Bir mozaik olarak Türkiye (52): Beyaz Ruslar

Bir mozaik olarak Türkiye’nin 52. bölümünde Ruşen Çakır konuğu Pınar Üre ile Türkiye’de Beyaz Rusları yeni videoda konuştu.

Beyaz Ruslar kimlerdir ve Türkiye’ye ne zaman, hangi koşullarda geldiler? Beyaz Rusların Türkiye’deki etkileri neler oldu? İstanbul’da nasıl bir iz bıraktı? Kültürel, sanatsal ve sosyal hayata katkıları neler? Hangi şehirlere yerleştiler ve topluluk olarak nasıl bir yapı oluşturdular? İstanbul’un eğlence hayatına katkıları nelerdi? Beyaz Rusların göçü, Türkiye-Rusya ilişkilerini nasıl etkiledi?

Bir mozaik olarak Türkiye (52): Türkiye’de Beyaz Ruslar
Ruşen Çakır ve Pınar Üre

Beyaz Ruslar, İstanbul’a ilk geldiklerinde büyük bir yoksulluk içinde olduğunu söyleyen Üre, o dönemde basının genellikle acıma duygusuyla bahsettiğini söyledi. Üre, “İlk başta bir acıma vardı ama sonra işgücü piyasasına girmeleri tepki çekti. İstanbul’un yerlileri, ‘Bunlar işimizi elimizden alacak’ diye endişelendi” dedi.

Pınar Üre videoda, “1920’ler Türkiye Cumhuriyeti’nin Sovyetler Birliği’yle çok yakın siyasi ekonomik ilişkilerinin olduğu bir dönemdi. Böyle bir dönemde Bolşeviklerden kaçan mültecilere vatandaşlık verilmesi, mühendislere çalışma izni verilmesi bence önemli” dedi.

Üre, Cumhuriyet dönemiyle birlikte Türkiye’de kalan Beyaz Rus sayısı hızla azaldığını söyledi. 1920’lerde 100 bin civarında olan nüfusları, 1930’larda binlerle ifade edilecek seviyeye düştüğünü belirtti.

Üre, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Anadolu’nun demografik yapısının, Rumlar ve Ermenilerin gitmesiyle değiştiğini vurguladı. Ortaya çıkan iş gücü boşluğunu Beyaz Rusların doldurma kaygısı olduğunu belirten Üre, sözlerine şöyle devam etti: “Örnek olarak, fotoğrafçılık, Avrupa tarzı eğlence ve restoran açılması gibi alanlarda, daha önce Rumlar ve Ermeniler tarafından yapılan işleri, Cumhuriyet’in ilk yıllarında bu Beyaz Rus dediğimiz insanların yaptığını söyleyebiliriz”

“En önemli şey o geri dönme ümidi”

Üre, Beyaz Rus kimliğinin temelini, eski Rusya’yı yeniden inşa etme umudunun oluşturduğunu belirtti. Ancak İkinci Dünya Savaşı sonrası bu umudun tamamen ortadan kalktığını vurguladı. “Beyaz Rusları, Beyaz Rus yapan en önemli şey o geri dönme ümidi. Eski Rusya’yı tekrar ihya etme ümidi. İkinci Dünya Savaşı ile birlikte bu zaten ortadan kalktığı için artık başka bir kimliğe dönüştü” dedi.

Bu dönüşümün sadece Türkiye’ye özgü olmadığını söyleyen Üre, “Sadece Türkiye’de değil, Fransa’da, Amerika’da da bu kimlik başka bir forma evrildi” ifadelerini kullandı. Türkiye’de Beyaz Rus topluluğunun sayısının az olduğuna dikkat çeken Üre, günümüzde bu kimliğin daha çok bireysel hikâyelerle anıldığını belirtti: “Ancak küçük aile hikâyelerinde, ‘bizim dedelerimiz Rusya’dan gelmiş’ gibi anekdotlar duymak mümkün olabilir. Böyle kolektif bir hafızadan artık pek söz etmek mümkün değil”

  • İZLEYİN – Bir Mozaik Olarak Türkiye’nin diğer videolarını buradan izleyebilirsiniz

Videonun tamamına buradan ulaşabilirsiniz

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. ‘‘Bir mozaik olarak Türkiye’’ yayın dizimizin 52. bölümünde çok efsanevi bir topluluktan bahsedeceğiz, Beyaz Ruslardan bahsedeceğiz. Efsanevi; çünkü bir dönem, Osmanlı’nın son dönemi ve Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye’de çokça konuşulan; ama artık izleri büyük ölçüde silinmiş olan, bir zamanlar Türkiye mozaiğinin ilginç bir parçası olan bir topluluk. Beyaz Rusları Tarihçi Doktor Pınar Üre bize anlatacak. Pınar Hanım, merhaba.

Pınar Üre: Merhaba, davetiniz için teşekkür ederim.

Ruşen Çakır: Estağfurullah. Şimdi ‘‘Beyaz Rus’’ diyoruz ama önce oradan başlayalım. Beyaz Rus diye bir etnik grup yok. Neden Beyaz Rus dendiğini izleyicilerimize anlatır mısın önce?

Pınar Üre: Tabii. Şimdi bu bahsettiğimiz mülteciler, göçmenler sizin de söylediğiniz gibi I. Dünya Savaşı’ndan sonra İstanbul’a çoğunlukla geldiler. Bildiğiniz gibi 1917 yılında Rusya’da iki tane devrim oldu arka arkaya, Şubat ve Ekim devrimleri ve Bolşevikler nihayetinde iktidarı ele geçirdiler. Rusya İmparatorluğu yıkıldı ve Rusya’da yeni bir rejim tesis edildi. Bolşevik İhtilali’nin ardından tabii Bolşeviklerin o kadar geniş bir coğrafyada iktidarı tesis etmesi zaman aldı. İhtilalin ardından 1918 itibarıyla Rusya’da bir iç savaş patlak verdi. Bu iç savaş kabaca 1920 sonuna kadar devam etti, çatışmalar bazı yerlerde daha uzun devam etse de. Rus İç Savaşı’ndan bahsedildiğinde genelde iki taraftan söz edilir. Biri tabii ki Kızıl Ordu, Bolşeviklerin ordusu, Troçki’nin kurduğu ordu. Bunun karşısında da Beyaz Ordu denilen, aslında merkezi bir otoritesi olmayan, tek bir ordu bile olmayan, eski imparatorluk subaylarının oluşturduğu bir karşı devrimci ordu vardı. Bizim bu göçmenlere Beyaz Rus dememizin sebebi, bunların genelde Bolşevik karşıtı olması ve Beyaz Ordu’ya yakın olduklarının varsayılmasıdır. Ve hakikaten aslında savaştan sonra… Yani ben çok kısaca anlatıyorum burada. İç savaşın çok daha farklı boyutları ve farklı cepheleri de var. İç savaş sırasında ulusal bağımsızlık hareketleri de meydana geldi. Kızıl Ordu ve Beyaz Ordu dışında başka siyasi cepheler de vardı. Menşevikler vardı, Sosyalist Devrimciler vardı, anarşistler vardı, köylü hareketleri vardı vesaire vesaire. En temel iki askeri grup olarak Kızıl Ordu ve Beyaz Ordu’yu zikrediyorum. Beyaz Ordu’nun son birlikleri de artık Kızıl Ordu karşısında yenilgiye uğrayınca, 1920’nin sonlarında, artık en sonunda Ukrayna’dan güneye doğru çekilip, en sonunda Kırım’a sıkışmış olan Beyaz Ordu birlikleri Fransız gemileriyle tahliye edildiler; İstanbul’a, Gelibolu’ya, Çatalca’ya vesaire geldiler, konuşlandılar. Dolayısıyla Beyaz Ordu birliklerinin kendisi de bizzat Türkiye’ye geldi ve bu sebeple bu gelen mültecilere Beyaz Ordu’yla ilişkilendirilerek Beyaz Rus deniliyor.

Ruşen Çakır: Şimdi şunu merak ediyorum. Gelenlerin ne kadarı doğrudan ordu mensubu, ne kadarı bu orduya yakın olan ya da yakın olduğu varsayılan ya da Bolşevik Devrimi’ne karşı olan sivil insanlar? O konuda birtakım netlikler var mı? Yani gelenler savaşan kişiler mi, yoksa savaşı kazanan tarafın karşısında olan sivil insanlar mı, yoksa karışık bir durum mu var?

Pınar Üre: Karışık, her ikisi de. Tam sayıları tespit etmek çok kolay değil. Çünkü iç savaştan sonra 1 ila 2 milyon arası mültecinin yollara düştüğü tahmin ediliyor. Bunların tabii hepsi İstanbul’a gelmiyorlar, doğrudan Avrupa’ya geçenler de var, Sibirya üzerinden Çin’e giden de var, farklı yollar izleyenler var. ‘‘Beyaz Ordu bu mültecilerin kaç on binini oluşturuyor’’ diyelim? Yani 1 milyon ila 2 milyon mülteciden söz ediyoruz. Tabii ki Beyaz Ordu birlikleri bunun küçük bir kısmını oluşturuyordu. Ama bu Beyaz Ordu birliklerinin aileleri vardı. İç savaş sırasında Beyaz Ordu’nun geçici hükümet kurduğu bölgeler var, o bölgelerde o geçici hükümette görev alan, Beyaz Ordu’yla daha organik bağı olan kişiler de tabii ki orduyla birlikte geri çekildiler. Yani dediğim gibi, sayı vermek bu yüzden zor olsa da kabaca 1 milyon mülteciden bahsedecek olsak mesela, bunun yarısından çok daha azını aslında Beyaz Ordu birlikleri oluşturuyor. Onun dışında mülteciler arasında çok sayıda sıradan insanlar da vardı. Yani o yüzden aslında Beyaz Rus ifadesi yanıltıcı; çünkü gelenlerin hepsi beyaz değildi, gelenlerin hepsi Rus da değildi. Çünkü Rusya çok uluslu bir imparatorluktu bildiğiniz gibi. Yani bu kanlı savaştan kaçan sıradan insanlar, çoğunlukla orta sınıf, şehirli, profesyonel, yani yeni rejimde kendisine yer bulamayacağını düşünen insanlar Rusya’yı terk ettiler.

Ruşen Çakır: Yani bu, Bolşevik tabiriyle ‘‘burjuvalar’’ gitti, öyle mi? 

Pınar Üre: Evet, çoğunlukla burjuvalar.

Ruşen Çakır: Peki, etnik olarak baktığımız zaman anladığım kadarıyla Museviler bayağı var. Mesela Rus İmparatorluğu içerisindeki Türk kökenli halklardan da var mı, yoksa daha çok Slavlar mı söz konusu?

Pınar Üre: Yok, yani Kırım üzerinden özellikle geldikleri için bu mültecilerin çoğu ve kanlı çatışmaların pek çoğu da Ukrayna-Kırım çevresinde yaşandığı için Kırım Tatarları da var mülteciler arasında. Nermin Bezmen’in romanlarını okuyanlar da belki hatırlarlar, o da çok değiniyordu romanlarında. Yani mülteciler kendileri de hatıralarını anlatırlarken, mesela meşhur Ukraynalı bir ressam kendi hatıralarını anlatırken, işte gemiyle geliyor İstanbul’a, gemide Ermeniler, Kırım Tatarları, Yahudiler, Ruslar, yani Rusya İmparatorluğu’nun her unsurundan insanı gördüğünü söylüyor. Hatta İstanbul’da Budist keşişlerden tutun Kalmuk kökenli askerlere, Rusya İmparatorluğu’nun çok farklı bölgelerinden gelmiş Budist, Ortodoks, Müslüman, Yahudi farklı insanların görülebileceğini bizzat gösteriyor bize bu kişilerin hatıraları. Yani etnik olarak da aslında çeşitlilik var. Dolayısıyla mülteciler sadece beyaz da değil, sadece Rus da değil. O yüzden ben “Rusya mültecisi” ifadesini kullanmayı tercih ediyorum.

Ruşen Çakır: Peki, bunların hepsi Türkiye’ye gelmedi tabii ki ve ilk gelişleri Osmanlı’nın son dönemleri ve anladığım kadarıyla İstanbul’a gelenler işgal altındaki İstanbul’a geliyorlar, Batı ittifakının işgali altındaki İstanbul’a geliyorlar. Bu kişiler nasıl karşılanıyor? Kabul ediliyorlar mı, sorun yaşıyorlar mı? Rahat bir şekilde Türkiye’ye, Anadolu’ya ve İstanbul’a gelebiliyorlar mı, yoksa birtakım engellerle karşılaşıyorlar mı?

Pınar Üre: Yani aslında gittikleri her yerde de karmaşık şekilde karşılandıklarını söyleyebiliriz. Bazı ülkeler daha fazla kucak açıyor; Çekoslovakya mesela ya da Yugoslavya. Türkiye’de ise durum karmaşık. İlk geldikleri zaman mültecilerin pek çoğu çok perişan vaziyette geliyorlar ve bir acıma nesnesi haline geliyorlar ilk önce. Gazete yazılarında da bunu takip etmek mümkün, yani Rus mültecilerinden genelde acımayla söz ediliyor. Hatta böyle kalıplaşmış bir Rus mülteci tiplemesi var; işte düşkün prensesler, her şeyini kaybetmiş prensler, prensesler vesaire. Aslında bu çok stereotipik ve mültecilerin çok çok küçük bir kısmı böyle. Bu, gerçeği çok da yansıtan bir kalıp değil ama bir acıma var önce. Tabii bir kaygı da oluyor mültecilerle ilgili. Çünkü dediğiniz gibi işgal altındaki İstanbul’da, birincisi zaten daha Balkan Savaşı mültecileri sokaklarda, şehir işgal altında, ülkenin geleceği belirsiz. İstanbul iş bulmak açısından çok elverişli bir yer değil. Mesela, bazı tramvay şirketlerindeki işçilerin, ‘‘Beyaz Ruslar istihdam edilirse, bunlar zaten Bolşevik karşıtı, grev kırıcı olarak kullanılırlar’’ gibi kaygıları var. Yani işçi hareketi içerisinde de İstanbullu yerlilerin hareketi içerisinde biraz şüpheyle karşılanıyorlar bazen. “Gelecekler, işimizi elimizden alacaklar, ucuza çalışacaklar” gibi kaygılar var. Bunlar aslında günümüzdeki söylemleri de biraz hatırlatıyor. Dolayısıyla ilk önce acımayla başlıyor, gitgide “Ya bunlar ne zaman gidecek, kalabalık ettiler” gibi söylemler ortaya çıkıyor. Bir de tabii ahlaki kaygılar gündeme geliyor. Ruslar, hayatlarını idame ettirmek için yaratıcı yollar buluyorlar; tombala yarışları, kumar vesaire gibi şeyler. Kokain keza bazen Rus mülteciler eliyle İstanbul’a geliyor. Bunlar da biraz kaygı yaratıyor. Daha sonra seyahatten, Anadolu’ya geçmekten söz ettiniz. Anadolu’da da tek tük Beyaz Rus varlığı var. Cumhuriyet döneminde bile var, özel izin verilip çalışmasına izin verilenler. Ama bu çok özel izne bağlı ve Anadolu’ya yerleşmeleri, daha sonra Cumhuriyet döneminde de en azından geniş cemiyetler oluşturmaları pek hoş karşılanmıyor, izin verilmiyor yani.

Ruşen Çakır: Peki, şunu sormak istiyorum. Çok sayıda gelip az sayıda kalıyorlar ve büyük ölçüde Türkiye’yi transit bir ülke olarak kullanıyorlar, Osmanlı’nın son dönemi ve erken Cumhuriyeti. Buradaki gitme nedenlerine baktığımız zaman Avrupa’yı Türkiye’den daha cazip görmeleri herhalde, değil mi? Yoksa kültürel de birtakım farklılıklar var. Ama zorla gönderildikleri yolunda birtakım iddialar var mı?

Pınar Üre: Yani şöyle, en azından mütareke döneminde zorla gönderecek bir otorite olduğunu söyleyemeyiz. Cumhuriyet döneminde biraz daha mülteci politikası tabii ki sıkılaşıyor. Ama gidenlerin birçoğu zaten daha İstanbul işgal altındayken geliyorlar, birkaç ay kalıp gidiyorlar. Bunun temel sebebi, İstanbul’un işgal altında ve imkân açısından sınırlı bir şehir olması. Avrupa’da daha çok imkân var. Dediğim gibi, bu insanların birçoğu orta sınıf, şehirli, profesyonel. Avrupa’da hâlihazırda networkleri var, bir kısmının belki Avrupa’da akrabaları var. Dolayısıyla zaten amaçları kendilerini Avrupa’ya, hatta Paris’e, Berlin’e atmak. Rus mültecilerinin ilk önemli merkezi Berlin oluyor I. Dünya Savaşı’ndan sonra Berlin çok ucuz olduğu için, daha sonra Paris. İki Dünya Savaşı arası dönemde, II. Dünya Savaşı’na kadar tartışmasız şekilde Rus emigrelerin en önemli kültürel merkezi. Orada kiliseleri de var, çok büyük bir cemaatleri var, çeşitli dernekleri var. Keza, mesela Çekoslovakya hükümeti Rus Üniversitesi bile açıyor. Rus akademisyenlere, entelektüellere özel burs programları oluşturuyor. Yugoslavya, az önce bahsettiğimiz Beyaz Ordu birliklerinin tahliye edildiklerini söyledim kısaca. Bu Beyaz Ordu birlikleri aslında ilk önce, belki tekrar asker olarak kullanılmaları gerekir diye askeri kamplarda konuşlanıyorlar, Gelibolu’da, Çatalca’da, Limni’de. Fakat daha sonra Bolşeviklerin artık iktidarı kaybetmeyecekleri biraz netleşmeye başlayınca ve Fransızlar ve İngilizler, yani müttefikler de Bolşeviklerle anlaşma yoluna gidince Beyaz Ordu’ya gerek kalmıyor. Artık müttefikler Beyaz Ordu’yu herhangi bir yerde kullanamayacaklarını, hatta bu ordunun kendi sırtlarında bir külfet olduğunu düşünmeye başlıyorlar. O zaman bu ordunun nasıl… Yani bayağı teçhizatlı falan bir ordu var Gelibolu’da o esnada, 1921 itibarıyla. Bu ordunun ne olacağına dair bir soru işareti oluşuyor ve Yugoslavya’ya gidiyor pek çoğu. Yugoslavya Krallığı’nda hem orduda görev alıyorlar, danışman olarak görev alıyorlar. Yugoslavya Krallığı kucak açıyor bu kişilere. Tarım kolonisi kurmak için Arjantin’e gidenler var. Yine Fransa’ya, Yugoslavya’ya gidenler var. Özellikle Güney Amerika’da iş gücü ihtiyacı olduğu için, Güney Amerika hükümetleri bizzat davet ediyorlar. Yani dolayısıyla Türkiye’de zaten sınırlı bir süre kalma hedefiyle geldiklerini söyleyebiliriz. Özellikle entelektüeller, akademisyenler çokça var bu mülteciler arasında. Onların zaten öncelikli hedefi, ya Prag’a, Çekoslovakya’ya gitmek ya da Paris’e gitmek. Çünkü Paris, Rus kültürünün merkezi bu esnada.

Ruşen Çakır: Peki, sizin bu konuda çok çalıştığınızı biliyorum. Özellikle Cumhuriyet döneminde az da olsa Beyaz Rus olarak tabir edilen insanlardan, Türkiye’de ve özellikle İstanbul’da kalmayı tercih edenler, şu ya da bu nedenle tercih edenler olmuş. Ve bunlara vatandaşlık verilme ya da ikamet izni verilme konusunda — ikisi ayrı ayrı statü biliyorum — bayağı ciddi birtakım tartışmalar da var herhalde, değil mi? Yani Cumhuriyetin, genç Cumhuriyetin vatandaşlık politikası konusunda yapılmış çok ciddi araştırmalar var; kimileri kabul ediyor, kimileri kabul etmiyor noktasında. Peki, Beyaz Rusların bu anlamda baktığımız zaman sayıları az da olsa vatandaşlık başvuruları olumlu kabul ediliyor mu, yoksa onlara geçici ikamet verilerek mi götürülüyor iş?

Pınar Üre: İkisi de; her ikisini tercih edenler de var. Bu arada şunu da belirteyim, bu Rusların hepsi vatandaşlık almak istemiyor Türkiye’de, hatta Paris’tekiler bile. Çünkü daha sonraki diğer bildiğimiz mültecilerden biraz farklı bir grup. Böyle, çantaları hep kapının yanında, her an Rusya’ya dönmeye hazır, her an ‘‘Sovyetler Birliği yıkılacak, Rusya’ya geri döneceğiz’’ hayaliyle yaşayanlar var içlerinde. Ve başka bir ülkenin vatandaşlığını almayı ihanet olarak görenler var. Rus mülteciler için… Yani şimdi sorunuzu birazcık genişleterek cevaplandırıyorum ama. 20. yüzyılın ilk büyük mülteci akını bu. Bu mülteci akınından ötürü Milletler Cemiyeti de Mülteciler Yüksek Komiserliği’ni kurmak durumunda kalmıştı, Norveçli Nansen önderliğinde. Ve mültecilerin çalışabilmeleri ya da seyahat edebilmelerini sağlamak için onlara ‘‘Nansen pasaportu’’ denilen bir pasaport sağlandı Milletler Cemiyeti tarafından. Bazı mülteciler ömür boyu bu Nansen pasaportuyla yaşadılar. Yani Rusya dışında başka bir ülkenin vatandaşlığını almak istemeyenler de oldu duygusal sebeplerle. Her an Rusya’ya dönme ümidiyle yaşayanlar da oldu. Tabii bunlar ilk nesil mülteciler. Onların çocukları daha kolay entegre olmuşlardır. Türkiye’deki hikayeye gelecek olursak; şimdi artık zaten Cumhuriyet kurulduğu esnada, en başta, 1920’de 100.000’e yakın bir sayıdan bahsediliyor, 100.000’e yakın mültecinin İstanbul’a geldiği söyleniyor. Ama bu sayı çok kısa süre içerisinde çok radikal şekilde azalıyor. Cumhuriyet kurulduğu esnada zaten 1000, belki 10.000 civarı falan bir mülteci, o da zaten 1930’lara geldiğimizde artık binlerle ifade edilen bir sayıya düşmüş oluyor. Çoğuna oturma izni veriliyor, ancak belli kurallar dahilinde vatandaşlığa başvurmaları da mümkün. Ben araştırma yaparken şöyle bir izlek fark ettim, kendi ismini koruyarak vatandaş olanlar da var, yok değil; ama özellikle 1930’larda vatandaş olanların tamamına yakını Türkçe isimler alıp en azından resmi olarak ihtida edip, Müslüman olup vatandaş olmuşlar. Yani böyle çok fazla sayıda belge var arşivlerde, işte ‘‘Falanca Rus mültecisi şu ismi aldı, eşi şu ismi aldı, ihtida ettiler, Müslüman oldular, vatandaş oldular’’ gibi. Yani aslında Cumhuriyet’in ideal vatandaş tanımına pek uymuyor Beyaz Ruslar. Kültürel olarak farklılar, bir kısmı Ortodoks, farklı şeyler de var içlerinde. Ermeniler, Gürcüler, Yahudiler de var. Fakat sayıca azlar. Bir kere bu bir avantaj olmuş olabilir. Yani Türkiye’nin demografik yapısını ciddi şekilde değiştirecek bir nüfustan bahsetmiyoruz 20’lerin sonlarında en azından. Fark ettiğim şöyle bir şey oldu, bunlar, dediğim gibi profesyonel, eğitimli bir nüfus; nüfustan yararlanma kaygısı olduğunu da gördüm ben arşiv çalışmalarımda. Yani mesela çok sayıda Rus mühendise çalışma izni verilmiş, Anadolu’da da çalışmalarına izin verilmiş. Yani şunu da hatırlayalım; 1920’ler Türkiye Cumhuriyeti’nin Sovyetler Birliği ile çok yakın siyasi, ekonomik ilişkilerinin olduğu bir dönemdi. Böyle bir dönemde Bolşeviklerden kaçan mültecilere öyle ya da böyle vatandaşlık verilmesi ya da bu mühendislere çalışma izni verilmesi de bence önemli. Onun uzmanlığından yararlanma kaygısı olduğunu görebiliyoruz. Yani şöyle belgeler de çok var, işte ‘‘Falanca kişiye şurada çalışma izni verilsin ama sanatını Türk çıraklara da öğretsin, bu kayıtla çalışma izni verilsin’’ gibi şeyler çokça var. Yani bir açıdan da tabii Cumhuriyet’in ilk yıllarında Anadolu’nun demografik yapısı, Rumların, Ermenilerin gitmesiyle çok değiştiği için o ortaya çıkan iş gücü boşluğunu da bazen Beyaz Ruslarla doldurma kaygısı da olduğunu söyleyebiliriz. Yani işte fotoğrafçılık gibi ya da işte Avrupa tarzı eğlence, restoranlar açılması gibi alanlarda, daha önce Rumların, Ermenilerin yaptığı bazı şeyleri Cumhuriyet’in ilk yıllarında bu Beyaz Rus dediğimiz insanların yaptığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla, hem oturma izni hem vatandaşlık verilen durumlar var.

Ruşen Çakır: Şimdi burada ilginç olan bir husus şu, çok az sayıda insandan bahsediyoruz. Başta çok kalabalık gelmiş olabilirler ama sonra hızla ülkeyi terk etmişler. Ama Beyaz Rus kavramı Türkiye’de, Türk kültüründe bayağı bir var.

Pınar Üre: Evet.

Ruşen Çakır: Yani sayı olarak baktığımız zaman çok çok az; ama hala konuşulan, edilen bir şey. Mesela benim aklıma gelen birtakım lokantalar, belki bazı sanatçılar; ama bunların sayısı 1-2’yi pek geçmiyor. Neden böyle bir şey oldu? Bu kültürel etkisi niye bu kadar yüksek?

Pınar Üre: Yani görünür insanlar gelenler, belki o yüzden. Çok sıradan insanlar değiller. İçlerinde çok entelektüeller var. Dediğim gibi, işte fotoğraf sanatçıları var. Fotoğraf çekiyor ve o fotoğrafları biz hala bir belge olarak kullanıyoruz ya da işte bahsettiğiniz restoranlar var. Ankara’nın meşhur işte efsanevi ‘‘Karpiç lokantası’’ var mesela. Yani Karpiç o kadar önemli bir mekan ki Ankara’nın kent belleğinde. Yani Ankara’daki Beyaz Rus sayısı 3-5’tir, yani gerçekten çok fazla değil; ama gelenler kayda değer iz bırakacak şeyler yapmışlar. İşte mesela plajlardan hep bahsedilir, Florya’daki plajlar ya da Adalar’daki. Kalıcı bazı şeyler yapmışlar, bazı yenilikler getirmişler İstanbul’a özellikle. Daha sonra Cumhuriyet’le birlikte Ankara’nın kent yaşamına bazı yenilikler getirmişler. Yani oldukça yaratıcı bir nüfus, eğitimli bir nüfus, dinamik bir nüfus. Dolayısıyla geldikleri gibi gitmemişler. Yani burada kaldıkları o kısa süre içerisinde bile pek çok şey üretmişler. Görünür insanlar bunlar. Türkiye’dekiler için çok onu söyleyemeyiz ama özellikle Avrupa’ya gidenler, hatıralarını yazan kişiler, okumuş yazmış insanlar, görünürlükleri çok fazla olduğu için de biraz hatırada çokça yer etmişler. Başta söylediğim gibi, Beyaz Ruslarla ilgili şöyle bir klişe var; işte ‘‘Prensler, prensesler geldiler, Pera Palas’ta garsonluk yaptılar.’’ Bu aslında gerçeğin çok küçük bir kısmını teşkil ediyor. Rusya’dan tabii yüksek aristokrasi mensupları da kaçmak zorunda kaldı; ama çoğu hayatları çok da aşırı etkilenmeden Avrupa’da yine nispeten daha iyi koşullarda yaşamayı sürdürdü. Dramatik bir şey; yani yüksek aristokrasi mensuplarının böyle ülkelerini terk etmek zorunda kalması, sanırım ortalama insanların, köylülerin mülteci konumuna düşmesinden daha fazla etkiliyor insanları. Sanırım bu yüzden de bu Rus mülteciler hafızada daha çok yer ettiler.

Ruşen Çakır: Peki son olarak şunu sormak istiyorum. Dediniz ki; ‘‘Az sayıda kişi genellikle Türk isimlerini tercih ederek, hatta bazıları İslamiyet’i seçerek Türkiye’de yaşamaya devam ettiler.’’ Bunların, bu kişilerin izlerini sürmek mümkün mü? Çünkü o dönemde gelip, Beyaz Rus konsepti içerisinde gelip — şimdi kaçıncı kuşak oluyor bilemiyorum ama üçüncü kuşak vesaire — bunu yaşatan, yaşatmaya çalışan insanlar var mı, yoksa tamamen gönüllü bir asimilasyon mu söz konusu?

Pınar Üre: Tek tek bireysel olarak o kültürü yaşatmak isteyenler, işte ‘‘Bizim de dedelerimiz beyaz Rusmuş’’ diyenler olabilir tabii; ama böyle bir cemiyetten ya da genel kolektif böyle bir hafızadan şu anda pek söz edemeyiz. Çünkü bir kere Türk ismi alıp, en azından resmi olarak Müslümanlaşınca, bir kere artık arşivde o insanların izini takip edemiyoruz. Çünkü artık Beyaz Rus olarak anılmıyorlar. Muhtemelen ikinci ve üçüncü kuşaklar artık Ruslarla da evlilik yapmıyorlar. Çünkü öyle bir Rus nüfus yok Türkiye’de, yani muhtemelen sıradan vatandaşlarla evlilik yapıyorlar. Sadece Türkler içerisinde değil, Türkiye’nin Ermeni ve Yahudi cemaatleri arasında kaynayanlar da var, bu arada onu da belirteyim. Rusya’dan gelen, Rusya Ermenilerinden olup da Türkiye Ermeni cemaati içerisinde ya da Türkiye Yahudi cemaati içerisinde kaynayanlar da var. Yani daha ziyade işte, ‘‘Bizim büyük dedemiz Rusya’dan gelmiş’’ gibi şeyler söylenebilir. Bizzat ailelerle sözlü görüşme yaparsanız, o şekilde bir izleri takip etmek mümkün olabilir. Sözlü tarih çalışmasıyla ve böyle iğneyle kuyu kazar gibi bir sözlü tarih çalışmasıyla ancak iz takip edilebilir. Yoksa açıkçası günümüzde böyle bir kimlikten söz edemeyiz. Şunu da söylemek istiyorum; aslında Beyaz Rus kimliği sadece Türkiye’de değil, dünyada da sadece belli bir dönemde var olmuş bir kimliktir. II. Dünya Savaşı’ndan sonra artık Beyaz Rus diye bir şeyden hiçbir yerde söz edemeyiz. Yani Fransa’da çok daha büyük bir topluluk olduğunu söyledim; ama II. Dünya Savaşı’ndan sonra artık bu insanların ikinci ve üçüncü nesilleri yaşadıkları ülkeye daha fazla entegre oldular. Sovyetler Birliği’ne geri dönüş, yani Bolşevikleri alt etme ve Rusya’ya geri dönme, eski Rusya’yı tekrar ihya etme ümitleri tamamen ortadan kalktı. Dolayısıyla Beyaz Rusları Beyaz Rus yapan en önemli şey o geri dönme ümidiydi, eski Rusya’yı tekrar ihya etme ümidiydi. II. Dünya Savaşı ile birlikte bu zaten ortadan kalktığı için artık zaten o başka bir kimliğe dönüştü. Yani sadece Türkiye’de değil, Fransa’da, Amerika’da da artık o başka bir kimliğe dönüştü. Türkiye’de zaten sayılar da çok az olduğu için, dediğim gibi ancak böyle küçük aile, tek tek aile hikayelerinde, işte, ‘‘Bizim dedelerimiz Rusya’dan gelmiş’’ gibi anekdotlar bulmak mümkün olabilir. Böyle kolektif bir hafızadan artık söz etmek pek mümkün değil.

Ruşen Çakır: Evet, zaten siz de bahsettiniz. Sonra Sovyetler Birliği de dağıldı ve bir anlamda bir tür barışıklık da oluştu herhalde göçen Bolşevik karşıtı ailelerin çocuklarında vesaire de. Benim mesela Türkiye’de bildiğim Beyaz Rus devamı gibi olan kişilerin, şu anda Rusya’ya çok sıcak baktıklarını duyuyorum. O anlamda da bir tarih kapanmış oldu o zaman.

Pınar Üre: Evet, evet. Hatta aslında II. Dünya Savaşı’yla bile… Stalingrad Muharebesi’ni falan çok sevinçle karşılıyorlar Paris’te. Yani Bolşevikleri sevmiyorlar; ama sonuçta ‘‘Rusya bizim vatanımız’’ gözüyle görenler de çokça var. Yani II. Dünya Savaşı o yüzden bir dönüm noktası. Artık II. Dünya Savaşı ile birlikte Sovyet gerçeğini kabullenmek durumunda kalıyorlar ve başka göç dalgaları oluyor bu arada. 60’larda, 70’lerde, son olarak 1991’de Sovyetler Birliği’nden başka göç dalgaları oluyor Avrupa’ya ve Amerika’ya. Amerika’daki ve Avrupa’daki mevcut cemiyetler de biraz onların içerisinde de artık kaynıyorlar.

Ruşen Çakır: Evet, çok teşekkürler Pınar Hanım. Gerçekten ilginç bir parantez aslında. Türkiye’deki bu mozaik yapısına bir dönem en azından iz bırakmış, ama hala dillerde olan bir topluluktan bahsettik. Beyaz Rus, dedik. Ne hepsi beyaz ne hepsi Rus, ama bir dönemin özellikle Bolşevik İhtilali’ne karşı çıkan kişiler ve onların yakınlarının göçünden bahsettik. Evet, hakikaten bir parantez değil mi? Yani sonuçta öyle olmuş.

Pınar Üre: Evet, aynen öyle. Tarihsel bir cemaat, bir parantez açıldı ve daha sonra kapandı o parantez.

Ruşen Çakır: Evet, ama bizim konseptimize, ‘‘Bir mozaik olarak Türkiye’’ye bence yakışıyor. Çünkü izlerini şu anda açık bir şekilde görmesek bile illaki bir yerlerde izleri vardır. Çok teşekkür ediyorum Pınar Hanım, çok sağ olun.

Pınar Üre: Ben teşekkür ederim davetiniz için, iyi günler diliyorum.

Ruşen Çakır: Sağ olun. Evet, ‘‘Bir mozaik olarak Türkiye’’nin 52. bölümünde, bir dönem, Osmanlı’nın son dönemi ve Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye’de ve özellikle İstanbul’da çokça görülen ama sayıları hızla azalan Beyaz Rusları konuştuk. Tarihçi Doktor Pınar Üre bize bu konuda çok önemli ve değerli bilgiler verdi, kendisine çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.