Abdullah Öcalan’ın İmralı süreci kişisel bir hikâye olmaktan öte, bölgesel dinamikleri de etkileyen bir faktör haline geldi. Peki 26 yıldır hapiste olmasına rağmen Abdullah Öcalan kişisel etkisini nasıl korudu? “Bağımsız Birleşik Sosyalist Kürdistan” hedefinden örgütünü feshetme aşamasına ulaşan bu radikal dönüşümü nasıl gerçekleştirdi? Yeni Çözüm Süreci’ni daha iyi anlamak için tarihte bir gezinti yaparak bu soruların yanıtlarını aramaya çalıştık. Medyascope, PKK liderinin örgütüne, topluma ve siyasete müdahale anlarını ve silahsızlanmaya giden siyasal dönüşümünü sizin için dosyalaştırdı.
15 Şubat 1999’da Kenya’nın başkenti Nairobi’de yakalanan Abdullah Öcalan, Türkiye’ye getirildikten sonra Marmara Denizi’ndeki İmralı Adası’nda bulunan yüksek güvenlikli cezaevine yerleştirildi. İmralı Adası 10 km² yüzölçümüne sahip. Stratejik konumu ve izole yapısı nedeniyle Türkiye’nin en güvenli cezaevi olarak kabul ediliyor.
1999 yılına kadar cezaevindeki hükümlüler sabun üretiyor ve bazıları hayvan çobanlığı yapıyordu. Öcalan’ın buraya nakledilmesiyle birlikte, adada bulunan diğer mahkumlar farklı cezaevlerine nakledildi.
1999’dan 2009’a kadar Öcalan ada cezaevinde tek mahkum olarak kaldı.
Cezaevinde Öcalan’ın güvenliğini sağlamak için binden fazla askeri personel görevlendirildi. Bu durum, bir mahkumu korumak için olağanüstü bir kaynak kullanımıydı ve İmralı’nın sembolik önemini gösteriyordu. Öcalan’ın yaşam alanı yaklaşık 13 metrekarelik bir hücreydi. Hücrede bir yatak, masa, sandalye, televizyon ve kitaplık bulunuyordu. Öcalan, günün belirli saatlerinde havalandırmaya çıkma hakkına sahipti.
“Esir Önderlik”: Öcalan PKK’yi dönüştürmeye başlıyor
Öcalan, 31 Mayıs 1999’da İmralı Adası’nda başlayan davasının hemen sonrasında yayınlanan “Kürt Sorununda Demokratik Çözüm Bildirgesi” adlı kitabında, “demokratik çözüm” kavramı üzerinde durdu. Bu kitapta, PKK’nin varlığının yasal-siyasal zemine çekilmesi ve demokratik sistemle bütünleştirilmesi gereğini savundu. Öcalan bu kitapta ayrılıkçı olmadığını söyledi. PKK’nin eylemlerinin terörizm olarak değil, düşük yoğunluklu savaş olarak değerlendirilmesi gerektiğini savundu.
Öcalan’ın yakalanması PKK içerisinde bir dizi tartışmaya yol açtı ve yeniden yapılanma süreci başladı. İlk önemli dönüm noktası, PKK’nin 7. Kongresi oldu. PKK, Öcalan’ın İmralı savunmasında ortaya koyduğu “Demokratik Cumhuriyet” tezini 2000 yılında düzenlenen bu kongrede benimsedi. Bu kongrede hareketin ilk stratejik değişimi örgüt tarafından da onaylandı.
PKK, ayrılıkçı bir çizgiden ziyade Türkiye sınırları içinde demokratik haklar talep eden siyasi bir çizgi takip etmeye başladı. Örgüt siyasi aktörleşme çabasını arttırırken silahlı kanadın adı ARGK’den (Kürdistan Halk Kurtuluş Ordusu) HPG’ye (Halk Savunma Birlikleri) dönüştü. İsimdeki “Kürdistan” kelimesinin çıkarılması örgütün o döneme kadar yaşadığı kopuşların en büyüğünü tetikledi. Yüzlerce örgüt mensubu PKK’den ayrıldı.
Öcalan paradigma değişimine devam etti. Savaşın yürütüldüğü bölgenin adı Öcalan’ın çağrısıyla “Medya Savunma Alanları” olarak değiştirildi. Bu kavram örgüt içi iletişimde bugün bile disiplinli bir şekilde kullanılmakta.
2002-2003 döneminde PKK kendini yeniden yapılandırdı. Örgüt KADEK adını aldı. KADEK, 16 Nisan 2002’de yaptığı açıklamada “Demokratik Bir Ortadoğu Çözümü İçin Zaman” başlıklı bir rapor yayınladı. Türkiye, İran, Irak ve Suriye’de demokratik birliği gerçekleştirmek için eylem planları sundu.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Ancak KADEK uzun ömürlü olmadı. 11 Kasım 2003’te KADEK kendini feshetti. Yerini Kongra-Gel (Kürdistan Halk Kongresi) aldı. Kongra-Gel’in kuruluşu, Öcalan’ın örgütsel yapılanmaya dair düşüncelerinin gelişiminin bir parçasıydı.
PKK / Kongra-Gel’in, asıl büyük dönüşüm 2005 yılında gerçekleşti. Abdullah Öcalan, Mart 2005’te “Kürdistan’da Demokratik Konfederalizm Bildirgesi”ni yayınladı. Kürtlere, coğrafi sınırları zorlayan bir konfederasyon örgütlenmesi çağrısında bulundu.
Bu öneride üç farklı hukuk yapısının uygulanması öngörülüyordu: AB hukuku, Türkiye/Suriye/Irak/İran hukuku ve Kürt hukuku. Kürtlere bu üç hukuk yapısına saygılı ve bunlarla çatışmayan demokratik örgütlenmeler oluşturmasını istedi.
Bu öneri, Nisan 2005’teki “Yeniden Kuruluş Kongresi”nden sonra PKK programına dahil edildi.
4-21 Mayıs 2005 tarihlerinde toplanan Kongra-Gel Genel Kurulu da Öcalan’ın önerdiği Demokratik Konfederalizm ilkelerini benimsediğini açıkladı. Bu doğrultuda KCK (Koma Civakên Kurdistan – Kürdistan Topluluklar Birliği) yeni bir örgütsel yapı olarak kabul edildi.
KCK, Öcalan’ın Murray Bookchin’den etkilenerek geliştirdiği komünalizm ve konfederalizm fikirlerinin pratik bir uygulamasıydı. KCK, dört parçaya bölünmüş olarak kabul edilen Kürdistan’ın tüm bölgelerini kapsayan şemsiye bir örgüt olarak tasarlandı. Siyasi yapılar olarak Türkiye’de PKK, Suriye’de PYD, İran’da PJAK ve Irak’ta PÇDK adıyla KCK sistemi uygulanmaya çalışıldı. Bu aktörlerin askeri kanatları oluşturuldu. PYD’nin silahlı kanadı YPG daha sonra Suriye iç savaşına yön veren en önemli aktöre dönüştü.
Askeri yapıların yanı sıra hızla siyasi, sivil, kültürel organlar ve iktisadi kooperatifler oluşturuldu. KCK sistemi, Öcalan’ın yeni tezlerine uygun olarak takipçilerine “bağımsız bir vatan” vaad etmedi. Fakat “vatanı” zihinlerde oluşturuyordu.
KCK’nin vatanı zihinde kurgulayan bu devletsiz modeli, Avrupa’daki Kürtler arasında da hızla yayıldı. Hatta Öcalan’ın modeli, “Bağımsız Kürdistan” diyen Kürt partilerine karşı “gerçekçilik” ve “kolay uygulanabilirlik” avantajı elde etti. KCK zamanla dünyanın dört bir yanındaki Kürtler arasında çeşitli yapılar kurdu.
2007 yılında, Öcalan’ın “Demokratik Toplum Manifestosu” çalışması doğrultusunda, KCK Sözleşmesi resmen ilan edildi. Bu sözleşme, Öcalan’ın “demokratik ulus”, “demokratik özerklik” ve “demokratik konfederalizm” kavramlarının somut bir ifadesi olarak şekillendi. KCK Sözleşmesi’ne göre, her bölgede özerk demokratik yapılar kurulacak, ancak bunlar bir devlet olmayacaktı. Sözleşme, Kürt toplumunun iç ilişkilerini düzenleyen bir tür Anayasa olarak önerildi.
KCK sözleşmesinde örgütün en üst organı olarak başkanlık kurumu 11. maddede şu şekilde tanımladı:
“Kürdistan Demokratik Toplum Konfederalizmi Kurucusu ve Önderi, Abdullah Öcalan’dır. Ekolojiye ve cinsiyet özgürlüğüne dayalı demokrasinin felsefi, teorik ve stratejik kuramcısıdır. Her alanda bütün halkı temsil eden önderlik kurumudur. Kürdistan halkının özgür ve demokratik yaşamına ilişkin temel politikaları gözetir ve temel konulardaki en son karar merciidir.“
“Zihinde var edilebilen bir vatan”
KCK düşüncesi tahmin edilenden hızlı büyüdü. Hareketin silahlı kanadına katılmak istemeyen binlerce insan sosyal ve politik alanda açılan bu yapıda yer bulabildi. 1990’larda daha dağınık bir görüntü veren Kürt kurumları hızla birbiriyle ilişkiye sokuldu. Bu kurumlar arasındaki hukuku düzenleyecek yasama organları oluşturulmaya çalışıldı.
2009’da başlayan KCK operasyonları sürecine kadar dünya genelinde iki binden fazla siyasal, sivil toplum, kültürel, medya yapısı inşa edilmişti. Devlet, bu sivil dönüşümü “terörün uzantısı” olarak değerlendirdi ve müdahale etti. Yapılan yargılamalar sonucu çok ağır cezalar verildi. Başta belediyeler olmak üzere Kürt hareketinin sirayet ettiği tüm kurumları hedef aldı.
Öcalan’ın İmralı’da geliştirdiği bir diğer önemli kavramsal çerçeve, “Demokratik Modernite” düşüncesi oldu. 2010’lu yılların başında Kürt hareketinin felsefi dünyasına bu kavram damga vurdu.
Beş ciltlik “Demokratik Uygarlık Manifestosu” serisinde geliştirdiği bu düşünce, moderniteye alternatif bir yaklaşım sunarak, kapitalist modernitenin karşısına demokratik moderniteyi koyuyordu.
Bunların yanı sıra, 2009 yılında Öcalan’ın Kürt-Türk çatışmasının çözümü için hazırladığı 160 sayfalık önerisine devlet yetkililerince el konuldu. Metnin kamuoyuna ulaşması engellendi.
Telsizden manifestoya: İmralı’da yazılan kitaplar ve teorik dönüşüm
Abdullah Öcalan, İmralı’da geçirdiği yıllar boyunca zihinsel üretimini sürdürdü. Çeşitli kitaplar yazarak ideolojik bir dönüşüm geçirdi. Bu dönüşüm, PKK’nin yeni stratejilerinin ve bölgesel siyasetin şekillenmesinde önemli rol oynadı.
Öcalan, İmralı Adası’ndaki cezaevinde “esnek, çok kültürlü, anti-tekelci ve uzlaşma odaklı” olarak tarif ettiği Demokratik konfederalizm adlı politik kuramı geliştirdi. Bu kuram, klasik Marksist-Leninist görüşlerin, Amerikalı düşünür Murray Bookchin’in komünalizm fikirlerinin, ekoloji ve feminizm gibi konuların harmanlanması sonucu ortaya çıktı. Öcalan’ın o dönemler geliştirdiği teoriye göre, Ortadoğu’nun toplumsal yapısına en uygun model konfederal bir yapıdır. Bu model devlete dayanmayan bir sosyalizm anlayışını içerir.
Öcalan’ın İmralı’da yazdıkları arasında “Bir Halkı Savunmak”, “Demokratik Uygarlık Manifestosu”, “Kürt Sorununda Demokratik Çözüm Bildirgesi”, “Demokratik Konfederalizm” ve “Sümer Rahip Devletinden Demokratik Uygarlığa” gibi kitaplar bulunuyor. Bu kitapların bir kısmı avukatları aracılığıyla dışarıya çıkarıldı ve farklı dillere çevrilerek yayınlandı.
Özellikle “Demokratik Uygarlık Manifestosu” adlı beş ciltlik kitabı, takipçileri tarafından Öcalan’ın siyasi düşüncesinin en kapsamlı ifadesi olarak kabul ediliyor.
Kadın sorununa yaklaşımını da derinleştirdi. Cezaevinde “jineoloji” kavramını teorize etti. Kadın bilimi olarak da anılan jineoloji, Öcalan tarafından savunulan bir feminizm biçimi. Teori daha sonra Kürdistan Topluluklar Birliği’nin (KCK) temel ilkelerinden biri haline geldi.
Bu teoriye göre, kadın özgürlüğü sadece toplumsal cinsiyet eşitliği değil, aynı zamanda toplumsal dönüşümün temel dinamiğiydi.
İmralı’dan PKK’yi silahsızlandırma denemeleri
Abdullah Öcalan’ın İmralı’daki varlığı, Türkiye’nin Kürt meselesiyle ilgili barış girişimlerinde merkezi bir rol oynadı. Öcalan, cezaevinden çeşitli dönemlerde hükümetle doğrudan veya dolaylı diyalog süreçlerine dahil oldu. Bu süreçlerde “İmralı notları” olarak bilinen açıklamalar ve önerilerle etkili oldu.
Öcalan’ın barış sürecindeki ilk önemli girişimi, yakalanmasından kısa bir süre sonra gerçekleşti. Ekim 1999’da, Öcalan’ın çağrısı üzerine eski Avrupa PKK sözcüsü Ali Sapan önderliğindeki sekiz PKK militanı, Türkiye’ye teslim oldu. Öcalan’ın avukatları, diğer PKK militanlarının da devletin yaklaşımına bağlı olarak teslim olacaklarını duyurdu. Ancak bu sekiz kişi ve birkaç hafta sonra İstanbul’da teslim olan bir başka grup tutuklandı. Çözüme dair atılan adım böylelikle sona erdi.
2006 yılında Abdullah Öcalan, hem PKK hem de güvenlik güçleri tarafından işlenen savaş suçlarını araştırmak için örgüte “Hakikat ve Adalet Komisyonu” kurması çağrısı yaptı. Komisyon Mayıs 2006’da oluşturulsa da etkili olamadı.
2009-2011 yılları arasında “Oslo Süreci” olarak bilinen gizli görüşmeler gerçekleşti. Bu süreçte MİT yetkilileri ile PKK yöneticileri arasında Norveç’in arabuluculuğunda bir dizi toplantı yapıldı. Öcalan doğrudan bu görüşmelere katılmasa da, sürecin şekillenmesinde belirleyici rol oynadı.
Bu süreçte Öcalan’ın çağrısıyla “Habur Olayı” diye bilinen silah bırakma adımı gerçekleşti. 30’dan fazla PKK militanı silah bırakarak Türkiye’ye geldi. Grupta yer alanlar birkaç yıl içinde yakalanıp hapse kondu.
31 Mayıs 2010 tarihinde Abdullah Öcalan, Türkiye ile devam eden diyalogun “artık anlamlı veya yararlı olmadığını” belirterek süreci terk ettiğini açıkladı. Öcalan, Türkiye’nin müzakere için attığı adımlarda kendisinin üç protokolünü görmezden geldiğini belirtti: (a) sağlık ve güvenlik koşulları, (b) serbest bırakılması, (c) Türkiye’deki Kürt sorununun barışçıl çözümü. Hükümet Öcalan’ın protokollerini almış olsa da, bunlar hiçbir zaman kamuoyuna açıklanmadı.
Görüşmeler, 2011 yılında Oslo görüşmelerinin sızdırılması ve ardından 14 askerin hayatını kaybettiği Silvan saldırısıyla sekteye uğradı.
Öcalan’ın örgütü silahsızlandırma düşüncesi kötü deneyimlere rağmen devam etti.
2013 yılı başında, PKK ile hükümet arasında yeni bir barış süreci başlatıldı. Ocak ve mart ayları arasında Öcalan, İmralı’da Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) milletvekilleriyle birkaç kez görüştü. Bu görüşmeler “İmralı görüşmeleri” olarak bilinir hale geldi.
2013 Nevrozu ve 2015 Dolmabahçe Mutabakatı, Kandil’in silahsızlanmasına dair arzusunun en somut yansımaları oldu.
Sürecin dönüm noktası, 21 Mart 2013 tarihinde, Nevroz kutlamaları sırasında Diyarbakır’da yüz binlerce kişiye okunan Öcalan’ın açıklaması oldu. Açıklamada şu ifadeler yer alıyordu:
“Silahlar sussun ve siyaset hâkim olsun… silahlı çatışma sürecinden demokratikleşme ve demokratik siyasete giden yeni bir kapı açılıyor. Bu son değil. Yeni bir dönemin başlangıcı.”
28 Şubat 2015’te, Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan ve İçişleri Bakanı Efkan Ala, HDP grup başkanvekilleri Pervin Buldan, İdris Baluken ve HDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder ile Başbakanlık Ofisi’nde bir araya geldi. Bu görüşmede yapılan açıklamalar, daha sonra “Dolmabahçe Mutabakatı” olarak anıldı.
Ancak 20 Mart 2015’te Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Dolmabahçe mutabakatını onaylamadığını ve kabul etmediğini açıkladı. İmralı heyeti, 5 Nisan 2015’te Abdullah Öcalan ile İmralı Adası’nda son kez görüştü. Temmuz 2015’teki Suruç Katliamı ve Ceylanpınar’da iki polisin öldürülmesinin ardından ateşkes sona erdi.
Barış sürecinin çöküşünden sonra, Abdullah Öcalan üzerindeki izolasyon arttı. 2016-2019 yılları arasında avukatlarıyla veya ailesiyle görüşmesi tamamen engellendi. Bu dönemde, özellikle 2018-2019 açlık grevleri sırasında, Öcalan’ın izolasyonunun sona erdirilmesi ve barış görüşmelerinin yeniden başlatılması talepleri yükseldi.
2018 Kasım ayında başlayan ve 2019 Mayıs’ında sona eren açlık grevleri sonucunda, Öcalan’ın avukatlarıyla görüşmesine yeniden izin verildi. Gerçekleşen bu görüşmelerde Öcalan, Türkiye’deki Kürt sorununa yönelik barışçıl bir çözüm bulunması çağrısında bulundu.
HEP’ten DEM Parti’ye: Öcalan’ın Türkiye siyaseti üzerindeki etkisi
Öcalan’ın tezlerine ilgisini hiç kaybetmeyen Türkiye’deki Kürt hareketi de benzer bir doğrultuda bir yol haritası benimsedi. Kürtler 1990’lı yıllarda ilk kez SHP ile ittifak yaparak TBMM’ye girdiyse de kısa sürede legal alandan “temizlenmişti”. 2007 seçimleri, Demokratik Toplum Partisi’nin (DTP) bağımsız adaylarla, kimseye ihtiyaç duymadan parlamentoya girmesi, Kürt siyasi hareketinin legal alanda yeniden temsiliyetinde önemli bir adım oldu. Bu dönemde Öcalan, İmralı’dan yaptığı açıklamalarla Kürt siyasi hareketinin stratejik yönelimlerini belirlemeye devam etti. DTP’nin, daha sonra BDP ve en sonunda HDP’ye dönüşen sürecinde Öcalan’ın görüşleri belirleyici oldu. DTP ve DTK (Demokratik Toplum Kongresi) “Demokratik Özerklik” kavramını programına resmen koydu.
2011 seçimleri öncesinde, Öcalan’ın avukatları aracılığıyla ilettiği mesajlar, Kürt hareketinin legal siyasete verdiği önemi artırdı. Bağımsız adaylarla seçime giren BDP, 36 milletvekili çıkararak parlamentoda yeniden grup kurdu. Bu dönemde İmralı görüşmelerinin başlamasıyla, Öcalan’ın siyasi stratejileri daha görünür hale geldi.
Kürt siyasetine yaptığı en önemli müdahalelerden biri İstanbul merkezli Halkların Demokratik Kongresi ve Diyarbakır merkezli Demokratik Toplum Kongresi’nin kuruluşu oldu. İstanbul’daki süreç Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) kuruluşuyla devam etti. 1990’lı yılların HADEP rüzgarı, 2010’larda yeniden Kürtlerin arkasındaydı. Üstelik HDP artık Türklerle arasında kalıcı bir kanal açmış, İstanbul’u parti politikasının göbeğine yerleştirmişti.
2013-2015 arası barış süreci, Öcalan’ın Kürt siyasi hareketi üzerindeki etkisinin zirve yaptığı dönemdi. 2013 Nevrozu’nda okunan mektubu ve sonrasında BDP-HDP heyetleriyle yaptığı görüşmeler, siyasi partinin stratejik yönelimini şekillendirdi.
HDP Türkiyelileşme stratejisinin de katkısıyla 7 Haziran 2015 seçimlerinde yüzde 13 oy aldı. 80 milletvekili çıkardı.
Öcalan’ın ilk kez 2011’de BDP’ye önerdiği “Türkiyelileşme” stratejisi bugün hâlâ Türkiye siyasetinde sıklıkla tartışılan bir kavram.
Öcalan’ın yokluğunda HDP savunmaya geçiyor
2016’dan itibaren Öcalan üzerinde kalıcılaşan tecrit, HDP’yi yeni söylem ve strateji üretmekte zorladı. Demirtaş’ın da hapse konulmasıyla HDP 2015 oylarına bir daha dönemedi. 2018 Cumhurbaşkanlığı ve genel seçimlerinde HDP, yüzde 11,7 oy alarak 67 milletvekili çıkardı.
Öcalan’ın stratejik hamlelerinin ve Demirtaş’ın iletişim yeteneklerinin uzağında kalan HDP son derece defansif bir pozisyona geçti. Yargıya karşı savunma hatları örmeye başladı. YSP (Yeşil Sol Parti) gibi alternatif seçeneklerini hep hazır tuttu.
İmralı’nın yokluğunda HDP, genellikle Kandil’in çıkışları ile uyumlu bir siyasi tavır geliştirdi. Zamanla muhalefet ile stratejik işbirlikleri kurmaya başladı.
Öcalan 2019’da HDP’nin muhalefet ile stratejik işbirliğine müdahale etmeye çalıştı. Öcalan’ın İstanbul seçimlerinde Kürtleri tarafsızlığa davet eden mesajı seçmen tarafından “samimi” bulunmadı. Bunda devletin mesajı sunuşundaki pragmatik aceleciliği etkili oldu.
2019’daki ikinci İstanbul seçimlerini de AKP’nin kaybetmesi üzerine İmralı tecridi kaldığı yerden devam etti.
HDP ve Demirtaş daha sonra CHP’nin cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nu “koşulsuz” destekleyecekti. Bu tavır Kürtler arasında çok sayıda eleştiri topladı. Parti bu süreçte etkisiz kalmakla suçlandı.
2024 yılının sonlarına kadar, DEM Parti kadroları -çok kısa süren bir aile görüşmesi dışında- Öcalan ile bir daha temas kuramadı.
DEM Parti ve öncesindeki partiler, 1999’dan beri düzenli olarak tecridin kaldırılması kampanyaları düzenliyor.
Avukat görüşmeleri, protestolar ve İmralı’ya hükümlü transferleri
Abdullah Öcalan’ın dış dünyayla en temel iletişim kanalını avukat görüşmeleri oluşturdu. Yakalandıktan sonra Asrın Hukuk Bürosu’nun onlarca avukatı tarafından temsil edildi. Avukatları aracılığıyla hem hukuki savunmalarını yönetti hem de politik mesajlarını kamuoyuna iletti.
Öcalan’ın yakalanmasından sonraki ilk avukat görüşmesi 25 Şubat 1999’da gerçekleşti. Bu tarihten itibaren avukatlarıyla düzenli görüşme hakkı tanındı, ancak bu hak zaman içinde çeşitli kısıtlamalara tabi tutuldu. Avukat görüşmeleri, başlangıçta haftada iki kez ve 20 dakika süreyle gerçekleşirken, daha sonra bu süre bir saate çıkarıldı. Ancak çeşitli gerekçelerle, özellikle “kötü hava koşulları” nedeniyle birçok görüşme iptal edildi.
Cezaevi sürecinin başından itibaren Öcalan’ın avukatlarıyla iletişimi sıklıkla kesildi. Bu süreçte taraftarları büyük çaplı protestolar düzenledi. Bu protestolarda çok sayıda kişi öldü.
27 Temmuz 2011’de Öcalan ile avukatlarının iletişimi tamamen kesildi. Bu tarihten 2 Mayıs 2019’a kadar, yaklaşık 8 yıl boyunca Öcalan’ın avukatlarıyla görüşmesine izin verilmedi. Yapılan 700 başvurunun tamamı reddedildi.
15 Temmuz’da İmralı’da askeri hareketlilik olduğu iddiaları üzerine kampanyalar düzenlendi. İki ay sonra kardeşinin adaya gidiş başvurusuna izin çıktı. 11 Eylül 2016’da Mehmet Öcalan’ın gerçekleştirdiği kısa ziyarette Öcalan’ın iyi olduğu dışında bir bilgi aktarılmadı.
6 Eylül 2018’de, Öcalan’ın 2005-2009 yılları arasında aldığı disiplin cezaları, avukatlarıyla yaptığı görüşmelerin kamuoyuna açıklanması ve avukatları aracılığıyla PKK’yi yönettiği gerekçesiyle, altı ay süreyle avukat görüşmeleri yasaklandı.
Avukat görüşmelerine getirilen bu uzun süreli yasak, taraftarları arasında Öcalan’ın sağlık durumu, hukuki statüsü ve cezaevi koşulları hakkında derin endişelere yol açtı. Avukatları, bu durumun uluslararası hukuk ve Türkiye’nin kendi yasalarına aykırı olduğunu ileri sürdü. 8 Kasım 2018’de, HDP milletvekili Leyla Güven, Öcalan üzerindeki izolasyonun sona ermesi talebiyle süresiz açlık grevine başladı. Bu eyleme zaman içinde dünya çapında 8 binden fazla kişi katıldı.
Avukat görüşmelerine getirilen yasak, Bursa Ağır Ceza Mahkemesi’nin 22 Nisan 2019’da Öcalan’ın avukatlarını İmralı’ya kabul etme kararıyla kalktı. 2 Mayıs 2019’da Asrın Hukuk Bürosu’ndan Rezan Sarıca ve Nevroz Uysal, 8 yıl aradan sonra ilk kez PKK lideri ile görüştü. Bu görüşmenin ardından 6 Mayıs’ta düzenlenen basın toplantısında, Öcalan’ın ve İmralı’daki diğer üç tutuklunun hazırladığı bir bildiri kamuoyuyla paylaşıldı.
2019 yılı boyunca, avukatlar 22 Mayıs, 12 Haziran, 18 Haziran ve 7 Ağustos tarihlerinde Öcalan’la görüşmeye devam etti. 22 Mayıs’taki görüşmenin ardından açlık grevlerinin sona erdirilmesi çağrısında bulundu. 26 Mayıs’ta kamuoyuna duyurulan bu çağrı üzerine, o sırada 200 günü aşkın süredir açlık grevinde olan Leyla Güven öncülüğündeki eylem sonlandırıldı.
3 Mart 2020’de bu kez İmralı’da bulunan diğer tutuklulardan Ömer Hayri Konar ve Veysi Aktaş’ın akrabalarının da onları ziyaret etmesine izin verildi. Bu, Haziran 2019 İstanbul seçimlerinden sonra adaya yapılan ilk ziyaret oldu.
Öcalan’ın avukatları aracılığıyla dış dünyaya ulaştırdığı yazılar ve kitaplar, iletişim kanalının en önemli parçasıydı.
PKK liderinin avukatlarıyla görüşmelerinde iletilen mesajlar etkisini korumasında önemli yer tuttu. Avukat görüşmeleri yalnızca hukuki savunma stratejisiyle sınırlı kalmadı. Aynı zamanda Türkiye’nin siyasi gündemine ve PKK’nın eylem stratejilerine ilişkin önemli açıklamalar içerdi. Örneğin, 28 Eylül 2006’da avukatı İbrahim Bilmez aracılığıyla yaptığı açıklamada, “PKK, imha amacıyla saldırıya uğramadığı sürece silah kullanmamalıdır” ve “Türkler ve Kürtler arasında demokratik bir birlik kurmak çok önemlidir. Bu süreçle, demokratik diyaloğun yolu da açılacaktır” ifadelerini kullandı.
Avukat görüşmelerindeki kısıtlamalar ve iletişim engellerine rağmen, Öcalan’ın dış dünyaya ulaştırdığı mesajlar, hem PKK hem de Türkiye’deki Kürt siyasi hareketi üzerinde belirleyici etkiye sahip olmaya devam etti. Öcalan’a atfedilen demeçler, açıklamalar ve kitaplar, yıllar içinde Kürt siyasi hareketinin temel referans noktalarından birini oluşturdu.
“Sayın Öcalan” davaları
Bir başka ilginç gelişme de Türkiye’de “Sayın” davalarının yaşanması oldu. 2008 yılında Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, 2006 ve 2007 yılları arasında Öcalan’a “Sayın” diyerek hitap ettikleri için 949 kişinin mahkûm edildiğini ve 7 binden fazla kişi hakkında soruşturma açıldığını açıkladı. Bu davalar, Öcalan’ın toplumsal ve politik algısını kontrol etmeye yönelik hukuki düzenlemelerin bir örneğini oluşturdu.
Bunun üzerine DTP bir imza kampanyası başlattı. Örgütlü olunan her ilde vatandaşlara “kendimi ihbar ediyorum” başlıklı ve Öcalan’a “sayın” diyen dilekçeler dağıtıldı. Bu dilekçeler Türkiye’nin dört bir tarafında on binlerce kişi tarafından savcılıklara elden teslim edildi.
Böylece bu yasak pratikte aşılmış oldu.
CPT’nin İmralı ziyaretleri
Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi (CPT), 1999’dan itibaren İmralı’ya düzenli ziyaretler gerçekleştirdi. 27 Şubat-2 Mart 1999 tarihinde ilk ziyareti gerçekleştiren CPT, daha sonra 14 Eylül 2001, 16-17 Şubat 2003, 11-16 Şubat 2007, 26-27 Ocak 2010, Ocak 2013, Nisan-Mayıs 2016 ve Mayıs 2019 tarihlerinde de ada cezaevini ziyaret etti. CPT raporlarında Öcalan’ın tek kişilik tutukluluk halinin yarattığı sorunlara dikkat çekti. Türkiye’den iyileştirmeler yapmasını istedi.
Bu eleştiriler sonucunda Türkiye, Kasım 2009’da İmralı’daki tutuklu rejiminde değişikliğe gitti. Şeyhmuz Poyraz, Cumali Karsu, Hakkı Alkan, Hasbi Aydemir ve Bayram Kaymaz adlı PKK’li hükümlüler İmralı’ya nakledildi. Öcalan’ın onlarla haftada on saat görüşmesine izin verildi. Bu hükümlüler daha sonra başka cezaevlerine nakledildi.
Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi’nin ziyaretleri ve raporları sonucunda adada yeni bir hapishane inşa edildi.
Ve Öcalan yeniden sahnede: “PKK kendini feshetsin”
27 Şubat 2025 tarihinde Öcalan, hapishaneden PKK’nın kendini feshetmesi ve silahlarını bırakması çağrısında bulunan bir mesaj yayınladı. Bu çağrı üzerine PKK, 1 Mart itibarıyla ateşkes ilan ettiğini duyurdu. Bu gelişme, Öcalan’ın 26 yıllık tutukluluk hayatı boyunca barış süreçlerindeki rolünün devam ettiğini gösterdi.
İmralı’daki Öcalan’ın barış girişimlerindeki rolü, Türkiye’nin PKK ile yürüttüğü mücadelede alternatif bir yol sundu. Her ne kadar bu süreçler nihai bir çözüme ulaşamasa da, Öcalan’ın siyasi bir aktör olarak etkisini sürdürmesini sağladı. İmralı notları olarak bilinen açıklamaları, Türkiye’deki Kürt hareketinin stratejik yönelimini belirlemede ve şiddet-siyaset dengesini yeniden tanımlamada önemli rol oynadı.
Öcalan’ın Kandil’in yanı sıra Suriye’deki Kürt aktörler üzerindeki etkisi, kendisini bir süre daha Türkiye’nin gündeminde tutabilir. Bu konuda bir şey okumak istiyorsanız aşağıdaki dosya haberimiz tam size göre.