu için. Tanah incelemesi yapacak dil ve din bilgisi yoktu çünkü. Biblical tercümeye bakabilirdi sadece. Öykünün literal anlaşılmasına itiraz eden yorumlar varken Kierkagaard’ın metaforik okuma yerine lafzî manayı tercih etmesi ya bilgisizliğine ya da kötü niyetine bağlanabilir. Ya da coşkulu edebiyat yapmasına ancak literal okuma izin vereceğinden öyle yapmıştır. Öyküyü rüya kabul etseydi ya da metaforik okumaya dayansaydı tragedya yapamazdı çünkü.
Müslümanların da İbrahim-İshak öyküsünü rüya ve metafor görmek yerine en trajik yorumu seçip dinlerine transfer etmesinde etoburluk motivasyonu etkili olmuş olabilir. Sadece Hacda farz ve geçerli olan kurban kesmeyi her yerde şehvetle eda edecekleri ibadete dönüştürmelerinden anlaşılıyor bu. Kur’an’da (Hac 37) et ve kanın Allah’a ulaşmayacağı, niyet ve iyi davranışın kabul göreceği özellikle belirtilmesine rağmen. Hayvan kurban etme gibi hüzünlü ve sarsıcı bir eylemi “bayram”la kutlamaları mesela. Haccın bitiş gününe “Hacc-ı Ekber” denilmesine rağmen “kurban bayramı” dediler. Canlı hayata saygı ve sadakat hisseden halklar ve kültürler gibi kendilerini doğaya ait hissetselerdi acı çekeceklerdi oysa. Beslenme mecburiyetinin çaresizliğine isyan olacaktı hayvan kesmek.
Eğitimsiz vaizlerin köpürttüğü fanteziler
Müslümanların “huri” meselesindeki taşkın, azgın, histerik, nevrotik inancı da böyle. Eğitimsiz, vasıfsız, muhakemesiz, cahil vaizlerin sağda solda buldukları veya işittikleri uydurma rivayetlerle köpürttükleri hararetli fanteziler, acil psikiyatrik müdahale gerektiren ya da çocuklar için önleyici tedbir kapsamında denetimli serbestlik uygulanacak meczupluk örnekleridir.
Büyük bir özlemle kavuşmayı umdukları “huri” tamamen hayal ürünü. Ayetlerde böyle bir kelime kullanılmaması bir yana, hurilere ima sayılarak tercüme ve tefsir edilen ifadeler de tarihsel dönemlerinde ve antropolojik gerçekliğinde bambaşka anlamlara geliyor.
Meşhur el-Mizan tefsirinin sahibi filozof Allame Tabatabaî’nin yönteme ilişkin bir uyarısı var:
Bütün dillerde asli anlamlarında kullanılan kelimeler vardır. Ama bazı kelimeler de zaman içinde kazandığı kavramsal ve örfi anlamıyla diyaloglarda ve halk arasında kullanılmaya başlar. O kadar ki asıl anlamı unutulacak seviyede deyimsel ve örfi kullanımı asıl anlamın önüne geçer. Bu tür bir kullanım, asli anlamından ayrılıp başka bir anlamın yaygın biçimde onun yerine geçtiği alegorik veya metaforik ifadedir artık. Arapça da bundan istisna değil. Mesela “bekaret” kelimesi aslında “taze” ve “bozulmamış” anlamına geliyorken bu kelime şu anda asli anlamıyla bütünüyle ilişkisiz olmasa da örfte ve diğer dillerde kendine özgü bir anlam kazanmış durumdadır. Yahut “ferc” kelimesi Arapça’da “yarık” anlamına geliyorken şu anda asıl anlamından uzaklaşmış ve kadınlar konusunda özel bir anlam (vajina) kazanmıştır. (Tabatabaî, 20/286).
Merhum Allame’ye katkı yapalım: Mesela “Kur’an” kelimesi de şu anda matbaalarda basılan kitabı (mushaf) ifade etmesine rağmen Peygamber hayattayken elde böyle bir kitap yoktu ve kelime bu anlama gelmiyordu. Mesela Kur’an’a abdestsiz dokunulamayacağı iddiası bu nedenle kelimenin yeni anlamı esas alınarak sonradan icat edildi ve bu iddia için bir de ayet bulunarak (Vakıa 79) tahrif edildi. Böyle çok sayıda örnek var ve yaşayan Müslümanlık bu yüzden Peygamber’in öğrettiği İslam’dan epeyce farklı.
Anlam ve yorumu belirleyen yöntemle ilgili temel soru şu: Kur’an’da pedofilleri heyecana getiren huri, gılman, vildan, teraib, kasırat vs. gibi nitelemeler neden belirsiz, kapalı, flu ve blur? Neden kanıt gösterilen ayetlerde yoruma gerek bırakmaksızın ve tartışmaya yol açmayacak netlikte hurilerden bahsedilmedi? Bu tasvirler hurilerle ilgili değilse ne ile ilgili ve ne mesaj veriyor?
Antropolojik bir mesele olarak vahiy ve peygamberlik
Başka bir yazıda coğrafi, tarihsel, kültürel ve antropolojik bir mesele olarak Kur’an, vahiy ve peygamberlik konusunu anlatacağımızı hatırlatarak bu yazıyı ilgilendiren yöntem bilgisi itibariyle başlangıç önermemizi not etmekle yetinelim: Ünlü düşünür Abdulkerim Suruş’un teorisine göre Peygamber’in gördüğü veya işittiği vahiy bir çeşit rüyadır, ama bilinci açıkken ve uyanıkken gördüğü türden. Rüyayı da gündelik dille ifade etmek çok zordur. Toplumsal hayatla ilgili olmayan ayetlerin anlamlarındaki güçlük de buradan geliyor. Suruş dört uzun makalede teorisini yazdı.
Allah insan gibi konuşmayacağından klasik teorinin aksine Kur’an harfler ve kelimelerle Peygamber’e indirilmedi. Hatta vahiy inmedi de. Çünkü “nüzul”ün tek anlamı “inmek” değil. “Varmak”, “ulaşmak” anlamlarına da geliyor. Arapça’da yolculuğun sonunda bir beldeye “inilir” (نزل بالبلد), yani varılır, ulaşılır. Türkçe’de de var bu kullanım. Benim şehrim İzmit’te çarşıya gitmek, “çarşıya inmek”tir mesela.
Hulasa vahiy fenomeninde yukarıdan aşağı doğru bir hiyerarşi yoktur aslında. Çünkü peygamber, uygun ruh haliyle vahye ulaşıyor ve görüp işittiklerini çevresindekilere aktarmaya çalışıyordu. Bunlar olurken bir olağanüstülük yaşadığını, o ân bittiğinde kendine geldiğini ve normal hayata döndüğünü onu izleyenler anlattı çok sayıda rivayette. Batılı oryantalistlerin o hale “epilepsi nöbeti” demesinin (Haykal, s. lxx) sebebi bu rivayetler. Epilepsi nöbeti geçirenin dilinden bu kadar anlamlı ve şiirsel sözler dökülemeyeceğini bildikleri halde ortaya attıkları iddia bu yüzden propaganda sınıfına giriyor. Nesnel durum analizi yapanlar açısından ise doğru önerme şu: Ömrünün son 10 yılını Medine’de geçirmiş Mekkeli Arap Peygamber’in dilinden dökülen ayetlerdeki kelime, kavram ve deyimlerin anlamını o toplumun dil, kültür ve tarihine doğrulatmadan verilen hiçbir anlam geçerli değildir.
Peygamberlik bir kronoloji ve sistematik işi değildir
Hameneî’nin otokrasisinde nasibine doğal olarak hapis cezası düşmüş medrese eğitimli ve hukuk doktoralı Fatıma Vesmegi, Allah’ın peygamber göndermediğini, bazı yetkin insanların kendi çabalarıyla vahyi bulduklarını öne sürdü. Ona göre kronolojik olarak peygamberler gönderilmedi. Farklı yerlerde vahiyle karşılaşanlar onu aktarma görev ve ödevini yerine getirdi. Yani peygamberlik bir sistematik işi değil. İbn Sina bu nedenle peygamberleri filozoflarla karşılaştırmış ve toplumsal düzenin bozulmaması için akla veya dine uymak gerektiğini belirtirken aklın yolunu peygamberlerin yoluna denk görmüştü. (İbn Sina, s. 240). Molla Sadra da bilginin tümel hakikatleri tanımak olduğunu hatırlattıktan sonra, bunun, ya peygamberlerin tarzı olan aklî gözlem yoluyla ya da filozofların yöntemi olan kanıt yoluyla mümkün olacağını yazdı. (Molla Sadra, 1988: 2/303). Molla Sadra, peygamberliğin vahiy ve risalet yolu ile felsefenin düşünce yolunun aynı şey olduğunu, bu ikisini birbirine aykırı sayanların şer’î hitapların felsefi kanıtlara uygunluğunu göremediğini belirtti. (Molla Sadra, 1981: 2/303).
Peygamber vahyin elçisi değil, Allah’ın elçisidir
Yine dil analizine dönersek, klasik teorinin uluları, peygamberlerin Allah tarafından gönderildiğini savunduğu için teoriye uysun diye ayetlerdeki “ba’s” kelimesine “gönderme” anlamı verdi. Kelimenin birinci anlamı bu olmadığı ve diğer ayetlerin tümünde “dirilme” manasını kullandıkları halde.
Konuyla ilgili yazımızda detayına gireceğiz, peygamberlerin vahiyle karşılaşması gönderilme değil, dirilmedir; tıpkı ölümden sonra dirilme gibi. Kişinin dirilip peygamber olmasıyla da toplumlara diriliş fırsatı doğar. Allame Talegani, Pertevi ez Kur’an isimli tefsirinde peygamberlerin toplumlara entelektüel sıçrama yaşattığını, yüz senede katedebilecekleri entelektüel gelişimi birkaç yılda gerçekleştirdiğini savunur . Matrix evreninin hayranı olarak bu uyanış ve dirilişi, mavi hapı yutunca simülasyondan uyanma ile karşılaştıran çıkmışsa alkışlarım. Morpheus peygamberlerin sözünü tekrarlamıştı değil mi: “Unutma, sana vadettiğim tek şey hakikat, fazlası değil.”
Peygamberin diriliş çağrısını değerlendiren bireyler ve toplumlar da var, zorluğu göze alamayıp karşı çıkanlar da. Bu nedenle denir ki, “Cahillik nimet, bilmek zahmettir.” Hani Matrix 1’de Cypher, ajan Smith’in işbirlikçisi olmayı kabul ederken yediği biftek için diyordu ya, “Bu bifteğin gerçek olmadığını biliyorum. Onun sulu ve lezzetli olduğunu beynimin söylediğini de. Dokuz yıl sonra gerçeğin ne olduğunu anladım: Cehalet mutluluktur.”
Alternatif teoriye göre Peygamber, gördüğü veya işittiği vahyi harflere ve kelimelere dönüştürdü. Bu nedenle, klasik teoriyi korumak için hiç olmayacak anlamlar veren çaresiz çabalamalara rağmen Hakka suresi 40. ayetteki “soylu elçi” (rasulün kerim) Peygamberdir: “O [vahiy] soylu bir elçinin sözüdür, bir şairin sözü değil.” (Hakka 40-41). Klasik teori de Allah’ı insan gibi konuşturmanın çelişkisinin farkında olduğu için araya insanımsı, insan gibi konuşan “vahiy meleği”ni sokmak zorunda kaldı. Peygamber zaten elçi iken bir de Allah’la onun arasında aracılık yapan bir elçi daha. Klasik teoriye göre işte elçinin elçisi bu aracı varlık vahyi harflere ve kelimelere dönüştürüyor, peygamber de sadece aktarıyor. Bir tür hoparlör yani.
Vahyin harfler ve kelimelerle nazil olduğu iddiasının resmileşmesi Peygamber’i devreden çıkarmanın ve İslam’a tüzel kişilik kazandırmanın temelini oluşturdu. Kitap haline getirildikten ve Emevi halifesi Osman döneminde tüm elyazmalar yakılarak bir tek resmi kitap bırakıldıktan sonra eldeki mushafa “Allah’ın kitabı” denmesinin sebebi de aynıdır.
Halbuki Kur’an’ın çok sayıda ayetinden net biçimde anlıyoruz ki, Peygamber vahyin elçisi değildir, Allah’ın elçisidir. İslam ve vahiy Peygamber’in ta kendisidir. O olmazsa İslam da vahiy de olmaz. Kur’an fundamentalistleri, geleneksel ve resmi din yorumunu rivayetleri Kur’an’ın önüne geçirmekle suçluyor ve Halife Ömer gibi “Kur’an bize yeter” (Buhari 5669, Müslim 1637) diyor, ama vahyi Peygamber ve Kur’an diye ikiye ayırıp Peygamber’i vahyin elçisi yapmakla resmi din yorumuyla aynı sonuca varıyor.
Müslümanlığın dinî ve siyasî elitlerinin “gençler deist oluyor” diye dövündüğü şikayetin teorik temeli, Ömer’in daha Peygamber hayattayken, yani vahiy devam ediyorken onun yanında mırıldandığı “Kur’an bize yeter” hezeyanıdır. Bu doktrin Kur’an ile Peygamber’i ayırmakla kalmadı elbette, başka kültürlerin kaynaklarını da yok sayarak Müslümanlığı içine kapalı bir topluma dönüştürdü. İbn Teymiye iftiharla yad ediyor: “Ömer İskenderiye’yi fethettiğinde orada Roma’dan kalma çok sayıda kitap bulunduğunu gördü. Yazıldığına göre hepsinin yakılmasını emretti ve dedi ki: Bize Allah’ın kitabı yeter.” (İbn Teymiyye, 17/41).
Bu yazının konusu olan “huri” meselesi ve diğer bütün konular vahyin niteliğiyle ilgili. Burası kavşak noktası. Dili, kültürü, tarihi, antropolojiyi yok sayan ilahiyatçı yöntem anlamaya yardımcı olmuyor. Bu yüzden ilahiyatlar dinsel olanı kutsallaştırma ve kutsal olana bürokrat yetiştirme okulları işlevi görüyor sadece.
“Huri” meselesi kadını insan görmemeyle ilgili
Huri konusu bir kadın meselesi. Kadının nesneleştirilmesi ve cinsiyetçi kategorilendirmeyle ilgili. Müslümanlığın Antik Yunan’dan da, Batı Ortaçağı ve Aydınlanmasından da farkı yok. Bu din kültüründe de insan denince akla erkek gelir. Kadın de facto var. De facto olanı de jure kişilik kabul etmeye istekli değiller. Çünkü Müslümanlık eril din. Hele Sünnilik tam, mutlak eril. Kocası baştan ayağa iğrenç irin ve kan fışkıran bir yara olsa kadın onu yalasa bile kocasının hakkını ödeyemeyeceği (Buhari, 7725) ve diğer korkunç rivayetlerin hepsi Sünnilerin kaynaklarında. Cuma ve bayram namazları gibi kadınlara kapalı ibadetler Sünni Müslümanlığın alameti farikası. Şimdilerde bazı camilerin giriş kapısında “kadın mescidi” yazılı yönlendirme tabelası görüyorum. Kadını camide en arkaya, görünmez kuytulara atıyorlardı, artık camiye de sokmuyorlar. Caminin dışında kulübe yapmışlar, oraya yönlendiriyorlar. Çünkü kadının kendisi gibi namazına ve ibadetlerine de kıymet vermiyorlar.
Sünniliğin talebesi Oniki İmamcı Şiiliğin de kadına bakışı pek farklı değil. İçinden farklı düşünen âlimler çıkmış olsa da. Mesela Ayetullah Kemal Haydarî, geleneksel mollalardan aldığı tepkilere rağmen İslam’ı ve Kur’an’ı mizojinik, kadın düşmanı yorumlardan ayıklamaya çaba gösteriyor. Örneğin Nisa 34’de kocasına itaat etmeyen kadını döverek cezalandırma ve terbiye etmenin emredildiği iddiasını reddederken diyor ki: “Kur’an’daki ‘iza darabtum fi’l-ard’ (Nisa 101) cümlesine ‘yeri dövdüğünüzde’ anlamı mı veriyorsunuz? Hayır. ‘Yolculuğa çıktığınızda’ diyorsunuz. Yani evden uzaklaştığınızda. Çünkü ‘darabe’ fiilinde dövmek değil, ayrılmak, uzaklaşmak anlamı vardır. İşçiler grev yaptığında ne deniyor? ‘İdrab’; yani işten uzaklaşmak, iş bırakmak. Nisa 34’te söylenen, net biçimde ‘evden uzaklaşın’dır. Dövmekle, dayak atmakla hiçbir alakası yoktur ifadenin. Zihniyet rivayete dayandığı için ayete dayak atmak anlamı veriliyor. Oysa Kur’an’ın kendi sözlüğüne bakmanız gerekir. Ayrıca Kadınları döverek cezanlandırmak Kur’an’ın mantığına aykırıdır.”
Kadına şiddetin nedeni, kadını ontolojik suçlu gören din kültürü
Kadına şiddetin nedeni, kadını ontolojik suçlu gören din kültürüdür. Taberi tefsirindeki anlatıma göre Havva ağacı kanattığı için regl, gebelik zorluğu ve doğum sancısı cezasına çarptırıldı. (Taberi, 1/275) Bu, Tevrat’taki tanımın aynısıdır. (Yaratılış, 3/16).
Kadın, Adem’i ayartıp cennetten kovulmaya neden olduğu için kabahatini telafi ve tazmin etmeli. Bu nedenle dünyada olduğu gibi cennette de erkeği tatmin ödevi var. Cennette küçük kız, kadın, huri vs. sunulması erkeğe ödül gibi gözükse de aslında kadına ceza. Kadın hep tecavüze mahkum. Cennette bile. Ceza yerinin vajen olması, eril dildeki avami aşağılama, küfür cümlesinde sıkça işitilir. Hatta küfür olmayan cümlelerde nokta, virgül, nida yerine kullanılıyor tecavüz emeli.
Burka, hımar, çarşaf, başörtüsü erkeğe hizmet yükümlülüğünün simgesi
Taliban’ın üniforması burka da, IŞİD’in üniforması hımar da, İslamcıların ve tarikat esnafının başörtüsü, çarşaf vs. tesettürü de kadının faydasıyla ilgili değil. Hizmet etme yükümlülüğü olan erkekten başkasına görünmeme vazifesi o örtünme. Kadının iffetini korumasının erkeğin haysiyetine muhafızlık anlamına geldiği kültürün semiyolojisi.
Bu mizojinik karanlık evren İslam öncesi Arap geleneğinin de gerisinde. Çünkü İslam’ın “cahiliye” dediği dönemde Arap kadınlarının başındaki örtü bir tür taç idi ve köleler başını örtemezdi. (Torkaşvend, s. 721, Vesailu’ş-Şia 5890, Kâfi 6/461) Bu, erkekler için de geçerli. Köle erkekler başlarını örtecek örtü/sarık kullanamazlardı. Sınıfsal ayrımın simgesiydi yani unisex baş örtüsü. Nitekim Ahzab 73’te geçen örtünme tavsiyesinin gerekçesi (“tanınmaları ve incitilmemeleri için”), cariye/köle statüsünün yürürlükte olduğu sırada kadınların köle sanılarak saygın olmayan davranışlara maruz kalmamalarıyla alakalı. Başını örtmesi yasak olan köle/cariye kadının başkalarına kiralanabilen mal olduğu (Ali, 5/560) o ilkel toplumda başı açık gezmek incitilme nedeni olacaktı haliyle.
Halifeliği zamanında Ömer, Müslüman olsa da köle kadının başını örtmesine büyük tepki gösterirken (“Köleleri örtüp özgür kadınlara benzetemezsiniz”, Beyhakî, 3221) işte bu eski geleneği diriltmek istiyordu. Aslında hortlatıyordu diyelim, zira Peygamber’in devrimi, köle-özgür kategorilerini fiilen kaldırmasıydı.
7/10’da tecavüzün silah olarak kullanılması
Hamas’ın 7 Ekim 2023’te İsrail’e saldırısında 1200’ün üzerinde genç, yaşlı, çocuk İsraillinin infaz edilmesine ilaveten militanların İsrail hükümetini cezalandırmak için İsrailli rehine kadınlara tecavüz ettiği raporlandı. “Tecavüz silah olarak kullanıldı,” diyor rapor. Ezher profesörü (Kadınlar Okulu Dekanı) Suad Salih, Gazze ve Batı Şeria’da sevinçle karşılanan konuşmasında, İslam’da düşmanı aşağılamak ve motivasyonu bozmak için kadınlara tecavüzün caiz olduğunu savundu.
Etimolojik sözlükte “Filistinizm (philistinism)” kelimesinin dar kafalılık, kabalık, estetikten uzak olmak anlamı tarihsel dönemlerin kayıtları belirtilerek aktarılmış. Yahudilerin özgürlük isyanlarına ceza olarak Romalıların Yahuda’ya Filistin adını vermesi, Yahudiler dışında kaba-saba gördüğü yerli halkı böyle nitelemesinden ve Yahudilere ceza olarak onların ülkesini bu kaba-saba halkın zimmetine geçirmesinden. 7 Ekim saldırılarında İsrailli kadınlara karşı işlenen cinsel suçların kutlanmasıyla etimolojideki nitelemenin hakkı verilmişti yani. Filistinliler, tecavüz eylemini, İsrailli askerlerin de benzeri şeyler yaptığını söyleyerek meşrulaştırıyor. Gayri meşru bir işi karşılıklılık (mukabele bilmisl) ile temellendirmenin mağdur ve mazlum sayılma hakkını ellerinden alacağı uyarısına ise her halükarda mağdur görülme beklentisiyle kulak asmıyorlar.
“Huri” kavramı üzerine biraz teknik bilgi
Peygamber’in vefatından iki üç yüzyıl sonra ortaya çıkan tefsirler, Arap erkeğini heyecanlandıran ve şehveti şahlandıran kadın imajına Kur’an’daki “hûr” kelimesini yakıştırdı. “Nuru’l-ayn (göz nuru)”, “kurretu’l-ayn (göz aydınlığı)” denildiğinde akla evlatların gelmesi gibi. “Kur’an” kelimesi de ayetlerde bugünkü kitap (mushaf) anlamında kullanılmıyor aslında.
Tahminen sekizinci yüzyılda savaşa teşvik için “Allah yolunda ölenlerin cennette hurilerle ödüllendirileceği” kampanyası (Cerrar, s. 37-39) zaman içinde Kur’an ayetlerinin tek anlamına dönüştü. Konuyla ilgili rivayetlerin uydurma olduğuna kimse dönüp bakmadı.
Mücahid (ö. 721), Taberî (ö. 923) (Camiu’l-Beyan, 27/102), İbn Kesir, (ö. 1373) (Sıfatu’l-Cenne, s. 110 ve sonrası) “huru’l-ayn”a beyaz yüzlü, siyah gözlü güzel kadın anlamı veriyor ve İbn Abbas’tan naklettiklerine göre renk metaforu -burada açık sarı- cennet bakirelerinin safrandan yaratıldığına ilişkin görüşlerle ilgili. İbn Abbas’a (ö. 687) atfedilen rivayette cennetteki hurilerin dört maddeden yapıldığı belirtiliyor: Misk, kâfur, anber ve safran. (Aynî, 14/133).
Huri kelimesinin “şaşırtıcı” anlamındaki “hayr” kökünden türediğini savunanlar da var. (Taberî, 21/65. Duhan 54’ün tefsirinde Mücahid’den nakille). Ünlü Arap şairi ve dil âlimi Esmaî (ö. 831), “geri dönmek” anlamındaki “havar” kökü gibi bu fiil kökünün de “göz”le ilişkisinden haberdar olmadığını yazmış. Buna mukabil Arapça dil uzmanları, kelimenin, özellikle ceylan ve inek gözündeki beyazlık ve siyahlığın yoğun zıtlığı ifade ettiğini öne sürüyor. (Ferahidî’nin Kitabu’l-Ayn’ında “hûr” maddesi; yine İbn Manzur’un Lisanu’l-Arab’ı ve İbn Faris’in Mu’cem’i). Bu nedenle bu betimlemenin insanla ilgisi olmadığı düşünülüyor. Kadınlara yakıştırılması metafor, teşbih.
Huri ile alakasız ‘hûr’ kök kelimesi
Halbuki “hûr” kelimesi lugatta öncelikle “eski halden çıkıp yeni bir şekle dönüşmek” anlamına geliyor. (Mustafavî, 2/335). Nitekim “O, dönmeyeceğini (len yehûr) sandı” (İnşikak 14) ayetini ne mealler ne de tefsirler “huri”yle alakalı tercüme edip yorumluyor. Konuyla ilgili olduğu iddia edilen diğer ayetlerde “hûr” kelimesi geçmediği halde “huriler”le tercüme ediliyorken buradaki bariz “hûr” kullanımının neden “huri” olarak çevrilmediğindeki çelişkiyi dert etmiyorlar.
Meselenin antropolojik tarafında, hurilere yorulan ayetlerin tamamının Mekke’de okunduğu gerçeği var. Bunun anlamı şu: Pagan inancının hakimiyetindeki Mekke’de Peygamber’in tebliği Allah’ın birliği, eşsizliği, doğadaki fenomenlerin buna tanıklığı, ölümden sonra hayatın varlığı gibi konular üzerinde yoğunlaşmıştı. Ölümden sonraki hayat tasvir edilirken de şu anda yararlandıkları ürünler, sular, meyveler, gölgeler ve diğer nimetlerin çok daha iyileri, güzelleri, el değmemiş tazeleri, dünya hayatındaki kolayca bulamadıkları, göz alıcı başka nimetlerin sunulacağı anlatıldı. Bunların arasında çok sayıda küçük kızla cinsel hayat ve genç oğlanların hizmet için etraflarında pervane olmasıyla ima edilen eşcinsellik gibi öğelerin tebliğe muhatap insanlar için anlam taşımadığını o günkü hayat tarzından anlamak mümkün.
Öteki dünyada yayılmış gölgeler, göz alabildiğine yeşillik, meyve dolu bol yapraklı ağaçlar, lezzetli sulu meyveler, şarıl şarıl akan ırmaklar vs. kavurucu güneşin altında gölge bulmaya paha biçemeyen Mekkelilerin dikkatini ve ilgisini çekmiştir mutlaka. Ama zaten hayatlarının parçası olan serilmiş döşekler ne kıymet taşıyabilir? Hep bakire kızlarla cinsellik niye Müslüman olmalarını teşvik edecek ödül olsun? Ya sâki genç oğlanların hizmet için pervane olması? Tüyü bitmemiş oğlanlara rağbet ve eşcinsel edebiyatın coştuğu Osmanlı sefahat kültürü muhatap olsa neyse.
Huri kelimesinin Süryanice kökeni
Muammayı çözmeye aday iddia, kelimenin Aramice’den (Süryanice) Arapça’ya girmiş olduğu ve beyaz üzüm anlamına geldiği yönünde. Bu durumda Duhan 54 ve Tur 20’deki “hûrun iyn” otomatik “iri gözlü huriler” demek olmuyor. Siro-Aramik kökeni itibariyle deyimin apaçık anlamı “beyaz, kristal üzümler”dir. (Luxenberg, s. 250-251).
Luxenberg, “hûr”un beyaz üzüm, “iyn”in ise incilerin ışıltısı, parıltısı olduğunu savunuyor. Yani “hûru’l-iyn” iri ve parlak üzüm taneleri demek. Deyimin beyaz tenli, iri gözlü, güzel huriler tasviriyle alakası yok. Ayetler, cennetteki yiyecek ve içeceklerle ilgili. Bunun gibi, mesela Nur suresi 31. ayetteki “başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar” şeklinde tercüme edilen cümleyi de kelimelerin Süryani kökeni nedeniyle “bel bağlarını (kemer) güçlü bağlasınlar” şeklinde tercüme ediyor. Buradaki “bel bağını (kemer) bağlamak” Hıristiyanlık kültüründe iffetin alametiymiş.
İnşikak suresi 14. ayette, ölümden sonra dirilmeyeceğine inananlardan bahsederken “dirilme/geri dönme” için kullanılan kelime (hûr), “ğûr” vezninde ve geri dönme, gidip gelme anlamında. Bu nedenle İsa Mesih’in yanına gidip gelenlere “havari” denildi. Türkçe’de de kullanılan aynı kökten “mihver (aks)” kelimesi de tekerleğin etrafında döndüğü ortadaki mile verilen isim. Tefsir-i Numune, İnşikak 14’ün tefsirinde kelimenin Habeş dilinden geldiğine dikkat çekiyor ve “hûri” manasının kaynağı gösterilen İbn Abbas’ın, Tûr suresi 20. ayeti (zevvecnahum bi hurin iyn) anlamadığını, ama Habeşli biri kızına “hûri”, yani “geri dön” diye seslendiğinde kelimenin ne anlama geldiğini anladığını söylediğini aktarıyor (Şirazi ve diğerleri). Dolayısıyla huriler konusunda İbn Abbas’a dayandırılan rivayetler geçersizdir.
Müesses Müslümanlığın iddiasına göre Tûr 20’de geçen “hurin iyn” kelimesi, “iri siyah gözlü, gümüş tenli bakire genç kızlar” anlamına geliyor. Ayetteki “zevvecnâ” cümlesi de bu kızlarla evlendirmeyi ifade ediyor. Fakat ayetteki “zevvecna” fiili izdivaç, evlenme anlamına gelemez, çünkü fiil “ba” edatıyla geçişli yapılmıştır. Oysa kural gereği fiile “nikah” manası verilirken böyle yapılmaz.
Lugatlara göre “tezvic”in birinci anlamı “yakın olmak”. Bu durumda kelime cennetteki hayret uyandıran nimetlere yakınlık anlamına gelir.
Hulasa Tûr 20’de ölümden sonra “gözalıcı geri dönüş” demek olan “hûrin iyn” ayetinin doğru tercümesi şöyle: İyiler cennette sıralı dizilmiş tahtlara yaslanacaklar, gözalıcı bir diriliş/dönüş ile nimetlere yakın olacaklar.
“Hurilerle evlendirilecekler” tercümesi, rivayetlerden kaynaklanan zorlamalı uydurma anlamdır.
Kur’an, azgın şehveti meşru mu görüyor?
Her şeyden önce sorulması gereken şudur: Kur’an, azgın şehveti ve coşturulmuş cinsel fanteziyi meşru mu görüyor ki “hûr” kelimesini cinsel iştahı kabartan anlamda kullansın? Kur’an’da bu faraziyeyi ve tuhaf itikadı destekleyen bir tek ayet yoktur. Yine kadınların, gözalıcı güzellikte olanlar ile olmayanlar diye ayrıldığı ve en güzel kadınların cennette erkekleri beklediği, ama daha az güzel olanlara orada rastlanmayacağı varsayımını doğrulayan bir ima bile gösterilemez.
Mümin erkeklerin çok sayıda huri ile evleneceğini, buna karşın kadınların böyle bir nimetten yararlanamayacağını iddia eden tuhaf inanç, Allah’ın kadınlara yaratılışta ayrımcılık uyguladığını temelsiz ve delilsiz biçimde iddia ediyor.
Alternatif okumalarda “hûrun iyn” (Duhan 54), “kâsirâtu’t-tarf” (Rahman 56) gibi ifadelerin, erkek ve kadın cennetliklere hayran, gözlerini dikmiş, onlardan başkasına bakmayan, onların hizmetine koşan cinsiyetsiz melekler olduğu ve mevzunun cinsellikle hiç alakası olmadığı görüşü de var. Bu yaklaşıma göre böyle yakıştırmalar Kur’an tefsirlerinde temelsiz biçimde iddia ediliyor. Hatta lugatlarda bu yöndeki anlamları etkileyen de bu tefsirler. (Resenanî, s: 13-33).
Cennetteki meyve, gölge, çayır çimeni “huri” anlayan idrak
Vakıa suresinde cennetliklere ödül olarak verilecek nimetlerden bahsediliyor. Yayılmış gölgeler, taze ve el değmemiş meyveler, göz alabildiğine serilmiş çayır çimen vs. Hepsi de dişil (müennes) kelimeler. Fakat Müslüman zihin, doğadaki güzelliklerin tasviriyle akıp giden ayetlerin bir yerinde aniden Arapça’daki bu dil kuralını kadına yormaya karar veriyor ve 34. ayeti “yükseltilmiş döşek” diye çevirip yatağı seriyor. Çünkü ardından gelen ayeti “hurileri yeniden yarattık” diye anlayacak ve 36. ayette doğadaki nimetler için kullanılan “el değmemiş (ebkara)” kelimesine “bakireler” manası verecek. 37. ayette de “eşlerine düşkün, aynı yaşta” anlamı gelecek.
Halbuki 34. ayette geçen “ferş” kelimesi döşek, yatak değil, göz alabildiğine uzanan, serilmiş çayır çimenin metaforu (Ehromi, “Huru’l-İyn der Kur’an). Başından beri akarsu, ağaç, gölge, meyveden bahsederken ve bütün kelimeler dişil olduğu için ifade üslubu öylece devam ediyorken birdenbire “bakire kadın” nereden çıkıyor? Kafayı cinsellikle bozmuş Müslüman idrakin fantezisinden.
Öte dünyadaki huriden bu dünyadaki pedofiliye geçişte zorlanmıyor aynı idrak.
6 yaşında kızla evlenmeyi meşru gören sapkın tefsir
Kur’an’ın pedofil yorumu, 9 hatta 6 yaşındaki çocukla evlenmeyi meşru görüyor. Bu itikadın kaynak kişisi, Birinci Halife Abdullah b. Ebi Kuhafe’nin kızı Aişe. (Buhari 5134, Müslim 1422). Kendi ifadesine göre önceki evliliğinden boşanıp (el-Hafenî, s. 96, İbn Sa’d’dan nakil) Peygamber’in eşi oldu. Başta Hadice, başka anneler de olmasına rağmen Sünniler “müminlerin annesi” ünvanını onunla sınırlandırdı ve sadece onu Müslümanlığın temel kaynağı yaptı.
Aişe, Peygamber’le evlendiğinde 6 yaşında olduğunu iddia etti ki bunun doğru olmadığı biliniyor. Detayına girmeyelim ama ablasıyla yaş farkı ve başka durumlar itibariyle yapılan hesaba göre 19 veya 21 yaşındaydı. Yaşını 6 göstermesi belli ki “tek bakire eş” övünmesine dayanak olması için. Peygamber’den önce Cübeyr b. Mu’tim’le evliliğine de küçük bir rötuş yapılmış: Cübeyr’in evine gitti, ama gerdek gerçekleşmeden bakire olarak babasının evine geri döndü. Sünnilerin sloganıdır: Peygamber, Aişe’den başka kimseyle bakireyken evlenmedi. (İbnu’l-Cevzî, 1/9)
Bunun nasıl mümkün olabildiğini açıklamıyor Sünniler. Babası Ebu Bekir onu nikahlamadıysa, sadece söz verdiyse neden Cübeyr’in evinde kaldığı, ne kadar süre o evde yaşadığı, bu olayın kaç yaşında yaşandığı, nikahlandıysa Peygamber’in evli bir kadına nasıl talip olabildiği vs. soruları cevapsız.
İbn Sa’d’daki rivayette net biçimde “Ondan boşandı ve Peygamber’le evlendi” cümlesi geçiyor. (İbn Sa7d, 10/59). İmam Şafiî’nin el-Ümm’ünde “mehirden vazgeçme” bahsinde, Cübeyr’in oğlu Muhammed’den nakledilmiş: “Babam bir kadınla evlenmiş, ama cinsel ilişki gerçekleşmeden boşanmış, buna rağmen mehrini ödemiş.” (Şafiî, 6/191). Cübeyr kadının adını vermemiş ama evlenip evlenip cinsel ilişkiye girmeden boşanmayı âdet haline getirmiş biri değilse cümlede bahsi geçen “bir kadın” Aişe olmalı. Görünen o ki Cübeyr de tarih yazımında Ebu Bekir ve Aişe ile ağız birliği etmiş. Fakat aradan geçen bin yıl boyunca Sünnilerden kimse de sormamış: Cübeyr evlenip neden cinsel ilişkiye girmiyor, neyi niye bekliyor, o dönemde evliliklerde böyle davranan başkaları var mı?
Mesele taraftar tribününde tezahürat yapmak olunca mantık hataları, çelişkiler, gerçeğin ne olduğu kimsenin ilgisini ve dikkatini çekmiyor.
6 veya 9 yaşındaki küçük kızın kendisinden çok büyük erkeklerle evlendirilmesi Kur’an’a açık aykırılık taşıyor oysa. Çünkü Nisa 6’daki “rüşd” biyolojik değil, mental. Muhakeme gücü. “Nikah çağına erişme” de bununla ilgili. Her şeyden önce surenin adı “nisa”, yani “kadınlar”. “Kız çocukları” veya “genç kızlar” değil.
Kur’an’ın pedofil tefsiri
Kur’an’ın pedofil tefsirine göre Nebe 33’te cennette erkeklere “memeleri tomurcuklanmış yaşıt kızlar” vadediliyor. Huri fantezisinin devamı mahiyetinde bu yorum. Kadınlara ise yine bir şey yok. Muhammed Esed, “müthiş uyumlu harika eşler” diyerek itiraz etmiş bu yoruma. Mustafa İslamoğlu “dengi dengine gözalıcı eşler” demiş. Geriye kalan Türkçe ve diğer dillerdeki tercümelerin tamamına yakını cinsel motivasyonla çevirmiş ayeti.
Süleymaniye Vakfı’nın tercümesinde ise “dolgun ve aynı zamanda hasat edilmiş meyveler” şeklinde alternatif bir çeviri var. Bu çevirinin sebebi, bir önceki ayette (32. ayet) “bahçeler ve üzümler” denmesi. Bunun devamı olarak “kevâib ve etrâb” diyen 33. ayetteki “etrâb”ı, “toprak (turâb)” kökeni ile ilişkilendirerek hem yaşıtlık (târib) hem de toprağa bağlı (terib) olması itibariyle “aynı anda hasat edilmiş” anlamı vererek manaları biraraya toplamışlar.
Vakıa 37’deki “uruben etrab” ifadesine “kocalarına/eşlerine aşık yaşıtlar” deyince Nebe 33’deki “kevaib etrab”a da “memeleri tomurcuklanmış yaşıtlar” demek zorunda kalmışlar. Fakat göğüsleri yeni çıkan kızlarla yaşıt olunacaksa heyecanlandıran pedofili nasıl gerçekleşecek? Halbuki histerik heves küçücük kızlarla cinsel ilişkiyle ilgili.
“Ebu Hureyre” (ö. 678) lakaplı şahsın fantastik dünyasındaki profil, cennette küçük kızlarla yaşıt olmaktan hevesi kırılanlara moral verecek: Cennetlikler cennete sakalsız, tüysüz, bembeyaz, kıvırcık saçlı, sürmeli, otuzüç yaşında, 40 metre boy, 6 metre en, Adem’in yaratılışına benzer şekilde erkek çocuklar olarak girecek. (İbn Ebi Şeybe, 18/438, 35140). “Erkek çocuk” olmakla “yaşıt”, ama en boy ölçüleri ve anatomik özellikler bakımından fazlasıyla yetişkin.
Eşlerine aşık yaşıtlar mı, makama layık mutluluk mu?
Yeryüzündeki kübik çıkıntı “Ka’be” (ve Maide 6’da abdest ayetinde ayak üstündeki çıkıntı, intermediate cuneiform) için kullanılan, “Ka’b”tan çoğul “Kevâib”e tomurcuklanmak, olgunlaşmak, öne çıkmak, belirginleşmek anlamı verilmiş. (İsmail, s. 148) Nebe 33’teki “ve kevâib ve etraben” (وَكَوَاعِبَ اَتْرَابًاۙ) cümlesine “memeleri tomurcuklanmış (“sertleşmiş” diyen de var) yaşıt kız” anlamının tamamen cinsel fanteziye dayandığı bariz bellidir. Müesses Müslümanlığın aklı böyle çalışıyor. Oysa cennetten ve oradaki hayattan bahseden yüzlerce ayetin hiçbirinde böyle bir motivasyon konu edilmiyorken ve “tomurcuklanmış memeli küçük kızlar”, “huriler”, “tüyü bitmemiş oğlanlar” anlamı verilen ayetler birkaçı geçmezken.
“Kevâib” kelimesine “memeleri tomurcuklanmış kız” anlamı verilmesinin Kur’an Arapçasıyla alakası olmadığı (“huri” kelimesinde olduğu gibi), kelimenin sonradan kazandığı anlama dayandığı çok açık. “Kevâib”le tanımlanan durum, mükemmelliğin simgesi kübik (Ka’be) geometridir aslında. Şu anda Riyad’da inşa edilen dev kübik iş merkezine “mukaab” denmesinin sebebi de bu.
“Kevâib”e malum anlamın yakıştırılması, Türkçe argoda gevşek cinsel sohbet içinde cinsel obje olarak algılanan güzel bir kadının “taş”la simgeleştirilmesi gibi. Aslında elmas, mermer vs. gibi değerli taşları ifade ederken kullanılan “taş”, cinsel heyecanlı sohbetlerde kadını simgeler hale getirilmiş. “Kevâib” aynen böyle.
Müfessirlerin Vakıa 37’deki “uruben etrab” ifadesine “kocalarına/eşlerine aşık yaşıtlar” anlamını nereden çıkardığı sorusunun cevabı yok. Çünkü “uruben” kelimesinin kökeninin eş/koca, aşk vs. ile uzak yakın alakası gösterilemez. Mesela Araplar İslam’dan önce Cuma gününe “yevmu arube” dermiş. (İbn Dureyd, 1/319). Çünkü kelimenin asli anlamlarından biri neşe, sevinç, eğlence, dinlenme/dinginlik (İbn Fâris, 4/299) ve haftanın bayram günü. Kelimenin anlamında kadınla, aşkla ilgi kurulabilecek küçük bir ipucu bile bulunmuyor. Kadınla ilişkilendirmenin ilk ne zaman yapıldığı belli değil. Mesela “el-mer’etu’l-arub” diye örnek veriliyor, yani “neşeli veya neşelendiren kadın” manasında. Bir zaman sonra kelime kadından ibaret hale gelmiş ve ayetlere “eşine aşk dolu yaşıt kadınlar” anlamı verilmiş.
Vakıa 35’te de “onları yeniden (özel bir) inşa ile inşa ettik (yarattık)” denirken kelimenin sonunda dişil “hünne (onlar)” zamirini görür görmez “kadınlar” etiketini yapıştırmışlar. Ali Fikri Yavuz mealinde anlam iyice coşturulmuş: “dünyada kocalmış kadınları gençleştirerek cennette onları yepyeni bir yaratılışla yaratmışızdır”. Halbuki kelimenin sonuna dişil zamir gelmesinin tek sebebi, önceki ayetlerde sayılan nimetlerin (meyveler vs.) dişil kelime olması. Dil kuralının gereğince öyle yani. Ayette söylenen, net biçimde şu aslında: Onları (nimetler) özel bir yaratılışla yarattık. Hepsini taptaze (bikr) yaptık. Cennetliklerin makamına denk ve layık mutluluk, neşe sebebi.
Bir de sonuç çıkaralım
Başka bir din ve inançta ölümden sonraki dirilişte ödül olarak küçük kızların sunulacağı vaadi görülmüyor. Hele o ödüle kavuşmak için çarşı pazarda, ibadethaneler veya meydanlarda çoluk çocuk öldürmecesine kendini patlatma şevkine cesaret veren Müslümanlık dışında bir din yok. Bunda mahçup olunacak bir taraf bulamayan dindarlıktır İslam’ın temel meselesi.
Peygamber’e pedofili yakıştıran kaynağı uydurma ilan etmeden bu mesele hallolmayacak. Keza Kur’an’ın pedofil ve mizojinik tefsirini bâtıl saymadıkça kötü niyetliler malzeme bulmakta zorlanmayacak.
İslam’ın yabancısı için soru, dini kimin temsil ettiğidir. Hekimlerin piri İbn Sina, filozofların şeyhi Farabi, sıfırın mucidi Harezmi, irfan ustası Hemedani mi, yoksa cinsel fantezilerini dinselleştiren cahiliye kalıntıları mı? Bunların temsil ettiği din, bohem arzular yekûnu.
Bir yanda bilimsel masalların peygamberi olmaya hevesli kaçıklar, diğer yanda hurilerle orgy fantezisiyle kafayı bozmuş sapkın tarikat mümessilleri. Arada akıl, adalet, izan, vicdan, ahlak, hakikat diye çırpınan bir avuç umutsuz, mutsuz, keyifsiz.
Seyyid Kutub Yoldaki İşaretler‘i, Mevdudi Kur’an’da Dört Kavram‘ı ve Şeriati Dine Karşı Din‘i, Müslümanlığın zıvanadan çıktığı; ilke, ölçü, kural kalmadığı sırada yazdı. Sıfırdan ilah, rab, ibadet, din anlattılar. İrtidadı dinden çıkma, kopma, ayrılma ile sınırlandırınca, üstelik de dini dinamik sıfat değil statik isim yapınca mukaddesatçılık için haram-helal alanı alabildiğine konforlu mıntıkaya dönüşüyor. Oysa ahlaktan da irtidat var ve dinden irtidattan daha beter, feci, yıkıcı.
Sosyopatinin normalleştiği, alışıldığı, ana akım haline geldiğine dair örneklerin ardı arkası kesilmiyor. Toplum çöküyor, çürüyor, bitiyor. Ahlak bir ilke ve değer olarak hükmünü kaybediyor. Cinnet, şuurunu kaybetme, insanlıktan çıkma halinin kolektif fotoğrafı bu.
Kaynaklar
Ali, Cevad, el-Mufassal fi Tarihi’l-Arab Kable’l-İslam, Daru’s-Saki, Beyrut: 2001.
Beyhakî, Ebu Bekr, (ö. 1066), es-Sünenu’l-Kübra, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut: 2003.
Cerrar, Mahir, Masariu’l-Uşşak: Dirase fi Ehadisi’l-Cihad ve’l-Hûri’l-İyn, Neş’etuha ve Binyetuha’l-Hikaiyyeti ve Zaifuha, Camiatu Birzeit: 1993:, s. 37-39
Ehromî, Seyyid Muhammed Takavi, “Huru’l-İyn der Kur’an Mefhum-i Zen-i Zibayi-i Siyah-Çeşm nemi dehed”
El-Aynî, Bedreddin Ebu Muhammed, (ö. 1451), Umdetu’l-Kâri fi Şerhi Sahihi’l-Buhari, Daru’l-Fikr, Beyrut: tarihsiz.
El-Hafenî, Abdulmun’im, Mevsua Ümmi’l-Mü’minin Aişe bint Ebi Bekr, Mektebetu Medbulî, Kahire: 2003.
Freud, Sigmund, (ö. 1939), “Saplantılı Eylemler ve Dini Uygulamalar” (1907), Dinin Kökenleri, çev. Selçuk Budak, Öteki Yayınevi, ss. 27-41, 1999.
Haykal, Muhammad Husayn, (ö. 1956), The Life of Muhammad, American Trust Publications, 1976.
İbn Dureyd, Muhammed b. Hasan, (ö. 933), Cemheretu’l-Luga, Daru’l-İlm li’l-Melayin, Beyrut: 1987.
İbn Ebi Şeybe, Ebu Bekir, (ö. 849), el-Musannef, Daru’t-Tac, Beyrut: 1989.
İbn Fâris, Ebu’l-Hüseyin, (ö. 1004), Mu’cemu Mekayisi’l-Luga, Daru’l-Fikr, Beyrut: 1979.
İbn Sa’d, Ebu Abdillah, (ö. 845), Kitabu’t-Tabakati’l-Kebir, Kahire: 2001.
İbn Sina, Ebu Ali, (ö. 1037), Risale fi Sırri’l-Kader, Mecmua-i Resail, İntişarat-i Bidar, Kum: tarihsiz.
İbn Teymiyye, Takiyuddin, (ö. 1328), Mecmuu’l-Fetava, Mucemme Melik Fehd, Riyad: 2004.
İbnu’l-Cevzî, Ebu’l-Ferec, (ö. 1201), Sıfatu’s-Saffe, Daru’l-Hadis, Kahire: 2000.
İmam Şafii, Muhammed b. İdris, (ö. 820), el-Ümm, Daru’l-Vefa, Mansura: 2001.
İsmail, Osman Osman, Mu’cemu Elfazi’l-Kur’ani’l-Kerim fi Ulumi’l-Hadara, Riyad: 1993.
Kant, Immanuel, (ö. 1804), Pratik Aklın Eleştirisi, Çeviri: Ioanna Kuçuradi, Ülker Gökberk, Füsun Akatlı. Çeviriyi orjinaliyle karşılaştıran: Gertrude Durusoy, Türkçe metni gözden geçiren: Mete Tunçay, Türkiye Felsefe Kurumu, 1999.
Kierkegaard, Soren, (ö. 1855),Korku ve Titreme, Ara Yayıncılık, 1990.
Luxenberg, Christoph, The Syro-Aramaic Reading of Koran, Berlin: Schiller, 2007.
Molla Sadra, Sadruddin Muhammed Şirazî, (ö. 1641), el-Hikmetu’l Mütealiyye fi’l-Esfari’l-Akliyyeti’l-Erbaa, Daru İhyai’t-Turas, Beyrut: 1981.
Molla Sadra, Sadruddin Muhammed Şirazî, (ö. 1641), Şerhu Usuli’l-Kafi, Tahkik: Muhammed Hacuyî, Müessese-i Mutalaat ve Tahkikat-i Ferhengî, Tehran: 1988.
Mustafavî, Hasan, (ö. 2005), et-Tahkik fi Kelimati’l-Kur’an, Merkez-i Neşr-i Âsâr-i Allame Mustafavî, Tehran: 2015.
Özbek, Sinan, Irkçılık, Notos Kitap, 2012
Resenanî, İlahe Hâdiyan, “Âyât-i Mevhim-i Cinsiyyet-i Hûriyan-i Beheştî der Kur’an-i Kerim”, Dofaslname-i İlahiyyat-i Kur’anî, Yıl: 10, Sayı: 11, Bahar-Yaz: 2023, ss: 13-33. Doç. Dr., Tehran Kur’an ve Hadis Üniversitesi Kur’an İlimleri Bölümü
Rorty, Richard, (ö. 2007), “Pragmatistin Yolculuğu”, Umberto Eco, Açık Yapıt içinde, Can Yayınları, 1996, ss. 101-121.
Suyutî, Abdurrahman b. Ebi Bekr, (ö. 1505), ed-Dürrü’l-Mensur fi’t-Tefsir bi’l-Me’sur, Daru’l-Fikr, Beyrut: 2018
Şirazi, Mekarim ve müfessir heyeti, Tefsir-i Numune, Daru’l-Kütübi’l-İslamiyye, Kum: 2009.
Tabatabaî, Muhammed Hüseyin, (ö. 1981), Terceme-i Tefsiru’l-Mizan, İntişarat-i Muhammedî, Kum: 1986.
Taberi, Muhammed Cerir, (ö. 923),Tefsiru’t-Taberi, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut: 1971.
Taberi, Muhammed Cerir, Camiu’l-Beyan an Te’vili Âyi’l-Kur’an, Dâru Hicr, Kahire: 2001.
Torkaşvend, Emir Hüseyin, Hicab-i Şer’î der Asr-i Peyamber, Tehran: 2020.
Zebidî, Muhammed Murtaza, (ö. 1791), İthafu’s-Sadeti’l-Muttakin bi-Şerhi Esrari İhyai Ulumi’d-Din, Müessesetu’t-Tarihi’l-Arabi, Beyrut: 1994