AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, DEM Parti heyeti ile görüşecek. Peki Erdoğan “çözüm süreci”ni canlandırmayı sahiden istiyor mu? Ruşen Çakır, konuğu Prof. Dr. Bülent Bilmez ile değerlendirdi.
Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan, partisinin Meclis’te düzenlediği haftalık grup toplantısında konuştu.
Bakırhan, Öcalan ve diğer mahkumların Ramazan Bayramı’nda aileleriyle yaptıkları görüşmeyi hatırlattı. PKK lideri Abdullah Öcalan’ın gerekli adımları attığını söyleyen Bakırhan, iktidardan herhangi bir adım gelmediğini vurguladı.
Bakırhan şöyle devam etti:
“Yürütme erki tarafından topluma güven verecek herhangi bir duruş sergilenmiyor. Barış korkulacak bir şey midir? Antidemokratik uygulamalar arttıkça nasıl güven tesis edilecek? Bu rehavete son vermek gerekiyor.”
Öte yandan AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, DEM Parti heyetini 10 Nisan Perşembe günü kabul edeceğini açıkladı. Partisinin Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) grup toplantısında konuşan Erdoğan, “Terörsüz Türkiye hedefimize ulaşma irademizi teyit edeceğiz” dedi.
Erdoğan çözüm sürecini canlandırmayı sahiden istiyor mu?
Erdoğan, konuşmasında “Muhalefetin oyununa gelmeyiz. Bizim daha mühim gündemlerimiz var. Terörsüz Türkiye gibi hayati önemde meselelerimiz var. Cumhur İttifakı olarak büyük bir titizlik ve sabırla yürüttüğümüz bu süreci ülkemizin hayrına neticelendireceğiz” ifadelerini kullandı.
Bu açıklama, DEM Parti ile yapılacak görüşmenin siyasi zemini olarak yorumlandı.
DEM Parti heyetinde sadece Sırrı Süreyya Önder ve Pervin Buldan olacak. Görüşme 13:30’da Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde gerçekleşecek.
Peki, Erdoğan çözüm sürecini canlandırmayı sahiden istiyor mu?
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Ruşen Çakır ve Prof. Dr. Bülent Bilmez değerlendirdi.
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Merhaba, iyi günler. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu hafta içerisinde İmralı heyetini kabul etmesi bekleniyor ve bu da tabii ki 19 Mart’la beraber askıya alınmış gözüken yeni çözüm sürecinin, kaldığı yerden devam edip etmeyeceği sorusunu beraberinde getiriyor. Bu konuyu, İstanbul Bilgi Üniversitesi’nden Prof. Bülent Bilmez’le konuşacağız. Hoş geldin, Bülent.
Bilmez: Merhaba.
Erdoğan’ın İmralı heyeti ile bu hafta görüşeceği açıklanmadan önce, çözüm süreci ile ilgili bir yazı kaleme aldın Sen adına ne diyorsun? Ben ‘’çözüm süreci’’ diyorum.
Bilmez: İş iyice sulandırıldığı için ben bir ara ‘’şey süreci’’ diyordum, şimdi daha çok, ‘’adı konulmayan süreç ‘’diyorum. Yazımda da öyle dedim.
Evet, sen bu yazında Erdoğan’ın çok da fazla gönüllü olmadığını, bunun daha çok Bahçeli’nin açık ve net çağrılarıyla olduğunu yazmışsın ki bu çok baskın bir görüş aslında, ama onu çok detaylı konuşuruz. Önce şuradan başlayalım: Muhtemelen yarın ya da belki cuma günü, heyet, Erdoğan’la buluşacak. Diyarbakır’daki arkadaşımız Ferit Aslan’ın dediğine göre, DEM Parti, en son İmralı’ya giden ekiple Erdoğan buluşmasını yapmak istiyor. Yani sadece Sırrı Süreyya Önder ve Pervin Buldan değil, Ahmet Türk, DEM Parti Eş Başkanları ve aynı zamanda Milletvekili Cengiz Çiçek, bir de avukat vardı şimdi adını hatırlayamadım, bu isimlerle buluşmaya gitmek istiyor. Erdoğan İmralı heyetini kabul edebileceğini daha önce söylemişti zaten. Şimdi bu hızlandırılıyor belli ki. Niçin böyle oluyor? Erdoğan bunu gönüllü bir şekilde mi yapıyor?
Bilmez: Böyle bir soruya cevap verirken, baştan şerh koymak gerekiyor. Akıl yürütmek durumundayım sadece. Sizin ya da başkasının sahip olduğu bilgiden daha fazlasına sahip değilim. Bizlerin yaptığı, daha çok, hem medyayı, bütün kanallardan yazılan çizilenleri daha sistematik, titiz takip etmek, hem de çoklu takip etmek. Ben bu şerhten sonra, aslında başından itibaren Erdoğan’ın dolaylı olarak ‘’iç cephenin güçlendirilmesi’’ mottosuyla başlattığını düşündüğüm bir projenin, daha sonra Ekim ayında Devlet Bahçeli’nin, “Öcalan Meclise gelsin konuşsun” çıkışıyla -ki bu çıkışını sonra ‘’örgüt kendisini feshetsin’’ çıkışına bağladı-, aslında Erdoğan’ı da Bahçeli’yi de aşan bir devlet, müesses nizam projesi olduğunu düşünüyorum. Hatta bir adım daha atıp müesses nizamla birlikte uluslararası güçlerin en azından konsensus oluşturdukları, birlikte hazırlamasalar bile, herkesin razı olduğu bir çerçeveden söz ettiğimizi düşünüyorum. Hatırlarsan, bu mesele başından beri haklı olarak ‘’Bu iş Suriye ile ne kadar ilişkili? Suriye merkezli konuşalım, konuşmayalım, Ortadoğu merkezli konuşalım, konuşmayalım’’ tartışmasıyla çok konuşuldu. Bunu sorgulayanlar, böyle olmadığını söyleyenler bile ısrarla, aslında Cumhurbaşkanlığı sistemine dayalı tek adam rejiminin artık dorukta olduğunu, kimilerinin, iktidar blokunun en güçlü zamanında olduğunu, PKK’nın ve terörün artık bitirildiğini söylediği bir dönemde, niye iktidar blokunun böyle bir şeye giriştiğini düşünmek lazım. Bu bile kendi başına, meseleyi içeride değil, başka yerde de aramamız gerektiği konusunda bir ipucuydu bence.
Ama soruna şöyle cevap vereyim: Evet, bu birlikte başlatılan süreç de takdir edersin ki çok karmaşık bir süreç. Çünkü bu tam da içerinin ve dışarının, yani bölgesel sorunla içerideki sorunların tamamen iç içe geçtiği bir mesele olduğu ve içeride de iktidar bloku çoklu taraflardan oluştuğu için, bence bir yol kazasına uğradı diyeceğim. Uğramak üzere de demiyorum, 19 Mart operasyonu bir yol kazasına uğradı. Bunun zararını en aza düşürmek, mümkünse durdurmak, geriye almak gibi bir çaba var. Dolayısıyla o günden bugüne, senin de programlarında ısrarla söylediğin gibi, aslında bu operasyonun kendisi değil ama operasyona verilen tepkilerin beklenmedik şekilde olması bu oyunu bozdu. O oyun ne? Ben bu yazımda aslında iki şeyi birden tartışıyorum. Bir, bu çözüm sürecini bir şekilde riske sokan ve MHP’den ayırarak, AKP’nin ve Erdoğan’ın beka kaygısı dediğim ve beka kaygısına dayalı bu riske atmanın bazı aktörlerde rahatsızlık yarattığını, yaratacağını söylemiştim. Birincisi buydu.
Biraz toparlayayım. Aynı anda çok şey konuşuyoruz. Bir devlet aklından bahsediyorsun. Devlet aklının uluslararası konjonktürde bunu zorunlu kıldığını söylüyorsun. Türkiye’ye bir anlamda dayatılıyor ya da sipariş ediliyor yahut da birlikte kotarılıyor.
Bilmez: Ben dayatıldığını değil, bir konsensus olduğunu söylüyorum.
Tamam, ama bu arada bir 19 Mart oldu ve Erdoğan 19 Mart’ta umduğunu bulamadı, hatta tam ters bir etki yaptı. Şimdi, 19 Mart’ın etkilerinden arınmak için tekrar çözüm sürecine sarılarak güç toplamaya çalışıyor. İyi özetledim mi?
Bilmez: Çok iyi özetledin. Ama o özette, yıllardır siyasette olan insanların, siyaseti takip eden insanların bile cevap veremediklerini söyledikleri bir şey var. Ben onun cevabını verdiğim için bu yazıyı yazdım. Yoksa oturup bu konuda yazmazdım. Bunun uzmanları var, yazıyorlar., Şu sorunun cevabı açık kalıyor ya, ben o konuda bir cevap öneriyorum. Soru da şu: Peki, niye şimdi böyle bir operasyona girişildi?
19 Mart’ı kastediyorsun. Niye girişti?
Bilmez: Evet.
Niye?
Bilmez: İkinci temam, yazımın ikinci temasını oluşturuyor. Çünkü bu, dediğim gibi, Türkiye’yi de aşan, geçmiş yüzyılı, önümüzdeki yüzyılın Türkiye’sini, Ortadoğu’sunu belirleyecek olan bir projenin, Erdoğan tarafından, “Bensiz olmaz,” denilmesi nedeniyle. Yani bu projede herhangi bir aktörün yer değiştirmesiyle bu proje gerçekleştirilebilir aslında. MHP olmaz da CHP olur, CHP olmaz da ikna edilirse İYİ Parti gelir yapar. Şunu anlamak lazım her şeyden önce. Gerçekten bunun yeterince anlaşılmadığını düşünüyorum. Biraz önce senin tepkinden hak verdiğini de anlıyorum: Çözüm süreci dediğimiz şeyin bölgesel mesele olduğunu, küresel mesele olduğunu ve kapsamlı, uzun vadeli etkileri olacak bir şey olduğunu söylüyorsak, o zaman, aktörlere, güncel politikaya çok fazla odaklanarak tartışmayalım diyorum. Ben AKP’nin ve Erdoğan’ın bunu yapmaya meyilli olduğunu görüyorum. Kısacası şu: Bloklar doğal olarak çıkar gruplarıdır, ortak çıkarlar üzerine kuruludur. Bu ortak çıkara herhangi bir şekilde halel gelmesi, bunun riske sokulması durumunda, ortaklar tabii ki bunu yaratanı herhangi bir şekilde yeniden sorgulayacaktır, konuşacaktır. Senin özetine katılıyorum. “Evet, bu anlamda, şu anda Saray’dan, bir geri adım demesek bile bir revizyon tavrı görüyoruz,” diyorum. Ama bitmedi. Bunu unutuyoruz. O atılan adımın etkileri hâlâ sürüyor. Erdoğan da kendince “Bu iş ya benimle ya bensiz” mesajını vermiş oldu. ‘’Bensizliğin’’ ne anlama geldiğini biliyoruz, bunu benim anlatmama gerek yok, çünkü bu çok konuşuldu.
Çok konuşulmadı.
Bilmez: Söylediğim şey yanlış anlaşmasın, çözüme ilişkin konuşulmadı, ama ondan önce ‘’demokratik bir ülkede iktidar değişir’’ denildi, ki diğer herkesten farklı olarak, İmamoğlu’nun bu konudaki söylemi çok tutarlıydı. “Evine göndereceğiz” diyordu. Ama o rövanşizmin içinde olmayan bir şeydi. Rövanşist dil, Türkiye gibi yerlerde muhalefete düşmenin risklerini arttırıyor, olası risklerini artırıyor. Sadece Erdoğan deyip duruyoruz, ama bu bir sembol sonuçta. Onunla birlikte olan bir çıkar grubu var, sermaye grubu var. Kısaca özetleyecek olursam, ben tam da bu çözüm sürecinde, Bahçeli’nin 3 günlük yazısını gerçekten notlar alarak okudum. Eskiden beri ısrarla söylediği şey, devletin bekası, devletin çıkarlarının kişisel ve partisel ilişkilerin önüne konulması gerektiği. Ama kendisi de dâhil, kaçınılmaz olarak herkes, bu ikisini bir arada düşünmek zorunda.
Şimdi bir dakika. Dün Sezgin Tanrıkulu’yla bir yayın yaptım, gördün mü bilmiyorum? Kendisine, Bahçeli ve Erdoğan arasındaki ilişkiyi sordum. Sezgin, Bahçeli’nin bununla ilgili verdiği mesajların esas muhatabının Erdoğan ve AK Parti olduğunu, en son Türkgün’de yazdığı o yazının, daha önce Kandil’e yönelik yaptığı çağrılarda da esas muhatabının Erdoğan ve AK Parti olduğunu, Devlet Bahçeli’nin bunu devletin bekası için çok öncelediğini, hayati ve âcil bir mesele olarak gördüğünü, ama Erdoğan’ın aynı tempoda olmayan bir yaklaşımı olduğunu söyledi. Tabii Erdoğan buna yeterince angaje olmazsa, hatta sürecin gerçekleşmesinin aktörü olmak dışında, engelleyicisi gibi bir konuma düşerse, o zaman o devlet aklı dediğin şey, Erdoğan’ın yerine başka arayışlara girer mi?
Bilmez: Benim yazım bu soruyla bitiyor. Ben bu sorunun cevabını verecek durumda değilim. Ama tarih boyunca, özellikle yakın tarihte, modern dönemde, hiç umulmadık ittifaklar bundan dolayı sarsılabiliyor, bozulabiliyor. Bence teorik olarak evet. Olur mu, olmaz mı bilmiyorum. Az önce o senin müdahale ettiğin yerden devam edeyim: Evet, bence 19 Mart sonrasında, görece, daha çözümden yana görünüyor, ama 90 derecelik bir dönüş söz konusu değil, 180 derece hiç değil. Çünkü şunu unutuyoruz gerçekten. Tamam, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne kayyum atanmadı. Ama bir zamanlar AKP’nin, Erdoğan’ın baş edemediği, diliyle, tavrıyla karizmasıyla, onun kamuoyu tarafından alımlanmasıyla baş edemediği Selahattin Demirtaş gibi figür, 8 yıldır cezaevinde ve bu, birileri için başarı hanesine yazılıyor. Hâlâ orada. Bunu söylerken insanın yutkunarak konuşması gerekiyor. Ümit Özdağ. Sevin ya da sevmeyin, Ümit Özdağ dışarıda olsaydı belki de çözüm sürecinin önündeki en büyük engel olacaktı. Ama demokrasiden bahsediyoruz. Kim ne derse desin, Ümit Özdağ’ın hâlâ hukuksuzca içeride olması, birilerinin hanesine başarı olarak yazılıyor.
Şimdi aynı şey İmamoğlu operasyonu için de geçerli. Evet, o tepkiler belki de kayyum atattırmadı, tamam. Evet, Erdoğan şu anda belki de istediği kadar frene basamıyor, oyalayamıyor, ama zaten bu bir çıkmaz değil mi? ‘’Aslında Erdoğan yapmak istemiyor ‘’demiyoruz ki. Erdoğan şunu istiyor. Bunu yapmaya var ama tek şartla. “Bunun kazananı olmak istiyorum.” Bu bana 2015’i hatırlatıyor. “Bunun sonucunda eğer kazanan ben olmazsam, en azından kazananlardan biri ben olmazsam, ben kendimi feda etmem” diyor. Şimdi o milliyetçi hamasete ne kadar inanabiliriz, güvenebiliriz, bilmiyorum ama, MHP’nin başından beri söylediği zaten bu değil mi? ‘’Kendi kişisel çıkarlarımızı ve parti çıkarlarımızı feda edebiliriz.’’
Bahçeli ile Erdoğan arasında eşitsiz bir ilişki var diyorsun.
Bilmez: En azından iddia bu. Ama Sezgin Bey’in söylediğine şu anlamda tam katılmıyorum. Metnin tamamında değil ama o metinde ve genelde MHP’nin söyleminde iki tarafa da mesaj var bence. Orada CHP ile ve basınla ilgili yazdıklarınızı görseniz, ki okumuşsunuzdur, yenilir yutulur şeyler değil. İma yoluyla, evet, böyle bir şey okumak mı? Az önce söylediğim “Partinin çıkarını, kişisel çıkarlarınızı, devletin çıkarlarının önüne koymayın, çözüm süreci gibi bir şeyi engellemeyin” diye kime söylersiniz bu dönemde Allah aşkınıza? Ki ilk olarak ne CHP, İmamoğlu ne de diğer partiler çözüm sürecinin önüne engel olarak çıktılar. Sadece Ümit Özdağ vardı.
Bence, bu süreç başladığı andan itibaren yapılan değerlendirmelerdeki en büyük zaaf, bu olayın aktörü olarak sadece devleti, yani Bahçeli ve Erdoğan’ı görmek oldu. Ama ben Kürt hareketinin de burada bir aktör rolü olduğuna inanıyorum. Yani Erdoğan ve Bahçeli bir şeye karar verecek, Öcalan ve Kandil bunu onaylayacak diye bir şey olduğunu düşünmüyorum. Zaten gelen haberlerde, ‘’uzun zamandır süren görüşmeler’’ diyor. Şu hâliyle baktığımda, açıkçası 19 Mart’tan sonra oluşan Türkiye’deki ortamın, İmralı’yı, ama esas olarak Kandil’i çok memnun ettiği kanısındayım. Görüştüğü ya da görüşülecek yahut da birlikte bir mutabakata varılacak güç, iktidar bloku, çok ciddi bir şekilde zayıflıyor, kan kaybediyor. Bu onların arayıp da bulamayacağı bir şeydir ve çok da acele etmeyeceklerini düşünüyorum. 19 Mart’tan bu yana Kandil’den ne eleştiren ne de destekleyen bir açıklama görmedik. Hele o bastırılan kongre konusuna hiç girmediler. Bir ara, 19 Mart öncesi birtakım şartlar söylediler kongre için, ama sonra ona da girmediler. Kandil’de bir suskunluk var. Ben suskunluğun ‘’bekle ve gör’’ suskunluğu olduğu kanısındayım. Katılır mısın?
Bilmez: Katılıyorum, ama iki not düşeyim. Biri hatırlatma için. Çok ilginç bir şekilde, çok erken bir şekilde, tereddütsüz, İmamoğlu operasyonuyla ilgili hem Kandil’den hem de sonra hareketin bütün parçalarından tutarlı bir şekilde, kem küm etmeden, bunun yanlış olduğuna dair uyarı mesajı geldi. Bu ne İmamoğlu severlik, ne de CHP severlik. Tam da çözüm sürecine zarar verebileceği için ve eğer çözüm süreci Türkiye’nin demokratikleşmesini de içeriyorsa buna zarar vereceği için. Senin söylediğin şey aklıma şunu getiriyor; o yazıda da değindim, bilmiyorum katılır mısın ona? Biliyorsun, on yıllarca, bazen abartılarak, hatta deformasyonla, devlet mahfillerinin ısrarla, ta Özal zamanından beri çok kullandığı şey vardı: “Bu Kürt hareketiyle herhangi bir şekilde diyalog kurmaya, konuşmaya çalışsak da çok başlı bir yapı var. Avrupa ayrı konuşur, Kandil ayrı konuşur, Diyarbakır ayrı konuşur, Ankara ayrı konuşur.” Şimdi öyle bir momentum yaşıyoruz ki herhalde Kandil’dekiler oturup, “Ya bu Türkiye Cumhuriyeti ile biz iş yapacağız ama kimdir bu kardeşim? Bir yekpare gelin karşımıza, gidin arkada konuşun. Çözüm diyorsunuz, ondan sonra…”
Bir de şunu unutuyoruz, Ruşen Hocam. Ben ona yazımda değinip geçtim. Bu bir çelişki, bunu kabul edelim. Sen çözmek istiyorsun… Hele en çok üzerinde durulması gereken şey, bu operasyon, İmamoğlu operasyonu değil, aynı zamanda ‘’kent uzlaşısı’’ operasyonu. Yani ‘’sen DEM Parti’yle işbirliği yaparak seçim çalışması yapamazsın’’ demek. Ama şunu unutmamak gerekiyor. Bu son adımdır. Ondan önce Kürt şehirlerindeki kayyum atamaları tam bu sırada oldu. Yani Bahçeli’nin açıklamasından sonra kayyum atamaları oldu. Unuttuk onları, konuşmuyoruz. O sırada da kafalarımız allak bullak oldu. Herkes açıklamaya çalışıyor. “Ne oluyor, devlet içerisinde bazı odaklar mı yapıyor, istemeyenler mi var?” Sonra, tam bir fiyasko olan Halkların Demokratik Kongresi’ne (HDK) yönelik operasyon yaşandı. HDK operasyonu öyle bir şeydi ki insanlar mahkeme salonunda teröre yardım yataklıktan yargılarken, HDK Eş Başkanı o sırada Mecliste basın açıklaması yapıyordu. Unutmamak lazım, ondan sonra kent uzlaşısı kapsamında CHP belediyelerine saldırı oldu. 19 Mart operasyonu son adım, ama onunla da sınırlı değil. Şimdi Bahçeli’nin yazdıklarından da gördüğümüz gibi, CHP’ye karşı da bir savaş ilanı söz konusu. Nasıl olursa olsun, CHP katkı vermese de barış süreci olacağını herkes söylüyor. Ama CHP’ye, yani ana muhalefet partisine rağmen çözüm sürecinin mümkün olmadığını herkes görüyor. Dolayısıyla bir çözüm süreci varsa ve 19 Mart operasyonu bunun altına dinamit koyan, bunu riske sokan bir şeyse, aynı zamanda da devam etmekte olan CHP’yi düşmanlaştırmak, kriminalize etmek de bu çözüm süreci önündeki engeldir. Çünkü ilk günden itibaren Devlet Bahçeli de Meclisi adres gösterdi. DEM Parti bunu böyle kabullendi ve üstelik de Meclisteki bütün ziyaretlerde müthiş olumlu bir hava çıktı. Öyle bir şey yapıyorsunuz ki, bir taraftan, Meclisi adres gösteriyorsunuz, bir taraftan, Meclisin altına dinamit koyuyorsunuz. Bu düşmanca dille, bu kriminalleştirmeyle o Mecliste kiminle oturup konuşabilirsiniz?
O yüzden, yıllardır bu işin içerisinde olan, takip eden, bilen insanlar, ben konuştuğumda buraya kadar ikna oluyorlar. Sonra dönüp diyorlar ki: “Ama anlamadığım şu: Niye şimdi? Üç ay sonrayı bekleyemez miydi, 6 ay sonrayı bekleyemez miydi? Devlet için şu kadar önemli olan şeyi bekleyemez miydi?” İşte benim farklı olarak söylediğim şey bu: Bekleyemedi, çünkü CHP’nin iktidar adaylığı, İmamoğlu’nun Cumhurbaşkanlığı adaylığı çok hızlı ilerlemeye başladı ve süreç ilerlediğinde, -afakî bir şey söylüyorum-, sonbahara girdiğimizde, çözüm konusunda çok daha somut adımlar atılmış olabilirdi. Bir taraftan da gerçekten de bir erken seçim konuşulur, bir anayasa konuşulurdu. Ama artık CHP’nin birinci parti olduğu, İmamoğlu’nun bir sonraki Cumhurbaşkanı adayı olduğu bir süreç işliyordu, bu yüzden, bu sürecin durdurulması gerektiğine inandıklarını düşünüyorum. Bu, akıl yürütmedir tabii. Onların cevap veremediği soruyu ben böyle cevaplandırıyorum ve karşı argüman bulamıyorum. Belki sen bulursun, ben bulamadım.
Bulurum, bulunca da sana söylerim.
Bilmez: Bulursan iyi olur.
Şöyle bir şey duydum. Dün bunu Roj Girasun’la yaptığım yayında da tartıştık. Öcalan Nevruz’a mesaj yollayamadı. Yollamadı ya da yollayamadı. İlk iddiada, devletin, İmralı heyetine izin vermediği söylendi. Ama ben sonra çok güvendiğim bazı kaynaklardan, Öcalan’ın böyle bir mesaj vermek istemediğini duydum. Öcalan’ı az buçuk bildiğimi sanıyorum. Bu bana çok inandırıcı geldi. Yani böyle bir ortamda, 19’unda bu olmuş, 21’inde Öcalan vereceği mesajda bu konuya değinse bir dert, değinmese bir dert, nasıl değinse ayrı bir dert. Çünkü bir tarafta angaje olduğu, merkezinde önemli bir aktör olduğu bir süreç var; askıda da olsa bir süreç var. Bir tarafta da başka bir şey var.
Bilmez: Sürece büyük bir saldırı diyelim. Hocam, yüzde yüz katılırım bu söylediğine. Ama şunu söyleyeyim, tabii oradaki koşulları bilmiyoruz. O iki üç günde hem DEM Parti Eş başkanlarının, hem Cumhuriyet Halk Partisi Başkanı’nın verdiği tepki gerçekten şaşırtıcı derecede başarılı, esnek, bir taraftan kendisini bağlamayan, ama bir taraftan da yıkmayan, dökmeyen…
Pozisyon alan.
Bilmez: Evet. Yani o çok beklenen CHP-DEM kutuplaşması, çatışması, düşmanlaşması da yaşanmadı. Ama bir taraftan da “Şimdi çözüm süreci var. Bunu sineye çekelim” de yapılmadı. Senin hep söylediğin “Bu operasyon işe yaramadı ya da ters tepti” diyoruz ya, her zaman olduğu gibi bu kendiliğinden olan bir şey değil, sadece kitlelerin de değil. Belki de son yirmi otuz yılda CHP yönetimi, halkı ilk defa doğru okuyor, konjonktürü doğru okuyor ve risk alarak, cesaretle tavır alabiliyor. DEM Parti bu konuda yine çok olgun tavır sergiliyor. Bunun bozulmasının nedeni bu. En baştaki soruya dönecek olursak: Evet, bence o yüzden de 19 Mart’tan bu tarafa, o operasyonun en azından olduğu gibi işleyemeyeceği görüldüğü için bu randevu verilmiştir. Ama tekrar söylüyorum: Bu, şu anda içeride tutulanlara haksızlık olur. Çünkü bunun işlemediğini göstermek o insanların salıverilmelerini gerektirir. Bir taraftan da kendi rakibi içeride tutuluyor şu anda.
Şimdi şöyle bir akıl yürütsek: Erdoğan’ın 19 Mart operasyonunu neden yaptığını biliyoruz. Senin dediğin gibi, CHP’nin ve Ekrem İmamoğlu’nun yükselişini durdurmak istedi ve beklentisi bence şuydu: Böyle bir durum olacak, CHP içerisinde…
Bilmez: CHP’nin hantallığına güvendi.
Evet. CHP içerisinde Özgür Özel bu krizi yürütemeyecek, bir de CHP içerisindeki muhalif kanat, Kılıçdaroğlu var. Bu arada CHP’ye kayyum atanacak ve CHP iyice küçülecek. Ondan sonra, daha güçlenmiş bir Erdoğan olarak, yani yine rakipsiz Erdoğan olarak, çözüm süreciyse çözüm sürecini yapacaktı. Bir masa varsa ki bunun olmadığını söylüyorlar. Diyelim ki bir masa var. O masaya çok daha güçlü oturacaktı. Şimdi o masaya daha güçsüz oturacak. Yani orada da hesap tutmadı ve bu anlamda Kandil’in ve İmralı’nın elinin burada daha güçlendiği kanısındayım.
Bilmez: Evet, onu atladık. Şöyle söyleyeyim, ki bize dayatma olarak sunuluyor: “Feshet, feshola,” denildi, feshedildi gibi. Öyle değil, ama taraflar varsa, şunu kabul ederim: O müzakereler sırasında eli güçlenmiş olabilir, ama bence, kendini güçlü hisseden tarafın da korktuğu ya da korkması gereken, biraz önce espriyle söylediğimiz parçalı yapının, yani muhataplarının parçalı yapıda olması, bu momentumda, bu tarihi konjonktürde önemli bir fırsatın kaçması anlamına gelecek olan çözüm sürecini komple de bitirebilir. Bunu unutmamak gerekiyor.
Evet, o risk hep var.
Bilmez: Muhatapları ne kadar toparlayacak? Şimdi Özal dönemini uzun uzun konuşmayalım, ama Özal döneminin geriye dönüşlü okumalarında da “Yok, o öyle böyle yaptı, ama asıl niyet buydu” gibi. Konuşuluyor. Dolayısıyla, bazen bir diktatörle, tek bir partiyle, tek bir blokla müzakere, işinizi kolaylaştırır. O daha güçlüdür, ama kiminle ne konuştuğunuzu bilirsiniz. En azından o masadan kalktığınızda, karşı tarafı bilirsiniz, mesajı bilirsiniz. İki gün, üç gün sonra yapılacak operasyonların, hamlelerin olmayacağını, olursa durdurulacağını bilirsiniz. O yüzden, dediğin gibi, eğer Kandil seviniyorsa, bence o kadar sevinmesin. İşin makro boyutu var. Ama benim fikrim, düşüncem, böyle olmadığı yönünde. O söylediğin şey bence o yüzden oldu. O yüzden katıldım sana. Öyle bir süreçte, tam da bu muhatapların ne yaptığını anlamadığı bir zamanda çıkış yapmamak için, o günden beri ne Kandil’den ne İmralı’dan, açık, net bir şey geldi. Ama Allah için bu operasyonlara karşı şaşırtıcı bir hızla bir tepki geldi, bunu kabul etmek lazım.
Ama o kadar.
Bilmez: Evet. Ama bir taraftan da bütün aktörlerin, “Ne oldu bu, akamete mi uğrayacak? Bu sessizlik nedir? Gereğini yapın” tavrı, direkt Kandil’den olmasa da değişik aktörler tarafından dile getirildi. Ama kimse şunun üzerinde durmuyor: Bu işin, olası bir yavaşlama, frene basma veya akamete uğramasının, iktidar bloku içindeki farklardan, çatışmalardan kaynaklandığı meselesi, dile getirilmiyor. Zaten bu bir tahmin olabilir.
Son olarak şunu sormak istiyorum. Bölgesel mesele. Gerek Murat Karayılan gerek Cemil Bayık gerek Duran Kalkan, Bahçeli’nin bu adımı başladıktan sonra yaptıkları açıklamalarda, sürekli, “Bizim talibimiz çok” dediler. Mealen söylüyorum tabii. Yani, “Çok kişi bizimle ilgileniyor, ama bizim tercihimiz Ankara.” Mümkünse bu olayı, yani anlaşmayı Türkiye ile yapmak istediklerini söylediler. Şimdi sen, örgütün silah bırakmasını, kendisini feshetmesini, bölgesel, hatta uluslararası bir proje olarak görüyorsun.
Bilmez: Onun parçası bu.
Evet. Birtakım odaklar, yıllarca var olan böyle bir örgütün artık bitmesini, dükkânı kapatmasını, silahları bırakmasını niye tercih ediyor?
Bilmez: Ve o silah sahipleri.
Evet. ‘’Ortada dursun, Türkiye’yi destabilize etmeye devam etsin, şu olsun bu olsun’’ da diyebilirlerdi. Niye bunca zaman sonra? Hani yani ‘’Silah kötü bir şey’’ dediklerini düşünmüyoruz herhalde.
Bilmez: Söylediğine katılsam da ben bu ilk söylediğin ‘’Bizim talibimiz çok, taliplimiz çok, alıcımız çok’’ cümlesini öyle ifade etmezdim. Çünkü bu harekette Suriye’de de, daha önce Türkiye’de de ısrarla bir üçüncü yol deneyen, “Herkesle her türlü ilişkiyi kurarım, ama ben bağımsız bir aktör olarak kalırım” diyen bir gelenekten bahsediyoruz. Ben onu “Tek seçenek siz değilsiniz” diye ifade ederdim. Yani tek seçenek Ankara değil. Biz aslında bunları çok geç konuşmaya başladık. Bunlar bizim önümüze Ekim ayında geldiyse, zaten en az bir önceki Ekim ayından beri konuşuluyor, ediliyor, neler olacağı biliniyor.
Suriye’de yaşanan bu son gelişmelerle birlikte bu ikinci bölümü cevaplayacak olursak: 2015’te masanın devrilme hikâyesinde de Suriye’nin, hareket için hayati önemde olduğu, geri dönüşü olmayacak bir kazanım olduğu söylendi. Ama şunu unutmamak gerekiyor: Biz hâlâ bir ulus-devlet inşası peşinde olan bir hareketle muhatap olduğumuzu zannediyoruz. Bu, çok uzun zamandır böyle değil. Demokratik bir Türkiye’de, Kürtlerin, diğer dînî ve etnik grupların haklarının tanındığı, özgürce yaşayabildikleri bir Türkiye’de, bu çok önemli. Şunu unutuyoruz gerçekten: Bu hareketin asli gücü artık çok uzun zamandır silahlı güç değil, asli güçlerinden biri hâline geldi. Teraziye koysanız o kadar ağır basıyordu ki 2000’lere kadar. Artık dünyadaki diplomatik ilişkileriyle, dünyanın her tarafındaki kendi kamuoyuyla, Türkiye’de sivil alanda, legal alandaki başarısıyla… Şunu kabul edersin herhalde, benden çok daha iyi biliyorsun bunu. Özellikle bu cumhurbaşkanlığı sistemi ucubesinden sonra, şu anda DEM tabanından oy almadan iktidara gelme ihtimali var mı?
Yok tabii.
Bilmez: Bunun kadar güçlü bir silah biliyor muyuz? Yani öyle bir hâle getiriyorsun ki. Bunu da devlet kendisi yarattı. Bir de fevri davranmayan, konjonktürel davranmayan bir kitleden bahsediyorum. Hatta bazen tavrıyla örgütün de önüne geçen, kendisi okumalar yapan, dayatmalarla kendi çıkarlarını düşünebilen, eden bir gelenekten bahsediyoruz. Burada bir devlet aklı varsa, orada da bir hareket aklı var uzun zamandır. O anlamda, bence o koşulla silahı bırakma kesinlikle iki nedenden ötürü. Türkiye’de böyle bir şey olursa, kendi güçlerine güveniyorlar. İkincisi, Suriye’de geriye dönüşü olmayan kazanım ne demektir? Karışık bir hikâye bu ama unutmamak lazım ki orada bir entegrasyondan bahsediyoruz. Ne Türkiye gibi demokratik bir ülkede halklara tanınmış haklar, ki Kürtler en azından niceliksel olarak en başta geliyor, ama artık niteliksel olarak da öyle. Niteliksel dediğim için kusura bakma, bir Laz olarak buna bozulabilirsin.
İkincisi de Suriye’de de gerçekten bir entegrasyondan bahsediyorsak, orada şunu unutmamak lazım: Suriye’deki oluşumun, Kandil’le, PKK ile ilişkisi akademik ortamda, başka yerde her zaman tartışılır. Ama Öcalan’la ilişkisini hiç konuşmaya gerek yok ki. Bölgedeki herhangi bir mitingin fotoğrafını eline al bak. Ne görüyorsun? Onu da boş ver, diline bak. İçselleştirilmiş bir Öcalan dili var orada. 90’ların sonundan itibaren yayılmış, o revizyonları da içselleştirmiş üstelik. Katman katman ya Öcalan’ın söylemsel dönüşümü.
Onu nasıl takip ettikleri de hayret verici.
Bilmez: Ben bir tarihçi olarak yıllardır diyorum ki 50 yıl sonra, 100 yıl sonra bunu yapamayacaklar. Keşke antropologlar bir saha çalışmasıyla buna çalışsalar. Bu sahiplenme ve içselleştirme, eskiden sol örgütlerin eğitim çalışmalarıyla falan olurdu ve hap gibi alınırdı. Böyle değil gerçekten. Dolayısıyla toparlayacak olursam, şu anda Suriye’de yaşananların, özellikle İsrail’in Türkiye ile son yaşadığı çelişkilerin bunu hızlandırdığını söylüyorum. Elini hızlı tutması gereken bir Türkiye var. Türkiye bir daha hatırlatıldı. Kimse o Türkiye? Benim müesses nizam dediğim. Çünkü müesses nizam benim için devleti aşan bir şeydir. Elini hızlandırması gerektiği konusunda da orada bir şeyler geliyor.
Ben de o yazımda Golani’yle Kobani’nin anlaşmasını yazdım. Bu yazıyı yazdıktan sonra… Aslında bu yazı dört beş gün önce bitmişti. Çok ilginçtir, Türkiye konuşmuyor bunu, ama yeni yapılan anlaşmaya göre SMO (Suriye Milli Ordusu) …
Halep…
Bilmez: …Hayır, o yapıldı. Ondan sonraki bir anlaşmaya göre, SMO, Teşrin barajından çekiliyor, kontrolü Şam’a veriyor. Afrin teslim edilecek, oradaki insanlar geri dönecek. SMO’nun ne demek olduğunu biliyoruz, değil mi? Şam’dan, Golani’nin Ankara’nın dolaylı adamı olmasından bahsetmiyoruz. Direkt SMO’dan bahsediyoruz. Dolayısıyla bu, Ankara’ya, “Elini çabuk tut. Burada hızlı şeyler oluyor” mesajı. Böyle bir durumda silahın olsa da olmasa da değerlidir, ama eğer çözülürse… Çünkü hem bölgede hem Türkiye’de gerçekten istenilen o. Kabul etmek lazım ki AKP ideolojik bir partiydi, davası vardı ve gerçekten de ülküleri olan idealist bir partiydi. Son 10 yılda bir şirkete dönmüş olabilir. Sen herkesten çok bilen bir insansın, Milli Görüş gibi bir dava vardı, bir ilke vardı.
Artık pek yok.
Bilmez: İşte onu diyorum. Ama diğer taraf için böyle değil. İnan ya da inanma ama o insanlar hâlâ, “ben özgür, demokratik bir ülkede yaşamak istiyorum” amacıyla hareket ediyor. En güzel şöyle ifade edebilirim: Maalesef ülkücü çevrede de o parçalanma yaşandı. Ama şundan bahsediyorum: Samimi bulursun bulmazsın, fakat hâlâ orada, o hareketten biri herhangi bir şey yaptığında, “Bir dakika, bizim prensiplerimize göre senin yaptığın yanlıştır” diyebilecek çevreler var artık. Şu anda AKP içerisinde kim kime. “Hocam, bir dakika biz Müslüman’dık, biz Milli Görüşçüydük. Bizim Kemalizm ile Atatürkçülük ile ilişkimiz bu muydu?” denirdi. Artık roller değişti. Bunları yazacağım inşallah. Ama adı üstünde, Milli Görüş. Devletin karşısında milleti, toplumu temsil için onlarca yıl mücadele etti Milli Görüş ve şu anda dilleri o kadar pervasız, devletçi ki. Burada olumsuz anlamda kullanıyorum, ne demek istediğimi anlıyorsun. Devlet-toplum ilişkisinde, birey-toplum-devlet ilişkisidir ya. O kadar pervasız bir şekilde millete karşı devleti sahiplenen bir dil ki. Müslüman arkadaşlarımla karşılaştığımda ısrarla, “Siz konuşmuyor musunuz kendi aranızda?” diyorum.
Şunu söyleyip bitireyim: Bana öyle geliyor ki, şu anda ben bir Milli Görüşçü olarak, bir akıncı hareketinin içinde olan biri olarak ya da post-modern dönemde ciddi ciddi moderniteyi eleştiren Müslüman bir aydın olarak, kendimi bugün herhalde 1930’ların Sovyetlerinde Stalin dönemindeki Marksist gibi görürdüm. “Ne oldu, bizim amacımız neydi? Neredeyiz?”
Onun yerine, büyük bir kısmı da nemalanmanın yoluna bakıyor.
Bilmez: Onu sen biliyorsun, sen söyledin. Ben söylemedim.
Evet. Çok teşekkürler, Bülent.
Bilmez: Ben teşekkür ediyorum.
Yeni çözüm süreci, daha doğrusu ‘’yarım kalır gibi olan sürecin tekrar başlamasının arifesinde, bunun motivasyonları nelerdir ve ne olabilir?’’ üzerine konuştuk.
Bilmez: Bir şey daha söylemek istiyorum. Tabii gidişatı konuşuyoruz, güncel meseleleri konuşuyoruz, ama bir akademisyen olarak benim için şu çok önemli: Bu barış süreci, bugünü de aşan, çok değerli, çok kapsamlı bir mesele. Bütün bunların ötesinde, en sağdan en sola, Türkünden, Kürtünden, Alevi’sinden Sünni’sine kadar bunu sahiplenmek…
Lazları da söyle. Ben de sahipleniyorum.
Bilmez: Lazların en başta geldiği bütün bu grupların, bu barış sürecini sahiplenmeleri gerekiyor. Bu, gerçekten günlük politika değerlendirmesinin ötesinde bir şey. Öyle ya da böyle, sonuçta barış olacaksa çok şey feda etmeye hazır olmak gerekiyor diye düşünüyorum.
Çok teşekkürler. İstanbul Bilgi Üniversitesi’nden Prof. Bülent Bilmez’le, yeni çözüm sürecinin muhtemel geleceğini konuştuk. Kendisine çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler. İyi günler.